Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dini Alan Tartışılamaz mıdır?
Bir şeyi etkisiz kılmanın en kestirme yolu, onu gündem yapmamaktır. Gündem yapmamak ise tartışma dışı bırakmak, tartışmamak, tartıştırmamak, tartışılamaz hale getirmek demektir. Söz konusu bu şey “din” olunca konu daha bir önem kazanıyor.
Din tartışılamayınca bizim gibi toplumlarda aslında “hayata dair” tartışma yapılamıyor ve konuşulamıyor demektir. Doğumdan ölüme, evlilikten gündelik hayatta kullandığımız deyimlere kadar “dokumuza sinmiş” bir olguyu görmezden gelerek, yok sayarak, ondan kaçarak bir yere varamazsınız.
Bu nedenle bizim gibi toplumlarda “dini alan” tartışma yapılabilir hale gelirse, diğer alanların da önü açılır.
Burada bir hoşgörü ve müsamaha görülürse diğer alanlar kolayca özgürleşir. Burada bir yenilik ve canlanma olursa, diğer alanlar şaha kalkar.
Fakat mevzu “din” olunca iş başka bir hal alıyor.
Bakın nasıl…
"Dini alanı" konuşulamaz ve tartışılamaz kılan birçok mani bulunuyor. Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1- Kutsallık perdesi: Bir şeyi konuşturmamanın ve tartıştırmamanın en kestirme yolu onu kutsallaştırmaktır. Kutsallık perdesine bürününce artık o şeyi tartışmanız mümkün değildir. Çünkü söyleyeceğiniz her söz “kutsalın büyüsünü bozma” anlamına gelir. Dinlerin oturduğu zeminler bunun için en elverişli zeminlerdir. Bu konuda onca zıtlık ve karşıtlık görüntüsüne rağmen laikler ve dini çevreler aynı mantıkta birleşmekteler. Birisi kutsalın hayata, hele de devlete “karıştırılacağı” endişesiyle, diğeri de kutsallığın safiyetini bozacağı ve beşerileşeceği endişesiyle dini alanı konuşulamaz ve tartışılamaz görmektedir. Her iki halde de “kutsallık perdesine” bürünen din konuşulamaz olmaktadır. Her iki halde de din, yerdeki gerçek hayatla ilgisi olmayan yukarılarda bir yerlerdeki “kutsal alana” hapsedilmektedir. İman eden inancından dolayı, iman etmeyen de inancı olmadığından dolayı “dini alanı” tartışma dışı görmektedir. Bu nedenle de birine göre “kutsal din duygularının”, diğerine göre de “yüce ilahi değerlerin” her tür tartışmanın dışında bırakılması gerekir. Sonuç: Dini tartışmalardan uzak durulmalıdır… 2- Reform endişesi: Daha çok dini çevrelerde görülen bu endişeye göre, “yüce dinimiz” içerden ve dışardan yoğun saldırılara maruz kalmakta ve değiştirilmek istenmektedir. Bunun için “dinde reform” talepleri giderek artmakta ve Allah’ın dini “beşer eli değerek” bozulmak istenmektedir. Dış mihraklar dinin tartışılabilir olmasını sağlamak için işe buradan başlamak istemekte ve alttan alta bütün dini değerleri, kuralları ve argümanları tartışma konusu yapmak istemektedirler. Bunun önüne geçmek için “dini alan” titizlikte tartışma dışında tutulmalı ve saf mü’minlerin kafasını karıştıracak her tür tartışmadan kaçınılmalıdır. Başta felsefe olmak üzere “bid’at ehli” kişi, kitap ve fikirlere dikkat edilmelidir. Sonuç: Dini tartışmalardan uzak durulmalıdır…
3- Terk etme/unutma: Bazılarına göre de, din dediğiniz, artık insanlık tarihinde çok gerilerde kalmış bir “fenomen”dir. İnsanlığın sorunları eski çağlarda din kurallarına göre çözülüyordu. Tanrı’nın emirlerini getirdiğine inanılan peygamberler, bugünkü “bilim”in fonksiyonunu ifa ediyorlardı. Ama artık insanlığın geldiği noktada artık bu misyon tamamen bilim tarafından devralındığından dinlerin bir gereği kalmamıştır. Artık dinler eski çağlardan kalma bir “inanç tortusu” olarak insanlıkta var olabilirler. Bugünün insanı için bir anlam ifade etmemektedirler. Bu nedenle de “dini alanı” tartışma konusu yapmamak gerekir. İnsanlığın çocukluk dönemlerinden kalma ilkel inanç tortuları olarak zamanla yok olup gideceği için tartışmak bile zaman kaybıdır. Kendi haline bırakmak dışında bir önemi kalmamıştır.
Gerek kutsallık perdesine büründürülmesinden, gerek reform endişesinden, gerekse terk etme/kaçma/unutma çabalarından dolayı şu an Türkiye’de “dini alanın” üzerine ölü toprağı serpilmiş durumdadır.
İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası” çabaları bu yüzden donmuş vaziyettedir. Söz konusu bu “ölü toprağını” ve “donmayı” kırıp aşmak isteyen benim gibilere, bu yüzden olmalı ki üç tür tepki geliyor.
Birinci gurup diyor ki: “Kutsalla oynuyorsun”
İkinci gurup diyor ki: “Dinde reforma kapı aralıyorsun; alet oluyorsun, hatta bizzat sen bunun peşindesin.”
Üçüncü gurup da diyor ki: “Boşuna uğraşıyorsun, sen hala orada mısın?”
Birinci guruptakilere ben de diyorum ki: İslam’da sizin anladığınız anlamda “kutsallık” diye bir şey yoktur. Bu, daha çok dünyayı kutsal-kutsal olmayan, dini-seküler diye iki ayırarak anlayan ve Hristiyan ikliminde yeşeren batı kafasının din anlayışıdır. Oysa dünya pis ve adi bir yer değildir. Dünyanın kelime anlamı “yakın olan yer” demektir. Ahirette “sonra olan” manasına gelir. Biri pis ve adi, diğeri temiz ve yüce manasına gelmez. Biri kutsal diğeri kutsal olmayan diye bir şey yoktur. Her ikisi de Allah’ın yaratma eylemi sonucu ortaya çıkan veya çıkacak olan birer “tecelli” yani güç ve görkemin tezahürüdür. Çünkü Allah yerlerin ve göklerin nurudur. Allah’ın nurunun yansıdığı yer nasıl pis ve adi olabilir?
Dünyanın “fani” olması onun kutsal dışı olduğu anlamına gelmez. “Sürekli yeniden yaratılışın” bir evresi olduğu anlamına gelir. Allah, insanoğlunun algı ve kavrayış idrakinin dört boyutuna birden hitab ederek ilk (el-evvel), son (el-ahir), görünen (ez-zahir) ve görünmeyen (el-batın) olduğunu söylemiştir. Bunlardan birisi kutsal, diğeri kutsal olmayan diye bir şey yoktur. Her dört boyutta yaratma eyleminin tezahürleri olup gerçeğin ta kendisi (el-haqq) dır. Biri gerçek diğeri hayal diye de bir şey yoktur. Bir havai fişekten çıkan parıltılar gibi, parıldadığı “an” da, söndüğü “an” da gerçekliğin bir boyutunu ifade eder. Eskiden olan da, yeni olan da, parıltı da, karaltı da gerçekliğin ta kendisidirler. Bunlar parçalanamaz bir bütündür (es-samed).
Şimdi, bu bütünlüğü parçalayıp neresine kutsal neresine profan diyeceğiz? Yine bir Hristiyan kültürü olan Hz. Âdem’in yukarılardaki “kutsal cennetten” , aşağılardaki profan dünyaya “sürgün” edilmesi diye de bir şey yoktur. Âdem yani insan türü, dört boyutun görünen (ez-zahir) anında; dünyadaki bir bahçede yaratılmış ve oradan yeryüzüne dağılmışlardır. İnsanoğlunun çektiği acı bir sürgün cezası değil; oluş ve varoluş sancısıdır. Onun için her insan doğumu sancılıdır. Bu nedenle de insanı doğuran kadının rahmi için “O bir oluş sancısı (eza) dır” denilmiş; pislik, hastalık, uğursuzluk değil… Allah’ın “Kuddüs” olarak anılması “kutsal” manasına gelmemektedir. Kutsal, Türkçe’de “Kut’a” (Tanrı’ya) ait olan, O’ndan bir parça taşıyan manasında olup bunun için kutsal deniliyor. Bu din anlayışında yukarısı, nur, ışık ve mana âlemi, aşağısı karanlık, zulmet ve madde âlemi olarak görüldüğü için, yukarıdan gelen her şey kutsal, aşağıda alan her şey de kutsal dışı olmuş oluyor. Kutsal, aşağılık madde âleminde nereye dokunursa orası kutsanmış oluyor. Bunun için İsa kutsaldır, Meryem kutsaldır, çalı kutsaldır çünkü kutsal olan bunlara dokunmuştur.
Kuddüs “Temiz ve pak olan” demektir.
Peki, bunun zıddı kirli ve pis olan nedir?
Allah’ın kendine farz kıldığı “rahmet” yani bütün sevgi, merhamet ve iyilik dışı amellerdir. Çirkin ve kötü fiillerdir. Yoksa Allah temiz, yarattığı dünya pis veya ahiret temiz, dünya pis diye bir ayrım ve parçalanma asla söz konusu olamaz. Mübarek de, kutsal demek olmayıp, “kalıcı olan” manasındadır. Bu durumda mübarek beldeler demek, “yankısı çağlar boyu süren, kalıcı, sürekli yerler” demektir. Yoksa Tanrı’nın (Kut’un) dokunduğu/indiği ve bu nedenle de kutsal olan yerler demek değildir. Baktığımızda, Kur’an tartışma sahneleri ile doludur. Muhataplar, Allah’ın varlığı, birliği ve bölünmez bütünlüğüne tartışmanın içine çekilmek suretiyle ikna edilmeye çalışılır. Demek ki “Bir şeyin doğruluğunu görmek ve kabul edip benimsemek için önce onu tartışabilmek gerekir.”
Çünkü Türkçe’de tartışmak, “tartmak” kökünden gelir ve bir şeyin iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı olduğunu tartmak, ölçmek, teraziye vurmak, böylece de idrak etmek, algılayabilmek demektir.
Bu nedenle bir şeyi önce tartacaksın, sonra kararını vereceksin.
Önce bakıp araştıracaksın (nazar), ölçüp biçeceksin (mukayese), karşı karşıya getireceksin (müsademe), düşüneceksin (teemmül, taakkul, tefehhüm)…
İnsan için ilk farz bunlardır. Sonra iman gelir. Kur’an, Hristiyanlık gibi “Önce iman et, sonra düşünürsün” demez. Tam tersi “Önce düşün, sonra iman et” der…
Müsademe-i efkar (fikirleri karşılaştırma, ölçme tartma, tartışma) olmadan barika-i hakikat (gerçeğin ne olduğu, gerçeğin aydınlığı) nasıl ortaya çıkar?
Şu halde İslam’da kutsallık perdesi diye bir şey söz konusu olmadığı için, tartışılamaz da hiçbir şey yoktur. Hem bir şeyi tartışmak, o şeyi inkar etmeye veya inkarına zemin hazırlamaya giriş demek değildir.
Bir şeyi inkâr etmek için önce onu tartışılır kılmak gerekir” argümanı, kutsallık perdesine bürünmüş ve gücünü sırf bu kutsallıktan alanların sözüdür. Özünde “kutsalı kullanan tiranlık” hevesi yatar. Burada akıl, mantık ve tartışma kutsalın büyüsünü bozacağı için çok tehlikeli şeylerdir. Bu nedenle “akıllara her bir şeyi sordurtan” Kur’an tehlikeli bir kitap olmak icab eder. Gel gör ki, şu an, tam tersine çevrilmiş, “kutsal kitap” haline getirilerek aklı, mantığı ve tartışmayı bastırmanın, boğmanın aracı haline getirilmiş durumda… İkinci guruptakilere de diyorum ki: Dinde reform endişesi Kur’an var olduğu için vardır. Kur’an gelince eski dünya dinleri dinde reform endişesine kapılmışlar ve dinlerinin değiştirileceği vehmiyle kutsallık perdesine bürünerek kendilerini tartışma dışı bırakmak istemişlerdir. Çünkü İslam’ın en büyük özelliği bizzat kendisinin zaten dinde reform olmasıdır. Şimdi ise durum tam tersine dönerek, dinimizin değiştirileceği vehmiyle Kur’an kutsallık perdesine bürünüyor ve kendisini tartışma dışı bırakmak istiyor, öyle mi? Akıl, mantık ve felsefeye karşı Kur’an metinlerini kutsallaştırarak tartıştırmamak ve böylece savunmak, tam da eski dünya dinlerinin Kur’an’a karşı kullandığı bir yöntem değil miydi? Hâlbuki Kur’an’ın yöntemi bu değildir. Kur’an’ın yöntemi meydan okumaktır: Haydi, bunun benzerini getirin, hodri meydan!
Yani: Gücünüz varsa karşıma çıkın. Buradaki sözlere benzer sözlerle tartışın. Belden aşağıya vurmalarla, kendini kutsallaştırıp tartışılmaz kılmalarla değil; aklın, mantığın ve sözün gücünü kullanarak ikna edin ki asla edemeyeceksiniz…
Şimdi, böylesi bir kitap karşısında reform endişesine kapılanlar haklı olabilirler. Fakat Müslümanlara ne oluyor?
Dinimize güvenmiyor muyuz? Hurafe çöplüğü üzerine mi kurulmuş ki bir akıl ve felsefe üfürüğü ile savrulup çökecek? Kim, ne ile nasıl reforma uğratacakmış?
Akıl ve vicdan üzerine kurulu bir dini kim yıkabilir?
Yok dininizi hurafe çöplüğü üzerine kurmuşsanız eğer, yıkılan veya reforma uğrayan din değil; dindeki hurafeler olmak icab eder.
Hem dinde reform dinin sahibinin işidir. Yani Allah’ın ve peygamberin yapacağı bir iştir. Allah dinini ve şeriatını yenilemeyi murad ederse, yeni bir peygamber göndererek, yerine yenisini getirerek, eskiyi “nesh” ederek yapar bunu.
Şu anda böyle bir şey olmadığına göre, bize düşen son peygamberin getirdiğini hurafelerden arındırmak; aslını, özünü ve esasını görebilmek için yaklaşım biçimimizde, baktığımız yerde, kafamızda, zihniyetimizde reform yapmaktır. İşte buna “dinde reform” değil; “din anlayışlarında reform” diyoruz. Ve bunun kaçınılmaz olduğunu söylüyoruz. Dahası, buna İkbal’in tabiri ile “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası” süreci diyoruz ve bunun için de “dini alanı” tartışmaya açmanın zaruri olduğunu söylüyoruz. “Dış mihraklar da bunu istiyor” diyerek buna karşı çıkanlar, kendilerine ve dinlerine güvenmeyenlerdir. Hatta dış mihraklar söylemi sayesinde içerideki statükolarını sürdürmek isteyenler olduğu da söylenebilir. Çünkü bu tartışma ve yeniden inşa sürecinin sonunda ihtimaldir ki bazı köhnemiş zihniyetler bir daha bu topraklarda yeşerme fırsatı bulamayacaktır… Şurası unutulmamalı ki İslam dünyasının şu an elinde bulunan kimi dini metinlerle insanlığın karşısına çıkamayız. Bir süzme, eleme, işin özünü ve esasını bulup ortaya çıkarma faaliyeti lazımdır. Geçen 14 asır bu özü ve esası ciddi bir şekilde eskitmiş, bulanıklaştırmış ve yıpratmış bulunuyor. Bir tazelik ve canlılık lazım... İşte bunu yakalamak için de “dini alanı” konuşmak ve tartışmak zorundayız…
Üçüncü guruptakilere de diyorum ki: İslam sönmüş bir yıldız değildir. Esasında İslam dinlerden bir din de değildir. İnsanlık vicdanının sesi (basairu li’nas) olan, içinde insanlığın şerefi ve haysiyeti (ez-zikr) olan bir kitap insanlık var oldukça var olmaya devam edecektir. Akla ve vicdana dayanan, insanlığın temel değerlerini (hablun minennas) savunan ve sürekli bunları hatırlatan bir dine olan ihtiyaç insanlıkta hiçbir zaman bitecek değildir.
Bu nedenle İslam’ı eski dünya dinlerinden bir din yerine koyup, konuşulmaya ve tartışılmaya değmez görmekle korkunç bir cehalet örneği sergiliyorsunuz. Bu konuda yanıldığınızı da her geçen gün görüyorsunuz ve göreceksiniz.
Kutsal din duyguları” diyerek, güya saygı gösteriyormuş gibi yapıp İslam’ı tartışma dışı bırakmak yani tarih, hayat ve tabiat ile ilişiğini kesmek ona yapılmış en büyük saygısızlıktır. Hâlbuki tam tersi İslam’ın tarih, hayat ve tabiat ile tefsirinin yapılması ve akıp geldiği esas mecraın bu olduğunun gösterilmesi gerekiyor ki bu dinin sadece bir duygu değil; duygu ile başlayan bir iş olduğu görülsün.
Zira din yani İslam “bir vicdan işi” değil; “vicdan ile başlayan bir iş”tir. Bir duygulanış ile harekete geçer; tarihin, hayatın ve tabiatın tam orta yerinde iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, adalet, vefa, sevgi ve merhamet, sözün namusu, zulme isyan ve ezilenlerin sesi soluğu olarak ete kemiğe bürünür. Çünkü bu din diriler içindir; ölüler için değil. Bunun ne olduğunun, nasıl gerçekleşeceğinin ve diğerlerinden farkının ne olduğunun anlaşılması için de tartışılması, konuşulması gerekir. Aksi halde bir duygu hapishanesine hapsedilmiş olur.
Zira duygu insanı dışarıya çeken şeydir. Düşünce ise dışarıya bildirmedir. Duygu, meramını ifade için düşüncenin araçlarına başvurur. Serazat duygular insanın iç âleminde dalgalanabilir ama meydana çıkmak için düşüncenin araçlarına; söze, akla ve mantığa bürünmek durumundadır. Aksi halde tarih, hayat ve tabiat onu dışına atar. İşte bunun için bir din kalıcı, yaygın ve sürdürülebilir olmak istiyorsa açıklama ve tekliflerinde makul olmak zorundadır.
Dini yükselmelerine engel görenlerin dini tartışmalardan rahatsız olmaları ise başka bir garabet örneği... Onlara göre “dini alan” artık bir nostaljidir. O gömlek çoktan çıkarıldığı için hakkında konuşmak ve tartışmak da manasızdır. Bu nedenle bu tür yazı ve tartışmalarımızı görünce “Sen hala oralarda mısın” diyorlar.
Sanki kendileri çok iyi yerdeler de…
Bize de “Hadi sende at kırk takla, gel buraya, ne duruyorsun” der gibiler…
Bu vesile ile şunu söylemek isterim. Dinlerini ciddiye almayanların, dini alanı hayatının hiçbir döneminde oturup doğru dürüst okumamış, konuşmamış ve tartışmamış olanların hazin sonudur bu…
Bunların kimileri önden gitmiş, kimileri de arkada fırsat doğmasını beklemektedir. Fırsat doğduğu an aynı onlar gibi olacaklar. Bakmayın şu an muhalif göründüklerine… Çünkü bunlar hayatlarının hiçbir döneminde dinlerini ciddiye almadılar. Dinini ciddiye alan okur, araştırır, tartışır, gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışır. Ama bunlar o zihniyete göre “oy kaybettiren”, “dengeleri bozan”, “cemaati dağıtan”, “kafa karıştıran” işlerdir. Bu kaygılarla yaşayan bir insanda “hakikat derdi” diye bir şey yoktur. Eh, hakikat derdi olmayınca, soylu bir hakikat yolculuğuna çıkmayınca, kendinizi hakikat sanmaya başlarsınız. Artık hakikatin nerede olduğu değil; kendinizin nerede olduğu önemli olmaya başlar. Asude kâşanelerde yaşar hale gelmişseniz, varsın yansın dünya, ne gam! Hakikate gark olmuşuz işte…
Bunların dini buraya kadardır.
Daha konuşmanın, tartışmanın, hakikati aramanın, hala oralarda dolanıp durmanın ne anlamı olabilir ki?
Bilmezler ki asıl hakikat arayışı asude kâşanelere gömülünce başlar. Saray hayatından kaçarak kendini dağlara vuran, incir ağacının altında hakikati arayan bilgenin aradığı neydi acaba?
Şimdi, işte bu sebeplerle “dini alan” ıssızlığa terk edilmiş bulunuyor.
Böyle olunca dini alan “orada öylece” duruyor. İmaj değişiyor, mahalle değişiyor, ev değişiyor, araba değişiyor, eş değişiyor ama “zihniyet” bir türlü değişmiyor. Sadece değişmiş gibi görünüyor. Çünkü o zihniyeti besleyen “dini metinler” terk edilmiş bir halde orada öylece duruyor ve kimse onlarla yüzleşmeye yanaşmıyor. Her gelen yeni nesil dine yönelmek isteyince o metinlerle karşılaşıyor ve yine yeniden aynı tipler türüyor. Dinlerini pazara kadar değil mezara kadar ciddiye alanlara sesleniyorum: Gelin Allah’ın dinini tarihe, hayata ve tabiata döndürelim! Eğer bu din asıl mecraı olan buradan akmazsa insanlık onu dışına atacak. Eski çağlardan kalma, gerçek hayatla ilgisi olmayan fantastik bir inanç tortusuna dönüşecek. Hurafe bağlamış bir şekilde orada öylece duran dini metinleri, üzerlerindeki tozu silip tarih, hayat ve tabiat ile test etmezsek, eski dünya dinlerinin düştüğü duruma düşecek.
Bu nedenle herkesi gömleklerini giymeye, okumaya, araştırmaya, konuşmaya ve tartışmaya çağırıyorum.
Vira bismillah!
R.İhsan ELİAÇIK
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|