Yazanlarda |
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İnsan sorumlu olduğu içindir ki, sorumluluğunu yerine getirecek yetilerle donatılmıştır. İşte bu nedenle onun, yaratıcısına karşı geçerli bir mazereti bulunmamaktadır. Yaratıcının ikramı olan akıl, söz konusu yetilerin başında gelir.
İmam Cafer'e atfedilen bir söz vardır: ''Akıl insanın içindeki peygamber, peygamber insanın dışındaki akıldır.'' Kime ait olursa olsun, bu ezeli bir hakikatin ifadesidir. İnsanlık tarihi boyunca deforme olmamış aklın rehberlğiyle peygamberlerin rehberliği hep biribirini güçlendirmiş ve birbiriyle örtüşmüştür. İnsanoğlu, selim akla yabancılaştığı oranda kendisine yabancılaşmış, kendisine yabancılaştığı oranda da Allah'a ve onun mesajına yabancılaşmıştır. Kendisine, Allah'a ve eşyaya karşı yabancılaşan insanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak için, Allah peygamberler aracılığıyla mesajlar göndermiştir. Fakat tarih boyunca, kaybettikleri öz benliklerine dönmeye çağrılan hemen tüm toplumlar, kendilerine gelen mesajın içeriğine bakmak yerine, o mesajı getirenin kimliğiyle ilgilenmişlerdir.
Bu ilgi, kimi zaman mesajı getiren insanın ekonumik durumuna, kimi zaman olağanüstü yetilerle donatılmış olup olmadığına, kimi zaman soyca ve nesepçe güçlü olup olmadığına yönelik olmuştur. Ama bu ilginin istisnasız ve tartışmasız ilk yöneldiği alan, mesajı getiren peygamberin beşerliğidir. Kur'an'da ilahi mesajı inkar ettikleri için kötü akıbetleri bir ibret vesikası olarak sunulan hemen tüm toplumların, kendilerine mesajı getiren peygamberlere karşı yönelttikleri ilk itiraz bu olmuştur. İnkarcı toplumu Hz.Nuh'a karşı direnirken (23.24), Eyke Ahalisi Hz.Şuayb'i reddederken (26.154), Firavun Hz.Mısa'yı reddederken (43.53), ikisi de helak olan Ad ve Semud kendi peygamberlerine karşı gelirken (41.14 krş.26.154), özetle tüm inkarcı toplumlar ilahi mesaja sırt çevirirken (54.6) bir tek şey istemişlerdir: ''Melek Peygamber.''
Hz. Peygamberin ilettiği mesaja direnen Mekke müşrikleri de bunun istisnası değildir. Onlar ''Allah, bir insan mı elçi gönderdi?'' (17.94,krş.6.91,25.21) deyince, Kur'an şu cevabı vermiştir:
''De ki: Eğer yeryüzünde salına salına dolaşan melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indiriridik.'' (17.95)
Bu cevap, aslında inkarcı mantığın tutarsızlığını gözler önüne seren bir cevaptır. Cevabın konumuz açısından asıl dikkat çekiçi yanı, peygamberin ''beşer insan'' oluşunun, vahyin amacının gerçekleşmesinin bir ön şart olarak takdim edilişidir. Bunu açılımı şudur: Vahiy getirilip bırakılan bir ''pota'' olsaydı bu dediğiniz mümkündü, hatta bir şekilde aracısız bile ulaştırılabilirdi. Fakat vahiy, onu ulaştıran kimsenin mutlaka yaşaması gereken bir ''hayat tarzı'' olduğu için, onun ilk muhatabıyla son muhatapları aynı hamurda olmak zorundadır.
Tüm peygamberler, inkarcı toplumların vahyi hayattan dışlamak için bir bahane olarak kullandıkları bü türden taleplerine aynı karşılığı vermişlerdi: ''Biz de sizin gibi bir insanız'' (14.11) Onlar bu karşılıkla hem örneklik misyonlarına dikkat çekmiş oluyorlar, hem de vahyin kendisine inanan ya da inanacak olan insanların muhtemel putlaştırma teşebbüslerine set çekmiş oluyorlardı.
DEVAK EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Aynı gerekçeyle, H. Peygamber'e ''de ki'' emriyle beşeri tabiatına dikkat çekmesi emrolunmuştur. (18.110, 41.6) O, insan olduğunu hatırlatma emrini ömrü boyunca hiç aklından çıkarmamış ve her vesileyle bu ilahi talimatlara uymuştur.Hurma aşısı ile ilgili olayın ardından şöyle demiştir. ''Ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey emredersem onu alınız; ancak kendi kafamdan bir şey emredersem, bende bir beşerim.'' (Muslim,Fazıl 43.38 h.nu.140)
Bu nebevi uyarıyı hatırlatan bir örneğin Kur'an'da ölümsüzleştirdiğini görüyoruz. Tefsir kaynaklarının aktardığına göre Ubeyrik oğullarından Ebu Ti'me, Rifaa adında yeni müslüman olmuş birinin un çuvalında koruduğu silah ve zırhını çalar. Önce evine gizler, bulunmasından korkarak götürüp bir Yahudi'ye rehin bırakır. Un izleri kendi evini gösterince Yahudiye iftira atar. Resulullah tam zırh kendi yanında bulunan Yahudi aleyhine hüküm verecekken, olayın iç yüzünü ortaya koyan ve Hz.Peygamberi uyaran Nisa 105-109.ayetler iner.Şu sert cümleler söz konusu pasaja aittir.
''.....sakın hainlere taraftar olma. Ve Allah'tan af dile, çünkü Allah çok bağışlayandır, rahmet kaynağıdır. Öz benliklerine ihanet edenleri de savunma! Hiç şüphesiz Allah, kendisine ihaneti meslek edinip boğazına kadar günaha batanları sevmez.'' (4.105/107)
Hz. Peygamberin, bu olayda gerçek suçlunun kimliğini teşhis edememiş olmasında Hiçbir gariplik yoktur. Çünkü o hiçbir zaman ''ben her şeyi bilirim'' iddiasında olmamıştır. Aksine o '' Vallahi yarın nefsime bile ne yapılacağını bilmiyorum'' (Buhari,Cenaiz 3, Tabir 13.27) itirafında bulunmuştur. Yine Muhammed Suresinin 30. ayetinden, eğer Allah bildirmezse, onun kendiliğinden münafıkları tanıyamadığını öğreniyoruz.
Hz. Aişe Resulullahın son haccı sırasında yaşandığı anlaşılan bir manzarayı anlatıyor: ''Resulullahın sırtında izar ve rida vardı. Kıbleye döndü, ellerini açtı ve dedi ki: ''Ey Allah'ım! Ben de yanlızca bir insanım. Senin kullarından kime vurmuşsam ya da sıkıntı vermişsem, beni bundan dolayı cezalandırma!'' (İbn Hanbel 6/133, nu.25174)
Resulullah bir seferinde namaz kıldırırken şaşırmıştı. Ravi, ''Eksik mi yoksa fazla mı kıldırdı emin değilim'' diyor. Resulullah namazı bitirdikten sonra ''Namaz için yeni bir hüküm mü indi ey Allah'ın Resulü? Diye sordular. O, ''Bir şey mi oldu?'' deyince, durumu haber verdiler.Cevabı şöyle oldu: ''Ben de yalnızca sizin gibi bir insanım! Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum!'' (Age, 1/379. nu.3610)
Hz. Peygamber yanıldığını itiraf etmekten çekinmeyen, öz güvenin doruğunda bir şahsiyetti. O önçeleri, süt emziren ya da hamile olan hanımların kocalarıyla birleşmelerini yasaklayacak olmuştu. Fakat Bizans ve Pers uyruklarının bunu yapıp da kendilerine bir zarar gelmediğini öğrenince görüşünden vazgeçmiş ve bunu da açıkça dile getirmiştir. (Müslim,Nikah 16.24,2/1066)
DEVEM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Onu beşer olmaktan çıkarıp melekleştirmeye kalkacak olanlara, daha o günden bir uyarı olsun için, Kur'an'ın ölümsüzleştirdiği kimi olaylar vardır. Kur'an bu olayları gerekçe göstererek, adeta onun beşerliğine karşı girişilecek ''suikastleri'' önlemek istemektedir. Abese Suersinin ilk ayetleri işte bu olaylardan birini ele alır. Bir çok kanaldan birden gelen sahih bir rivayete göre Hz.Peygamber müşrik Mekke'nin hatırlı reisleriyle konuşmaktadır. Onlardan birinin gönlünü İslam'a ısındırmayı ümit etmekte, bunun Mekke'deki ortamı İslam'ın lehine çevireçeğini düşünmektedir. O sırada büyükannesine nisbetle İbn Ümmi Mektum diye anılan görme özürlü Abdullah b.Şureyh kendisine yaklaşır ve Kur'an'ın kimi ayetlerinin tekrarını ya da açıklanmasını ister. Diğerleriyle olan diyaloğunun kesilmesinden rahatsız olan Hz.Peygamber, ona surat asar ve oradan uzaklaşır. Şu uyarı ayetleri, işte bu olay üzerine iner:
''O, suratını astı ve uzaklaştı; bir kör kendisine geldi diye. Nereden bilirsin belki de o arınacaktı, ya da uyarılacak ve bu uyarı kendisine fayda verecekti. Ama kendine yettiğini sanana gelince; sen bütün ilgiyi ona gösterdin, halbuki onun arınmamasından sen sorumlu değilsin. Ama sana büyük bir arzuyla geleni ve sakına sakına yaklaşanı sen görmezden geldin'' (80.1-10)
Hz. Peygamber, İbn Ümmi Mektum'u her gördüğünde, ''Gel ey Rabbimin kendisi yüzünden beni ikaz ettiği zat'' diye karşılayacaktır.
Bu ayetler, vahiy tarafından sadece Resulullahın beşerliğini ümmetine sürekli hatırlatan bir uyarıcı olarak ebedileştirilmiyor, aynı zamanda Kur'an'ın kaynağının ilahi olduğunun sayısız delillerinden biri olma işlevini de görüyor. Eğer vahiy ölümsüzleştirmemiş olsaydı, bu olay muhtemelen hiç olmamış gibi unutulup gideçekti. Bu örneğe, Hz. Peygemberi ''Allah seni affetsin, daha kimin doğru söylediği sana aydınlanmadan ve yalancıları iyice öğrenmeden niçin onlara izin verdin?'' (9.43) şeklinde ikaz eden ayetleride eklemek gerekir.
Bütün bu Kur'ani örnekler, hem onun beşerliğine birer gönderme olsun için Kur'an tarafından ölümsüzleştirildi, hem de Kur'an'ın kaynağının nebevi değil ilahi olduğunun belgesi olsun için.
O, kendisi için suni bir karizma üretilmesine hiç fırsat vermedi, buna ihtiyaç da duymadı. Her insan gibi üzülür ve sevinir, kızar ve sever, kederlenir ve neşelenir, şaka yapar ve şaka kaldırırdı. İşte onun kızmasına ilişkin bir örnek:
Abdullah b.Zübeyr akraıyor: Ensar'dan bir adam (Humeyd) hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Resulullahın huzurunda Zübeyr'den davacı olur. Ensar'dan olan zat ''Suyu sal de gelsin'' der, Zübeyir ise onun bu talebini yerine getirmez. Anlaşmazlık Resulullaha intikal eder. Resulullah Zübeyir'e ''Ey Zübeyir! Sen sula, sonra suyu komşuna sal'' buyurur. Ensarlı kızar ve ''Ya Resulallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun'' der. Bunun üzerine Hz. Peygamberin rengi atar ve şöyle der: 'Ey Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!'' (Buari, Şirb 6, Müslim,Fedail 129)
Evet, melek peygamber tezini yere çalan bu ilginç örnek, ''ben de sadece bir insanım'' uyarısının başında yer aldığı şu haberle birlikte düşünüldüğünde, onun insanlığının diğer insanlara nisbetinin taşlara nisbeti gibi olduğu da anlaşılır.
İşte onu yakından tanıma şerefine nail olup, o gülün altında toprak olduğu için gül kokan isimlerden birinin, Hz. Enes'in ona ilişkin bir hatırası: Resulullahın vefatından sonra bir grup, vahiy katiplerinden Zeyd b.Sabit'e gelerek ondan ''işittiğin hadisleri bize nakleder misin?'' der. Zeyd b. Sabit şu cevabı verir: '' Ben onun komşusuydum. Vahiy geldiği zamanlarda beni çağırtır, vahyi yazdırırdı. Ardından, biz dünyadan söz edersek o da bize katılırdı, ahiretten söz edince yine bize katılırdı. Biz yemekten söz edecek olsak, o da bizimle birlikte o konuda konuşurdu. Şimdi ben bütün bunları size hadis diye nasıl aktarayım'' (Dehlevi, Huccetullahi'l-Baliga, I/373)
Hz. Peygamberin beşer-insanlığı bölümünü noktalarken, onun beşerliğinin gerçeğin yarısı olduğunu hatırlatmamız gerekecektir. O, kendi ifadesiyle ''Allah'ın kulu ve elçisidir'' Onun beşerliği kulluğuna tekabül eder, peygamberliği ise rasullüğüne...O, muhteşem ahlakı, örnek kişiliği, sağlam karakteri, yüce ruhu, merhamet pınarı yüreği, keskin zekası, engin basireti, asil tavırları, yüksek hasletleriyle, Allah tarafından peygamber seçilmemiş olması durumunda dahi, bir insan olarak yine ''üstün'' idi.
DEVEM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Nebi-Resul (ve resuluhu : ve O'nun Rasulü)
Hz. Peygamber ''Benim için Allah'ın kulu ve Rasulu'' deyin diyordu. Bir üsteki konu, ''kul Muhammed'' idi; çünkü onun kulluğu elçiliğinden önce geliyordu. O, önce insandı; fakat kelimenin en mükemmel anlamıyla insan. Burada ise, onun kendi beyanında kulluğunun ardından gelen elçiliğini ele alaçağız.
Hz. Peygamber anasından doğduğu gibi, çağının bozulmuş kültürlerine bulaşmadan kalabilmişti. Daha önce dini, felsefi ya da edebi bir ürün ortaya koyduğu görülüp duyulmamış biri olarak Allah'tan aldığı, kaynağından aldığı saflıkta ve temizlikte insanlara taşıyan ümmi bir rasul ve nebilerin sonuncusu olan bir peygamberdi. O, hiç beklemediği bir görevi omuzlarında hissedince bundan bayağı tedirginlik duymuş, fakat ilk inen vahiyler onun aşırı tetirginliğine rağmen inmeye devam etmiş ve peygamberliğinin kendi seçimi değil Allah'ın seçimi olduğuna ilk ikna edilen, Hz. Peygamberin kendisi olmuştur.
Görevlendirmenin ilahi olduğu konusunda gönlü mutmain olduktan sonra, ilk vahiyler Hz. Peygamberi risalete hazırlayıcı bir işlev üstlenmiştir. Onun iç dünyasını onarması istenmekte, yüreğini tahkim etmesi için süre tanınmaktadır. Sıradan bir insanın taşıyamayacağı ağır bir sorumluluk altına girecektir yakında. Ona, kendisins ''ağır bir yükle'' hazırlaması öğütlenmektedir:
''Ey örtülere bürünüp (içine kapanan), Hadi kalk gecenin ilerleyen bir vaktinde, Yarısından biraz önce, Ya da sonra (farketmez), Sindirerek oku Kur'an'ı, üzerinde dura dura, İyi bil ki biz sana ağır bir mesaj yükleyeçeğiz.'' (73.1-5)
Altı ay-üç yıl arasında sürdüğü rivayet edilen ''fetret-i vahiy'' aslında gerçek anlamda bir vahiy kesintisi değil, bir risalet hazırlığı dönemidir. Bu dönemin ardından, Müddesir Suresiyle Hz. Peygambere başla komutu verilmiş ve o da aldığı emri bihakkın yerine getirmek için canla başla yola koyulmuştur.
Olağanüstü nazik, tahminlerin de ötesinde kibar, hayatında kimseyi kırmamış, incitmemiş ve kimseyle kavgalı olmamış bir ahlak abidesiydi. Böyle bir şahsiyet için, en yakınlarının da içinde olduğu bütün bir çevresini karşısına almak demeye gelen böyle bir sorumluluğu üstlenmenin ne demeye geldiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Onun risalet görevi altında nasıl iki büklüm olduğunu, nasıl zorlandığını, nasıl yüreğinin göğsünden fırlayaçakmış gibi sıkıldığını o günlerin resmini çeken şu sure güzel ifade eder:
''Biz, senin yüreğini ferahlatmadık mı, Ve yükünü sırtından almadık mı, O yük ki belini ikiye katlamıştı, Şan ve şerefini yüceltmedik mi, Elbette her güçlüğün yanında bir kolaylık var idi, Evet her güçlüğün yanında bir kolaylık hala var, Her sıkıntının ardından duruşunu kontrol et, Ve arzunu yalnızca Rabbine yönelt'' (94.1-8)
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kendi isteğiyle sırtlanmadığı bu sorumluluğu, istese de omuzlarından atamayaçağını iyi biliyordu. Artık ona düşen atandığı görevin gereğini yerine getirmek, o ağır sorumluluğu kararlılıkla sonuna kadar taşımaktı.
Önce onu görmezden geldiler, sükuta mahkum ettiler. Sonra dünyanın bu ennazik insanıyla alay ettiler. Ardından, ömründe kimseyi incittiği duyulmamış olan bu saygın insana iftira ettiler. En sonunda fiili olarak eza cefa ettiler ve varlığını tehdit olarak görüp ortadan kaldırmaya yeltendiler. Zifiri karanlıktaki bir gecenin içerisinde dirençle etrafını aydınlatmaya çalışan o, elindeki ''ışığın'' (nur:vahiy) üflemekle sönmeyeçeğinden emindi:
''Allah'ın ışığını laf kalabalığına getirerek söndürmek istiyorlar, fakat Allah buna izin vermeyecektir. Ancak O, ışığını tamamlamayı dilemiştir; inkarda direnenler bundan hoşlanmasalar da..''(9.32)
Hz. Peygamber sığındığı iradenin gücünün farkındaydı. ''O isterse olur'' diye inanıyor, O'nun dileğinin kendi eliyle gerçekleşeceğini de biliyordu. Risalet görevini yapabilmek için kendini paralarcasına didinmesi de bundandı. Hatta bir ara, ''İnanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin'' (26.3) yollu bir uyarı bile almıştı. Öylesine bir direnç sergiliyordu ki, toplumu vahiyle dönüştürme konusundaki bu direnç, onu tarihin ender rastladığı bir iman hamlesinin unutulmaz bir kahramanı yapıyordu. Mekke müşrikleri kendisine, tevhid ve adalet gerçekleştirme misyonundan taviz vermesi karşılığında ayartıcı tekliflerle geliyorlardı. Kureyş soylularının bu talebini kendisine aktaran amcasına şu cevabı veriyordu:
''Vallahi ey amca! Eğer sağ elime güneşi sol elime ayı koysalar, Allah'tan bir emir gelmedikçe bu davadan vaz geçmem mümkün değil!''(İbn Hişam,es-Sire,2/101;Taberi, Tarih 1/545)
O bu kararlılıkla risalet görevini yerine getirirken, karşısına çıkan hiçbir engel onu yıldırmıyordu. Etrafındaki bir avuç insana imanın en büyük imkan olduğunu yaşayarak öğretirken, bir yandan da onları yeni bir hayatın inşasına hazırlıyordu. Onun sorumluluğu iki yönlü bir sorumluluktu. Çünkü o, hem göklerin öğrencisi, hem de yerlerin öğretmeniydi. Öğretmen olarak insanlığa karşı, öğrenci olarak Allah'a karşı herkesten farklı ve özel bir sorumluluğu vardı. Bu sorumluluğu, ''Emrolunduğun gibi dosdoğru ol'' (11.112) gibi ayetler ta iliklerine işletiyor, o altına girdiği yükün ağırlığını, kendisine ''Ya Rasulallah! Saçların ağarmış, yaşlanıyorsun!? diyen Hz.Ebu Bekir'e, Kur'an'ın Mekke'nin son dönemlerinde inen kimi surelerini sıralayarak ''Beni bu mesajlar ihtiyarlattı'' (Tirmizi 5,402) cevabını veriyordu.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mekke artık onun varlığını ortadan kaldırmak için her yola başvurmayı göze alınca, kendisine yeni merkez arıyor, bu amaçla gittiği Taif'ten taşlanarak kovuluyor, öz vatanına ancak bir müşriğin himayesinde girebiliyordu. Hicret kaçınılmaz olmuştu ve her zorluğun yanında bir kolaylığın olduğu bir kez daha görülmüştü. Yesrib'e (Medine) yürüyüş, sadece göç olmuyor, imanın yüreklerdeki iktidarından topraklardaki iktidarına bir geçiş anlamını taşıyordu. Medinetu'n-Nebi, artık çok geçmeden kıtaları teslim alacak olan bir medeniyetin de beşiği oluyordu.
Zaferler ve yenilgilerle sınanan çok yoğun ve soluk soluğa bir mücadeleyle, adeta dünyalar durdukça duracak bir medeniyetin temellerini biliyordu. Yahudi ve münafık ihanetlerini birbiri ardınca savuşturuyor, insanlığın değişmez değerlerini temsil eden Kur'an vahyinin nasıl hayata geçirileceğinin modelini, geleceğe unutulmaz bir armağan olarak bırakıyordu. Ama onun asli işi hep nübüvvet ve risaletti. Bunun hiç aklından çıkarmıyor, tüm çabasının merkezini vahiy ve onun tebliği teşkil ediyordu.
Bütün bu gayretler, yine de risalet görevinin ne derece ağır, ne büyük bir sorumluluk olduğunu hatırlatan uyarılar almaktan esirgemiyordu:
''Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen hakikati tebliğ et. Eğer bunu (tam) yapmazsan, O'nun mesajını (hiç) tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlar(ın saldırısın)dan koruyacaktır. Kuşku yok ki Allah, nankör bir toplumu doğru yola ulaştırmaz.''(5.67)
Bu ibareler Rasulullahın Allah'ın risaletinden herhangi bir şeyi, herhangi bir gerekçeyle gizleme arzusu gösterdiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu, mesnedsiz ve yanlış bir anlama olur. Ayetin metninden kaba bir bakışla çıkartılacak böyle bir sonuç için Hz. Aişe daha o günden itirazda bulunarak der ki: ''Kim Muhammedin Allah'ın hitabından bir şey gizlediğini zannederse, Allah'a en büyük iftirayı atmış olur.'' Bizce bu ayet, içerisinde yer aldığı bağlam çercevesinde yorumlanmalıdır. O da, kendilerine emanet edilen mesaja sahip çıkmadıkları, onu gereği gibi tebliğ edip hayata aktarmadıkları için, Tevrat ve İncil'in başına gelenlerin Kur'an'ın da başına gelmemesi için Rasulullahın şahsında tüm müminlerin uyarılmasıdır.
Hz. Peygamber, nübüvvet ve risaletinin sorumluluğu altında, ömrünün sonuna kadar durup dinlenmeden koşarken, şu hitabı hiç aklından çıkarmıyordu:
''Hem kendilerine ilahi mesaj gönderilenleri, hem de (onlara) ilahi mesajı iletmekle görevli olanları elbet hesaba çekeceğiz.''(7.6) İşte bu sancı yüzündendirki, ömrünün son büyük eylemi ve insanlığın tümüne vasiyetini dile getirdiği Veda Haccı'nda, her sözünün ardından kalabalığa dönüp soruyordu:
''Ey insanlar! Tebliğ ettim mi?'', Onbinlerin yaşlı gözleri ihtiyar Nebi'nin yaşlı gözleriyle buluşuyor, verilen gök gürültüsü gibi cevabı gökler kayda geçriyordu:
''Evet, tebliğ ettin ey Allah'ın Rasulü!'', O gözlerini yukarıya kaldırarak, kendisine nübüvvet görevini veren Rabbini bu cevaba şahit kılıyordu:
''Şahit ol, ey Rabbim!''
Onun dünyayı terk etmesinden 14 yüzyıl sonra gelen ve kendisine ümmet olmayı hayatının en büyük bahtiyarlığı bilen bir zavallı şahidin şahadetinin Sevgili Nebi'nin katında bir değeri varsa, Allah şahid olsun ki o risalet görevini hakkıyla yapmıştır.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hayranlık Verici Bir Ahlak (ala hulukin azim)
Hz. Peygamber davete başlayınca, ''Neden sen?'', ''Neden falan ya da filan kişi değil?'', Senin özelliğin ne ki?'' türünden itirazlar gelmiş olmalı ki, ayet bu soruyu cevaplamaktadır.
''Çünkü sen, muhteşem bir ahlak üzeresin!''
Ayetin başındaki inne edatı hem pekiştirme hem de neden için kullanılır. Bu bağlamda neden için kullanıldığı açıktır. Bu, Rasulullahın seçiminin, onu tanıyan herkesin bildiği ve inkar edemediği bir gerekçeyle açıklanmasıdır ki, o da güzel ahlaktır. Kaldı ki edat, pekiştirme anlamıyla alınması durumunda dahi bir red iması içerir. Bu, ''elbette böyledir, çünkü...' biçiminde formüle edilebilir.
Kur'an'ın Hz. Peygamberin ahlakına yönelik bu övgüsünden, onun söz konusu ahlaka peygamber olduktan sonra değil, peygamber olmadan önce sahip olduğunu öğreniyoruz. Bu Kur'an'ın tanıklığıdır ve Kur'an, tüm tanıkların en dürüstüdür. Şimdi Kur'an'ın Hz.Peygamberin seçimine adeta gerekçe olarak sunduğu ''ahlak'' üzerine eğilelim.
Ahlak, birincisi ahlakın nedenini, ikincisi sonucunu veren iki kök anlama atfedilmiştir; ''birine bir şeyin takdir edilmesi, bir pay verilmesi'' ve ''bir şeyin sükunete ermesi, bir kararda durması, oturmuş olması'' Birinci kök anlamıyla ahlak, karakter, seciye, yaratılış demektir. Çünkü bu, sahibi için taktir edilmiş, onun payına düşmüş olandır. Ahlakın bu boyutuna ''yaratılış'' anlamına gelen hilkat adı da verilir. Arap dilinde ''nasip, kısmet'' anlamına gelen halak da işte bu nedenle aynı kökten türetilmiştir. İkinci kök anlam için, yerinden kımıldamaz bir kayaya ''sahratun halka'' denilmesi güzel bir örnek olmuştur. Özetle, bu iki kök anlamdan nedene ilişkin olanı ahlakın verilen boyutuna, sonucuna ilişkin olanı ise kazanılan boyutuna delalet eder.
İşte Kur'an'ın Hz. Peygamberi tanıtırken kullandığı ahlak kavramı, terimin yukarıda açıkladığımız ilk anlamına işaret ediyordu. Daha peygamberlik öncesinde onun ahlakının ihtişamı, kendisini tanıyan herkeste derin izler bırakmıştı. Hz. Peygamberin peygamberlik öncesine ilişkin bilgilerimiz, ne kadar çok görünsede yine de sınırlıdır. Ama peygamberlik öncesine ilişkin bize kadar ulaşan en kesin bilgi, onun, çevresinde ahlaki güzelliğiyle seçilmiş bir şahsiyet olmasıdır.Ona, dürüstlüğünden dolayı daha ilk gençlik yıllarında Mekke'liler tarafından ''dürüst kişi'' anlamına gelen el-emin adının verildiği tarihi bir gerçektir. Öyle ki o, adıyla değil bu ünvanıyla çağrılır olmuştur.
Bütün bunlar, şu gerçeğin göstergesidir: Allah, din binasını Hz.Peygamberin şahsında ''doğal ahlak'' üzerine inşa etmiştir. Bu gerçek, şöyle de formüle edilebilir: İslamiyet, insaniyet üzerine bina edilmiştir. Çünkü, Hz. Peygamberin ahlakı Kur'an tarafından övüldüğünde, onun karakteri üzerinde vahyin izleri henüz oluşmamıştı. Onun ahlakı, her insanın ruhunun formatı olan ilahi yapılandırmanın, yani fıtratın bir ürünüydü. Fıtratını korumuş ve korunmuştu. Çünkü ''sakınanların korunacakları'' ilahi bir yasaydı.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
murat2007 Newbie
Katılma Tarihi: 25 mart 2007 Gönderilenler: 33
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
hemen hemen bütün konularda yazmiş aklınca dalgasını geçiyor
yolumuzun üzerinden çekilirmisin bay Engsehol
|
Yukarı dön |
|
|
|
|