NÛR DAGI
Koruyan, bağışlayan Allah’ın adıyla.
Yaradan rabbının adıyla oku.
İnsanı spermden yaratti O.
Oku; senin rabbin bol bol verir.
Insana kalemi öğretti. İnsanın bilmediklerini öğretti.
Söylendiğine göre bunlar, Hz Peygamber’e inen ilk ayetler. Nur Dağı’ndaki Hira magarasinda. Derin düsünceler içindeymis.
Şimdilerde mağaradan Kralın göz kamaştıran sarayı ve gökleri delen oteller görünüyor ama o vakitler Kâbe görünürmüş. Hanif Muhammed gözlerini Allah’ın o evine çivilemişti her halde.
Neler düşünüyordu?
Çok üzgün oldugu kesin. Çünkü içinde yaşadığı toplum çürümüş. İğrenç kokular veriyor. İcki, kumar, kabile savaşlari, kölelik... Varlıklılar gaddar mı gaddar, yoksullar aciz.
Tefecilik olağan sayılıyor ama kız babası olmak ayıp. Bazı aileler kız çocuklarını diri diri kuma gömüyor.
Hanif Muhammed’in gözlerinin önünden Allah’in Evi’ni çırıl çıplak tavaf eden müşrikler geçiyordu belki. "Bir şeyler yapmalıyım," diye düşünmüş olmalı.
Büyük düşleri olduğu kesin. Gerçekleştirmek için ölümüne çalışaçağı düşler.
*
Bizim otelden Nur Dağı yedi sekiz kilometre. Odamızın penceserinden görünüyor. Çok kez uzun uzun baktım oraya. Tarifsiz duygular içinde. Ortalık ağarır ağarmaz insanlar aşağıya yukarıya tirmanmaya başlıyor. Uzaktan ak karıncalar gibi.
Bir gün ikindi namazından sonra yola çıktım. Yürüyerek dağın eteğine bir saatte vardım. Bir adam kesti yolumu. İngilizce "Ben rehberim," dedi.
"Hayır!" dedim
-Şu an boşum; seninle gelicem.
-Hayır! Para vermem.
-Para istemiyorum.
-Hayır!
-Kestirmeden götürürüm.
-Hayır! Kendi başıma gidicem.
Sülük gibi yapıştı. Bir bakıma iyi de etti. Merdivenimsi patikalari tırmanırken konuştuk.
Nerdeyse her basamakta bir dilenci. Çoğunun eli yok. Belki hırsızlık etmişlerdi de elleri ceza olarak kesilmişti.
İnsan boyunda kuru bir ağaç gördüm. Yapraklarının yerini dilek çaputları almış. Ama resim gibi kıpırdamadan öyle duruyorlar. Esinti yok.
Mağaraya az kala akşam ezanı okundu. Bir düzlük var. Seccadeler serilmiş. Namazımı orda kıldım. Kâbe’nin olduğu yere baka baka.
Sonra devam ettik.
Mağaraya dört beş metre yukardan bakan son düzlüğe vardık. Gece kararmıştı. Hiç hacı yoktu. Ekmek parasını orda kazananlar kalmıştı yalnızca. Onlar da fenerlerini yakmış özel işlerine dalmıştı. Kimsenin bana aldırdığı yoktu.
Mağaranın girişine halı gerilmişti. "Yasak!" dercesine. Hiç olmazsa bir fotoğraf çektirmek istedim. Ama fotoğrafçı ilgilenmedi.
Düzlükte bir süre oturup halının arkasındaki Muhammed’i düşündüm. Sabah bir daha gelmeye karar vererek ayrıldım ordan.
Dağın dibine yaklaşırken rehber, avucunu uzatıp para istemeye başladı. "Hayır!" dedim. "Vermiycemi söyledim sana."
-Ama...
-Aması maması yok.
-Gönlünden ne koparsa.
-Hayır!
Fena bozuldu.
Ertesi gün sabah namazımı kılar kılmaz yola koyuldum. İnsanlar mağaranın önüne yığılmadan varayım da içeri girebileyim diye. Ama kıyamet kadar hacı benden önce davranmıştı. Mağaranın önü ana baba günüydü.
İnmedim. O düzlükte durup bir süre yukardan izledim. Ama çok geçmeden orası da tıka basa doldu. Bir an önce uzaklaşmak gerekiyordu.
Otuz yaşlarında bir Türk geldi. Selam verdi.
-Nerelisin hacım?
-Afyon’lu. Denizli’ye yakın.
-Ben Nevşehir’liyim. Adım Ercan.
Adı aklımda kalsın diye içimden "Nevşehir’li Ercan, Nevşehir’li Ercan, Nevşehir’li Ercan" diye tekrarladım.
-Ben Hasan.
-Emeklisiniz?
-Evet.
O, esnafmış.
Birlikte fotoğraf çektirdik. Ama ilginç bir şey oldu. Dilini anlamadığım biri de yanıma dikelip fotoğraf çektirdi. Onu görenler sıraya girdi. Nevşehir’li Ercan, kolumdan çekti. "Aman hacım!" dedi. "Gidelim. Sizi film yıldızı sandılar galiba." Olur mu olur. Upuzun bembeyaz saçımla...