HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Kur'an'da Dinde Olanlar/Olmayanlar
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Kur'an'da Dinde Olanlar/Olmayanlar
Konu Konu: Kıyamet Alametleri Uydurmaları Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
bembeyaz
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 736
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bembeyaz

  Küresel kıyametin alametlerini Hz. Peygamber haber vermemiştir.

Kıyâmetin ne zaman kopacağı konusu her zaman insanların ilgisini çekmiş ve bununla ile ilgili pek çok soruya Hz. Peygamber de muhatap olmuşlardır.[1] Bir keresinde Bedevîler Rasûlullah’ın yanına gelerek: (متى الساعة) “Saat[2] ne zamandır?” diye sormuşlar, o da içlerinden en genç olanına bakarak: “Şu çocuk yaşarsa, sizin kıyâmetiniz kopmadan ona ihtiyarlık erişmez” buyurmuşlardır.[3] Buhârî, rivâyetin sonunda hadisin râvilerinden Hişam’ın saatten maksadın; “o gün yaşayanların ölümü” şeklindeki açıklamasını kaydetmektedir.[4] Yani, Hz. Peygamber muhataplarına: “Bu çocuk yaşarsa, sizin öldüğünüzü, kıyâmetinizin koptuğunu görecektir” demekte ve saat kelimesini, “kıyâmet-i vustâ”[5] anlamında kullanmaktadır. Aynı şekilde Hz. Ali’den rivâyeten nakledilen bir hadiste, Hz. Peygamber’in sabah namazı kıldırdığı esnada kendisine (متى الساعة) “saat ne zamandır?” diye soru soran kişiyi namaz sonrası yanına çağırıp oturtarak, “falcılara inanılıp kader yalanlandığı, emânetler yağmalandığı, sadaka almaya düşkünlük gösterildiği ve fuhuş yaygınlaştığı zaman” (فعند ذلك هلك قومك) kavminin helâk olacağını söylemesi[6] de “kıyâmet-i vustâ”nın kastedildiğinin bir işaretidir. Yine Ebû Hureyre’den rivâyeten nakledilen bir diğer hadiste, Hz. Peygamber’in konuşma yaptığı esnada yanına gelerek (متى الساعة) “saat ne zamandır?”  diye sual soran kişiye: “Emânet zâyi edildiği vakit saati bekleyin” diye cevap verdiği, bu kimsenin: “Emanet nasıl zâyi edilir?” soruna ise: “İş, ehil olmayanlara tevdî edildiği zaman saati bekleyin” diyerek[7] mukabelede bulunduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla burada da saat kelimesiyle Hz. Peygamber’in o toplumun çöküşü demek olan “kıyâmet-i vustâ”yı kastettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.[8] Yani; Hz. Peygamber bu tür sorulara muhatap olduğunda “küresel kıyâmet”in değil, “toplumsal kıyâmet”in alâmetlerini haber vermektedir. Bir başka ifadeyle, bu ve benzerî rivâyetlerin amacı kıyâmetin vaktini bildirmek için değil, tamamen ahlâkî ve sosyal çözülmenin zararlarını dile getirmek için olmalıdır. Bu itibarla kozmolojik bir olay olan “evrensel kıyâmet”le de bir alâkası bulunmamaktadır.[9] Nitekim, Râgıb el-Isfahânî, “kıyâmet-i suğra”yı, ferdin ölümü, “kıyâmet-i vustâ”yı bir neslin yok olması ve “kıyâmet-i kübra”yı da, “küresel kıyâmet” şeklinde açıklamaktadır.[10] Netice îtibârıyla, Hz. Peygamber’in saat kelimesini hangi anlamda kullandığı önemli olup, benzerî rivâyetlerin değerlendirilmesinde bu hususun göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 

Enes b. Mâlik’ten rivâyeten nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çölden gelen bir şahsın kıyâmetin ne zaman kopacağıyla ilgili sorusuna soruyla karşılık vererek: “Peki senin kıyâmet için bir hazırlığın var mı?” şeklinde mukâbele ettiği, o kişinin: “Benim, Allah ve Rasûlünü çok sevmekten başka bir hazırlığım yok” cevabı üzerine Hz. Peygamber’in: “O zaman sen sevdiklerinle berabersin” dediği, orada bulunanların: “Peki ya biz?( ne olacağız?)” sorusuna karşılık onlara: “Siz de öyle” cevabını verdiği  bilinmektedir. Râvi, rivâyetinin sonunda, Hz. Peygamber’in bu açıklamasının o gün kendilerini çok mutlu ettiğini ifâde etmektedir.[11] Burada da Hz. Peygamber’in kendisine her ne zaman bu tarz bir soru sorulsa, muhataplarına “kıyâmetin alâmetleri”nden bahsetmek yerine, genellikle kendi ölümlerini düşünmeye ve gereken hazırlığı yapmaya davet eder nitelikte sorular sorduğu görülmektedir. Böylelikle o, verilmesi gereken esas mesaja yoğunlaşmalarını sağlamakta, meselelere geniş açıdan bakmayı öğretmekte, çok boyutlu, mantıklı ve tutarlı düşünmeye sevk etmektedir.  

Hz. Peygamber’in bu konudaki bütün dikkat ve çabalarına rağmen  kaynaklarda, ona nispet edilen bir çok “kıyâmet alâmetleri”nden bahsedilmektedir. Bu rivâyetleri değerlendirenler, “kıyâmet alâmetleri”ne dâir bu bilgilerin, özellikle Yahûdî ve Hıristiyan geleneğinde yaygın olarak bulunduğunu ve İslâmî kaynaklara da buralardan geçtiğini belirtmektedir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de kıyâmet esnasında meydana gelecek fizîkî değişimler şeklinde alâmetlerin yer aldığını, ancak kurtarıcı “mehdî” ve “deccâl”den hiç bahsedilmediğini ifâde etmektedirler.[12] Tayyip Okiç de, bu rivâyetlerin İslâmî kaynaklara girmesinde ve Hz. Peygamber’e nispet edilmesinde Yahûdîlik’ten ve Hıristiyanlık’tan ihtidâ edenlerin mühim rollerinin olduğunu belirtmektedir.[13] Diğer taraftan “kıyâmet alâmetleri”nden bahseden rivâyetleri tetkik edenlerden bazıları, konunun dînî boyutu yanında, fizîkî ve sosyal antropolojinin izlerinin de dikkate alınmasını, bunun ise dînîn beşer üstü özelliğinin ortadan kaldırılmadan ve bir ideoloji haline dönüştürülmeden yapılması gerektiğini savunmaktadırlar.[14] Nitekim vahiyle tespit edilmemiş hususların bir çoğunda fizîkî ve sosyal antropolojinin izlerini görmenin mümkün olduğunu, Kur’an’da bulunmamasına rağmen “mehdî”, “deccâl” ve “Mesîh” inançlarının bazı İslâmî kaynaklara Kitab-ı Mukaddes’teki[15] anlamlarına yakın şekillerde geçtiğini ifâde etmektedirler.[16] Bununla birlikte, “kıyâmet alâmetleri” inancının peygamberlerin tebliği sûretiyle oluşan bir inanç olmadığını, insanların meraklarını gidermek, endişelerini ortadan kaldırmak ve hayallerini genişletmek gibi bir takım beşerî faktörlerinden doğduğunu ve bu bahsedilen alâmetlerin hiçbirinin Kur’an’da yer almadığını,[17] zayıf hadislere dayandığını ve benzerî haberlerin bütün eskatoloji kitaplarında görüldüğünü belirtenler de bulunmaktadır.[18]

Diğer taraftan kaynak kitaplarda yer alan bir takım “kıyâmet alâmetleri”nin henüz vâki olmaması ve hiçbir insanın müşâhede etmediği hususlardan olmaları nedeniyle, akıl ve tecrübelerle doğrulanmalarının mümkün olmadığı bilinmektedir. Bu alâmetlerin, insan zihninde bazı konuları canlandırmaya yarayan semboller oldukları, lakin zamanla bu sembollerin müşahhaslaştırıldıkları ve bilfiil vâki olacak olaylar şeklinde telakkî edilebildikleri de unutulmamalıdır. Sahih hadis mecmûalarında yer alan bazı “kıyâmet alâmetleri”nin tafsilden uzak ve müphem ibârelerle nakledilmesi bu ihtimali akıllara getirmektedir. Bunların bir kısmı muhtevâ olarak Kur’an’ın çizdiği çerçevenin dışına çıkmamaktadır. Öte yandan bazı rivâyetlerin ise zaman ve biçim yönünden tasvir edildikleri  görülmektedir. Nitekim, “mehdî”, “deccâl” ve Hz. Îsâ’nın gelip yeryüzünde şu kadar süre hüküm sürecekleri şeklindeki ifâdeleri “kıyâmetin ansızın kopacağı”[19] esası ile bağdaştırmak mümkün gözükmemektedir.[20] Zîra onların kaldıkları süre sonunda eğer kıyâmet kopacaksa bu önceden bilineceği için âyetlere aykırı bir durum ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu tür rivâyetlere ihtiyatlı yaklaşılması gerektiği anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber’in kıyâmetin ansızın kopacağına ilişkin misalleri sahâbelerine anlayabilecekleri bir şekilde anlattığı da temel hadis kaynaklarında mevcuttur. Nitekim, Hz. Peygamber Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “…Alış-veriş için bir araya gelen iki kişi, bir elbiseyi açacaklar, satış işlemi tamamlanmadan ansızın kıyâmet kopacak, o elbiseyi tekrar kaldırıp katlamaya fırsatları olmayacak. Bir kişi devesini sağacak, ancak sağdığı devesinin sütünü içmek nasip olmadan ansızın kıyâmet kopacak. Bir kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek ancak, tamir ettiği havuzun suyunu kullanmak ona nasip olmadan ansızın kıyâmet kopacak. Yemek yiyen bir kimse, lokmasını ağzına götürürken ansızın kıyâmet kopacak ve o yemeği yemek ona nasip olmayacak.”[21]  Bu kadar açık ve seçik bir şekilde ve Kur’an-ı Kerim’le uyumlu olarak kıyâmetin ânîden ve hiç beklenmedik bir anda kopacağını beyan etmiş olmasına rağmen, hâlâ Hz. Peygamber’i sürekli alâmetlerden bahseden bir kimse şeklinde tanıtmak doğru değildir. Diğer taraftan İbn Hacer de kıyâmetin ansızın kopacağı kanaatindedir. O, söz konusu rivâyeti değerlendirdikten sonra: “Bütün bunlar kıyâmetin ansızın kopacağına işarettir. Tıpkı Allah Teâlâ’nın (لا تاتيكم الا بغتة) ‘sizi umulmadık bir anda yakalayacak’[22] sözünde olduğu gibi” demektedir.[23]

Hz. Peygamber’in zaman zaman bir takım sembolleri ve müphem ifâdeleri kullanarak insanları bilgilendirmesi mümkün olmakla beraber, her zaman Kur’an-ı Kerim’le uyumlu tespitlerde bulunduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in bir takım açıklamalar yaparken mecâzî ifadeler kullandığı, tergib ve terhib maksatlı sözler söylediği de bir gerçektir. Ancak onun bu sözlerini nakledenlerin yanlış anlayarak bir takım eklemeler yapabilecekleri ve sembolleri müşahhaslaştırabilecekleri ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim “kıyâmet alâmetleri” olarak sayılan bazı hususlarda bunları görebilmek mümkündür.

Netice îtibârıyla, “kıyâmet alâmetleri”nden bahseden bütün rivâyetlerin çok yönlü araştırmaları yapılmadan, sadece senedlerine veya metinlerine bakarak mutlak doğrular şeklinde algılanmalarının, üzerlerine bir takım hükümler binâ edilmeye çalışılmasının zorakî yöntemlerle farklı yorumlar yapılmaya kalkışılmasının veya toptan reddedilmesinin sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı açıktır.

(Ayrıntılı bilgi için Dr. Ahmet Emin SEYHAN'ın, "Hadislerde Kıyamet Alametleri" adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 168-172)



[1] A’raf, 7/187; “(Ey Peygamber), sana Son Saat’ten soracaklar, “Ne zaman gelip çatacak?” diye. De ki: “Doğrusu buna dâir gerçek bilgi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan  başka açığa vuracak kimse de yoktur. (O saat) göklere ve yere bütün ağırlığı ile çökecek ve sizi mutlaka umulmadık bir anda yakalayacak.” Sana, sanki bu (sırr)ın ısrarla peşine düşmekle belli-belirsiz içsel bir bilgi elde etmiş olman mümkünmüş gibi soracaklar. De ki: “Ona dâir gerçek bilgi ancak Allah katındadır; ne var ki, insanların çoğu (bundan) habersizdir.” Âyeti tefsir eden Zemahşerî, Kurtubî ve Şevkânî, Hz. Peygamber’in kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmediğinin bu âyetten anlaşılmakta olduğunu ifâde etmektedirler. (ZEMAHŞERÎ, II, 144-145; KURTÛBÎ, VII, 336; ŞEVKÂNÎ, II, 273). Muhammed Esed ise, Son Saat’in hangi şartlarda ve ne zaman olacağı hakkında, vukûundan önce, peygamberler dahil kimseye herhangi bir bilgi, bir ipucu verilmediği ve verilemeyeceği kanaatindedir. Bkz. Kur’an Mesajı, s. 312, A’râf, 7/187, 153  no’lu dipnot. Ayrıca bkz. Ahzâb, 33/63; Zâriyât, 51/12; Kıyâme, 75/6; Nâziât, 79/42-45.

[2] Kıyâmetin “saat”le isimlendirilmesinin nedeni, ansızın kopacak olması veya hesabın süratli olması sebebiyledir. Bkz. ZEMAHŞERÎ, II, 143.

[3] BUHÂRÎ, 81/Rikak, 42 (VII, 192); MÜSLİM, 52/Fiten, 27 (III, 2269-2270); İBN HANBEL, III, 192, 213, 228, 270, 273. Ayrıca bkz. İBN HUZEYME, III, 149; NEVEVÎ, Şerhu’n-Nevevî, XVIII, 89-91.

[4] BUHÂRÎ, 81/Rikak, 42 (VII, 192).

[5] RÂGIB el-ISFAHÂNÎ, s. 362.

[6] BEZZÂR, Müsned, II, 145-146. Hadisi bu lafızla sadece Yûnus b. Erkâm rivâyet etmiştir. Ayrıca bkz. EBÛ ÂMİR OSMAN B. SAİD, Sünen, III, 684; TABERÂNÎ, Evsât,  I, 150-151; HEYSEMÎ, Mecma’, VII, 328.

[7] BUHÂRÎ, 2/İlim, (I, 21); 35/Rikak, (VII, 188); İBN HIBBÂN, I, 307; BEYHAKÎ, X, 118.

[8] M. Ebû Şehbe de, Hz. Peygamber’in bu uyarısının maksadının “ümmetlerin kıyâmeti olduğunu; kuvvet, izzet ve ayakta kalmak için gerekli sebepleri terk ettiklerinde helak olacaklarını; bu hadisin en önemli sosyoloji nazariyelerinden birini ortaya koyduğunu” ifade etmektedir. Bkz. EBÛ ŞEHBE, Sünnet Müdafaası, I, 322.  

[9] Yavuz: “Hadislerde dînî yozlaşmayı haber veren olaylar kozmik düzenin yıkılışına işaret eden belirtiler değil, aksine ferd ve toplumu yok oluşa götüren alâmetlerdir” demektedir. YAVUZ, Y. Ş., “Kıyâmet Alâmetleri”, DİA,  XXV, 524, İst., 2002.

[10] RÂGIB, s. 362.

[11] BUHÂRÎ, 78/Edeb, 95 (VII, 112); MÜSLİM, 45/Birr, 50 (III, 2032-2033); İBN HANBEL, III, 178; MA’MER b. RÂŞİD, XI, 199; BEZZÂR, V, 161; EBÛ YÂ’LÂ, V, 372; İBN HIBBÂN, I, 182; II, 323; TABERÂNÎ, Evsât, VII, 267; bkz. EBÛ NUAYM, Hilye, VI, 339; X, 171.

[12] HASAN HANEFÎ, Mine’l-Akîde ile’s-Sevrâ, Dârü’t-Tenvîr, (I-V), Beyrut, 1988, IV, 470-488.

[13] OKİÇ, Tayyib, Tefsir ve Hadis Usûlünün Bazı Meseleleri, Nûn Yay. İst. 1995, s. 231,  232-239.

[14] ÇELEBİ, Uzak ve Yakın Gelecek, s. 94.

[15] Kitâb-ı Mukaddes, Mika, 5/2, s. 878; Zekarya, 9/9-10, s. 896; Malaki, 4/5, s. 902; Tensiye, 18/15, 18, s. 195.

[16] SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Dinlerde Mehdî Tasavvurları, Sidre Yay., Samsun, 1997, s. 111-117.

[17] ATEŞ, Süleyman, İslâm’da Güncel Tartışmalar, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., 2002, s. 290. (Ateş, kıyâmet alâmetleri ile ilgili rivâyetlerin Kur’an’a aykırı olduğu kanaatindedir. Ve: “Ansızın olacak şeyin alâmeti olmaz” diyerek bu tür rivâyetlere olan tepkisini ortaya koymaktadır).

[18] HASAN HANEFÎ, Mine’l-Akîde, IV, 468-480. Ayrıca bkz. YAZICIOĞLU, M. Sait, “Teoloji mi, Antropoloji mi?”, AÜİFD., XXIII, 505-531, Ank., 1978.

[19] En’âm, 6/31; A’raf, 7/187; Yûsuf, 12/107; Nahl, 16/77; Enbiyâ, 21/40; Hac, 22/55; Şuarâ, 26/202; Ankebût, 29/53; Yâsîn, 36/49-50; Zuhruf, 43/66; Muhammed, 47/18; Hâkka, 69/13-16.

[20] Ateş, depremin belirtileri ortaya çıktıktan sonra bunun beklenen bir olay olması sebebiyle artık ansızın meydana gelen bir olay vasfını taşıyamayacağını ifâde etmektedir. Buradan hareketle, âyetlerde hiç beklenmedik bir anda ansızın kopacağı haber verilen kıyâmetin, önceden belli olacak şekilde bir kısım alâmetlerinin olmasının izah edilemeyeceğini belirtmektedir. Bkz. ATEŞ, İslâm’da Güncel Tartışmalar, s. 292; ATEŞ, Kur’an Ansiklopedisi, XXX, 228-229. H. Hanefî de kıyâmetin ansızın kopacağını, Allah’tan başka hiçbir kimsenin vaktini bilemeyeceğini, esas olanın vaktini ve alâmetlerini bilmek olmayıp, ömür bitmeden ona gereken hazırlığı yapmak olduğunu söylemektedir. Bkz. HASAN HANEFÎ,  IV, 487-488.

[21] Bu rivâyeti Ebû Hureyre’den; Buhârî, Müslim, Ma’mer b. Raşid, Ebû Yâ’lâ, Humeydî, Nuaym b. Hammad, İbn Hanbel, Ebû Amr Osman b. Said, İbn Hıbbân ve Beyhakî tahric etmişlerdir. Bkz. BUHÂRÎ, 92/Fiten, 25 (VIII, 101), 81/Rikak, 40 (VII, 191); MÜSLİM, 52/Fiten, 27 (III, 2270); MA’MER b. RÂŞİD, el-Câmi’, XI, 402-403; EBÛ YÂ’LÂ, XI, 152-153; HUMEYDÎ, II, 498; NUAYM b. HAMMAD, II, 645; İBN HANBEL, II, 369; EBÛ AMR OSMAN b. SAİD, Sünenu’l-Vâride, IV, 773-775; İBN HIBBÂN, XV, 259-260; BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin, Şuabü’l-Îmân, (I-VIII),  thk. Muhammed es-Said b. Bisyûnî Zeğlül, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1410, I, 237. Ukbe b. Amir’den ise; Taberânî ve Hakim tahric etmişlerdir. Bkz. TABERÂNÎ, Kebîr, XVII, 325; HÂKİM, IV, 582; İbn Abbas’tan ise Nuaym b. Hammad tahric etmiştir. Bkz. NUAYM b. HAMMAD, II, 635, 655. Bu rivâyetin sonunda diğerlerinden farklı olarak Hz. Peygamber’in ( ولياتينه 05; بغتة وهم لا يشعرون) “Ama o âniden kopup gelecek ve hiç biri de farkında olamayacak” (Ankebût, 29/53) âyetini okuduğu ifade edilmektedir. Ayrıca bu rivâyeti Huzeyfe b. el-Yemânî’den, Taberî nakletmiştir. Bkz. TABERÎ, Tarih, Beyrut, 1407, I, 51. Heysemî, İbn Hanbel’in Ebû Hureyre’den yaptığı tahricin ricâlinin “sahihin ricâli” olduğunu söylemiştir. Bkz. HEYSEMÎ, Mecma’, X, 331-332. Ayrıca bkz. II, 65. Bu konudaki değerlendirmeler için bkz. TABERÎ, Tefsîr, V, 34; MÜNZÎRÎ, Tergîb, IV, 204; KURTÛBÎ, XV, 39; İBN KESÎR, II, 272, 562; İBN HACER, Feth, Beyrut, 1379, XIII, 88.

[22] A’râf, 7/187.

[23] İBN HACER, Feth, Beyrut, 1379, XI, 357. Yavuz da kıyâmetin aniden kopacağı kanaatindedir. Bkz. YAVUZ, Y. Ş., “Kıyâmet Alâmetleri”, DİA, XXV, 525, İst., 2002.

 

(Ayrıntılı bilgi için Dr. Ahmet Emin SEYHAN'ın Hadislerde Kıyamet Alametleri adlı kitabına bakılabilir. Moralite Yay., İstanbul, 2006, s. 168-172)

 



__________________
Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!

www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/

selam ve dua ile...
Yukarı dön Göster bembeyaz's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bembeyaz Ziyaret bembeyaz's Ana Sayfa
 
adalet
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
Gönderilenler: 1195
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı adalet

 Selam kardeş,maalesef sözünüzü tutmadınız,bari bu konuları tek bir başlıkta birleştirin de millete arkası yarın dizisi çeker gibi eziyet etmeyin,olmazmı?
 Ayrıca bu sitedeki birçok kişinin  ister sahih?(neye göre,kime göre?) isterse gayri sahih? olsun hadis diye bir derdinin olmadığını ve tek dertlerinin Kuran olduğunun bilmem farkındamısınız?



__________________
"Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
Yukarı dön Göster adalet's Profil Diğer Mesajlarını Ara: adalet
 
yunusemre
Yasaklı
Yasaklı
Simge

Katılma Tarihi: 16 mayis 2007
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 213
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı yunusemre

Muhammed Peygamber bir kehanetçi ( Kahin ) değildir. O Allah'ın elçisidir..
Yukarı dön Göster yunusemre's Profil Diğer Mesajlarını Ara: yunusemre
 
Guests
Guest Group
Guest Group


Katılma Tarihi: 01 ekim 2003
Gönderilenler: -259
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Guests

ADALET YAZDI: Selam kardeş,maalesef sözünüzü tutmadınız,bari bu konuları tek bir başlıkta birleştirin de millete arkası yarın dizisi çeker gibi eziyet etmeyin,olmazmı?
 Ayrıca bu sitedeki birçok kişinin  ister sahih?(neye göre,kime göre?) isterse gayri sahih? olsun hadis diye bir derdinin olmadığını ve tek dertlerinin Kuran olduğunun bilmem farkındamısınız?

Evet,onbir adet benzer konu başlığı var.Bunları tek başlık altında toplamak mümkün değil mi?

Selametle

Yukarı dön Göster Guests's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Guests
 
moderatör
Newbie
Newbie


Katılma Tarihi: 25 mayis 2007
Gönderilenler: 28
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı moderatör

Selam Arkadaşlar

Aynı içeriğe sahip konular bir başlık altında toplanmıştır.

Benzer içerikteki konular bir başlık altında bulunursa güzel olur. Arkadaşımızdan ricamız...


Yukarı dön Göster moderatör's Profil Diğer Mesajlarını Ara: moderatör
 
bembeyaz
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 736
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bembeyaz

Hz. Îsâ’nın ölümü ve kıyâmet kopmadan önce kıyâmetin bir alâmeti olarak tekrar dünyaya geleceği konusu, asırlardır İslâm âlimleri arasında tartışılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Îsâ’nın kıyâmetin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine dâir açık bir beyan bulunmamaktadır. Yahûdîlik’te Mesîh’le ilgili rivâyetler son derece müphem olup yoruma müsaittir.[1]

Hıristiyanlık’ta ise, havârilerin gözleri önünde semaya urûc eden ve babasının sağ tarafına yerleşen, dünyanın sonuna doğru ikinci defa gelecek olan bir “Mesîh” inancı söz konusudur.[2] İncillerde onun çeşitli alâmetleri ile geleceği anlatılmaktadır. Hz. Îsâ gelmeden önce, milletlerarası çeşitli çatışmaların yaşanacağı, kıtlık ve depremlerin olacağı, pek çok kimsenin “Mesîh” iddiasıyla ortaya çıkacağı, güneşin kararıp ayın ışık vermeyeceği ve yıldızların düşeceğinden bahsedilmektedir.[3] Daha sonra Îsâ’nın gelip izzet tahtına oturacağı, “deccâl”in hâkimiyetine son vereceği, iyileri mükafatlandırıp kötüleri cezalandıracağı, anlatılmaktadır.[4] Fakat bu gelişin vaktini sadece Tanrı bilmektedir.[5]  Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetleri[6] yorumlayanlar Hz. Îsâ’nın öldürülmediği ve göğe yükseltildiği kanaatine ulaşırken, aynı âyetleri tefsir eden diğer İslâm âlimleri ise, böyle bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını ifâde etmektedirler. İslâm bilginlerinin bu şekilde farklı yorumlarda bulunmalarına neden olan husus ise, rivâyetlere olan yaklaşımlarından kaynaklanmaktadır. Zîra, muhtelif rivâyetlerde, Hz. Îsâ’nın “kıyâmet alâmeti” olarak yeryüzüne ineceğine dâir bilgiler yer almaktadır.

Bu rivâyetlere dayanılarak “nüzûl-i Îsâ” konusu erken dönemlerden itibâren bir tartışma konusu olmuş, günümüzde de henüz ortak bir kanaate ulaşılamamıştır. Nitekim, onun rûhu ve bedeni ile ilâhî huzura yükseltildiğini, kıyâmetin vukûundan önce tekrar dünyaya döneceğini, son peygamber’in getirdiği vahye tabi olacağını, “deccâl”i öldürüp, yeryüzünde adâleti sağlayacağını ve ruhunun ise bunları yaptıktan sonra kabzedileceğini savunanlar vardır.[7] Aksi kanaatte olanlar ise, onun dünyada iken eceli ile öldüğüne, ruhen Allah’ın katına yükseltildiğine, kıyâmet öncesi gelmesinin söz konusu olmadığına, bu konuda Hz. Peygamber’e atfedilen rivâyetlerin mütevâtir derecesinde olmayıp âhad olduklarına ve âhad haberlerin âyetlere aykırı bilgi ihtivâ etmesi halinde hadis olma niteliklerini kaybedeceklerine, bu tür rivâyetlerin Ehl-i kitap kanalı ile İslâm’a intikal ettiğine,[8] böyle bir inancın İslâm’ın genel ilkelerine[9] ve Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına[10] aykırı olduğuna inanmaktadırlar.[11]

Bir diğer görüş ise, âyetlerin anlamlarının açık olmaması ve “nüzûl-i Îsâ” konusunda pek çok rivâyetin bulunması nedeniyle, bu konunun reddedilemeyeceğini, onun ruh ve bedenen ilâhî huzûra yükseltilmediğini, tabii ölümle ruhunun kabzedildiğini, ancak bu rivâyetlerin uygun şekilde te’vil edilmesi gerektiğini, ileriki asırlarda Hz. Îsâ’nın mânevî şahsiyetinin ortaya çıkacağını ve insanlığa getirdiği sevgi, barış ve şefkat gibi değerlerin onun mensupları tarafından uygulanacağını belirtmektedirler.[12]  Son iki görüşü temsil edenlerin Hz. Îsâ’nın normal bir ölümle öldüğü, “ruh maa’l-cesed” ilâhî huzura yükseltilmediği ve dolayısıyla da kıyâmetten önce dünyaya bir insan olarak inmesinin mümkün olmadığı hususlarında birleştikleri görülmektedir. Bu iki görüş arasındaki farklılık ise, Hz. Peygamber’e nispet edilen hadislerin değerlendirilmesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Zaten son görüş taraftarlarının yorum denemeleri ise, sınırlı bir seviyede kalmakta ve rivâyetlerin tamamını kapsamamaktadır. 

Kanaatimizce, “nüzûl-i Îsâ” inancını bu konudaki rivâyetlere dayanarak savunmak mümkün görünmemektedir. Zîra, bu rivâyetlerin yer aldığı bir takım kaynaklar tamamen güvenilir olmadığı gibi, isnâdların tamamı da sağlam değildir. Metin tenkîdi yapıldığında ise, pek çok çelişkilerin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, “nüzul-i Îsâ” konusunu bir inanç esası olarak kabul etmek ve öyle göstermeye çalışmak doğru değildir.[13] Çünkü, Kur’an-ı Kerim’deki açık bilgilerle[14] de çelişen bu tür rivâyetlere dayanarak bir inanç oluşturmak zordur. Tedvin döneminde Hıristiyan  kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak “nüzul-i Îsâ” inancının İslâm akâidine girmiş olmasının kuvvetle muhtemel olduğu ifâde edilmektedir. Zîra, Hz. Îsâ’nın insanların aslî günahlarını affettirmek için kendini fedâ ettiği ve Tanrının hükümranlığını kurmak üzere tekrar dünyaya döneceği inancının Hıristiyanlara ait bir akîde olduğu bilinmektedir.[15]

Hz. Îsâ’nın nüzûlünü savunanların dayanaklarından biri olan “bu konuda Sahâbe, tâbiin, fıkıh, hadis, tefsir ve kelam ulemâsının hem fikir oldukları ve bir icmâ bulunduğu” iddiası ise iknâ edici görünmemektedir. Zîra böyle bir mücerret icmâ iddiasıyla, problemler ve bunların yol açtığı şüpheler ortadan kaldırılamamaktadır. Bir inanç ve düşüncenin yüzyıllarca benimsenmiş olması, onun doğruluğunu göstermeye yetmemektedir.[16] Dolayısıyla icmâın dayanağını oluşturan ümmetin hata üzere birleşmeyeceği düşüncesini yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.[17] Hz. Îsâ’yı Allah’ın –isterse- göğe çıkartıp tekrar indirebileceğini kabul etmekle iş bitmemektedir. Bunun vukû bulacağına dâir, elde kesin bir bilginin de bulunması gerekmektedir. Konu ile ilgili incelenen rivâyetlerin bu kesin bilgiyi vermesinin mümkün olmadığı ise görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de de bu konu hakkında kesin herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda Hz. Peygamber’den gelen sahih haberler elbette kabul edilecektir. Ama gelmemişse hiçbir açıklamanın dikkate alınmaması gerekmektedir.[18]


[1] Mika, 5/2, s. 878; Zekarya, 9/9-10; s. 896; Malaki, 4/5-6, s. 902; Tensiye, 18/15-19, s. 195.

[2] Matta, 28/20, s. 34; Markos, 16/6-20, s. 54-55; Luka, 24/44-53, s. 91; Yuhanna, 20/1-31, s. 116-117; I. Korintoslulara, 15/3-28, s. 180-181; İbrânîlere, 13/20-21, s. 237-238.

[3] Matta, 24/4-44, s. 27-28; Markos, 13/24-31, s. 51; Luka, 17/23-24, s. 80, 21/25-31, s. 85.

[4] Matta, 25/31, s. 29.

[5] Markos, 13/32-33, s. 51; Rasûllerin İşleri, 1/7, s. 119.

[6] Âl-i İmrân, 3/54-55; “İnanmayanlar Îsâ’ya tuzak kurdular; ama Allah onların tuzaklarını boşa çıkardı: çünkü Allah, tuzak kuranların tümünün üstündedir. O zaman Allah: “Ey Îsâ!” demişti, “Seni öldüreceğim ve katıma yücelteceğim ve seni hakîkati inkara şartlanmış olanlar(ın arasın)dan çekip arındıracağım; sana tabi olanları, kıyâmet günü, hakîkati inkara şartlanmış olanların (kat kat) üstüne çıkaracağım. Sonunda hepiniz bana döneceksiniz ve aranızda antlaşmazlığa düştüğünüz her konuda ben hüküm vereceğim.”

                Burada “teveffî” kelimesi “öldürmek” mânâsına geldiğinden, Hz. Îsâ’nın ruhunun kabzedildiği anlaşılmaktadır. “Ref” kavramı ise, cansız varlıklarla ilgili kullanıldığında maddî, insanlar hakkında zikredilince mânevî yükseltmeyi ifâde etmektedir. Nitekim Râzî’ye göre; (ارفعوا هذا الامر الى القاضى) “şu işi kâdıya yükseltin” derken bu kavram, “onun bilgisine sunun, onun makamına arz edin” mânâlarına gelmekte ve kâdının temsil ettiği makam yüceltilmektedir. (و رافعك الى) “seni bana yükselteceğim” derken de “seni ben onurlandıracağım. Sana yaptığın iyi amellerin karşılığını mutlaka göstereceğim” anlamına gelmektedir. Bkz. (RÂZÎ, VIII, 61). Buradan da anlaşılacağı üzere (رفع) kelimesi peygamberlerle alakalı kullanıldığında onların bedenlerinin değil, mertebelerinin veya ruhlarının yükseltilmesi ve onurlandırılması söz konusudur. Bir başka ifadeyle ref etme fiili, ne zaman Allah Teala’ya atfedilmişse, “onurlandırma” yahut “yüceltme” anlamlarına gelmektedir. Diğer taraftan âyette geçen (مطهرك) “seni temiz kılacağım” ifadesi “seni ayıracığım, seni onların arasıdan çıkartacağım, arındıracağım” mânâsına gelmektedir. Yani ref kelimesinde “onurlandırma” anlamı olduğu gibi, (طهر) kelimesinde de “yüceltme” anlamı söz konusudur. Dolayısıyla âyette bütün bu kavramların kullanılması, Hz. Îsâ’nın Allah katındaki derecesinin üstünlüğüne ve yüksekliğine delâlet etmektedir. Bkz. (RÂZÎ, VIII, 61). Özetle belirtmek gerekirse, Râzî’nin ifadesiyle; “ref”ten maksat mekan ve cihet değil, “mânevî derece yüksekliği”dir. Bkz. (RÂZÎ, VIII, 62).

             (رفع) kelimesini geçtiği diğer âyetlerle ilgili olarak bkz. (Bakara, 2/253; Meryem, 19/57; Gâfir, 40/15; Şerh, 94/4). (رفع) kelimesini geçtiği bu âyetlerde de “yüceltme” anlamının verilmesi daha isabetli olmaktadır. Konu ile ilgili bir diğer âyet-i kerime ise, Nisâ, 4/157-158. âyetleridir. “Ve “Bakın, biz, Allah’ın elçisi (olduğunu iddia eden) Meryem’in oğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük!” diye böbürlendikleri için (onları cezalandırdık). Aslında onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle (olmuş gibi) göründü; ve o konuda farklı görüşler taşıyanlar da gerçekten şaşkındılar, onunla ilgili (gerçek) bir bilgileri yoktu ve sadece bir zanna uymuşlardı. Kesin olan şu ki onu öldürmediler: Hayır, Allah onu kendi katına yüceltti. Allah gerçekten kudret ve hikmet sahibidir.” Burada da “ref” kelimesi “maddî olan bir yükseltmeye” değil, mânevî olan “yüceltme”ye işaret etmektedir.  

[7] MÜCÂHİD, Ebu’l-Haccac el-Mekkî (104/722), Tefsîru’l-İmam Mücâhid b. Cebr, thk. Muhammed Abdüsselam, Dâru’l-Fikri’l-İslâmî, Baskı yeri yok, 1989, s. 296; İBN KUTEYBE, Tevil, s. 176; TABERÎ, Ebû Câfer, Tefsîru’t-Taberî min Kitâbihi Câmii’l-Beyân an Te’vili’l-Kur’an, thk. Beşşar Avvâd-Asım Fâris el-Huristânî, (I-VII), Beyrut, 1994, II, 265, III, 209-210; ZEMAHŞERİ, Keşşâf, thk. Mustafa Hüseyin Ahmed, (I-IV), Kâhire, 1953, I, 281, 455-456; KURTUBÎ, el-Câmi, IV, 99-101, VI, 10; İBN KESİR, Muhtasar Tefsiri, I, 458-463, II, 521-522; NİSÂBÛRÎ, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî (873/1468), el-Vecîz fi Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, (I-II), Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1995, I, 343; HARPÛTÎ, Abdullatif, Tenkîhu’l-Kelam fî Âkaid-i Ehli’l-İslâm, (Kelâmî Perspektiften İslâm İnanç Esasları) haz. İbrâhim Özdemir-Fikret Karaman, TDV. Elazığ Şb. Yay. Elazığ, 2000, s. 290-291; KÂSİMÎ, Muhammed Cemâluddin, Mehâsinu’t-Te’vil, (I-XVII), thk. M. F. Abdulbâkî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1978, IV,108, V, 550, 609, VI, 439; YAZIR, II, 1117, III, 1519, VI, 4281; HERRÂS, Muhammed Halil, Hz. Îsâ’nın Yeryüzüne İnişi ve Deccâle Karşı Savaşı, trc. Osman Cilacı, Isp., 2002, s. 73; YAZIR, V, 3374; AHMED NAİM, XII, 311; BİLMEN, Ö. N., İlm-i Kelam, s. 327; KILAVUZ, M. S., Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelam’a Giriş, Ensar Neşriyat, İst., 1987, s. 211;  EBÛ UBEYDE Mâhir b. Sâlih b. Muhammed, er-Risale fi’l-Fiten, s. 139-146; EBÛ ŞEHBE, Sünnet Müdafaası, I, 331; YILDIRIM, Suat, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, DİB. Yay. Ank., 1988, s. 21; DÖNDÜREN, H., I, 111, Âl-i İmrân, 3/55, 53 no’lu dipnot; HARMAN, Ö. Faruk, “Îsâ”, DİA, XXII, 470, İst., 2000; YENİÇERİ, C., Uzay Âyetleri, s. 464-465.

[8] GOLDZİHER, Ignaz, el-Akîde ve’ş-Şerîa fi’l-İslâm,  trc. Abdülaziz Abdulhakk-Muhammed Yûsuf  Mûsâ, Dâru’r-Raîdi’l-Arabî, Beyrut, ts., s. 194; FAZLUR RAHMÂN, İslâm, trc. Mehmet Aydın, İst., 1981, s. 309; ATAY, Hüseyin, Kur’an’a Göre Araştırmalar, Ank., 1993, s. 49-50; FIĞLALI, E. Rûhî, Çağımızda İtikâdî İslâm Mezhepleri, Selçuk Yay. Ank., 1986, s. 251; YAVUZ, Y. Ş., “Kıyâmet Alâmetleri”, DİA, XXV, 524, İst., 2002; PAÇACI, Mehmet, Kutsal Kitaplarda Ölüm Ötesi, Ank. Okulu Yay. Ank., 2001, s. 215-216, Paçacı, bu konuda şunları söylemektedir: “Eski Ahit’in apokaliptik anlayış doğrultusunda ele alınması, çok farklı sonuçlar doğurmuştur. Dünya ve âhiret kesin bir çizgi ile birbirinden ayrılmıştır. Dünya şeytana ve kötülüğe terkedilmiş, gelecek hayat ise Allah’ın hükmedeceği yegâne boyut olarak görülmüştür. Muhatabta bu yüzden dünya hayatı hakkında derin bir pesimizm duygusu oluşmuştur. Bütün beklentiler gelecek hayata aktarıldığı için, burada dünyanın sonunu beklemekten başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Kıyâmetin vakti üzerinde yapılan spekülasyonlar, âhiret fikrinin bütün dinamizmini yok etmiştir. Son an, burada artık Allah’a ait bir bilgi değil, apokaliptik yazarların bir takım alâmetlerle ve hesaplamalarla bilebilecekleri bir bilgi olmuştur. Bu pasif ve pesimist âhiret anlayışı bir takım kurtarıcı figürler de oluşturmuştur. Mesîh ve insanoğlu kavramlarına, asıllarında bulunmadığı halde eskatolojik kurtarıcı anlamı hamledilmiştir. Bunlar ya da bu isimleri taşıyan kişi, âhir zamanda gelerek mü’minleri kurtaracak ve Allah’ın hükümranlığını kuracaktır….” “…Hz. İsâ’ya isnâd edilen eskatolojik kurtarıcılık görevi, Hıristyanlık’ın temel konusu olmuştur. Heilsgeschicte teorisi ile de bu anlayış bütün Kitab-ı Mukaddes’i içine alan bir yorumla ortaya çıkmıştır. Mesîh’in kurtarıcılık görevi, bütün Kitab-ı Mukaddes târihi boyunca görülen Allah’ın kurtarıcı aktivitesinin bir tamamlanışı olarak yorumlanmıştır. Târihin merkezinde ise, Mesîh’in gelişi olayı vardır. Bu anlayışla Yeni Ahit’in Mesîh merkezli yorumu sürdürülmektedir.” Paçacı, Hz. Îsâ’nın dünyaya ineceği beklentisinin fikri arka planını bu şekilde açıklamaktadır. Fazlur Rahmân da böyle bir bekleyişin sakıncalarını şöyle açıklamaktadır: “Mesîh” inancının sıkı sıkıya benimsenmesinin, insandaki ahlâkî güçleri ve beşerî teşebbüsü yok edeceği, tahlîle  ihtiyaç duyurmayacak ölçüde açıktır.” Bkz. FAZLUR RAHMÂN, İslâm, Ank., 1973, s. 342.

[9] ŞELTÛT, Mahmud, “Hz. Îsâ’nın Göğe Yükseltilmesi ve Tekrar Dönüşü”, Çev. Mustafa Baş, Dînî Araştırmalar, C. 7, S. 21, (Ocak-Nisan), Ank., 2005, s. 306; ŞELTÛT, M. el-İslâm, s. 61-62; GÖRMEZ, Mehmet, Mûsâ CÂRULLAH Bigiyef, TDV. Yay., Ank., 1994, s. 85-88; ATAY, Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ank., 1983, s. 125; FIĞLALI, E. Rûhî, Kadıyânîlik, DEÜ., Yay., İzmir, 1986, s. 12; KARDÂVÎ, Yûsuf, Sünneti Anlamada Yöntem, s. 110. Nüzûl-i Îsâ’nın bir îmân ve inanç esası olamayacağı ile ilgili olarak Bilmen şunu ifâde etmektedir: “İtikâdiyyât haber-i vâhidin mahalli olamaz. Çünkü itikadî meseleler, yakîniyyâta istinad eder. Haber-i ahad ise zannîdir. Binaenaleyh îtikâdî hususlar, haber-i ahad ile sabit olamaz(lar).” Bkz. BİLMEN, Ömer Nasûhî, Hukukı İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, (I-VIII), Bilmen Yay., İst., 1985, I, 155. Koçkuzu da: “Akâitte haber-i vahitlerin delil olarak kullanılamayacağına dâir kanaat, en fazla taraftar toplamış olan görüştür.” “Şuyûun ve şöhretin, inanç konusunda ölçü alınması, her zaman doğru netice verecek güçte bir prensip (ölçü) değildir” demektedir. Bkz. KOÇKUZU, Ali Osman, Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhitlerin Îtikat ve Teşrî Yönlerinden Değeri, DİB., Yay., Ank., 1988, s. 151.

[10] ÇELEBİ, İ., Uzak ve Yakın Gelecek, s. 100; ÇELEBİ, İlyas, İslâm’da İnanç Esasları, s. 287.

[11] EBÛ REYYE, Mahmud, Edvâ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, s. 191-194; SÜLEYMAN NAZİF, “Hz. Îsâ’ya Açık Mektup II”, Haz. O., Cilacı, Oku Mecmuası, Sayı, 151, (Kasım-Aralık) Konya, 1974, s. 164-166; ATEŞ, Süleyman, Çağdaş Tefsîr, II, 402; ATEŞ, S., Kur’an Ansiklopedisi, X, 205, XXV, 534; AKDEMİR, Salih, Hıristiyan Kaynaklara ve Kur’an-ı Kerim’e Göre Hz. Îsâ, Yayımlanmamış Doktora Tezi, AÜ., SBE., Ank., 1992, s. 246; FIĞLALI, Ethem Rûhi, “Mesîh ve Mehdî İnancı Üzerine”, AÜİFD. XXV, 197; SARITOPRAK, Zeki, “Deccâl”, DİA, IX, 71; ÜNAL, Mehmet, “Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. Îsâ’nın Ölümü, Ref’i ve Nüzûlü Meselesi”, İslâmiyât, C. 3, S. 4, Ank., 2000, s. 133-146; FATİŞ, Emrullah, Kur’an’da Hz. Îsâ ve Değerlendirilmesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, EÜ. SBE. Kayseri, 1999, s. 194, 222, 277, 286; GÜZEL, Mahmud, Kur’an’a ve İncillere Göre Hz. Îsa’nın Ref’i, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, EÜ. SBE. Kayseri, 2000, s. 151, 168, 169; TÜRCAN, Galip, Kur’an’da Âhiret İnancı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, SDÜ., SBE., Isp., 2002, s. 161.

[12] REŞİD RIZÂ, Menar, III, 316-317. Rızâ, hadislerin mânâ ile nakledilmeleri ve nakleden kişinin, Rasûlullah’ın kastettiğini değil, anladığını nakletmesi sebebiyle nüzûl-i Îsâ’yı, “İnsanların İslâm şerîatının ruhuna sarılmaları” şeklinde yorumlamakta ve “İslâm dînînin mensupları, şâyet lafızların zâhiri mânâları üzerinde donup kalırlarsa, şerîatın ruhunu ve hikmetini ortadan kaldırmış olurlar” demektedir. Ayrıca bkz. S. Ateş’de: “Hz. Îsâ’nın gökten cesedi ile inmeyeceğini, Îsâ dînînin mensuplarının son zamanlarda İslâm’ın hükümlerini benimseyip onunla amel edeceklerine veya İslâm’ın özüne mensup olabileceklerine işaret olabilir” demektedir. Bkz. Çağdaş Tefsir, II, 406, Kur'an Ansiklopedisi, XXV, 535. Çelik ise, bu konularda yapılan yorumların açıklayıcı bilgiler vereceği ancak; “kastedilen mânâ budur” denilemeyeceğini belirtmektedir. Bkz. ÇELİK, A., Fitne, s. 59. Kardavî’de “nüz’ul-ü Îsâ” ile ilgili hadislerin “barış ve güvenliğin egemen olacağı bir asrı simgelediği” şeklindeki te’villeri şiddetle reddetmekte ve kabul edilemez görmektedir. O, bu hadislerin tevâtür derecesine ulaştığını iddia ederek, bu tevilin sahih hadislerle çeliştiğini söylemektedir. Ayrıca bu tür bir tevilin, “İslâm’ın kılıç dînî, Hıristiyanlığın ise yegâne barış dînî” olduğunu söyleyen misyonerlerin propagandasına güç katacağını belirtmektedir. Bkz. KARDAVÎ, Sünneti Anlamada Yöntem, s. 247. Sarıtoprak ise, sıhhatları sabit olan hadisleri zâhir dışı mânâlarla tevil etmeyi doğru bulmamaktadır. O: “hadisleri reddetmek ne kadar tutarsız ise, zâhiri mânâlarında kabul edip, hurafevârî anlamlar vermek de o kadar delilden yoksundur” demektedir. Bkz. SARITOPRAK, Zeki, İslâm İnancı Açısından Nüzûl-i Îsâ Meselesi, Çağlayan Yay., İzmir, 1997, s. 293. Seyyid Kutub ise: “Meselenin müteşâbihattan olup, tevilini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini” ifâde etmektedir. Bkz. KUTUB, Seyyid,   Zılâli’l-Kur’an, (I-XXX), Basım yeri yok, 1967, VI, 20. 

[13] KIRBAŞOĞLU, M. H., “Hz. İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkîdi”, İslâmiyât, C. 3, S. 4., Ank., 2000, s.167.

[14] Enbiyâ, 21/7-8; “Biz senden önce de (ey Muhammed,) kendilerine vahiy indirilen (ölümlü) adamlardan başkasını (elçi olarak) göndermedik; bunun içindir ki, (o inkarcılara de ki:) ‘Eğer kendiniz bilmiyorsanız, önceki kitapları okuyup izleyen kimselere sorun’. (Göreceksiniz ki,) Biz o’nları yiyip içmeye ihtiyaç duymayan  bir yapıda yaratmamıştık: o’nlar ölümsüz de değillerdi.” Ayrıca şu âyetlerde de iknâ edici bilgiler mevcuttur. Bkz. Enbiyâ, 21/ 34-35; “(Ey Peygamber! Sana inanmayanlara hatırlat ki, ) Biz senden önce de hiçbir insana ölümsüzlük vermedik; ve imdi, sen ölürsen bunlar kendilerinin sonsuza kadar yaşayacaklarını mı sanıyorlar? Her can ölümü tadacaktır; ne var ki, (hayatın ) iyi ve kötü (tezâhürleriyle) karşı karşıya getirerek sınıyoruz sizi; ve sonunda hepiniz bize döneceksiniz”; Vâkıa, 56/60-61; “Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. (bizi hiçbir şey alıkoyamaz). Böylece, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).” Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/145, 185; Nisa, 4/78; Hicr, 15/13; Ankebût, 29/57; Secde, 32/11; Ahzâb, 33/16; Zümer, 39/30; Gâfir, 40/68; Kâf, 50/43; Cum’a, 62/8; Mülk, 67/2. 

[15] ÇELEBİ, İlyas, “Îsâ”, DİA, XXII, 473, İst., 2000.

[16] Krş. Bakara, 2/170; Mâide, 5/104; A’râf, 7/70; Yûnus, 10/78; Hûd, 11/62, 87, 109;  İbrâhim, 14/10; Nahl, 16/35; Şuarâ, 26/74; Lokmân, 31/21; Zuhruf, 43/22-23.

[17] KIRBAŞOĞLU, s. 168.

[18] RÂZÎ, XXIV, 218.



__________________
Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!

www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/

selam ve dua ile...
Yukarı dön Göster bembeyaz's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bembeyaz Ziyaret bembeyaz's Ana Sayfa
 
bembeyaz
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 736
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı bembeyaz

                        Deccâl kıyametin bir alameti değildir.

 (دجال) “Deccâl”; sözlükte “bir şeyi örtmek, yaldızlamak, boyamak, kandırmak, karıştırmak, yalan söylemek, aldatmak” anlamındaki (دجل) “de ce le” kökünden türeyen bir kelimedir. “Hakkı batılla karıştıran, sözü süsleyip batılı hak gösteren, çok aldatan, çok yalancı kimse” demektir.[1] Klasik kaynaklarda ise, “âhir zamanda ortaya çıkıp göstereceği hârikulade olaylar sayesinde bazı insanları dalâlete sürükleyeceğine inanılan kişi” şeklinde tarif edilmektedir.

 “Deccâl” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemektedir. Kitâb-ı Mukaddes’te ise, âhir zamanda gelecek olan, “küçük boynuz, canavar” gibi sembollerle tasvir edilen, Allah’ın mâbedini tahrip eden ve O’na karşı gelen güçlü bir varlık olarak tanıtılmaktadır.[2] Yahûdîler “deccâl”i, kendilerini kurtaracağına inandıkları “Mesîh”in muhalifi olarak görmektedirler. Onlara göre “deccâl”, “Mesîh”in semavî ve ebedi krallığına karşın, geçici dünyevi şeytanî gücü ve şeytanın krallığını temsil etmektedir ve Dâvud’un neslinden gelecek bir “Mesîh” tarafından öldürülecektir.[3] Hıristiyanlık’ta ise, “âhir zamanda zuhûr edecek düşman”,[4] “fesat adamı, helak oğlu”[5] şeklinde tanıtılmakta olup, kıyâmetin bir alâmeti olduğuna inanılmaktadır.

Yahudî ve Hıristiyan tarihlerinin incelenmesi sonucu, “deccâl” inancının yayılmasına eski efsânelerin mevcut  siyasî durumlara göre yorumlanmasının yol açtığı, Yahudî ve Hıristiyanlara zulmedenlere zamanla efsânevî bir hüviyet kazandırıldığı ve böylece menkıbeler oluşturulduğu anlaşılmaktadır.[6] “Deccâl” konusu ile ilgilenen müsteşriklerin bazıları, İslâm’daki “deccâl” telakkîsini tamamen Ehl-i kitâb’a dayandırmışlarsa da, bu iddiaların isabetli olmadığı, benzerlikler bulunduğu, ancak bunun da mutlaka birinin diğerinden aldığı anlamına gelmeyeceği ifâde edilmektedir.[7] Fakat buna rağmen ciddî bir etkilenmenin olduğu da gözlerden kaçmamaktadır.

 

Zîra, Kur’an’ın “karanlık” olarak nitelendirdiği cahiliyye aklının “mâkul” olana değil, “mahsus” olana, akleden kalbe değil, efsâneye dayandığının en güzel delilinin cahiliyye edebiyatı olduğu ve sözlü olan bu edebiyatın kâhinler, arraflar, şairler ve kıssacılar tarafından temsil edildiği bilinmektedir. Toplumun ortak hafızasını temsil eden bu zümrelerin sözlerini “anlam öncelikli” değil, “etki öncelikli” kullandıkları ise mâlumdur. O dönemde gerek manzum, gerekse mensur olsun tüm ürünlerin, bilgi taşımaktan ziyâde dinleyenler üzerinde etki uyandırmak maksadıyla “icrâ” edildiği[8] ve akıldan ziyâde duyguların ön plana çıkartıldığı görülmektedir. Duygulara hitap edilirken insanlara daha kolay tesir edebilmek ve onları etki altına alabilmek maksadıyla, efsânelerin kullanıldığı ve sembollere de yoğun bir şekilde baş vurulduğu ortadadır. Çünkü mitolojik düşünce, temelde sembolleştirici bir düşüncedir. Çoğu zaman bu mitolojik düşüncede olaylar gizemli, çözülmeye muhtaç bir biçimde kılık değiştirerek ve mantık ötesi bir özellik taşıyarak anlatılmaktadır.[9] İnsanın ruhunun tâ derinliklerinden fışkırarak gelen oluşumlar, korkular, hayaller ve tasavvurlar, sembolik bir dille diğer insanlara ulaştırılmaktadır.[10] Bu nedenle sembolik anlatım, dinleyenin zihninde hayallerle canlanarak daha net bir şekilde belirmekte ve akılda daha kalıcı olmaktadır.

Bununla beraber, düşüncelerin anlatımı esnasında tesiri artırmak maksadıyla mecaz ve teşbihte aşırıya gidilmesinin yanlış inanç ve tasavvurların doğmasına yol açtığı gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Nitekim, Budizm ve Hinduizm’de sembolleştirme ve teşbihte aşırıya kaçılmasının doğal bir sonucu olarak adeta yitmiş olsa da, içten içe bir öz halinde tevhîd düşüncesinin yattığı, antropomorfik unsurların ayıklanmasıyla tevhîd pırıltılarının daha iyi müşahede edilebileceği ifâde edilmektedir.[11]

 Görüleceği üzere, insanların algılamalarını kolaylaştırmak maksadıyla sembollerle anlatılan bazı hakikatlerin zaman içerisinde yanlış anlaşılıp aktarılması, verilmek istenen esas mesajın tam kavranamayıp unutulması veya değiştirilmesi mümkün olabilmektedir. Teferruatla uğraşıldığında bütün göz ardı edilmekte ve parçacı yaklaşımlar esas yörüngeden sapmaya neden olabilmektedir. Dolayısıyla, tekrar doğru rotaya dönebilmek için sapmanın olduğu yere varılması ve hataların bulunup düzeltilmesi gerekmektedir. Bu arada istikametten ayrılmamak için ise, Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet’in ortaya koyduğu ölçülere göre hareket edilmesi icap etmektedir. Temel esaslar yanlış algılanıp aktarıldığında tevhîd inancında bile, asıldan uzaklaşıp ârizî olanın etkisine girilmesi söz  konusu olduğuna göre, “deccâl” hususunda da Yahûdî ve Hıristiyan kültürlerinden bir etkileşimin olması mümkündür.

Bu bakımdan, “deccâl” ile ilgili anlayışların arkasında yatan nedenler iyice araştırılmadan, yabancı unsurların etkileri doğru tespit edilmeden, sağlam bir muhakemeyle problemler çözüme kavuşturulmadan, sağlıklı bir din anlayışına ve istenilen hedeflere ulaşmanın mümkün olamayacağı açıktır. Bu itibarla, kaynaklarda sembolik bir dille anlatılan “deccâl” ile ilgili rivâyetlere bu açılardan bakılmasının önemi bir kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Bir başka ifâdeyle, sembolik olarak anlatılan bir hususun müşahhas hale getirilmesi ve buradan yanlış tevillere sapılması doğru neticeler doğurmamaktadır. Bu sebeple gerçeklerden uzaklaşılmaması için kastedilen anlamın ne olduğunun büyük bir dikkat ve özenle tespit edilmesi gerekmektedir.

Hadis mecmûalarındaki bazı rivâyetlerde “deccâl”in âhir zamanda geleceği, yeryüzünde kırk gün kalacağı, ilahlık iddiasında bulunacağı, sonunda Hz. Îsâ tarafından öldürüleceği;[12] gözünün birinin kör olup ve alnında “kâfir” yazılı olacağı;[13] Yahûdî asıllı İbn Sayyâd’ın da “deccâl” olabileceği;[14] Temim ed-Dârî’nin ıssız bir adada “Cessâse” adındaki bir hayvanın yardımıyla “deccâl” ile görüştüğü;[15] “deccâl”in İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağı;[16] “deccâl”in şerrinden emin olmak için Kehf sûresinin ilk âyetlerinin okunmasının tavsiye edildiği;[17] otuz civarında “deccâl”in ortaya çıkacağı[18] gibi farklı “deccâl” portrelerinin çizildiği görülmektedir. Bu rivâyetler arasında çelişki olmadığını iddia edip savunmaya çalışan İslâm âlimleri olduğu gibi,[19] çelişkiler bulunduğunu söyleyenler de mevcuttur.[20] Diğer taraftan orta yolu takip ederek isnâd açısından sahih kabul edilen rivâyetlerdeki ifadelerin mecâzî ifadeler olduğu ve güçlü bâtılın zaman zaman hakka galip olacağı şeklinde yorumlayanlar da vardır. Bununla birlikte, bu yorumların zaman içerisinde farklı anlayışlar kazanacağını söyleyerek tevakkuf edilmesi gerektiğini belirtenler de bulunmaktadır.[21] Bazı İslâm âlimleri ise, bu konudaki bir takım rivâyetlerin Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ile telif edilmelerinin mümkün olmadığı kanaatindedirler.[22] Onlar, “mehdî”, “deccâl” ve ““Mesîh” beklentilerinin hasta akılların ürünü olduğunu, yeryüzünde bu tür efsânelere yer olmadığını, mitolojik “deccâl” inancının Yahûdî ve Hıristiyanlara ait olup  bu kültürlerden İslâm’a intikal ettiğini ileri sürmektedirler.[23]

Netice îtibârıyla, isnâd açısından sahih görülerek Hz. Peygamber’e nispet edilen rivâyetlerin bir kısmında birbirleriyle bağdaştırılamayacak derecede çelişkiler olduğu görülmektedir.[24] Zîra, araştırmalar sonunda bazı rivâyetlerde “sika” olmayan râvîlerin olduğu, bunların şahsî ictihadlarını metinlere karıştırma ihtimallerinin bulunduğu ve bazı rivâyetlerde İsrâiliyyât belirtilerinin sezildiği sonucuna varılmaktadır.[25]

Nitekim, bir rivâyette Hz. Peygamber zamanında yaşayan İbn Sayyad’ın “deccâl” olduğu söylenirken,  diğer rivâyette, bir adada zincirlere bağlı bir halde beklediği,[26] bir diğer rivâyette ise, İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkacağının belirtilmesi, bu tenâkuzlara verilebilecek örneklerdir. İstanbul fethedildiğine ve tasvir edilen böyle bir “deccâl” de ortaya çıkmadığına göre, bu rivâyetin isnâdında ve metninde problemler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca “deccâl”in şahsına ait özellikleri açıklayan rivâyetlerde de çelişkiler bulunmaktadır. Kızıl veya beyaz tenli, kısa boylu veya cüsseli, heybetli[27] şeklinde tanıtılması bunun göstergesidir. Bunlardan başka, bir taraftan “deccâl”in ilahlık iddiasında bulunacağı belirtilirken, öte yandan alnında “kâfir” yazısının mevcut olacağı ve herkes tarafından okunacağının ifâde edilmesini de akılla bağdaştırmak mümkün görünmemektedir. Allah’a îmân etmekle sorumlu tutulan insanoğlunu saptırması için “deccâl”e peygamberlerden çok üstün özellikler verilmesinin, hem ilâhî hikmete, hem de kıyâmete kadar kainatta sürüp gidecek Allah’ın koyduğu yol ve yönteme[28] aykırı olduğu ortadadır. Zîra, böyle bir şeyi koyduğu kurallara öncelikle kendisinin uyduğu bilinen[29] Yüce Allah’ın yapması söz konusu değildir. Dolayısıyla bu rivâyetlere ihtiyatla yaklaşılması ve “deccâl” ile ilgili yorum yapılmaya çalışılırken bütün bu hususların göz önünde bulundurulması gerekmektedir.    

Mûtezilî İmam Kâdı Abdülcebbâr, (415/1024) akla muhalif bir şey Rasûlullah’a isnâd edilirse, onun böyle bir şey söylemediğine hükmetmek gerekir. Şâyet söylemişse, başkasından hikâye yoluyla söylemiştir. Bu takdirde de alınmayabilir. Eğer bu sözün te’vil imkanı varsa te’vil edilir” demektedir.[30] 

Buradan hareketle bir kısım İslâm âlimi de, senedi sahih gaybî hadislerde geçen ifâdelerin Arap edebiyatının teşbih ve temsil sanatının bir gereği olduğunu belirterek bunların yorumlanabileceğini ifâde etmişlerdir.[31] Kelam âlimlerinin çoğunluğu, “deccâl”in çıkışını mitolojik bir üslupla ifâde eden rivâyetleri yorumlamaya yanaşmazken, Sünnî kelam ekolünün seçkin sîmalarından Taftazânî, (793/1390) ilgili rivâyetleri zâhirî mânâda anlamayı mümkün görmekle birlikte, “deccâl”i “şer ve fesadın yayılması” şeklinde tevil etmiştir.[32] Onun “deccâl” kavramına bu şekilde bir yorum getirmesi, çağdaş âlimlerin te’vil kapılarını açmalarına ve değişik yorumlar yapmalarına imkan sağlamıştır. Nitekim, Muhammed Abduh “deccâl”i, “İslâm dînînin ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün hurafe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü”,[33] Reşid Rızâ, “maddî şehvetlerin ön plana çıkması”, “Yahûdîlerin gerçekleştireceği şerrin ve inkarcılığın yaygınlık kazanması”,[34] Elmalılı Hamdi Yazır, “Filistin’de Yahûdîler’e devlet kurmak isteyen İngiltere”,[35] Kâmil Mîras, “küfrü yayan ve cemiyetin nizamına bozan şey”,[36] Muhammed Esed, “Avrupa Medeniyeti”[37] Muhammed Selâme Cebr, “şeytan”,[38] Ömer Rıza Doğrul, “Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddiâsını seslendiren Hıristiyanlık akîdelerinin yayılması”[39] Yavuz, “ulûhiyet niteliklerine sahip hârikulâde bir insan değil, kötülüğü temsil eden bir tip”,[40] şeklinde yorumlamaktadırlar. Kardâvî ise “deccâl”i, “karanlık batı medeniyeti” şeklinde te’vil edenlerin görüşlerine katılmayarak tevâtür derecesine ulaşmış sahih hadislerde, “deccâl”in bozgunculuk yapan, tahrik ve tehdit eden bir fert, şahıs veya insan olarak tavsif edildiğini, dolayısıyla, “kör bir medeniyet” şeklindeki yorumlanmasının uygun olamayacağını söylemektedir.[41]

Oysa rivâyetlerin geneline bakıldığında böyle bir yorumun yapılmasının mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Nitekim bazen lafızlara bağlı kalmanın bir takım sembollerin gerektiği şekillerde yorumlanmasına engel teşkil edebildiği ve anlamayı zorlaştırdığı görülmektedir. Öte yandan burada hatırlatılması gereken bir diğer nokta da, “deccâl”e hizmet edenlerin “şeytanca niyetler taşıyan kötü insanlar” olduğudur. Yoksa başka bir âlemde yaşayan cin ve şeytanlar değildir. Zîra, onların aslî hüviyetleri ile insanlara görünemeyecekleri bilinmektedir.[42]

Görüleceği üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu, isnâd açısından sahih kabul edilen hadislere dayanarak âhir zamanda “deccâl”in ortaya çıkacağına, insanları saptırmaya çalışacağına inanmakta ve bu rivâyetleri farklı şekillerde te’vil etmektedirler. Bu âlimlerin bir kısmı görüşlerini desteklemek maksadıyla Kur’an-ı Kerim’den deliller bulmaya çalışmışlarsa da, “deccâl”e işaret ettiği iddia edilen âyetler[43] incelendiğinde ileri sürdükleri bu tezlerinin ilmî dayanaktan yoksun olduğu görülmektedir.[44]

Özetle Kur’an-ı Kerim’de “deccâl” ile ilgili hiçbir sarih ifâde bulunmamaktadır. Ancak bazı rivâyetlerden çıkartılacak en belirgin hususlar sonucu “deccâl”i şu şekilde açıklamamız mümkündür. “Deccâl” bir “kıyâmet alâmeti” olmamakla beraber her zamanda ve her bölgede inkarcılığı yaymaya çalışan, ahlâkî değerleri yok etmeyi amaçlayan ve her türlü terörist faaliyetleri destekleyen kimselerdir. Kendi kurdukları düzenin yıkılmasını istemeyen, bunun için her yolu mübâh gören, nefislerinin esîri olmuş, kötü niyetli, negatif düşünceli, ikiyüzlü, bencil ve azgın bütün hakîkat inkarcılarıdır. Maddî yönden gelişmiş olmaları sebebiyle teknik imkan ve kapasitelerini sürekli artıran, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri kendi çıkarları için keyfî olarak kullanmaktan çekinmeyen ve “güçleri” sayesinde mazlumları kısa sürede etkisiz hâle getirenlerdir. Bu üstün maddî özelliklere sahip olmaları nedeniyle çok daha “hızlı” hareket edenlerdir. Dünyevî zevkleri önceleyen, serveti ve makamı baş tacı eden, doğayı kirleten ve yoksul insanları dışlayan, hayırlı faaliyetleri engelleyen her türlü olumsuz bakış açılarını, “dünyanın en ücra köşelerine kadar” iletişim vasıtalarıyla yayarak çıkarcılığı özendirenler ve insanların duygularını istismar edenlerdir. Çirkin olan şeyleri “güzel”, güzel olan mânevî-ahlâkî değerleri ise “çirkin gösteren”, bütün bunları yaparken hiçbir masraftan kaçınmayan ve gidilmedik de çok az yer bırakanlardır.

Sonuç îtibârıyla, sembollerle anlatılan “deccâl” tasvirleri müşahhaslaştırılmadan doğru anlaşılıp yorumlanabilirse, düşünen ve sorgulayan insanlar için önemli ipuçları içerdiği görülmektedir. Ayrıca “deccâl” ile ilgili rivâyetlerin tevâtür derecesine ulaşmaması, mecâzî mânâlarına yorumlanmalarının da mümkün olması nedeniyle,[45] maddî bir “deccâl”in varlığına inanmayanlara küfür isnâd etmek doğru değildir.[46]

selam ve dua ile...
 
kaynak: Dr. Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyamet Alametleri, s. 178-183. İst., 2006, Moralite Yay.

[1] İBN MANZÛR, XI, 236-237; İBN HACER, Feth, Beyrut, 1988, XIII, 76.

[2] Daniel, 7/8, 25, s. 849, 11/40, s. 855.

[3] DEMİRCİ, Kürşat, “Deccâl”, DİA, IX, 67, İst., 1994.

[4] Matta, 12/28, s. 13; Luka, 11/20, s. 72; Vahiy, 12/8, s. 266, 12/13, s. 266-267.

[5] Selânikliler’e II. Mektup, 2/3-12, s. 216-217.

[6] DEMİRCİ, IX, 68.

[7] SARITOPRAK, Zeki, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, Yeni Asya Yay., İst., 1992, s. 126.

[8] İSLÂMOĞLU, M., Üç Muhammed İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yay., İst., 2002,  s.38.

[9] KANAR, Yüksel, “Mitoloji”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risâle Yay. İst., 1990,  III, 44.

[10] KILIÇ, Sadık, Mitoloji, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim, Nil Yay. İzmir, 1993, s. 61.

[11] KILIÇ, s. 264.

[12] İBN MES’UD, Abdullah, Tefsîr-u İbn Mes’ud, (Dirâsetü an İbn Mes’ud ve Tefsîrihî, Mecmu’ut-Tefsîr), thk. Muhammed Ahmed Îsevî, (I-II), Riyad, 1985, II, 305; BUHÂRÎ, 92/Fiten, 26, 27 (VIII, 102-103); MÜSLİM, 52/Fiten, 20 (III, 2247-2255); İBN MÂCE, 36/Fiten, 33 (II, 1357-1365).

[13] BUHÂRÎ, 92/Fiten, 26 (VIII, 102-103); TİRMİZİ, 31/Fiten, 56, 60, 61 (IV, 508, 514, 516); İBN HANBEL, I, 176, 182, 240; II, 27, 33, 124, 149;  III, 115, 228, 250; IV, 456; V, 38; VI, 140. 

[14] BUHÂRÎ, 78/Edeb, 97 (VII, 113-114); MÜSLİM, 52/Fiten, 19 (III, 2240, 2243-2246); EBÛ DÂVUD, 36/Melâhim, 16 (IV, 503-506); TİRMÎZÎ, 31/Fiten, 63 (IV, 516-519); İBN HANBEL, II, 149; V, 213. M. İslâmoğlu, İbn Sayyad’ın ya cezaî ehliyeti olmayan bir çocuk, ya da aklî dengesi yerinde olmayan bir kimse olduğu kanaatindedir. Bkz. İSLÂMOĞLU, Mustafa, Üç Muhammed İki Tasavvur Bir Gerçek, s. 31. A. Yıldırım, Müslim’in rivâyet ettiği (19/Fiten, III, 2241 no:2925) hadisin subût için yeterli olmaması sebebiyle ihtiyatla karşılanması gerektiği kanaatindedir. Bkz. YILDIRIM, A., Tasavvufun Temel Öğretileri, s. 319.

[15] MÜSLİM,  52/Fiten, 24 (III, 2261-2265); EBÛ DÂVUD, 36/Melâhim, 15 (IV, 499-502).

[16] MÜSLİM, 52/Fiten, 9 (III, 2221); TİRMÎZÎ, 31/Fiten, 58 (IV, 510); EBÛ DÂVUD, 36/Melâhim, 4 (IV,  483).

[17] BUHÂRÎ, 60/Enbiyâ, 3  (IV, 105); 92/Fiten, 26 (VIII, 102); İBN HANBEL, II, 446, 449; İBN MÂCE, 36/Fiten, 33 (II, 1356).

[18] BUHÂRÎ, 92/Fiten, 25 (VIII, 101); MÜSLİM, 52/Fiten, 18 (III, 2239-2240); EBÛ DÂVUD, 36/Melâhim, 16 (IV, 507); İBN HANBEL, V, 16.

[19] SARITOPRAK, Zeki, “Deccâl”, DİA, IX, 70, İst., 1994. Ayrıca bkz. BİLMEN, Muvazzah İlm-i Kelam, s. 326; EBÛ ŞEHBE, Sünnet Müdafaası, I, 328.

[20] REŞİD RIZÂ, Menâr, IX, 454-455, 460; ATEŞ, S., Çağdaş Tefsîr, VIII, 89-90; ATEŞ, S., Kur’an Ansiklopedisi, V, 48-49. Ateş’e göre bu tür rivâyetler, İslâm’ı zayıf düşüren katma rivâyetlerdir ve ayıklanmalıdır.

[21] ÇELİK, Ali, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Fitne, (Sebepleri, Özellikleri, Çareleri), s. 49.

[22] EBÛ REYYE, Muhammed, Edvâ’ ‘ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, s. 40. (Ebû Reyye, bu tür rivâyetleri, Müslümanların inancını bozmak gayesi ile İslâm’a sokulmuş rivâyetler olarak görmektedir). Ayrıca bkz. ÇELEBİ, İ., Uzak ve Yakın Gelecek, s.  91-92.

[23] ABDÜLKERİM el-HATİP, el-Mehdîyyü’l-Muntazar ve Men Yentazirûneh, Kâhire, 1980, s. 112. Ayrıca bkz.  İBN HALDUN, Mukaddime, Beyrut, 1992, s. 439; MEVDÛDÎ, Meseleler ve Çözümleri, trc. Yûsuf Karaca, (I-III), İst., 1990, I, 36-40; III, 127-132. Paçacı, “deccâl”in hem Apokaliptik hem de Fiten Edebiyatında olağanüstü güçleri olan biri olarak tanıtıldığını, üslup bakımından da inkar edilemez benzerlikler olduğunu ifâde etmektedir. Bkz. PAÇACI, Kur’an ve Ben, s. 143-145.

[24] REŞİD RIZÂ, Menar, IX, 451-453.

[25] SARITOPRAK, Z., s. 148-150; ÇELEBİ, İlyas, İslâm’da İnanç Esasları, s. 285.

[26] Yıldırım, “cessâse” hadisiyle ilgili yaptığı araştırmanın sonucunda “Rasûlullah ile irtibatı olmayan İsrâilî bir haber olduğu” kanaatine varmıştır. Bkz. YILDIRIM, Enbiyâ, Hadis Problemleri, s. 247. Oysa bu hikayeyi Temim ed-Dârî Hz. Peygamber’e değil, Hz. Peygamber Temim’e isnad ederek anlatmıştır. Bkz. Tezimizin Giriş kısmı “Kıssacılığın Târihî Gelişimi” bölümü.

[27] İBN HACER, Fethu’l-Bârî, XIII, 82.

[28] İsrâ’, 17/77; Ahzâb, 33/38, 62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/137; Nisâ, 4/26.

[29] En’âm, 6/12, 54; A’râf, 7/156; Tâhâ, 20/15. (Nitekim, bu son âyette belirtildiği üzere Allah Teala, neredeyse kendisinden bile gizleyecek olduğu  kıyâmetin ne zaman kopacağı hususunu kimseye bildirmemekte ve koyduğu kurala öncelikle kendisi uymaktadır.) Aynı şekilde bu dünyada yaptıkları kötülükler sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde bir tek canlı bırakmayacağını, ama katından verilmiş bir söz olduğunu ve bu süre doluncaya kadar onlara mühlet verdiğini belirtmesi de koyduğu kurala uyduğunun bir göstergesidir. Bkz. Nahl, 16/61; Kehf, 18/58-59; Fâtır, 35/45. 

[30] KÂDI ABDÜLCEBBÂR, Ebu’l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, nşr. Abdülkerim Osman, Kâhire, 1965, s. 768.

[31] MAHMÛD ŞELTÛT, el-İslâmu Akîde ve’ş-Şerîa, Kâhire, 1959, s. 61.

[32] TAFTAZÂNÎ, Mesud b. Ömer b. Abdillah, Şerhu’l-Mekâsıd, (I-V), nşr. Abdurrahmân Umeyre, Beyrut, 1989, V, 317.

[33] REŞİD RIZÂ, Menar, III, 317.

[34] REŞİD RIZÂ, Menar, IX, 490-505.

[35] YAZIR, VI, 4172-4173.

[36] AHMED NAİM, Tecrid, IX, 184.

[37] ESED, Muhammed, Mekke’ye Giden Yol,  çev. Cahit Koytak, İnsan Yay., İst., 1984, s. 13-17.

[38] MUHAMMED b. SELÂME CEBR, “Eşrâtü’s-Sâa ve Esrâruhâ”, Kâhire, 1993, s. 34.

[39] DOĞRUL, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, İst., 1980, s. 351.

[40] YAVUZ, Y. Ş., “Kıyâmet Alâmetleri”, DİA, XXV, 524, İst., 2002.

[41] KARDAVÎ, Yûsuf,  Sünnet’i Anlamada Yöntem, s. 246-247.

[42] ATEŞ, Ali Osman, Kur’an ve Hadislere Göre Şeytan, Beyan Yay., İst., 1995, s. 390.

[43] (Âl-i İmrân, 3/55; Nisâ, 4/157-159). Bu âyetlerden dolaylı olarak çıkartılan işaretin aksine, Hz. Îsâ, bedenen ölmüş (Mâide, 5/117) ve ruhu Allah katına yükseltilmiştir. (Zuhruf, 43/61). Bu âyeti delil getirerek Hz. Îsâ’nın tekrar dünyaya döneceğini ileri sürmek de isâbetli değildir. Zîra âyetin devamında Hz. Muhammed’e uyulması istenmektedir. (Âl-i İmrân, 3/46). Buradan da Hz. Îsâ’nın tekrar dünyaya döneceği sonucunu çıkarmak mümkün gözükmemektedir. (En’âm, 6/158). Bu âyette de “deccâl”e işaret olmayıp, “küresel kıyâmet” başladığı anda yaşanılacak fiziksel değişimler kastedilmektedir. (Muhammed, 47/18). Bu âyette ise alâmetlerin geleceği değil, aksine geldiği bildirilmektedir. Sonuç îtibârıyla; mezkur âyetlerden dolaylı da olsa “deccâl”e işaret edildiği sonucunu çıkarmanın, ilmî açıdan mümkün olmadığı görülmektedir.

[44] Bu konuda geniş bilgi için bkz. SARITOPRAK, Z., “Deccâl”, DİA, IX, 71.

[45] SAKALLI, Talat, Cârî Kültürün Hadis Rivâyetine Tesiri, s. 297.

[46] SARITOPTAK, Z., İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, s. 144. Bu konuda hadis diye rivâyet edilen, “Mehdî’nin çıkışını, Îsâ’nın nuzûlünü, deccâl’in zuhûrunu inkar eden kâfir olur” şeklindeki metnin uydurma olduğunu İbn Hacer ifâde etmektedir. Bkz. İBN HACER, Lisânu’l-Mîzân, (I-VII) Haydarabad, 1329, V,130. Ayrıca bkz. ŞELTÛT, Mahmud, el-İslâmu Akîdetün ve’ş-Şerîa, Kahire, 1379/1959, s. 49-59.



__________________
Rabbim! ilmimi ve anlayisimi artir!

www.ahmeteminseyhan.blogcu.com/

selam ve dua ile...
Yukarı dön Göster bembeyaz's Profil Diğer Mesajlarını Ara: bembeyaz Ziyaret bembeyaz's Ana Sayfa
 

Eğer Bu Konuya Cevap Yazmak İstiyorsanız İlk Önce giriş
Eğer Kayıtlı Bir Kullanıcı Değilseniz İlk Önce Kayıt Olmalısınız

<< Önceki Sayfa 2
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats