Belagatın Tarifi
Belagat, sözlükte “Ustalıklı, güzel ve etkili konuşma sanatı”, “sözün fasih ve açık seçik olması” ve “söz sanatı kurallarının tümü” olarak tanımlanmaktadır.
Başka bir ifadeyle belagat, “sözü herkesin kolay kolay söyleyemeyeceği tarzda söylemektir.” “Lafızla mananın, güzellikte birbiriyle yarışması, yani manadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mananın zihne ulaşmasıdır.”
Terim olarak ise biri “meleke”, diğeri “ilim” olmak üzere iki anlamda kullanılmıştır. Meleke olarak belagat, “sözün fasih olmakla beraber yer ve zamana da uygun olmasıdır.” Diğer bir söyleyişle “bir fikrin sözlü ve yazılı olarak yerinde, yeterince, ve zamanın da ifade edilmesidir.” İlim olarak ise “düzgün ve yerinde söz söyleme usul ve kaidelerini inceleyen” belagat, meani, beyan ve bedî olmak üzere üç fenne ayrılır.
Bediüzzaman, belagatı çok özlü bir şekilde “mukteza-yı hale mutabakat” olarak tarif etmiştir.1 ona göre Kur’ân, belagatıyla her asırda bir çok farklı tabakadan insanın anlayışlarını okşayacak bir özellik taşımaktadır.
Bediüzzaman’a göre belagat, daha çok Kur’an’ın “anlam”ında ortaya çıkmaktadır.2 Bununla birlikte, Bediüzzaman’ın belagatın beş esastan meydana geldiğini vurguladığını da görürüz. Bunlar: (1) Nazımdaki cezalet, (2) manadaki belagat, (3) lafızdaki fesahat ile selaset, (4) üsluptaki bedaat ve (5) beyandaki beraattır. Yirmi Beşinci Söz’de, Kur’an’ın mucizelik derecesindeki belagatı “o belagat, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkàniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir”3 ifadeleriyle tarif edilmesiyle, bu beş noktaya dikkatler çekilmiştir.
Belagatın Ahirzamandaki Önemi
Bütün Peygamberler, yaşadıkları toplumlarda hem maddi, hem de manevi yükseliş için önderlik etmişlerdir. Peygamberlere verilen ayrı ayrı mucizeler maddi yükseliş için insanları taklitlerini yapmaya teşvik mesajı taşımıştır. Bu sır gereği gemicilerin Hz. Nuh’u, saatçilerin Hz. Yusuf’u, terzilerin Hz. İdris’i ve doktorların Hz. İsa’yı kendilerine örnek almaları anlamlıdır.
Cenab-ı Hakk tarafından peygamberlerin ellerine verilen mucizeler de tesadüfi olmamıştır. Aksine, onların yaşadıkları dönemde en fazla ilgi duyulan ve ihtiyaç hissedilen alanlarda mucizelerin gösterildiği görülmüştür. Bediüzzaman bu hakikati “Zaman-ı Musa Aleyhisselamda sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselamda tıp revaçta idi. Mucizelerin mühimmi de o cinsten geldi.”4 sözleriyle ifade etmiştir.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönemde en çok rağbet gören beliğ söz söylemek olduğu için en büyük mucizesi Kur’an olmuştur. O zamanda belagat o kadar önemlidir ki, bir şairin bir sözü için iki kavim savaşırdı ya da barışırdı. Hatta yedi şairin yedi kasidesinden oluşan “muallakat-ı seb’ayı” altın harflerle yazarak Kabe’nin duvarına asan Araplar, bunu en büyük iftihar kaynağı olarak görmekteydiler. İşte, böyle bir ortamda inen Kur’an, bütün insanlığa belagat noktasında benzerinin getirilmesi için meydan okuduğu halde, değil bir suresine, bir harfine bile nazire getirilememesiyle eşsizliğini tüm aleme ilan etmiştir.
Nasıl ki, Hz. Adem’e “talim-i esma“ ile Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin öğretilmesi, insanlık için ilme, fenne ve sanata ehemmiyet verme mesajı taşıyor. Aynı şekilde, Peygamberimizin (a.s.m.) en büyük bir mucizesi olan Kur’an ile, Hz. Adem’e öğretilen isimlerin hakikatlerine tafsilatıyla öğretilmesi de, hak ve hakikat olan ilimlerin ve fenlerin doğru hedefleri için ve hem dünya hem de ahiret saadeti için pek büyük bir teşvik olduğu gerçeğini ifada ediyor. Ve insanoğlunun ahirzamanda ilim ve fenne döküleceğini ve bütün kuvvetini ilimden alacağını bildiriyor. Bediüzzaman ifadeleriyle bu gerçeği seslendirmek istersek şu özlü sözlere ulaşıyoruz: “Ulum ve fünunun en parlağı olan belagat ve cezalet, bütün envaıyla ahirzamandan en mergup bir suret alacaktır. Hatta, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını; cezalet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini, belagat-ı edadan alacaktır.”5
Belagata bakışta bazı ölçüler
Bediüzzaman’a göre bir sözün kıymetini ve kuvvetini anlamak için dört kaynağına bakmak gerekir. 1- Mütekellim, 2- Muhatap, 3- Maksat, 4- Makam. Başka bir ifadeyle, söylenen sözü “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”6 Örneğin: Bir genaral ile onbaşının arş emri arasında büyük bir fark vardır. General o tek sözle bir orduyu harekete geçirebilirken, aynı sözle onbaşı ancak bir mangayı harekete geçirebilir. İkisi de aynı sözü söyledikleri halde nefer üzerinde etkilerinin farklı olması kimliklerinden ve rütbelerinden kaynaklanmaktadır.
Kur’an da yukarıda bahsedilen dört kaynak itibariyle eşsiz bir belagattadır. Çünkü Kur’an, bütün alemlerin rabbi ve bütün kainatın yaratıcısının konuşmasıdır. Muhatabı ise; Miracıyla Kab-ı Kavseyn makamına çıkarak Cenab-ı Hakk ile perdesiz görüşen ve 1400 senedir milyonlarca insanı peşinden sürükleyen Peygamber Efendimizdir (a.s.m.). Maksadı ise; insanın ve kainatın yaratılış gayelerini öğretmek ve iki dünya saadetini kazandırmak gibi eşsiz bir hakikattir…7
Belagatın en önemli prensiplerinden bir tanesi delilin iddia edilen şeyden açık olmasıdır. Yani iddia edilen şeye karşı getirilen delilin de yeni bir delile ihtiyacı olmamalıdır. Kur’an-ı Kerim bu yönüyle de eşsiz bir belagat şaheseridir. Örneğin; Eğer Kur’ân-ı Kerim “Ey insanlar! Güneş dünyadan milyonlarca defa daha büyük ve yerinde duruyor. Dünya ise onun etrafında dönüyor. Dünya ile güneş arasında çok güçlü bir çekim kuvveti var.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini ispat etmeye çalışsaydı; delil iddiadan binlerce derece daha anlaşılmaz ve gizli olurdu. Halbuki, Kur’an “Güneş döner” diyerek bütün insanların duygularına, anlayışlarına hitap ederek belagatta eşsiz olduğunu bir kez daha göstermiştir.8
Bediüzzaman’a göre belagat “istiare ve mecaz” üzerine temellenmiştir. Bu iki dürbünle bakılmadığı takdirde belagatın meziyetleri görülemeyecektir. Mesela; “Dağları zemininize direk yaptık” ayetine mecaz dürbünüyle bakıldığı takdirde dört kişi dört farklı anlam çıkarabilmektedir. Bir şair dünyayı gemi, gökyüzünü deniz, dağları ise geminin direkleri olarak görürken; bir jeolog dağları yerin gözenekleri olarak görür ve zelzelelerin dağların ortaya çıkmasıyla ortadan kalktığını ve böylece dünyanın güneş etrafındaki hareketini intizamlı bir şekilde sürdürdüğünü anlar. Bir biyolog ise dağların zemine direk olmasını, ekosistemin direğinin dağlar olması olarak anlar. Çünkü hayatın temeli olan su, hava ve toprak dağlar sayesinde vardır. Dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı ve toprağın da hamisidir. Bedevi göçer ise sıradağlara bakarak, dağları direkler üzerine kurulan çadırlara benzetir.9
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi belagatın diğer bir özelliği de bir cümle ile çok meseleleri ders vermesidir. Kur’ân’da anlatılan olaylar tarihin gizli köşelerinde saklı kalmış hikayeler değil, belki her çağdaki insanların ibret alabileceği hakikatlerin uçlarıdırlar. Örneğin: Kur’ân’da geçen Sedd-i Zülkarneyn yalnızca Çin Seddi’ni akla getirmemelidir. Mazlumları zalimlerin yağmalarından, zulümlerinden kurtaracak bir çok sedler, kaleler, şehirleri çeviren surlar, 42’lik toplar ve hareketli kaleler olan savaş gemilerine kadar savunma maksatlı şeyler, bu kavramın içini doldurmaktadır.10
Beliğ söz söylemenin yöntemlerinden biri de kinai tabirler kullanmaktır. Bir sözün gerçek anlamı dışında başka bir anlam taşımasına kinaye denir. Örneğin: “filancanın eli uzundur” denildiğinde o kişinin hırsızlığı kastedilmektedir. Yoksa o kişinin elinin uzun veya kısa olması sözün doğruluğuna ya da yanlışlığına etkide bulunmaz.11
Belagatın gereklerinden biri de “ipham ve ıtlak”tır. Herkesin kendisine düşen hissesini alması için gereklidir. Kur’ân-ı Kerim de bu yönden eşsiz bir belagata sahiptir. Bediüzzaman, İşaratü’l-İcaz isimli eserinde Bakara Suresi’nin 5. ayeti olan “İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” ayetini izah ederken, kurtuluşa erenlerin kimler olduğunun tayin edilmemesini, mutlak bırakılmasını şöyle açıklar: “Kur’ân’a muhatap olan, matlupları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat istiyorlar, bir kısmı cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rü’yete mazhar olmak istiyor-lar. Ve bunlar gibi, o tabakaların pek çok dilekleri vardır Kur’ân-ı Kerim ‘el muflihun’ (kurtuluşa erenler) kelimesini amm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.”12
Belagatın önemli unsurlarından biri de herkesin anladığı dilden konuşmaktır. Mevlana’nın dediği gibi “Sen ne kadar bilgili olursan ol, bilgin karşındakinin anladığı kadardır” gerçeğini gözardı etmemek gerekir. Kur’ân bu açıdan da belagatın zirvesindedir. Çünkü Cenab-ı Hakk ezeli sözleriyle insanların anlayacağı dilden konuşmuş ve onların fehimlerini okşayarak hitap etmiştir.
Nasıl ki, çocukla konuşan kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat pat ederek konuşur. Ta ki, çocuklar kendisini anlasın. Cenab-ı Hak da, insanlık içinde en büyük kitleyi oluşturan avamın zihinlerini ince hakikatlerden mahrum bırakmamak için onların seviyesine tenezzül ederek konuşmuştur.13
Bediüzzaman’a göre belagatın en makbul prensibi kainatın unsurlarını akıllı bir varlık gibi konuşturmaktır.14 Belagatın esaslarını anlattığı Muhakemat adlı eserinde kelimelere ve cümlelere canlılık kazandırılmasının ancak, manalara cisim giydirerek ve cansız varlıklara ruh kazandırarak konuşturmakla mümkün olacağını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Kelamın hayatlanması ve neşv-ü neması, manaların tecessümüyle ve cemadata nef-i ruh etmekle bir mükaleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır.” Aynı yerde bu hakikate dair güzel örnekler de verir. Bu örneklerden biri de yeryüzü ile yağmura kişilik kazandırılarak aralarındaki aşkın beliğ sözlerle ifade edilmesidir.15
Herkes tarafından bilinen, açık bir meseleyi dile getirmek ise belagatın inceliğine uygun değildir. Eğer, belagatlı söz söyleyen herkesin bildiği bir şeyden bahsediyorsa, bu demektir ki, anlatılmak istenen başka bir anlam vardır. Örneğin, bir kişiye “siz doktorsunuz” dediğinizde, karşınızdaki kişinin bildiği, hem de sizden daha kesin olarak bildiği bir bilgiyi paylaşırsınız. Oysa, bu sözle anlatmak istediğiniz “bildiğinizi bilmediği için ona bildirmek” olmaktadır.16
Kur’an belagat yönüyle eşsiz bir kelamdır. Öyle ki, on dört asır öncesinden benzerinin getirilmesi için damarlara şiddetle dokundurur derecede davette bulunduğu halde, karşılık görmemiştir. Dostları taklit şevkiyle, düşmanları üstün gelme hırsıyla sayısız eserler ortaya çıkardıkları halde, hiçbirisi Kur’an’ın seviyesine yaklaşamamış; hatta en ufak bir adım bile atamamıştır. Eski yeni sayısız eserlerin kütüphaneleri doldurduğu bir dünyada hem Kur’an, hem de diğer kitapları okuyan her kim olursa olsun, Kur’an’ın bütün kitaplardan farklı ve üstün olduğunu rahatlıkla fark edecektir.
Bediüzzaman, Kur’an’ın -dört farklı alanda- indirildiği dönemin en yetenekli insanlarını hayret içerisinde bıraktığını ve bir kısmını hürmetle önünde diz çöktürerek şakirdi yaptığını dile getirmiştir. Yani, o zamandaki Arap Yarımadasında dört şeye fazlasıyla önem ve değer verilmektedir. Bunlar; 1- Belagat ve fesahat, 2- Şiir ve hitabet, 3- Kahinlik ve gayptan haber vermek, 4- Geçmişte yaşananları ve kainatta meydana gelen olayları bilmektir.17
Kur’an’ın eşsiz belagatı, insanlığın her tabakasında bulunan kişilere hitap etmeyi gerektirmektedir. Taklit edilemeyen, daima gençliğini ve tazeliğini koruyan garip, yüksek üslubuyla şairlere hitap ettiği gibi; gayp alemlerinden verdiği haberlerle kahinlere; geçmiş ve gelecekte meydana gelecek olaylar ve ahiret alemlerinden vermiş olduğu bilgilerle tarihçilere harika olduğunu ispat etmektedir. Toplumsal hayatla ilgili eşsiz prensipleri ile sosyolog ve siyaset bilimcilere ilham kaynağı olan Kur’an, kaşiflerden tarikat ehli insanlara kadar birçok insan tabakasını hakikatlerinden hissedar etmektedirler. Hiçbir eğitimi olmayan insanlara, hatta işitsel ve görsel olmalarına göre ayrı ayrı eşsizliğini göstermektedir. Yani, işitselliği ön planda olan bir kişi usandırmayan ve gittikçe daha fazla dinlemesi hoşa giden üslubuyla Kur’an’ı diğer kitaplardan ayrı tutacaktır.18 Ayrıca, görsel insanlara karşı Kur’an farklı bir ayrıcalığı da öne çıkmaktadır. Öyle ki, Kur’an’ın sayfaları arasında birbiri arkasında bir çok cümleler, hem de anlamlı bir tarzda birbirine bakmakta ve üst üste gelmektedir. Örneğin, tevafuk sırrının yakalandığı bir Kur’an’da ortaya çıkan “Allah” lafızlarına ait tertip ve düzen, bu gerçeğin en parlak bir işareti olmaktadır.
“Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ı tesbih eder (Hadid Suresi, 1)” ayetini okuyan biri “Bu ayetin harika görülen belagatını göremiyorum” diye itiraz eder. Aynı itirazı başta nefsimiz olarak bu konuya ilgi duyan birçok kişiden duyabiliriz. İster istemez kendi kendimize “Kur’an’ın belagatını herkes görebilir mi?” diye sormadan edemeyiz. Bediüzzaman bu ince belagat sırrını şu sözleriyle açıklığa kavuşturur: “… O zaman git, orada dinle… Mevcudat-ı alem perişan, karanlıklı, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hali, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız, fani bir dünyada bulunuyorlar… Bu ayet, kainat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezeli nutuk ve sermedi ferman, asırlar sıralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kainat, bir cami-i kebir hükmünde başta semavat ve arz olarak umum mahlukat, hayattarane zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cuş u huruşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunuyor…”19
Kur’an, şiir ve belagatın çok büyük bir önem kazandığı bir ortamda indirilmiştir. O asırda Arapların çoğu okur yazar değildir. Bu nedenle tarihlerini, güzel ahlakı yaşanır kılan atasözlerini ve övünç kaynaklarını sözlü kültürle korumuşlar ve şiir ile belagata ayrı bir önem vermişlerdir. Belagatın toplumsal bir ihtiyacı gidermesi nedeniyle de beliğ edipler Arapların dünyasında birer halk kahramanı haline gelmişlerdir. Öyle ki, bir edibin tek bir sözüyle büyük bir savaş başlayabilirken, diğer bir sözüyle de barış ilan edilir olmuştur.20 İşte Kur’an, belagatın popüler olduğu ve zirve noktaya ulaştığı bir zamanda, bütün insanlığa belagat noktasında meydan okuduğu halde günümüze kadar ciddi bir karşılık görmemiştir. Aksine, o zamandan bu zamana kadar en inatçı insanların bile hayranlığını kazanmıştır.
Kur’an, Bakara Suresi’nin 74. ayeti olan “Eğer kulumuz Muhammed’e (a.s.m.) indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzerini getirin. Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın-eğer iddianızda doğru iseniz” ilahi sözleriyle, yalnızca nazmındaki belagatının bile benzerinin getirilemeyeceği noktasında sekiz mertebe insanlığa meydan okumuştur. Yani, Kur’an’ın bir benzerini, (1) Okuma yazması olmayan bir kişiden, olmuyorsa; (2) En meşhur bir edip ve alimden o da olmuyorsa; (3) Bütün edipleri ve hatta ilahların da yardımını alarak, bu da gerçekleşmiyorsa; (4) Mucizevi her yönüyle değil, yalnızca nazmında belagatına karşı, bu da başarılamazsa; (5) Manasına ve hakikatine bakılmadan, mitolojik, hayali ve yalan hikayeler anlatılarak, yine bir şey çıkmazsa; (6) on suresine, en azından; (7) Bir suresine, hiç olmazsa; (8) Kısa bir suresine21 getirilmesini istemiştir. Oysa, on dört asırdır yukarıda sayılan hiç bir basamakta Kur’an’ın karşısına tek bir beşer sözü karşı çıkabilme cesareti gösterememiştir.
Tersine, Asr-ı Saadette bazı zamanlar bir bedevi Arap tek bir ayetin belagatına hayran kalır ve secdeye varırdı. ona, Müslüman mı olduğu sorulduğunda ise, “Yok, ben şu kelamın belagatına secde ediyorum” derdi.22
Kur’an en harika edipleri, belagatına secde ettirmiştir. Örneğin, Hud Suresi’nin “Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi Dağına oturdu. Ve Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun denildi” mealindeki 44. ayetiyle tufan hadisesi o derecede özlü ve etkileyici anlatılmıştır ki, bu ayet bir çok edibin dünyasında hayret secdelerine yol açmıştır.23
Kur’an’ın “ifadesi ve üslubu” da en harika edipleri, belagatına secde ettirmektedir. Yani, sonsuz celali sonsuz cemal içinde, vahdaniyeti ehadiyet içinde, sonsuz azameti sonsuz hafa içinde, sonsuz vüsati sonsuz dikkat içinde, sonsuz haşmeti sonsuz rahmet içinde ve sonsuz budiyeti sonsuz kurbiyet içinde gösteren ayetleriyle, birbirinden en uzak olan zıtları birleştiren ifadeleriyle eşsiz bir anlatıma ve belagata sahiptir. Bediüzzaman, Cenab-ı Hakk’ın yaratmasından bahseden ayetlerde de ortaya çıkan bu bütüncül ve eşsiz tasvire şu sözleriyle dikkatleri çekmiştir: “Sani-i Alem olan şu kainatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa, aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri yerlerine, mesela zihayatların göz bebeklerinde yerleştiriyor. Semavatı hangi ölçü ile, hangi manevi alet ile tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertip ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem, Sani-i Zülcelal, manevi kudretin hangi manevi çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o manevi çekiç ile beşerin simasındaki hadsiz alamet-i farika noktalarını ve zahiri ve batıni duygularını yerlerine nakşediyor.”24
Kur’an’ın belagatı karşısında, geldiği asrın en beliğ sözleri de sönük kalmışlardır. Kabe’nin duvarına altın yazıyla yazılan ve “Muallakat-ı Seb’a” ünvanıyla şöhret bulan kasideler bile değerini yitirmiştir. Lebid’in kızı babasının kasidesini Kabe’den indirirken “Âyetlere karşı bunun kıymeti kalmadı” sözüyle bu gerçeği dile getirmiştir.
Ayrıca, belagat ilminin gelmiş geçmiş en büyük dehaları sayılan Abdülkahir-i Cürcani, Sekkaki ve Zemahşeri gibi ediplerin “Kur’an belagatı, takat-ı beşerin fevkınderir, yetişilmez” ortak kanaatine sahip olmaları, belagat noktasında Kur’an’ın eşsizliğinin en parlak belirtilerindendir.25
Kur’an’ın kelimeleri, cümleleri birbirine baktığı için, bazen bir kelimede onlarca belagat nüktesi bulunmaktadır. Kur’an ayetlerinin bu inceliklerinde uzmanlaşan bir kısım alimler, bazen bir harften sayfalar dolusu hakikatleri, sırları ortaya çıkarmışlardır. İşte, bu sır gereğidir ki, Kur’an’ın belagatı insan gücünün üstündedir.26 Gerçi, hak bir görüş olan Sarfe Mezhebine göre “Cenab-ı Hakk insanlara izin vermediği için Kur’an’ın benzeri getirilmez. Eğer yasak olmasaydı, insanlar taklidini yapabilirlerdi.” düşüncesi de vardır. Fakat, konusunda uzman belagat ediplerinin büyük kısmının ortak düşüncelerine göre ise bunun nedeni “Kur’an yıldız gibi her bir ayetinin diğer ayetlere bakar bir gözü, müteveccih birer yüzü olması”27 nedeniyle sayısız nükteleri, manaları ve sırları barındıran eşsiz belagatından kaynaklanmaktadır.
Batının zeka tarlaları olarak nitelendirilebilecek Prens Bismarck’tan Carlyle’la kadar birçok düşünür Kur’an’a karşı hissettikleri taktir ifadelerini seslendirmişlerdir. Bu da göstermektedir ki, Kur’an’ın belagatı karşısında son asrın Avrupalı düşünürleri bile hayranlıklarını gizlememişlerdir.
Örneğin, Doktor Maurice Kur’an’ın belagatıyla ilgili şunları söylemiştir: “Kur’an nedir? Her tenkidin fevkınde bir fesahat ve belagat mucizesidir. Kur’an’ın, üç yüz elli milyon Müslüman’ın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı hüsn-ü ifade etmesi itibarıyla, münzel kitapların en mükemmeli ve ezeli olmasıdır… Kur’an’ın fesahat, belagat ve nezahet itibarıyla mümtaziyeti, Müslümanların başka belagat aramaktan vareste kılmaktadır”28
John Davenport ise, “Kur’an başından sonuna kadar gayr-i beliğ, gayr-i ahlaki yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikayelerden tamamen münezzehtir”29 diyerek, onun baştan sona beliğ bir kelam olduğuna dikkatleri çekmiştir.
“Allah’ın birliğine iman etmek hakikat-ı kübrasını ilan ediyorken, Kur’an, lisan-ı belagatın en yükseğine ve nezahetin şahikasına varır” diyen Doktor City Youngest da, Kur’an’ın belagatı hakkındaki sözlerine şöyle devam etmiştir: “Belagat-ı Kur’aniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü, Kur’an’ın bu belagatı vahşi kabileleri medeni bir millet haline getirmiş; dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilave etmiştir.”30
Bütün büyük insanların Kur’an’ın belagatına baş eğdiklerini göstermek istediğini dile getiren Corsele ise “Kur’an’ın lisanı beliğ ve harikulade seyyaldir”31 diyerek hayranlığını başka bir tarzda dile getirmiştir.
Kur’an’ın Eşsiz Belagatına Gelen İtirazlar
Kur’an’ın eşsiz belagatına en büyük itiraz tekrar tekrar zikredilen ayet ve hikayelerinden kaynaklanmaktadır. Görünüşte –haşa- kelime ve konu bulma eksikliğinden kaynaklanıyor gibi görülebilen tekrarlar, gerçekte Kur’an’ın ifadelerindeki belagatın daha da parlamasına yol açmıştır. Bediüzzaman, Kur’an’daki tekrarların yerinde ve anlamlı olduğunu, altı yönden açıklığa kavuşturmuştur. 1- Kur’an zikir, dua ve davet kitabı olduğu için tekrarında kalbin parlaması, istemenin güçlü kılınması ve çağrının etkili olması sırrı vardır. 2- Kur’an tamamını okumaya fırsat bulamayan ekser insanlar için, her bir surenin bir Kur’an hükmüne geçmesi için ve aynı faydayı eksiksiz sağlaması için… 3- Her gün havaya, suya ve ışığa ihtiyaç olduğu gibi, manevi ihtiyaçları barındıran Kur’an ayetlerine de farklı aralıklarda bile olsa sürekli ve şiddetli bir ihtiyaç bulunması nedeniyle… 4-Kur’an dinin ve İslamiyet’in esaslarını tesis eden ve toplum hayatını baştan sona yenileyen bir kitap olduğu için, tekrarla esasları güzelce yerleştirmeye ve sabit kılmaya ihtiyacı vardır. 5- Tekrarın en önemli bir nedeni de, Kur’an’ın iman gibi hem çok önemli hem de ince hakikatleri konu edinmesi ve Allah’ı tanımanın en büyük bir dikkate değer olması içindir. 6- Her bir ayetin, her bir kıssanın bulunduğu yerde farklı bir anlamı ve hakikate bakan ayrı bir penceresi vardır. Görünüşte tekrar zannedilse bile, gerçekte tekrar değildir.32
Kur’an’da dalalet ehlinden çokça bahsedilmesi ve sıradan davranışlarına, basit hareketlerine karşı binler cinayet işlemiş gibi şiddetle tehdit edilmesi, belagatın dengeli, adaletli ve istikametli üslubuna görünüşte ters düşmektedir. Bir kısım itirazlar da bu yönden gelmektedir. Bediüzzaman’a göre ise bu durum, tam anlamıyla “mutabık-ı mukteza-i haldir ki, belagatin tarifidir ve esasıdır. Ve israf-ı kelam olan mübalağadan münezzehtir.” Çünkü, önemsenen ve büyük tehdide sebep olan, davranışların basitliği ve sıradanlığı değildir. Bu küçük hareket sonucu ortaya çıkan tahriplerin ve haksızlıkların korkunç derecede büyük olmasıdır. Yani, Cenab-ı Hakk’ı tanımamakla, emirlerini dinlememek ve yasaklarını işlemekle bütün varlıkların hukuklarına tecavüz edildiği gibi, onların hepsinin görevlerinden ortaya çıkan sonucun da iptal edilmesine neden olunmasıdır. Dolayısıyla varlıklar, hatta varlıkların görevleri sayısınca büyük bir cinayet işlenmektedir. Kur’an’ın bu meseleye çokça önem vermesi ve tekrar etmesinin sırrı da burada gizlidir.33
Belagat noktasında Kur’an yapılan itirazların bir kısmı ise temsiller ve kıssalar cihetiyle olmaktadır. Oysa, temsiller “belagat sahasında işlek ve güzel bir cadde”dirler.34 Çünkü, temsiller “en uzak hakikatleri” yaklaştıran birer “dürbün”, “en dağınık meseleleri” toplattıran birer “cihetü’l-vahdet” ve “en yüksek hakaika” ulaştıran birer “merdiven”dirler.35 Fakat, bazen getirilen temsillerin kinai anlamları bilinmediği için itiraz sesleri yükselebilmektedir. Örneğin, Hz. Musa’nın (a.s.) bir ineği kesmesi olayının Kur’an’ın birçok yerinde konu edilmesiyle ehemmiyet verilmesi, hatta büyük bir sureye de “el-Bakara” isim olması bunun en çarpıcı olanıdır. Peki, niçin Kur’an tarihin derinliklerinde gerçekleşen bir olayı bu kadar fazlaca önemseyerek bir çok suresinde konu ediniyor? Çünkü, bu tek ve basit olay, külli bir prensibin formülü mahiyetindedir ve her devirdeki insanlar için önemli bir mesaj taşımaktadır. O da varlıklara “ibadet eder derecesinde bir kudsiyet” verme düşüncesi her zamanda imha edilmelidir. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle söylemek gerekirse: “Kur’an-ı Hakim, Hazret-i Musa Aleyhisselamın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.”36
Yirmi Beşinci Söz’ün de konusu olan ve bir kısım insanlar tarafından vesvese ve şüphelere konu olan –yukarıda bazı örneklerini de verdiğimiz- bir kısım ayetler de göstermiştir ki, görünüşte kusur zannedilen şeyler gerçekte Kur’an’ın mucize oluşunun birer belirtisi ve onun mükemmel belagatının parlak birer işareti olmaktadırlar.
—SON—
Dipnotlar: 1. İşaratü’l-İcaz, s. 50. 2. Sözler, s. 343. 3. A.g.e., s. 332. 4. A.g.e., s. 332. 5. A.g.e., s. 240. 6. A.g.e., s. 395. 7. Şualar, s. 127. 8. İşaratü’l-İcaz, s. 172; Muhakemat, s. 12. 9. Muhakemat, s. 63; Sözler, s. 355-356. 10. Lem’alar, s. 160. 11. Sözler, s. 563. 12. İşaratü’l-İcaz, s. 65, 172. 13. A.g.e., s. 170; Mesnevi-i Nuriye, s. 196. 14. A.g.e., s. 24. 15. Muhakemat, s. 91. 16. Lem’alar, s. 363-364. 17. Mektubat, s. 184. 18. A.g.e., s. 180-182. 19. Sözler, s. 411-412. 20. A.g.e., s. 332-333. 21. A.g.e., 348. 22. A.g.e., s. 341,411. 23. Mektubat, s. 380. 24. Sözler, s. 380 25. Şualar, s. 124. 26. Mektubat, s. 185. 27. Sözler, s. 127. 28. İşaratü’l-İcaz, s. 263. 29. A.g.e., s. 265. 30. A.g.e., s. 268. 31. A.g.e., s. 268. 32. Mesnevi-i Nuriye, s. 195-196; Şualar, s. 219-220. 33. Lem’alar, s. 123. 34. İşaratü’l-İcaz, s. 218. 35. Mektubat, s. 364. 36. Sözler, s. 224. |