Bir televizyon programına çıkıp reformcuların düsturu olan
“Muhalefet et, meşhur olursun” sözü ile hareket edip sapıtan,
sarfettiği sözler ile İslâm’ın dışına çıkan Edip Yüksel
isimli bir sahte daha türedi.
Kalpleri Hasta Olanlar:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” buyuruyor. (Bakara: 10)
Öyle bir maraz ki tedavisi mümkün değil. Ahlâk-ı zemime içinde.
“Allah da onların hastalığını artırmıştır.” (Bakara: 10)
Kalbi mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, küfür ve nifak hastalığına tutulmuş kalbi hasta olan bu adam, bu hastalıklarını başkalarına aşılamaya çalışıyor.
“Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır.” (Bakara: 10)
Bunun kalbi çöplüğe dönmüş, “Eski yazdıklarımı çöplüğe at!” diyor.
Bu kalbi marazlı insanların kalpleri çöplüğe döndüğü için, bunların çöplüğe atılması lâzım.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)
Kalpleri öylesine mühürlenecek ki, ilâhî beyanların ihtivâ ettiği gerçekleri göremeyecekler, üzerinde düşünüp anlayamayacaklar.
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’raf: 146)
Âyet-i kerime’lerin nûru önlerinde parıldayıp dursa yine de küfürlerinde diretip dururlar.
“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.” (A’raf: 146)
İçlerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen, asla o yola koyulmazlar.
“Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (A’raf: 146)
Bâtıl arzularına uygun, hevâ ve heveslerine ulaştırıcı olmasından ötürü, sapıklık yolunu kendilerine nerede ise hiç ayrılamayacakları bir yol olarak seçerler.
“Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf: 146)
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ bunları idrakten çevirmiş ve mahrum etmiştir. Hem bilmiyorlar, hem de bilir gibi görünüyorlar.
“Biz onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
Cenâb-ı Hakk kalplerini çevirmiş, mühürlemiş olduğu için hakikatı duymazlar ve duymak da istemezler. Çünkü imansızdırlar.
Peygamberi Tahfif, Sünnet-i Seniyye’yi İnkâr:
Bu Adam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi, onun sözlerini, yaşayışını, hayatını hafife almakta, konuşmalarında Resulullah Aleyhisselâm’ı rencide edici beyanlarda bulunmakta, Sünnet-i seniyye’yi ve Hadis-i şerif’leri inkâr etmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Biz hiç bir peygamberi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik.” buyuruyor. (Nisâ: 64)
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Şimdi bu bir Âyet-i kerime’dir. Âyet-i kerime’de “İtaat et!” buyruluyor. O ise hem “itaat etmem” diyor, Âyet-i kerime’ye karşı geliyor; hem de Âyet-i kerime’nin hükmünü kabul etmiyor, Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor.
Halbuki bir tek Âyet-i kerime’yi dahi inkâr eden kâfir olur.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime’de:
“Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!” buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhîyi bizzat Hazret-i Allah buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerini ve beyanlarını hafife alanlar gerçekten imansız ve saptırıcıdırlar. Bunlar yolun başına oturmuş, halkı saptıran, âhir zaman ulemâsıdır. Halkı dinden imandan ayırıyorlar.
Bu adam zannı ile ortaya çıkmakta, şeytanın kuklası ve oyuncağı olduğunu görememekte ve bilmemektedir.
“Resulüm gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni, ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefsinin arzusunu ilâh edindiği için şirke düşmüş, şeytanın yolunda gittiği için İslâm dininden çıkmıştır.
Bu din hırsızları hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancılardır. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
•
Resulullah Aleyhisselâm’ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-:
“Resulullah Aleyhisselâm’ın hiç bir sünnetini terk etmedim. Eğer terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmadan korkarım.” buyurdular. (Buharî)
İşte gerçek iman edenler bunlardır. Bu sağlam imandan mahrum olanlar ise imansızlıkları sebebiyle onun her emr-i şerif’ini hafife alırlar. Bu adamın hafife alıp küfre kaydığı gibi.
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
“O Peygamber’e uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Hazret-i Allah ve Resulü’ne uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilan ediyor. Bu adamın doğru yolda olmadığını buradan çıkarabilirsiniz.
Ey insanlar! Uyanın, Allah’tan korkun! Âlim sıfatında görünen bu cahilleri tanıyın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Peygamber’ine itaati emretmekte, bu adam ise ona itaat edilmemesini istemektedir. Allah’ın emri esastır, mahlukun hükmü yoktur.
“Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.” (Nûr: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilahîden mahrumdurlar. Bu Âyet-i kerime’dir. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur.
“Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz.” (Enfâl: 1)
Bu Âyet-i kerimeler mucibince, Hazret-i Peygamber’e itaat etmeyen ona itaatı hafife alan, dalga geçer gibi sözler sarfeden bu adam rahmet-i ilâhi’den mahrum kalmıştır. Küfre kaymıştır, başkalarını da kaydırmaya çalışıyor.
Allah-u Teâlâ ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti.
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ: 80)
Buradan da anlaşılıyor ki, ona itaat etmeyip Sünnet-i seniyye’sine riayet etmeyen, Hadis-i şerif’lerini hafife alan kimseler gerçek imandan mahrumdurlar. Çünkü ona itaat Allah-u Teâlâ’ya itaattir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları taktirde, hiç bir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Sünnet-i seniyye’dir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Kur’an-ı kerim’de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye’ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
“Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın!” (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime’sindeki Allah’ın ipinden murad; Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’dir.
Sünnet-i seniyye; Resulullah Aleyhisselâm’ın Rabbinden aldığı risaleti tebliğden ibarettir.
Allah-u Teâlâ risaleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide: 67)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.
Bu adam Hadis-i şerif’leri inkâr ediyor. Resulullah Aleyhisselâm’ı Kur’an-ı kerim’i getirmiş ve vazifesini bitmiş olarak görüyor.
Allah-u Teâlâ’nın apaçık bir ferman-ı ilâhiyesi var:
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir.” (Ahzab: 71)
Burada Allah-u Teâlâ kendisine itaat ile Habib-i Ekrem’ine itaatı ayırmıyor. Kim ki bunu ayırırsa, onların dalâlette olduğunu bu Âyet-i kerime açık olarak beyan etmektedir.
Bunun yegâne sebebi; Resulullah Aleyhisselâm’ın kendi arzusu ile konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenlerden ibaret oluşudur. (Necm: 3-4)
Allah-u Teâlâ ile Peygamberi arasında ayrılık gayrılık düşünülemez. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- e itaat; Allah-u Teâlâ’ya itaatın yolu, hatta bizâtihidir.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat onun Sünnet-i seniyye’sidir. Bu adam ise bu Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı geliyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ Peygamber’ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm’a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini muhafaza etmek gerekir. Bu adam ise bırakın hürmeti, ona “Kur’an-ı kerim’i getirmiş işi bitmiş bir şahıs.” olarak bakmakta, onu rencide edici konuşmalar yapmakta, adeta onsuz bir din anlayışı ortaya koymaktadır.
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm’ı incitirse, Allah-u Teâlâ’yı incitmiş olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
“Allah’ı ve Peygamberi’ni incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab: 57)
Peygamber’e yapılan eziyetin, Allah’a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.
Sapıklık Üstüne Sapıklık:
Bu adam, Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tarafa itip, “Kur’an’ın mesajını insanlar işitsin” diyor.
Hazret-i Kur’an’ın mesajı.
“Resul’e itaat ediniz.” emr-i ilâhîsidir. (Nûr: 54)
Bu adam bu mesajı işitmiyor mu? İşitemez. Çünkü Âyet-i kerime’leri inkâr eden adamın kulağı sağırdır.
“Yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)
Kur’an-ı kerim’in bir diğer Âyet-i kerime’sindeki mesajı şöyledir:
“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun.” (Âl-i imran: 31)
Bu adam şeytanının askeri, nefsinin oyuncağı olmuş, Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tâbi olmamıştır.
Allah-u Teâlâ: “Resulüm! Onlara söyle, sana tâbi olsunlar.” buyuruyor.
Bu adam bu Âyet-i kerime’leri görmüyor. Göremez. Çünkü Allah-u Teâlâ ondan iman nûrunu almıştır. Görebilseydi, bu kadar büyük dalâlet ve sapıklık içinde olmazdı.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler için:
“Kör oldular, sağır kesildiler!” buyuruyor. (Mâide: 71)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine hitaben:
“Onların sana baktıklarını görürsün. Oysa onlar görmezler.” buyuruyor. (A’raf: 198)
•
Hazret-i Kur’an’ın mesajı:
“Resulullah size neyi emrettiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” Emr-i şerif’idir. (Haşr: 7)
Bu adam ise ona itaat etmeyin diyor.
Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmemekle isyan etmiş, bunca Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle küfre girmiştir. Bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden ise kâfir olur. Bunu böyle bilin. Bu ve bunun gibilerini tanıyın. Sonra nedamet etmeyin.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan o gün hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?” buyuruluyor. (Fecr: 23)
Nedamet çok, fakat hiçde faydası yok.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?” (En’am: 21)
Bu adam Hazret-i Allah’ın bunca Âyet-i kerime’lerini yalanlıyor. Bu ve benzeri tavırları sergileyenden daha zâlim kimse olamaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında:
“Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar.” buyuruyor. (En’am: 21)
•
Hazret-i Kur’an’ın emrettiği namazın eskiden beri kılınan namaz olduğunu Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in namazının doğru olduğunu ve Kur’an’ın onların güya kıldıkları(!) namazı emrettiğini söylemesi, kendisinin düştüğü küfür karanlığının açık bir ifadesidir. Bu adam, müşriklerin yaşayışını örnek almakta Resulullah Aleyhisselâm’ın yaşayışını ise hafife almaktadır.
Unutulmasın ki:
“Kişi sevdiği ile beraber haşrolunur.”
Allah-u Teâlâ Tebbet sûre-i şerif’inde:
“Ebu Leheb’in elleri kurusun! Zaten kurudu, mahvoldu.” buyuruyor. (Tebbet: 1)
Bu gibi kimseler hakkında ise;
“Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” buyuruyor. (Bakara: 79)
Ebu Leheb’in kıldığı namaz doğru olsaydı Ebu Leheb’in cehennemde olmaması gerekirdi. Amma Âyet-i kerime’lerde:
“Ne malı, ne de kazandıkları, onu kurtaramadı. O alev alev yükselen bir ateşe girecektir.” buyuruluyor. (Tebbet: 2-3)
Bu adam, Resulullah Aleyhisselâm’a namazın nasıl kılınacağını, soranlara, “Ebu Leheb gibi kılın.” diyor. Ebu Leheb’in akibetini ise Âyet-i kerime haber verdi. Senin akibetini de, Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’de şöyle haber veriyor:
“Âyetlerimiz üzerinde tartışanlar kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.” (Şûrâ: 35)
Sünnet-i Seniyye’nin Yeri ve Önemi:
Câbir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır
“Bu ümmetin sonradan gelenleri önce gelenlerine lânet ettiği vakit, kim bir Hadis söylemez, gizlerse, Allah’ın indirdiğini gizlemiş olur.” (İbn-i Mâce: 263)
Hadis-i şerif’ler de ulemânın ittifakla belirttiği üzere vahye dayandığı için, onun gizlenmesi de Allah’ın indirdiğini gizlemek mânâsına gelmektedir.
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulema ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiç bir esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri, üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Bu hususta bildiklerini gizleyenler, Allah-u Teâlâ’nın indirdiğini gizlemiş olurlar. Bu ise büyük bir mesuliyeti muciptir.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Kim insanların dini işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah kıyamet gününde onu ateşten bir gem ile gemler.” (İbn-i Mâce: 265)
•
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur’an-ı kerim’den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorarlardı. O da bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime’leri Allah-u Teâlâ’dan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle, işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümleri ortaya koyardı.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Biz sana da Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.” buyuruluyor. (Nahl: 44)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:
“Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız!” buyurdu. (Buhârî)
Sahteler ve Yalancılar:
Bu adam daha düne kadar sahte ve yalancı peygamber Reşat Halife’ye biat ediyor, onun temsilciliğini yapıyordu. Reşat Halife öldürüldükten sonra kendisine Cebrâil Aleyhisselâm’ın geldiğini, “Üç kırkbir” sesi işittiğini söylüyor.
Bu söz küfürdür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab: 40)
Bu Âyet-i kerime Resulullah Aleyhisselâm’ın son Resul olduğunu beyan ederken bu adamın Resullere mahsus olan “Vahyolundu” demesi küfrüne delâlet eder.
“O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka birşey değildir.” (Necm: 3-4)
Vahiy yalnız peygamberlere mahsus olup, Cebrâil Aleyhisselâm sadece Peygamber Aleyhisselâm ile Allah-u Teâlâ arasında bir elçidir.
Birçok Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! İşte bunlar sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir.” buyurulmuştur. (Hud: 49, Âl-i imran: 44, Yusuf: 102)
Vahiy yalnız peygamberlere mahsus ise “Vahyolundu” demesi küfrünün açık ifadesidir. Bu gibi yalancılar;
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine hiç bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana da vahyolundu.’ diyenden de ‘Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim.’ diyenden daha zâlim kim olabilir?
Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış ‘Haydi canlarınızı teslim edin, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah’ın Âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün siz horlayıcı alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız!’ derken bir görsen!” (En’am: 93)
Bu gibilerin akibetini öğrenmiş oldunuz.
Tevbe: 128. ve 129. Âyet-i Kerime’leri:
Tevbe sûre-i şerif’inin son iki Âyet-i kerime’sini sahte peygamber Reşad Halife’nin ve kendi sahte peygamberliğinin mucizesi(!) kabul ettiği 19 rakamının sırrına(!) uymadığı gerekçesiyle kabul etmemesi ve uydurma demesi gerçek küfrüne delâlet eder.
Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Âyetlerimizi inkâr etmek için yarışırcasına gayret sarf edenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır.” (Sebe: 5)
“Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür! Allah zâlimler güruhunu doğru yola erdirmez.” (Cuma: 5)
Bu gibilerin durumunun çok kötü olduğu, bunların zâlim oldukları haber veriliyor. Çünkü bunlar fitne ve fesat çıkarıyorlar.
“Onlar yeryüzünde durmadan fesad çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
Bu adam da fesad çıkarmakta Tevbe sûre-i şerif’indeki son iki Âyet-i kerime’yi inkâr etmekte ve küfre kaymaktadır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’i olan Kur’an-ı kerim’i bizatihi koruyacağını, muhafaza edeceğini beyan buyuruyor:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da biziz.” (Hicr: 9)
Allah-u Teâlâ böyle buyururken, bu adamın Kur’an-ı kerim’in bu Âyet-i kerime’lerinin yok olduğunu söylemesi bu Âyet-i kerime’yi de inkârdır. Bu ise küfür üstüne küfürdür.
Bir Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu ise bir sûreyi inkâr ediyor. Bütün beyanları açık olarak küfrüne delâlet etmektedir.
Allah-u Teâlâ Hazret-i Kur’an’ı bizzat koruyacağını ferman buyuruyor. İlâhî hüküm böyledir. Bu adam ise ilâhî hükmü bırakıp kendi zannı ile hüküm vermeye çalışıyor.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiç bir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarının tamamını bilmektedir.” (Yunus: 36)
•
Tevbe sûre-i şerif’inin son iki Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.
Eğer sırt çevirirlerse onlara deki:
Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. O’na tevekkül ederim. O büyük arşın sahibidir.” (Tevbe: 128-129)
Resulullah Aleyhisselâm’dan bu yana gelen bütün hafızlar bu Âyet-i kerime’leri ezberlemişler, bütün muallimler okumuşlar, dünyada eski ve yeni basılan bütün Kur’an-ı kerim’lere bu Âyet-i kerime’leri yazmışlar, bu adam ise mucizesine(!) uymadığı için inkâr etmiştir. Bu inkârı bu adamın küfürde ve dalâlette olduğuna en büyük delildir.
Ubey bin Ka’b -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre “Lekad câeküm” den itibaren iki âyet, Kur’an-ı kerim’in en son nâzil olan Âyet-i kerime’leridir. (Suyûtî)
Kur’an-ı kerim bir mushaf halinde cem olunduğu zaman Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh- tarafından bu iki Âyet-i kerime çok araştırılmış, nihayet Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisini iki şahit hükmünde tuttuğu Züşşehâdeteyn Huzeyme bin Sâbit -radiyallahu anh-in nezdinde bulunmuştu. (Buhâri, Müslim, Tirmizi)
Bu iki Âyet-i kerime rivayetleri itibariyle mütevâtirdir. Çünkü Ashab-ı kiram’dan hafız olan bir çok kimseler hem bu iki Âyet-i kerime’yi ezberlemiş, hem de rivayet etmiş bulunuyorlardı.
Yazmakla görevlendirilen Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh-, bu iki Âyet-i kerime’yi bir yerde yazılı olarak bulmadan yazamıyordu. Yazılı olarak da bulunca, ezberden bilinen bu iki Âyet-i kerime’nin kesin yazılı belgesi de elde edilmiş oldu ve Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in muvafakatıyle mushaf-ı şerif tamamlandı.
En Şerli Kişiler:
Dini İslâm’ı asliyetinden çıkarmaya çalışan, safiyetinden uzaklaştırmaya çalışan bu türemelere hayret etmeyin. Zira seyyiat zamanıdır.
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhaki)
Yani bunlar kendilerini âlim sıfatına koyuyorlar. Gayeleri din-i İslâm’ı ifsad edip aslından çıkarmak, küfre meydan bırakmak.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bunlar hakkında Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne iman edip amel-i salih işleyen, Hakk’ı bilen ve Hakk’ta sabredenlere müjdeler olduğu gibi; Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlerin, iman ettiğini sanan, fakat amel-i salih işlemeyenlerin, nefsini ilâh edinenlerin, hükm-ü ilâhiye’den sapanların din-i İslâm’dan bahsetme salahiyetleri yoktur.
“Onlar kendilerine gelmiş hiç bir delil olmadığı halde, Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar. Gerek Allah katında gerek iman edenlerin yanında bu davranışa karşı kızgınlık ve öfke büyümüştür.
Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mümin: 35)
İslâm dini’nin mânevi yıldızları olan İslâm’a nûr saçan ve bilhassa ulul-elbâb’a varan din-i İslâm’ın hakiki âlimlerinden ve müctehidlerden bahsetmeye, onları diline dahi almaya sahib-i salahiyet değildir. Zira aklı meaş akıldır. Nefsi, nefs-i emmaredir. Hakikatten habersizdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah inananları da ortaya çıkaracak, münafıkları da ortaya çıkaracaktır.” buyuruyor. (Ankebut: 11)
Zira Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerini en iyi bilen zâhir ve bâtın ulemâsıdır. Her akla gelen sapığın hükmüne bakılmış olsa idi, İslâm’da hiç bir esas kalmazdı. Yaratanın hükmü esastır.
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Bunun tümüne ya iman edecek veyahut iman etmeyip küfre kaydığını bilecek. Ahkâm-ı ilâhî esastır. Mahlukun hiç bir hükmü yoktur. Taat ve takvâsız Hakk’tan ve hakikattan habersiz olan bu gibi kimseler suni çiçeğe benzer. Ruhu ölmüş canlı cenazedir. Nefsine tapar ve başkalarını taptırmak ister.
Bu adam namaz kılmıyor, abdest almıyor, İslâm’ı yaşamıyor, bir de İslâm’ı tanıtmaya kalkışıyor.
Namaz kılmayan, abdest almayan, İslâm’ı yaşamayan nasıl din ve imandan bahsedebilir? Nasıl İslâm hakkında konuşabilir? Neden ve niçin ortaya çıktığı belli olmayan, şeytanın askeri, nefsinin oyuncağı olan bu adam ifsad edicidir, yol kesicidir.
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman. ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilinki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridirler. Lakin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Allah-u Teâlâ bu ve bunun gibi kimseleri fesadçı diye nitelendiriyor. Fesadçının hükmünü ise yine Kelâm-ı kadim’inde beyan ediyor:
“Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara: 191)
Arfece -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Şerler ve fesatlar olacak. Kim birlik içinde olan bu ümmetin içinde tefrika çıkarmak isterse, kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.” (Müslim: 1852)
Belki de bu adam cenabet geziyor.
Bunlar yoldan çıkmışlar, küfre kaymışlardır.
Yoldan çıkmak nasıl olur? Allah-u Teâlâ kalbini çevirdiği zaman o artık orada kalır. Bunun daha başka türlü dönmesi mümkün değildir. Meğer Cenâb-ı Hakk kalbinin üzerindeki mührünü söksün.
Enes -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”
Ben bir gün kendisine:
“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)
Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münafık olur.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalblerimizi senin taâtına çevir.” diye nizayı vardır. (Buhari)
Kıyamet Saatinin Bilgisi:
Edip Yüksel kıyametin ne zaman kopacağını biliyormuş. “Kıyametin kopma zamanı 2280 yılı”nda imiş. 19 mucizesi(!) ile Tevbe sûre-i şerif’inin son iki Âyet-i kerime’sini yok sayan adam kıyametin zamanını da biliyormuş.
“Onu Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.” (Necm: 58)
Yani Allah-u Teâlâ kıyametin ne zaman kopacağını dahi gizlediğini, yalnız kendisinin bildiğini beyan ediyor. Bu adam ise tarihini söylüyor. Bu sözü Hazret-i Allah’ın bu Âyet-i kerime’sini inkârdır. Bu söz küfürdür.
Mekke’li müşrikler Resulullah Aleyhisselâm’a kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar, “Eğer sen peygamber isen bize zamanını haber ver!” derlerdi.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.
Resulüm! De ki: Onu ancak Rabbim bilir. Onun vaktini O’ndan başka bilecek yoktur.
Ağırlığını göklerin ve yerin kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.” (A’raf: 187)
Allah-u Teâlâ “Ancak Ben bilirim” buyuruyor, o ise zamanını, tarihini bildiriyor. Bu sözü ile hem Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor, hem de ilâhlığını ilân ediyor. Bu bir şirktir. Bunu yapan müşriktir.
Kıyamet, Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı akdes’ine tahsis ettiği gayb işlerindendir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. Resulüm! De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf: 187)
Zira ilâhi hükmü inkâr edip kendi zannını hüküm yerine koyduğu için ulûhiyet dâvâsı gütmüştür. Kim onu tasdik ederse küfrüne ortak olur. Ona tâbi olanlar da küfrüne ortaktır. Allah-u Teâlâ’nın açık fermanına göz yuman, umursamayan, bu sözleri kim olursa olsun kabul eden onunla beraberdir.
Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
İşte Âyet-i kerime:
“Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak.” (En’am: 70)
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)
“İşitmedikleri halde ‘işittik!’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)
Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir.
Salevât-ı Şerife:
Bu adam Resulullah Aleyhisselâm’a salât ve selam getirmeyi, salevât-ı şerif’e okumayı şirk kabul ediyor.
Hazret-i Allah, kulu ve Resulü Muhammed Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler. Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzab: 56)
Bu Âyet-i kerime’dir. Allah-u Teâlâ “Siz de ona salât-ü selâm getirin.” buyururken. O şirk kabul ediyor, “Salevât getirme” diyor. Bu Âyet-i kerime mucibince onun bu sözü küfürdür. Zira bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmiştir. Bir Âyet-i kerime’yi inkâr eden ise kâfir olur. Bu ise bir çok Âyet-i kerime’yi inkâr etmiştir. Hatta sûreyi dahi inkâr etmiştir.
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah’a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanların ki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Şefaat:
Edip Yüksel şefaati inkâr etmekte, şefaatin sadece bir tanıklık olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ümid edebilirsin ki, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmud’a gönderecektir.” buyuruyor. (İsrâ: 79)
Makam-ı Mahmud en büyük şefaat makamıdır. Bu makam Resulullah Aleyhisselâm’a mahsustur. Bu Âyet-i kerime’yi de inkâr ediyor.
O öyle bir makamdır ki, Halık-ı Azimüşan yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimseden başkasının şefaatı fayda vermez.” (Tâhâ: 109)
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm’ın insanlara şefaat etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği livâ-i hamd altında muazzam şefaat makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama “Mahmud” denilmiştir.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine hitaben Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Sana Rabbin, sen razı oluncaya kadar verecek.” buyuruyor. (Duhâ: 5)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a şefaat etmesi için çok büyük lütuflarda bulunacak, iman edenler kurtulacak. Amma o, onların da kendisi gibi cehenneme girmelerini istiyor. Zaten “Belki ben cehenneme gideceğim, bana tâbi olmayın.” demişti. Amma şeytan da öyle yaptı. Cennetten kovulup, lânetlenince Allah-u Teâlâ’dan mühlet istedi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İş olup bitince, ilâhî hüküm yerine gelince şeytan ateşte olanlara der ki:
Gerçekten Allah size sözün doğrusunu söylemiş, gerçek bir vaadde bulunmuştu. Ben de size söz vermiştim amma, sonra sözümden caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum da yoktu. Sadece sizi davet ettim, siz de bana hemen uydunuz. O halde beni değil kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Daha önce beni Allah’a ortak koşmanıza da inanmamıştım zaten.
Doğrusu zâlimlere can yakıcı azap vardır.” (İbrahim: 22)
“İblis ‘Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!’ dedi. Allah ‘Sen mühlet verilenlerdensin.’ buyurdu.
İblis ‘Öyle ise beni azdırdığın için and olsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenler bulamayacaksın.’ dedi.
Allah ‘Yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki insanlardan sana kim uyarsa onları ve sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım.’ buyurdu.’ (A’raf: 14-18)
“İblis ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.’ dedi.
Allah buyurdu ki:
Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir, hem de tam bir ceza!” (İsrâ: 62-63)
Edip Yüksel’in inanmadığı Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaatı sayesinde Allah-u Teâlâ o gün, inananları kurtarıp içinde bulundukları şiddetli ve dehşetli halin ağırlığından rahata kavuşturacaktır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet günü geldiğinde (Umumi surette) şefaat ederim ve ben ‘Ey Rabbim! Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanları cennete koy!’ diye niyaz ederim. Bunlar cennete girerler. Sonra ben ‘Ey Rabbim! Hardal tanesinden az imanı olanları da koy!’ diye yalvarırım.”
Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
“Az bir imanı...” buyurduğu sırada ben Resulullah Aleyhisselâm’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını birbirine bitiştirerek işaret ediyordu.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 2186)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın dilediği zâtlar da bu hususta şefaat edeceklerdir.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler şefaatı açık beyan ederken bu adamın şefaatı inkâr etmesi kendi küfrüne delâlet eder.
“Her peygamberin bir duâsı vardır. Allah’a onunla duâ eder. Ben duâmı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum.” (Müslim: 334)
Mahşerde ilâhi mahkemenin bir an evvel başlaması için en büyük şefaatte bulunacak olan Muhammed Aleyhisselâm’ın bu şefaat-ı uzmâ’sı mahşerdeki bütün insanlara ve cinlere şâmildir.
Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkar müminlere; Allah-u Teâlâ’nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O’na aittir.
“O’nun katında, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez.” (Sebe: 23)
O gün melekler de şefaat için izinlidirler. Sadece Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden razı olduğu kimselere şefaat ederler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar, Allah’ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ: 28)
Şefaat ancak şefaata ehil olanlara fayda sağlar. Ehil olmayanlara o gün hiç bir şefaatçının şefaatı fayda vermez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şefaat edeceklerin şefaatı onlara bir fayda vermez.” (Müddessir: 48)
Bir şefaatı daha vardır ki, bu şefaat sebebiyle bir kısım müminler hiç hesap görmeden cennete girerler.
Ölü İçin Kur’an-ı Kerim Okumak:
Edip Yüksel bir beyanında “Ölüye Kur’an okunmaz.” diyor. Bu sapıklıkla dünya ehlini sapıttığı gibi, ahirettekileri de mahrum etmek istiyor.
“Ölen kimse kabrinde boğulmak üzere olup yardım isteyen kimse gibidir. Baba, anne, evlat ve samimi dostlarından duâ bekler. Bu duâ kendisine ulaştığı zaman, dünya ve dünyadaki her şeyden daha sevgili gelir. Aziz ve Celil olan Allah kabirde bulunanlara, dünyadakilerin duâlarını dağlar gibi verir.
Hayattakilerin ölmüş olanlara hediyesi, onlar için istiğfar etmek ve sadaka vermektir.” (Deylemî)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cenaze kabire tevdi edilir edilmez dönmeyip orada bir müddet kalır ve orada bulunanlara:
“Kardeşiniz için Allah-u Teâlâ’dan mağfiret dileyiniz ve kendisine sükunet ihsan buyurmasını dileyiniz. Zira o şimdi kabir meleklerinin sualleriyle karşı karşıyadır.” buyururlardı. (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“Bir kimse ebeveyninin veya onlardan birisinin Cuma günü kabrini ziyaret ederek Yâsin-i şerif okursa, küçük günahları affedilir.” (Münâvi)
Hayırda çalışan hayrını, iyiliğini arttırır, sermayesini çoğaltır, iyi işler yapar. Şerde çalışan kötülüğünü arttırır, akibetini hazırlar, fitne ve fesadla meşguldür. Bu adam da hem dünyadaki inançlı insanları saptırmak, hem de ahiretteki insanlara yapılacak duâlardan mahrum etmek istiyor, ne büyük cehalet, ne büyük dalâlettir.
İsâ Aleyhisselâm’ın Nüzulü:
“İsâ Aleyhisselâm’ın geleceğinin doğru olmadığı”nı söylüyor.
Allah-u Teâlâ’nın semâya çektiği, deccalin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne göndereceği bir peygamber olan Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkında, Kur’an-ı kerim’de, Hadis-i şerif’lerde pekçok beyan vardır.
Gerçek gelecek olan Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)
Allah-u Teâlâ’nın ahirzamanda kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala göndereceği İsâ Aleyhisselâm hakkında şöyle beyanı vardır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce İsâ’ya muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o onlara şahit olacaktır.” (Nisâ: 159)
İsâ Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsâ âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1018)
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere göre İsâ Aleyhisselâm’ın geleceği muhakkaktır. Öyle ise bu sözü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri inkârdır. Âyet-i kerimeyi inkâr ise insanı küfre sokar, kişi kâfir olur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!.” (Nisa: 78)
•
Şerlerini ve ifsatlarını ortaya koymaya çalıştığımız bu adam Allah-u Teâlâ’nın dinini bırakmış, şeytanın adımlarına uymuştur. Onun içindir ki bu hale düşmüştür. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmeye çalışıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim ki ben âlimim derse, bilin ki o cahildir.” (Münâvi)
Buyurduğu halde onlar kendilerini âlim yerine koyarlar, işte bu zanları onları aldattı. Âlim olduğunu sandılar, ulema sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bunlar imandan mahrumdurlar. İfsatları çok, tahribatları büyüktür.
Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’Ierinde şöyle buyurmuşlardır:
“Gizli şehvetten sakınınız. Bir âlimin, insanların rağbet ve hüsnü zannını arzu edip başına toplanmasını sevdiği gibi.” (C. Sağir)
Nam ve şöhret için ilim satanların durumu budur.
Onlar dünyayı ahirete tercih ederler. Allah-u Teâlâ onları “İlmi ile dünyalık elde edenler” diye vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
“Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!” (Âl-i imran: 187)
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevkii düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, ne söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah’ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Münafıklar:
Münafıklar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında ileri geri konuşurlar, daha sonra müminlere gelip özür dilerlerdi. İman ettiklerini söyleyip, kendilerinin hoş karşılanmasını isterlerdi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Tevbe sûre-i şerif’inin 62. Âyet-i kerime’sinde Allah ve Resul’üne karşı gelen münafıklar hakkında şöyle beyan buyurdu:
“Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah’ı ve Peygamberi memnun etmeleri daha uygundur.”
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı sizleri değil, Allah’ı ve Peygamber’i memnun etmeleri daha uygun olur. Bu da imanlarında samimi olmayı ve amellerinde devamı gerektirir.
Allah’ı ve Peygamber’i memnun etmek için tevbe etmek ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında ileri geri söz söylemekten vazgeçmek şarttır.
Sapıklığa düşmüş bu adam ise Peygamber’e itaati yok farzetmekte, ona itaatin getirdiği emir ve hükümleri tatbik ile olabileceğini bilmemektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir.” (Tevbe: 63)
Acaba bu münafıklar pek büyük ve elem verici bir ahireti hiç düşünmüyorlar mı? Bu ne cehalet! Bu rüsvaylığa düşmeleri, nifak ve fesatlarından ötürüdür. Çünkü onlar dıştan imanlı olduklarını göstermelerine rağmen içlerinde inkâr duyguları besliyorlardı. Resul’e karşı gelmek demek, onun Sünnet-i seniyye’sini işlememek, emir ve nehiylerine tâbi olmamak demektir.
“Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar.
De ki: Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Münafıklar, kendi aralarında ortaya atmış oldukları nifak ve inkâr sözler şöyle dursun, kalblerinde gizledikleri gizli sırlar hakkında bir sûre inmesinden ve kendilerinin gerçek yüzlerini ortaya koymasından korkarlar. Allah-u Teâlâ o münafıkları “Bu alçaklığa devam ediniz, yakında göreceksiniz.” beyan-ı ilâhisi ile açık bir şekilde tehdit etmektedir.
“Eğer onlara soracak olursan ‘Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk.’ derler.
De ki: Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Peygamber’i ile mi alay ediyorsunuz?” (Tevbe: 65)
Hazret-i Allah ile alay etmek; O’nun büyüklüğüne, ululuğuna, emirlerine, hükümlerine karşı gelmek mânâsınadır.
Âyet-i kerime’leri ile alay etmek; Hazret-i Kur’an’ı hafife almak, Allah kelâmıyla alay etmek demektir.
Resulullah ile alay etmek; O’nun yüce Resul’ünü, insanları ıslah etmeye ve yüceltmeye çalışan Peygamber’ini hafife almak demektir.
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını afetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azab edeceğiz.” (Tevbe: 66)
İmandan çıktıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet vermek suretiyle kâfirliğini ortaya koyanı affetmeyecek, nifak çıkarıp küfür ve fitnede ısrar edeni azaba düçar edecektir.
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.” (Tevbe: 67)
Münafık erkekler ve münafık kadınlar bir tek sınıftır. Onlar birşeyin cüzlerinin birbirine benzediği gibi nifakta ve imandan uzak olmada birbirinin benzeridirler. Gayeleri kötülüğü yaymak, iyilikten vazgeçirmektir.
Münafıklar Allah-u Teâlâ’yı unutmuş, imandan çıkmış, İslâm’ın dışında kalmışlar, yoldan sapmışlardır. Allah-u Teâlâ da onlara kâfirlerin uğrayacakları yerin aynısını vaadetmiştir.
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azab vardır.” (Tevbe: 68)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’de münafıklarla, kâfirlerin çok acıklı olan ve ebedi kalacakları cehennem ateşini hak ettiğini beyan ediyor. Suçların karşılığı olarak bu onlar için kâfidir. Dolayısıyla onlar Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden kovulmuşlardır. Onlar dünyada rezil ve rüsvay olacaklar, ahirette de çeşit çeşit azaplara uğrayacaklardır. İşte küfrün ve nifakın pek müthiş, korkunç ve sonsuz cezası!
“Siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün âmelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.” (Tevbe: 69)
Münafıklar kendilerinden evvelki kâfirler gibi nifak ve fitne hareketlerinde bulunarak dünya varlığından istifadeye çalışmışlardır. Dünyevi zevklere dalıp ahireti feda ettiler. Dünyanın geçici zevklerine, şehvetlerine düşkünlük gösterdiler. Onlar da geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanladıkları gibi Allah’ın Resul’ünü yalanladılar, müminler ile alay ettiler. Böylece, hem dünyadaki varlıklarını kaybettiler, hem de ahirette çok büyük azaba düçar oldular.
“Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi?
Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe: 70)
Bu Âyet-i kerime münafıkların gaflet ve azgınlığına işaret etmekte, onların küfürleri yüzünden felakete uğrayan geçmiş kavimlerin durumlarından ibret almadıkları için kınamaktadır.
Çünkü Allah-u Teâlâ helâk olan kavimleri zulmen değil, suçları yüzünden helak etmiştir. Münafıklar ise inkâr etmek ve masiyet işlemekle kendilerine zulmettiler.
Allah-u Teâlâ münafıkların da geçmiş milletler gibi felakete maruz kalacaklarını haber veriyor.
Âyet-i kerime’lerinde münafıkları tarif ve tevbih buyurduktan sonra müminlerin sıfatlarını da Kelâm-ı kadiminde beyan etmektedir:
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 71)
Müminler birbirinin dostu ve yardımcılarıdırlar. Birbirlerine yardım eder ve desteklerler. İnsanlara Allah-u Teâlâ’nın razı olacağı her türlü iyiliği ve güzelliği emrederler. Kötülüklerden nehyederler. Tefrika çıkarmaz, fitne ve fesadı sevmezler. Allah’a ve Resul’üne itaat ederler.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i imran: 104)
Onlar namazlarını kılar, zekatlarını verirler. Allah’a ve O’nun Resulüne itaat ederler. Bu itaat, emir ve nehiylerin yaşanması şeklindedir. Kelâm-ı kadim’in ve Sünnet-i seniyye’nin hayatta tatbiki iledir. Allah-u Teâlâ münafıklara lânet ediyorken, müminlere ise rahmet edecektir. Bunlar dünyada zafere, ahirette cennete kavuşacaklardır. Bu ilâhî bir vaaddir, mutlaka meydana gelecektir. Ehl-i imanı nimetlere mazhar etmesi, kâfir ve münafıkları kahr ve azaba uğratması onun ilâhi rahmetindendir.
Allah-u Teâlâ mümin erkek ve kadınlar için çok büyük mükafat hazırladığını haber veriyor.
“Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe: 72)
Hayır kaynağı ve ebedi ikametgah olan, gözlerinin görmediği, kulaklarının işitmediği ve insanların aklına hayaline getiremediği cennetlerde, gayet hoş ve gönül safasıyla dolu bir mutluluk yaşanacak, güzel güzel meskenler müminlere vaadolunmuştur. Fevkalade güzel, hoş olan bağlar, bahçeler, vücuda getirmiştir. Orada geçici değil, ebedi kalınacaktır.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemal-i ilâhisini şân-ı uluhiyetine layık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nûr parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rableri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
“Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!” buyurmaktadır.
İşte:
“Çok merhametli bir Rab olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yasin: 58)
Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiç bir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rablerinin nûru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nûru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Allah-u Teâlâ, müminlerin ve münafıkların sıfatlarını bitirdikten sonra, kâfir ve münafıklarla mücadele etmeyi emrediyor.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe: 73)
Bu ilâhi emir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ait olduğu gibi, ulül-emre de aittir.
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; “Cihad etmek” kelimesi “Savaşmak” kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münafıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad söz konusu değildir.
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, iki yüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Nifaklarını ortaya koydukları takdirde, onlara karşı da kılıçla cihad edilmesi gerekir.
Âyet-i kerime’de:
“Karşı gelen kesim ile Allah’ın emrine (hükümlerine) dönünceye kadar savaşınız.” buyuruluyor. (Hucurat: 9)
Çünkü münafıklar:
“İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
Bunun içindir ki müslümanların kafirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nisbette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse.
Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz.” (Ebu Dâvud: 2504)
“Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm’dan sonra küfre saptılar. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah’ın, Resulü ile onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.” (Tevbe: 74)
Bu ve bunun gibilerin durumu budur. Bunu böyle bilin. Allah’a ve Resul’üne sarılın. Şeytanın yolunda olanların yolundan gitmeyin. Sonraki nedamet hiç fayda vermez.
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!”
(Tâhâ: 47)