Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR’ANDA GÜNAH KAVRAMI
Günah, bir ideoloji ya da dinin yasakladığı fiilin adıdır. Her din veya ideolojide, ‘yasak’ sayılan alanlar doğal olarak varolduğu için, ‘günah’ kavramına sahip olmayan din/ideoloji yoktur. Bununla birlikte, dinlerin/ideolojilerin günahı yorumlayış biçimleri farklıdır ve bu farklılığa göre uygulanan ‘yaptırım’lar da farklı olagelmiştir. Bazı dinler/ideolojiler için günah, dünyanın (varlıkların) özünde vardır ve bu yüzden günah karşılığında yaptırım uygulamak anlamsızdır; bazıları içinse günah, insanın hevasına/arzularına tabi olmasının sonucudur ve (affedilmezse) cezası vardır. Buna göre insan, ya bilgisizliği ya da gurur, bencillik, kin, hırs, hased gibi nefsi (beşeri) özellikleri nedeniyle günah işler.
Günahlar genel olarak iki ana kategoride toplanmaktadır: 1) büyük, 2) küçük günahlar. Bu tasnif, bizzat Kur’an’da yer almaktadır (Necm:32). Fakat Kur’an bunları açıkça ve ismen saymamıştır. Bazılarınca, Allah’ın yasakladığı ve kasd unsuru içeren, kimilerince Allah’ın Cehennem azabıyla korkuttuğu, bazılarınca da dünyada had cezası gerektirenler, ‘büyük günahlar’dır. Bunlar, genel olarak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, azabından emin olmak, yalancı şahitlik, zina iftirası, yalan yemin, büyü, içki içmek, yetim malı ve faiz yemek, hırsızlık, adam öldürme, zina, homoseksüellik, savaştan kaçmak, anne-babaya isyan etmek ve günahta ısrar olarak sıralanmaktadırlar.
Ayrıca bazı koşullarda küçük günahın da büyük günaha dönüşebileceği ifade edilmiştir. Bu koşullar şunlardır: küçük günahta ısrar, işlenilen günahı önemsememek, işlenilen günahtan dolayı üzüntü duymamak, işlenilen günahı başkalarına anlatarak yaygınlaşmasına sebep olmaktır. Kur’an, bunun dışında günah kategorilerinden de bahsetmektedir. Bunlar lemem, seyyie, nefse zulm, hatie, fahşa ve ism’dir. Kur’an’ın ifadesine göre, fahşa ve ism günahlarının bağışlanma ihtimali diğer dört kategoriye göre daha azdır.
Bunun dışında, fısk, fücur, bağy, isyan, zulm, cürm, münker, vizr, şikak, hıns gibi, günah kavramı kapsamında değerlendirilebilecek fiiller de vardır. Fakat bunlar günah kategorileri değildir. Şu halde günahlar, küçükten büyüğe doğru sıralanabilir. Bu, Kur’an’ın açık beyanıyla sabittir.
Kur’an’da bu bağlamda 3 ayet vardır ve ikisi müminlerin özelliklerini açıklarken: "onlar büyük günahlardan (kebair’el-ism) ve çirkin hayasızlıklardan (fevahişe) kaçınırlar" ifadesini kullanır (Şura: 37 ve Necm: 32). Diğer ayette ise "kebair’den kaçınırsanız, kusurlarınızı (seyyiat) örteriz" buyurulmaktadır. İşte bu noktada ‘büyük günah’ kavramına açıklık getirilmesi büyük önem arz etmektedir.
Büyük günah kavramını tanımlamak önemlidir, zira, eğer doğruysa, imanı iptal edecek suçu/eylemi, en iyi bu kategori açıklayabilir. Küçük günahın imanı iptal etmeyeceği konusu genel olarak kabul görmüştür ancak günah büyük olduğu halde yine de imanı iptal etmiyorsa, o zaman tartışmanın mahiyeti değişmiş olacaktır. İşte bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle ‘insan’ ve ‘nefs’ kavramlarının izahı gerekmektedir.
‘İnsan’ terimi, çoğunlukla, beşerin negatif boyutuna atıfta bulunulurken kullanılmaktadır. Kur’an, insana takva ve fücur’un ilham edildiğini (Şems:8), onun zalum ve cehul olduğunu (çok haksızlık yaptığını ve çoklukla bilgisizce davrandığını) (Ahzab:72), aceleci yaratıldığını (İsra:11 ve Enbiya: 37), zaif olduğunu (Nisa: 28), çabucak ümitsizliğe düşüp (Hud:9 ve İsra:83), çok nankörlük yaptığını (Şura:48; Abese:17, Hacc:66 ve İsra: 27) ve genel olarak Şeytan’ın tuzaklarına aldandığını (Nisa:28) beyan eder. Bütün bu özellikleriyle insan "günah işleme potansiyeli"ne sahip bir varlıktır. Kur’an’ın insan tasviri konusunda çizdiği tablo özetle şöyledir: insan, zayıf yaratılmıştır; zorluklar karşısında çabuk umutsuzlanır; zorluk anında Allah’tan yardım diler sonra bunu inkar eder (Hud:9, İsra:27, Şura:48, Abese:17). Nimet verildiğinde yan çizer; şer dokunduğunda yeise kapılır; pek cimridir; herşeyde çok tartışır (Kehf:54). Aceleci yaratılmıştır (İsra:11, Enbiya:37). Pek nankördür (Kehf:66). Hayır istemekten bıkmaz; ama bir şer dokunduğunda ümidini keser (Fussilet:49) ve hemen dua etmeye, Allah’tan yardım istemeye koyulur (Fussilet: 51). Bencil ve haristir; bir şer dokunduğunda feryadı basar; bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (Mearic:19-21). Önündeki (geleceği)ni fücurla sürdürmek ister (Kıyame:5). Sık azar (Alak:6). Rabbine karşı şükredici değil, inkar edici -kenud-dir (Adiyat:6) ve bu özellikleriyle apaçık bir hüsran içindedir (Asr:2). Dolayısıyla insan nefsi bencil tutkulara ve kıskançlığa elverişli olarak yaratılmıştır (Nisa: 128).
Nefs, insanın Allah’ın emirleri hilafına hareket etmesinin potansiyel kaynağı olarak işlev görür. Burada mümin/kafir ayırımı önemli değildir, bilakis beşerin zaafları söz konusudur. Beşer ‘aceleci’ yaratılmıştır ve bu yüzden, örneğin ‘sabır’ sahipleri her toplumda azdır. İlkeli ve kişilik sahibi insanlar her toplumda sayıca az olmuştur, çünkü istikrarlı bir kişilik, sabır ister. Bu sabrı gösterenler ise daima azdır.
Daha da basit düzeyde, doktor, hakim, profesör vs. olmak için dahi sabır gereklidir; ama yine aynı nedenle, bir mesleği gereği gibi icra edecek kadar sabrı dahi pek çok insan gösterememektedir. Örneğin, insan ‘zaif’ yaratıldığı için, akarsudan bir avuçtan başka içmemeleri konusunda uyarılan Talut’un ‘mümin’ askerlerinin pek çoğu, nefslerinin arzularına karşı koyamamış (sabredememiş) ve kaybedenlerden olmuşlardır.
Günlük yaşamda da insanın bu özelliğinin pekçok yansımasını görmek mümkündür. Ve insan ‘cehul’dür; çoğunlukla "zannına tabi olur" (En’am: 116) ve "bilmediği şeyin ardına düşer" (İsra:36). Nihayet çok hata yapar ve cahilce hareketlerinin sonucu olarak hüsrana uğrar. İşte bu noktada bir ‘nefs’ sahibi olarak, ‘mümin’in ‘günah’ işleyebilme durumu izaha kavuşturulmalıdır. Bilinmelidir ki mümin’in de nefsi vardır ve o da hata işlemeye müsait bir fıtrat üzere yaratılmıştır.
Mü’min elbette diğer ‘insan’lardan farklı olmalıdır; zira O, Allah’a iman etmiştir ve O’nun emirleri doğrultusunda hareket edeceğine söz vermiştir. Fakat bu, mümin’in günah işleyebileceği düşüncesini iptal etmez. Mü’min aslen, imanın sonucu olarak ortaya çıkan tüm güzel hasletlerin sahibidir, ancak o, insani zaaflarının sonucu olarak günah da işleyebilir. Her ne kadar, ‘mümin’ denince, insanların zihninde canlanan tipoloji, baskın şekilde, ilk boyutun ağır bastığı özellikleri ihtiva ediyorsa da, Kur’an, mümin’in "günah işleyebilirliği" vasfını inkar etmez.
Kur’an, bir yandan mümin’i, "hayırda yarışan" (Bakara: 148, Fatır: 32), "ahidleştiğinde ahdine vefa gösteren" (Bakara: 177), "ölçüde ve tartıda adaleti gözeten" (En’am:152), "emanete ihanet etmeyen" (Meraic: 32) "yoksula, yetime ve esirlere yardım eden" (İnsan:8), "mütevazi olan" (Lokman:19), "haksız yere cana kıymayan" (En’am:151) "ana-babaya iyi davranan" (En’am:151), kısaca, "insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmet"in bir ferdi olarak tanımlarken; öte yandan, onu, "tevbe eden" (Bakar: 160), "günahları için bağışlanma dileyen" (Ali İmran: 135), "öfkelendiğinde bağışlayan" (Şura:37), hatta "hata ile bir başka mümin’i öldürebilen" (Nisa: 92) ve sonuçta "şirke düşmeksizin tüm günahları bağışlanabilecek" (Nisa: 116) bir kişi olarak da tasvir etmektedir. Öyle ki Kur’an, müminlerin birbirleriyle ‘savaşabilecekleri’nden dahi bahsetmektedir (Hucurat:9) Dolayısıyla mümin de, bir beşer olarak günah işleyebilir.
Bu böyle olmakla birlikte, İslam tarihinde, mü’minin günah işleyebilirlik özelliğini kabul etmeyen gruplar da var olagelmiştir ve özellikle büyük günah işlemesi durumunda, onu, dinden çıkarma yolunu tercih etmişlerdir. İtikadi veya siyasi mezheplerin bu konuda genel olarak 3 farklı yaklaşım sergiledikleri görülmektedir. Bunlardan ikisi, zıt kutupları temsil ederken, üçüncüsü ortayolu tercih etmektedir. Hariciler büyük günah işleyeni dinden çıkarırken, Ehl-i Sünnet ve Şia’nın mutedil kolları büyük günahın kişiyi dinden çıkarmadığını savunmuşlardır. Mutezile ise, büyük günah işleyeni mü’min olarak nitelememekle birlikte kafir olarak da görmez. Bu ihtilafın nedeni, iman ve amel arasındaki ilişkinin tanımında anlaşmazlığa düşülmesidir. Burada soru şudur: "amel, imandan bir cüz müdür?" Basit mantıkla, şayet amel, imandan bir cüz ise, günah, imanı zedeleyecek (ya da tümüyle ortadan kaldıracak), değilse, günahın imana bir zararı dokunmayacaktır.
Bilinmelidir ki her din/ideoloji, başta bir inanç sistemidir. Yani ‘inanılacak ilkeler’ dinlerin/ideolojilerin temelidirler. Bir din/ideoloji, pratiğe aktarılmadan önce, inanç ilkeleriyle ortaya çıkar. Her dine/ideolojiye, rengini, onun akidesi verir. Bir diğer deyişle iman (teori) asıldır; amel (pratik) ondan sonra gelir. Amel, ‘anlam’ını imandan alır. Yani "amel imanı doğurmaz; iman ameli doğurur".
O halde hiyerarşik düzende, iman önceliklidir. Zira insan, uyku, unutkanlık ve cebr halleri hariç, ancak inandığı şeyi pratize eder. Örneğin kişi, namaz kılıyorsa, namaz kılmanın farziyetine inandığı için kılar; namaz kılıyor olduğu için iman etmiş olmaz. İman, akıl/kalb işidir; amel uzuvlara aittir. Uzuvlar ise akla/kalbe tabidir. O halde amel imana tabidir, onsuz bir değeri olmaz. "İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar" (İbrahim:31), "ey iman edenler! kısas size farz kılındı" (Bakara: 178) ve "ey iman edenler! Allah’ı çok anın" (Ahzab: 41) ayetleri, Allah’ın müminlere farz olan şeyleri, onların dini kabul etmelerinden sonra emrettiğini göstermektedir.
Dolayısıyla burada bir öncelik-sonralık ilişkisi olduğu kabul edilmelidir. Nitekim "İman eden ve salih amel işleyenler" (Asr:2), "hayır, kim mümin olarak imanıyla bütün varlığını Allah’a teslim ederse..." (Bakara: 112), "kim de mümin olarak ahireti diler ve onun için çalışırsa..." (İsra:19) ayetleri, bunu ispatlamaktadır. Bu durum, üzerinde borç bulunan bir kimsenin haline benzer. Borçlu önce borcunu kabul eder, sonra öder. Önce ödeyip, sonra da borcunu kabul etmez. Aynı şekilde köleler de efendilerinin kölesi olduklarını bildiklerinden dolayı, onların namına hizmet ederler, yoksa onlara hizmet ettiklerinden dolayı, onların kölesi olduklarını kabul etmezler.
Kişi, inandıktan sonra, iman dairesi içine girer; imanın gereği olan ameli işlemediğinde derhal o dairenin dışına çıkmış sayılmaz. Köleliği kabul ettiği halde çalışmayan kişi, nasıl efendisi tarafından cezalandırılabilirse, mümin de, iman ettiği halde, imanın gereklerini yerine getirmiyorsa, Allah tarafından cezalandırılabilir. Ama cezalandırma, ne köleliği ne de imanı iptal etmez; bilakis kölelik ve imanın geçerliliğinin ikrarı anlamını taşır.
O halde iman başka bir şey, amel başka bir şeydir. İkisi arasındaki ilişkinin yönü, "imandan amele doğru" şeklinde tanımlanmalıdır. Münafıkların ‘amel’lerinin, onları imana sevk etmemesi gerçeği de bunu kanıtlamaktadır. Zira münafık, ‘inanmadığı halde’ işlediği amellerin karşılığını göremez. Kafirlerin iyiliklerinin kabul edilmeyişi de böyledir. O halde amelin geçerliliğini sağlayan, ona anlamını kazandıran şey, iman olmalıdır. Kişi öncelikle Allah’a inanmalıdır. Amel, ancak bu süreç tamamlandıktan sonra devreye girmelidir. Yani örneğin başörtüsü, Allah’ın emri olduğuna inanıldıktan sonra takılıyorsa bir anlam ifade eder.
Allah’ın emri değil de, moda gereğince türban takanlar sevap kazanamazlar. Oruç, Allah’ın emri olduğuna inanıldıktan sonra tutuluyorsa bir değeri vardır; perhiz amacıyla gün boyu aç kalan kişi, Allah’ı razı edemez. Tüm ibadetlerde de aynı kural geçerlidir.
İşte bu noktada yine çok önemli ve tartışmalı bir konu olarak, imanın artıp-azalması konusu çözüme kavuşturulmalıdır. Burada kimileri "amel, imandan bir cüzdür, artar ve azalır" görüşünü savunurken, kimileri de "iman artmaz-azalmaz" kanaatindedirler. Kur’an, "imanın artması" tabirini 12 yerde kullanmıştır ancak bu ifadeden kastedilenin ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Allah’ın adı anıldığında kalpleri titreyen ve böylece "imanları artan" müminlerin, bu anma halinden önce imanları eksik midir ki, kalpleri titredikten sonra imanları artarak istenilen düzeye gelmiş olsun? Eğer böyle düşünülürse, ‘şüphe’ ile imanın aynı anda bir arada bulunabileceği de kabul edilmelidir ki, böyle bir şeyin olması asla düşünülemez. Zira iman varken şüphe yoktur; şüphe varken de imandan bahsedilemez. O halde mümin için, bazı şeylere iman ederken, bazı şeylere de iman etmeme diye bir şey söz konusu olamaz.
Mümin vahiyle gelen her şeye iman eden kişidir. Nitekim, Allah’ın birliği, Rablığı, kudreti ve vahyin bildirdiği diğer hususlarda, müminin imanı ile peygamber ve meleklerin imanı arasında fark yoktur. İman edilecek şeyler sabittir, değişmez, artmaz-azalmaz. Ancak sevaplar farklı olabilir, o da İlahi adaletin gereğidir.
Müminlerin amelleri karşılığında nail olacakları mükafatlar farklıdır ve Kur’an bunu, Vakıa suresinde açıkça ifade etmiştir. "Hayırlarda yarışanlar"ın nail olacakları mükafatlar, "Ashab’ul-Yemin"in nail olacağı nimetlerden daha farklı ve üstündür. Bu da onların amellerinin daha çok oluşundandır. İbadet ve taat hususunda, resuller, diğer insanlardan üstündür ve Ahiret’te Allah, onlara, diğer müminlere göre daha çok ihsanda bulunacaktır. İmanın artma-azalma kabul ettiğinin delili olarak sunulan ve Bedevilerin iman iddialarını reddeden ayette (Hucurat: 14) onların iman iddialarını geçersiz kılan şey, iman edilecek hususlarda henüz itminana ulaşmamış olmaları ve sadece teslim olmalarıdır.
İman dairesi içine girmek, ancak, iman edilecek hususlarda yakin hasıl olmasıyla mümkündür. Zira yakin, şek ve şüphe etmeksizin bilmektir. Mümin zorluk ve sıkıntı anlarında dahi, Allah, Kitaplar ve Resuller konusunda şüpheye düşmez. O halde bu ayet, artma-azalmanın delili olarak gösterilemez. Öte yandan ‘bilgi’nin belirli bir süreç içerisinde arttığı bilinen hususlardandır ve ilim tahsili yapan bir talebenin, başlangıçtaki konumu ile, ‘alim’ mertebesine ulaştığı noktada sahip olduğu bilgi düzeyinin aynı olmayacağı açıktır.
Ancak bu durum, imanın zaman içinde ‘farklılaştığı’nın kanıtı olarak gösterilemez. Zira bu bilgi artışı, iman edilecek hususlarda bir artma-azalma doğurmaz. Talebenin bilgisi, ister öğrencilik aşamasında olsun, isterse alimlik aşamasında olsun, onu, asla örneğin Allah’ın varlığı ve birliği konusunda farklı bir inanca götürmez. İlim tahsilinin başında da Allah vardır ve birdir; sonunda da vardır ve birdir. Fakat burada sadece imanın ‘icmali’ ve ‘tafsili’ olmasından bahsedilebilir. Evet Kur’an, "ilimde derinleşenler" (Ali İmran: 7), "fıkhedenler" (Tevbe: 122), "hikmet sahipleri" (Bakara: 269)nden övgüyle bahseder; ancak ilmin artmasıyla, imanın da artacağından bahsetmez. "Allah’tan ancak alimler korkar" (Fatır: 28) ayeti ise, ancak, korkunun (haşyetin) derecesinin ilim derecesiyle farklılaştığını gösterir. Sonuç itibarıyla söylenmelidir ki, iman edilecek hususların sabit olması, ister tafsili olsun, isterse icmali olsun, imanın da sabit olduğunu (değişmeyeceğini, artıp-azalmayacağını) gösterir. Şu halde vahiyle bildirilmiş hususlara iman eden herkes, mümindir.
Dolayısıyla iman, aslında kalb (veya akıl) işidir; mümin de kalben inanmış kişidir. İkrar , insanlar arasındaki muamelelerde sorun çıkmaması için şart olarak koşulmuştur. Zira kalben inandığı halde, inancını deklere etmeyen (ya da amelleri ile bu inancını açığa vurmayan) kişiye, insanlar arasında mümin muamelesi yapmak imkansızdır. Ama şayet kalben inanıyorsa, o, Allah katında mümindir. Ayrıca münafıkların ‘aslında’ mümin olmadıklarının delili de, kalben inanmamalarıdır.
Halbuki münafık, ‘ikrar’ şartını yerine getirmekte yani diliyle mümin olduğunu söylemektedir. Ona, bu beyanı nedeniyle, dünya hayatında mümin muamelesi yapılır, fakat o Allah katında kafirdir. Bu sonuç, bir kişinin nasıl mümin sıfatını kazanacağını açıklamaktadır. Ancak burada önemli bir sorun daha vardır ki, o da müminin, bu sıfatı nasıl kazanacağından ziyade, bu sıfatı nasıl kaybedeceğidir. Zira kişi eğer ‘tekfir’ edilecek olursa, nikahlama, miras, cenazesinin kaldırılması, kestiklerinin yenmesi ve benzeri konularda mümin topluluğun o kişiyle ilişkisi kalmayacaktır.
Allah, müminlere, birbirlerinin can ve mallarını haram kıldığı için, bu husustaki kararın ciddiyetle verilmesi gerekir.
Bu noktada, mümini iman dairesi dışına çıkaracak şeyin ne olabileceğinin tartışılması gerekmektedir. İmanı iptal edecek şey, ya irtidadtır ya da ‘şirk’tir. Kişi, bir şeye ya inanır ya da inkar eder. İnanç ya da inkar, kalbidir/aklidir. Kişi, inancından dönüyorsa, daha önceki akidesini terkediyor demektir. Örneğin, "Allah birdir"e inanıyorsa, ancak "Allah yoktur" veya "Allah üçtür" şeklinde inancını tebdil ediyorsa, kafir (mürted) olur. Bunun dışındakiler, imanı iptal etmez.
Ebu Hanife’nin bu konudaki kıyası çok yerindedir: "mümin, tevhidi terketmediği müddetçe, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Zira düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, noksanlık izafe eder. Halbuki mümin, büyük günah irtikab etmesine rağmen, Allah’ı herşeyden daha çok sever. Keza mümin, ateşte yakılması yahut da Allah’a kalbinden iftirada bulunması hususunda muhayyer bırakılsa, ateşte yakılmayı, Allah’a gönülden iftira etmeye tercih eder." Ayrıca Nur:2’de "zina eden kadın ve erkek" ile Nisa:16’da: "sizden fuhşu irtikab edenlerin her ikisine de..." ayetlerinde zina fiilini işleyenlerin müminliklerinin nefyedilmemiş olması da, günahın imanı iptal etmediğinin delili olarak gösterilebilir.
Görüldüğü gibi, imanı iptal edecek şey, yine ‘imani’ olmalıdır. Amel, bu noktada ölçüt olamaz. Zira amelin işlenmesinin bir takım nedenleri olabilir ve bu noktada mazaret ileri sürülebilir. Ancak iman hususunda işlenecek hatanın (şirk veya küfrün) mazareti olamaz (Kehf:102).
Peki şu halde mümin nasıl olur da günah işleyebilir? İman eden kişi, madem ki Allah’ı herşeyden aziz bilmekte ve herşeyden çok sevmektedir, nasıl olur da bu sevgisine rağmen ona itaatsizlik gösterebilmektedir? Seven sevdiğine isyan eder mi? Bu soru, günah meselesinin çözümünde hayati önemi haizdir ve insan tabiatı gözönünde tutularak cevaplanmalıdır. Zira insanda arzular baskın çıkar; insan, zaif yaratılmıştır, acelecidir, çok hata işler, nankördür, çabuk öfkelenir. Nitekim nice ibadetine düşkün insanlar vardır ki, arzularına tabi olarak günah işlemişlerdir.
Evet, mümin, Allah’ı herşeyden çok sevmesine rağmen (Bakara: 165), kimi zaman O’nun emrine itaatsizlik edebilir. Buna dair hayatın içinden pekçok örnek verilebilir: çocuk, babasını sevmesine rağmen ona isyan edebilir, ama bu, çocuğun babasını inkarı anlamına gelmez. Kadın, doğum esnasında büyük sıkıntılar çekmesine rağmen, iyileştikten sonra yeniden doğurmak ister.
Bütün bunlar arzuların insana galip gelmesiyle hasıl olan sonuçlardır ve imanı iptal etmez. Zaten mümin, işlediği günahı, azaba çekileceğini bilerek işlemez. Yani Mümin, işlediği günahı ‘teammüden’ işlemez. Dolayısıyla mümin, günah irtikab etmekle küfre düşmez. Zira küfrde inkar özelliği vardır.
Mümin bir farizayı red ve inkar etmeksizin terkederse, ‘günahkar’ olur. Ancak inkar ederek terketmek, küfrü gerektirir. Nitekim alacaklı-borçlu ilişkisinde borçlu, borcunu kabul edip ödeyemezse, alacaklı onun için "borcunu inkar ediyor" demez, "borçlu olduğunu biliyor ama benden mühlet istedi" der. Fakat borçlu, borcunu inkar ederek ödemezse, o zaman "kaferani" (borcunu inkar ediyor) tabirini kullanır. Borçlu olduğu halde, borcunu inkar edene karşı yapılacak muamele farklıdır, mühlet isteyene karşı yapılacak muamele daha farklıdır. İşte müminin durumu mühlet isteyenin durumu gibidir. O Allah’a borçlu olan, ama borcunu inkar etmeyen kişidir. Alacaklı (Allah) dilerse, onun borcunu dilerse siler, dilerse de (zorla da olsa) tahsil eder (yani azab eder). Alacaklının, ceza vermeme ihtimalinin olması, imanın bir değeri olduğunu gösterir. Amellere değer veren şey, işte bu imandır. Onsuz amel, bir değer ifade etmez (nitekim kafirlerin amelleri boşa gitmiştir). Onunla işlenen günah ise, azaba uğrama ihtimalini beraberinde getirse dahi, onu iptal etmez.
Sonuç olarak, hangi türde günah olursa olsun, şirk olmadığı sürece, Allah günahı bağışlayabilir (Nisa: 116). Mümin’in büyük günah işleme ihtimali, küçük günah işleme ihtimaline göre daha azdır. Büyük günah işleyen de bağışlanabilir ancak büyük günah işleyenin azaba uğrama ihtimali, küçük günah işleyene göre daha fazladır. Ve Mü’min günahta ısrar etmez (Ali İmran: 135).
Günahta ısrar, kalbin zaman içinde kararması sonucunu doğurabilir ki, bu imanı da tehlikeye atar. Müminin bariz vasfı, hangi türde olursa olsun, hiç günah işlememek değil; günah işlememeye çalışmak, işlediğinde de bağışlanma dilemek ve tevbe etmektir. Mümin, "havf ve reca arasında" teyakkuz halinde olmalıdır.
O, günah işlese de Allah’tan ümidini kesmemelidir; zira Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek de, mümin olmanın bir başka özelliğidir. (Zümer: 53). Ancak bu ümid, ‘garanti’ anlamına alınmamalıdır. Mümin, Allah’a gönülden bağlı kişidir ve bu bağlılığı kural olarak amellerine yansır. Ve müminin diğer günahkar müminlere karşı tavrı, beddua yerine o müminin mağfiretini dilemek şeklinde olmalıdır.
Sonuçta, günahkar mümin, şirk işlememiştir, bilakis ecir getirecek en büyük sevabı (şehadet) işlemiştir. O halde müminin, günahkar kardeşi için mağfiret dilemesi daha uygundur. Zira Allahu Teala, şirk için kullandığı ağır ifadeleri, hiçbir günah için kullanmamıştır. (Hacc:31; Meryem: 88).
http://www.kuranislami.com/kavramlar/gunah.html
|