Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
sayın medeni,bir kısmına cevap olması amacıyla tarihden bir alıntı yapacağım.
Ölü Deniz Yazılarının ortaya çıkardığı Essene kimliği ile, Josephus ve ona dayalı geleneksel kabul arasında derin çelişkiler var:
-Josephus’un Esseneleri bekâr erkekler toplumudur. Oysa harabelerde çocuk ve kadın iskeletleri bulunmuştur. Ayrıca “Toplum Kuralları” adlı yazıtta, evlilik ve çocuk yetiştirme konuları işlenir. Bu noktada, International Team’in, yazıtların “Secterian” (Tarikat ile ilgili) bölümünü hep gözlerden ırak tutma gayreti anımsanmalıdır.
-Hiç bir yazar, Essene takviminden söz etmez. Yazıtlarda, Kumranın güneşe endeksli bir takvimi olduğu ortaya çıkarılmıştır.
-Philo ve Josephus’un anlattığı Esseneler kurban törenlerini bilmez. Halbuki harabelerde kurban edilmiş hayvan iskeletleri bulunmuştur; daha önemlisi, “Mabet” yazıtında, kurbanla ilgili kurallar vardır.
-Josephus, Essenelerin, Herod Antipas (İ.Ö. 20- İ.S. 39 arası Judea Tetrarkı) ile iyi geçindiğini yazar. Yazıtlarda, Essenelerin, bu Roma kuklası krala karşıt oldukları açıkça bellidir.
-Nihayet Josephus ve Philo’nun anlattığı Esseneler, sakin, pasif, bu dünya ile ilgisi olmayan keşişlerdir. Oysa, harabelerdeki buluntular ve “Savaş” yazıtı, Kumran ve çevresine yerleşmiş bu insanların, geleneksel Essene imajından çok, o günlerde bölgede, Roma baskısına ve Roma’nın işbirlikçisi olan Yahudi yaşamına karşı başkaldırıyı yürüten “Zelot” tanımına daha çok uyduğunu gösterir.
Yahudiler, en başından beri, dinsel ve laik önderlerin ortaklaşa yönettiği bir toplum olagelmiştir. Dini liderler, Levi kabilesinden Aaron'un halefleri olan Zadok'lardandır; laik liderler, Juda kabilesinden Davud'un halefleridir. Babil sürgünü ve daha sonra İskender ile başlayan Helenistik etkilerin derinleştirdiğiyozlaşma, politik boşluğun ötesinde, dini liderliğin yapısını ve toplum üzerindeki etkisini bozmuştur. Sonunda, İ.Ö. 167'de, Mattathias Maccabeaus, bir Yunan görevlinin kurban konusundaki pagan isteğine karşı çıkarak isyanı başlatır. Maccabeaus ilk Zelot'tur. Oğlu Judas inzivaya çekilir (Musa, İsa ve Muhammed gibi) ve sonra kardeşleri ile beraber, Kutsal Topraklarda, yeniden Musa yasasına uygun düzeni kurar. Maccabeaus'un yandaşları Makkabiler İ.Ö. 76 yılına kadar kontrolu elinde tutarlar. Sonra yine yozlaşma ve Kral Antipas.
Yazıtların, "Biblical" ve "Secterian" olarak iki ana bölüme ayrıldığı, Biblical bölümün International Team ve Ecole Biblique tarafından ön plana çıkartılıp, Secterian bölümün gölgede bırakıldığı bilinmektedir. Kutsal Toprakların o dönemdeki havası ve o hava içinde, Kumran topluluğunun gerçek kimliği, yani Essenelerin gerçek yüzü, Secterian bölümlerde verilmiştir: Roma Kutsal Topraklara hakimdir. Herod Antipas kukla bir kraldır. Yahudi bile değildir. Durumunu halka kabul ettirmek için, bir Maccabi prensesi ile evlenmiş, yeterince güçlenince de karısı ve kardeşlerini öldürtmüştür. Dini lider de Roma'nın uydusudur. Dış etkiler, iç yozlaşma, Yahudi toplumunu alt üst etmiş, Kutsal Topraklardaki yaşam Musa kanunlarının dışına itilmiştir. Roma'yı kovmak ve Musa düzenini yeniden kurmak için ölüm-kalım savaşı veren insanlar çıkar...Bunlar Zelot'lardır...
Bu noktada, İncillerde ve kilisenin yüz yıllar boyu süregelen araştırmalarında hep gölgede bırakılmış bir isimden söz etmek zamanı geliyor: James!.. İsa'nın kardeşi. Ondan sadece Acts (Nebilerin İşleri) kitabında, bir iki yerde bahsedilir. Kumran yazıtlarında James'in önemli bir yeri vardır ve adı "The Righteus" tur (Haksever). "İlk Kilise"nin (Early Church) önderidir.
Milat yılları... Kutsal Topraklar... İlk Kilise veya ilk mabet... Özgür bir ülke ve Musa yasaları için ölümüne savaşan insanlar, Zelotlar. Esseneler, Kumran'lılar... Bunlar İlk Kilise'ye ve onun liderine bağlı, değişik isimlerle anılan aynı insanlar. Sadece Kumran'da değil, Kutsal Toprakların tamamına yayılmış yasa ve "Yol"un savaşcıları… Geleneksel Essene çerçevesinin çok dışında bir topluluk, örgütlü bir güçtürler. Üyelerini, yeni üyeler bulmak, para toplamak için görevlendirir. Suikastler düzenler. İsyanlar tertipler, kaleler kurar, Roma'yı o tarihte 80.000 kişilik bir ordu gönderecek denli ürkütürler....."
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
selamlar, kıymetli el_turki dostum,üşenmeden o kadar tarihsel içerikli yorumunu yazmışsın,teşekkür ediyorum. bak dostum sen esseneleri örnek vermişsin,esseneler ne yapmış,sonunda roma devletini yıkan essseneler mi olmuş? vurmak kırmak bizim dinimizde yoktur,dediğim gibi nefsi müdafa durumu dışında insanlara kesinlikle böyle bir hak verilmiş değil.devletin bile böyle bir hakkı yoktur.devlet suç işleyeni hapse tıkabilir ancak ona eziyet etme,şiddet kullanma hakkına sahip değildir.kısas yapması da nefsi müdafa sayılıyor.çünkü katil o vatandaşı öldürmüşse,ölen maktülün öcünü alarak bir nevi nefsi müdafada bulunmuş oluyor.yani anlayacağın insan öldürmek o kadar ucuz bir şey değildir. o halde geriye bir seçenek kalıyor,davanı bir parti çatısı altında anlatmak.nasreddin hocanın fıkrasında söylediği bir tabir vardı ya.eşek yanıyormuşta ona demişki aklın varsa göle kaç demişya.halkın aklı varsa bilinçli oy kullanarak partiler arasındaki en iyisini,en yararlısını seçerek hayatını kurtarır.en iyisini seçmeyi beceremezse belalardan bela beğenmiş sayılır. bak dostum,hala çözüm metotlarını bekliyorum.essenelerden ben tatmin olmadım.bana akıllı topluluklardan misal getirmeni tercih ederim.halk isyanlarından bana en akıllı geleni arap Tunus isyanı oldu.halkta akıllıymış bin ali'de.şiddet kullanmadan kan dökülmeden bir devrimi başardılar.ama bence o devrim yarım kalmış bir devrim oldu.niye,çünkü bin ali'nin ülkeden gitmiş olması problemi çözmüyorki,halkın bizzat yönetime katılması lazım.en azından devletin kurumlarını denetleyen bir mekanizma kurup onların üyelerini halktan oluşturmak lazım.o kurum devletin istediği kurumu denetleyebilmelidir. dostum,devletin kurumlarını da halk denetleyebilmelidir.bu olmazsa politikacısı da sınırı aşar,nükleer santraller yapmaya kalkışır.istediği zaman zam yapar,altını,doları,yuroyu değerlendirir,develüasyon yapar,adeta halkın kaderiyle oynar.ama halk denetleme kurumu olursa işte onları yapamaz. bugün başbakan bir demecinde nükleer santraller yapma amaçlarının gerekçelerini söylüyordu,gerekçesi bana hiçte mantıklı gelmedi,diyorki risk var diye köprüden de mi geçmeyeceğiz diyor.bence çok büyük çarpıtmaca yapıyor.bak dostum insanlar elektirk olmadan da yaşayabilir ama nükleerle o yaşama şansına da sahip olamaz.tamamen yok olup giderler.ya başbakanımız hayal dünyasında yaşıyor,yada halkın uyuduğunu zannediyor.halkı bilmem ama en azından benim uyumadığımın farkındayım. aslında anlatacak çok şey varda neyse,daha fazla başını ağrıtmayayım dostum. selamlar,sevgiler.
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Sayın medeni ,
Demokrasiyle ilgili fikirlerini takdir ediyorum. Aynen katılıyorum.
Vurmak kırmak konusundaki fikirlerini de aynen destekliyorum.
Bu artık müslüman insanlarında demokrasiyi amaç olarak benimsediği yolunda güzel bir işarettir.
El Turki arkadaş Demokrasi de bulamadığını nerede bulacak. Erbakandan, Tayyip Erdoğan dan , Numan Kurtulmuştan ne bekliyordu ki , hayal kırıklığına uğruyor. Bu insanlar iktidara gelince şeriatçı diktatörlüğe mi sapmalıydı.
Eski nesil müslümanlar demokrasiye inanmazdı. Demokrasi amaç değil araçtır derlerdi. Tayyip Erdoğanın da 2000 li yılların başında bu tarz konuşmaları var. Ama bugün öyle düşündüğünü sanmıyorum. Ordu buyüzden bunlara güvenmezdi. Her iki tarafta birbirine korku salardı.
Bu dinciler , işin başından beri hiç bir zaman demokrasi konusunda güven vermedi. Yani bu memlekette dindarlar üzerinde biraz baskı olduysa bu dinciler yüzündendir.
Bugün epey bir ilerleme var. İnşallah yanılmıyorumdur.
Bir de siz laiklik olayını yanlış yorumluyorsunuz.
Dünyada ileri gitmiş bütün devletler laik devletlerdir.
Laiklik olmadan nasıl bir ekonomi uygulanabilir merak ediyorum. Faiz yasağını savunan kişiler mi ekonomi yönetecek. Mümkün değil. En azından bu nedenle laiklik gerekir.
Diyorsun ki siyasi partiler 20 yüzyıl başında ortaya çıktı. ABD de Cumhuriyetçi parti, demokrat parti 1800 lerde de vardı. Neyse dediğin Avrupa için genelde doğru. Peki bu partiler hangi ülkelerde ortaya çıktı. Laik ülkelerde değilmi kardeşim.
Demokrasi, insan hakları falan hepsi laik kültürün sonucu.
Halkının, yönetenleri denetlediği ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi devletler laik değil mi kardeşim.
Laiklik Endüstri devrimi ve Aydınlanma hareketi ile ortaya çıktı. İkisininde tarihi 1770 lerdir. Bu bütün dünyayı etkiledi 1800 lü yılları bu iki hareket yönlendirdi. 1900 leri de onların türevleri pozitivizm, sosyalizm, kapitalizm, sosyal demokrasi, milliyetçilik, demokrasi.
Ben Kur'ana saygılı bir laikim. Laik olmam benim akıl ve bilime önem vermemi sağlıyor. Laiklik Vahye karşı. Tamam da bügünkü İncil, Tevrat, Müslümanlıktaki Hadis kültürü çakma vahiy. Adamların dini inancına saygılı olmakla birlikte , bunları vahiy olarak değerlendirmem mümkün değil. Türkiyedeki dindarları gerici yapan da bu çakma vahiy olayı. Kur'an gerçek vahiy. ve Gerçek vahyin Laiklikle bir sıkıntısı yok, akıla bilimle de bir sıkıntısı yok. Onun için okuyorum, inceliyorum. Kur'an kendi takipçilerine on numara büyük bir kitap. Bu takipçiler , çakma vahyin etkisinde. Zaten sıkıntılar buradan doğuyor.
Kur'an, ilkeleri açısından demokrasi ve insan hakları na aykırı bir kitap değil. Kur'an akla, bilime aykırı bir kitap değil. Tabi daha çok incelemek lazım.
Kur'an ın Ekonomik görüşü Sosyal kapitalizm. Bir insan sosnsuz mal mülk sahibi olabilir, ama fakir fukaranın hakkını Allah adına gözetecektir. Yoksa Allahın tehdidine muhataptır. İnsanlar iki yüz senedir bunun tartışmasını yapıyor. Hatta dahada fazlası var da iki yüz senedir daha fazla. Kur'an öyle bir lokma, bir hırkacı değil. Tam tersine Bin lokma, bin hırkacı.
Başbakana gelince, onun işi zor dostum. Yanı başında İran, Ermenistan, Gürcistan, Bulgaristan, Rusya, İsrail de bunlar var. Buralarda olacak bir kaza, aynen senin ülkende olmuş gibi seni etkiler. Onun için nükleer e karşı olmanın Türkiyeye bir getirisi yok. Ancak şunu dersin, kendi yaptığım santral nedeniyle değil elalemin santralları nedeniyle ölüyorum. Vicdanen rahatım. Bu da ancak züğürt tesellisi olur.
Onun için memlekete enerji lazım. Hiç bir enerji kaynağı , nükleere eş değer olamıyor. Bunu seyrettiğim bütün kanallarda enerji uzmanları ifade ettiler. Yani hidroelektirk, kömür, doğalgaz , rüzgar falan Nükleerin yerini tutamıyor. Ancak destekleyici oluyor. Ondan dolayı bu santralları yapacaklar. Konudan anlayan kişiler bunun geç bile kaldığını düşünüyorlar. Türkiyenin ekonomisi daha kuvvetli olsun istiyorsak, gerekli tedbirleri almak şartıyla buna mecburuz.
selamlar,
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
"Hz. Peygamber (s.a.v), Medine’ye varır varmaz ilk olarak yaptığı işlerden biri, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan, barış içinde yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Deyim yerindeyse, Resulüllah (s.a.v) bu çalışmasıyla, kendisinin başkanı olduğu bir şehir devletini kurmak istemişti. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber (s.a.v) Enes b. Malik’in evinde,1 Müslümanların hak ve sorumluluklarını, ayrıca başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin hak ve sorumluluklarını ihtiva eden bir anayasa, aynı zamanda sözleşme niteliğinde olan bir beyanname yayınlamıştı. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden oldukça rahatsız olan Yahudiler, insanî açıdan en ufak detayı bile ihmal etmeyen ve karşı çıkılması imkânsız böyle bir olumlu hareket karşısında çaresiz kaldılar. Bu yüzden bazı Yahudi kabilelerinin katılımı geç olmuş olsa bile, Yahudiler genellikle sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar. İbnu Hişam’ın Siyer’inde aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in gerçek büyüklüğünü ve bütün dönemlere hâkim olan dehasını açıkça göstermektedir.2
Medine vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır.
Devletin iç idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü vesikanın bir yerinde şöyle denilmiştir: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.” Bu madde anayasanın en önemli maddelerinden birisidir. Çünkü bu madde, tüm yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde olduğunu açıkça ifade eder. Bu anayasa ile Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe indirilmişti. Araplar o güne kadar bir zarar veya felakete maruz kalanların intikamını alma işini kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştu.
A- Vesikada Yer Alan Kavramlar:
1-Müslümanlar:
“Müslüman” ifadesinden, Mekke’den hicret eden Muhacirler ile onlara kucak açan ve onlara yardım eden Medineli Ensar anlaşılmaktadır. Bu iki grup hiç şüphesiz İslam’ın rükünleriydi. Bunların Hz. Peygamber’e (s.a.v) bağlılıkları sonsuzdu. Muhacirler, evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün Arap geleneklerine aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını çiğnemiş olan bu değerli insanlar tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf Allah rızası için her türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i Münevvere’deki Müslümanlar da bu din kardeşlerine kucak açmışlar, onların fakirlerine mal-mülk vererek diğer ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi. Bu Müslümanlara “Ensar” denmiştir. İslam’ın kurduğu din kardeşliği bir takım çekememezliklerin ortaya çıkmasına engel olduğu gibi Allah ve Resulü uğrunda en büyük fedakârlığı seçmek konusunda Muhacirler ile Ensar arasında bir fazilet yarışının doğmasına da vesile olmuştu. Erkek ve kadın Müslümanların bu yeni uyanış yolunda gösterdikleri büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilecek kadar duydukları heyecan, dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.
2- Medineli Araplar:
Medine’deki ikinci grup henüz Müslüman olmamış putperest Araplardı. Medine’de, Evs ve Hazrec olmak üzere başlıca iki Arap kabilesi vardı. Bu iki kabilenin de kolları ve şubeleri vardı. Evs ile Hazrec, Harise b. S’alebe’nin iki oğlu olup anneleri Kayle bint Cefne’den dolayı Araplar arasında bunlara “Beni Kayle” de denilmektedir. Kahtanî’lerden olup asıl vatanları Yemen’dir. Seylü’l-‘Arim denilen sel felaketinden sonra kuzeye gelmişler. Daha sonra Evs ile Hazrec’in babaları olan S’alebe Yesrib’e yerleşti (M. 492). Burada bir müddet Yahudilere bağlı olarak yaşayıp onların baskısına maruz kaldılar. Daha sonraları Gassanilerin desteğiyle Yahudilere karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Fakat yine de Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşürmeyi başardılar.3 Bu yüzden cahiliye döneminde aralarında çok savaşlar çıkmıştır. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden itibaren bu iki kabile arasındaki ihtilaf da sona ermişti. Ne var ki, bu iki kabilenin tümü Müslüman olmuş değildi. Hatta Evs ve Hazrec’ten Yahudi olanlar bile vardı.
3-Yahudiler:
Üçüncü grubu oluşturan Yahudiler de Medine’nin sakinleri arasında yer alıyorlardı. Aslında Yahudiler Müslümanlar için büyük bir tehlike unsuru sayılıyordu. Zira Yahudilerin Mekkeli Kureyş kabilesi ile sıkı ticaret ilişkileri vardı. Ayrıca İslam dinine düşman olan herkesle kolayca ittifak edebiliyorlardı. Bunlar önceleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vaazlarını hoşgörü ile karşılamışlardı. Fakat “Beklenen Mesih” olarak görmek istedikleri Hz. Peygamber’i sonunda “Beklenen Mesih” olarak kabul etmemişlerdi. Yahudiler, Hz. Peygamber’i (s.a.v) hayalci ve uydurmacı bir vaiz sanarak ona iltifat etmek istememişlerdi. Hatta kolay yutulacak bir lokma diye eski düşmanları olan Evs ve Hazrec’in başına geçen Hz. Muhammed’le (s.a.v) işbirliği yapabileceklerini düşünerek Arabistan’ı fethetmek ve yeni bir Yahudi devletini kurmak için büyük bir ümide kapılmışlardı. Onlar bu ümitle Medine halkının Hz. Peygamber için tertipledikleri karşılama törenlerine katılmışlardı. Yahudiler bir müddet Hz. Peygamber’e (s.a.v.) karşı bir barış çizgisi takip etmişlerdi. Fakat bir ay geçmeden, kendilerine gönderilen peygamberi çarmıha geren eski isyancı ruhlarıyla hareket ederek açık saldırılar ve gizli su-i kastler tertip etmeye başladılar.
4- Sahife-Kitab:
Medine Vesikasının 1. maddesinde yer alan ifade,4 yasanın kendi kendisini “Kitab” şeklinde tanıttığını göstermektedir. İfade şöyle: “Bu kitap (yazı) Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).” Bundan başka vesikanın ileriki maddelerinde yasa, sekiz yerde kendisini “Sahife” olarak da tanımlamaktadır.
5- Ümmet:
Anayasanın 1. maddesi, düzenli bir İslam topluluğunu meydana getirmeye yönelik ifadeler taşımaktadır. Bu toplumun, Muhacirler, Ensar ve bir savaş durumunda Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı koymayı kabul eden gayri Müslimlerden meydana geleceğinin işaretini vermektedir. Anayasada ayrıca bu vasıfları taşıyan bir topluluk, diğer insanlardan ayrı özelliklere sahip olduğu için 2. maddede, “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler” şeklinde, “Ümmet” gibi daha seçkin bir kavramla ifade edilmiştir.
B- İçerik:
Medine vesikası 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla beraber içerik bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözme istidadında olan bir sözleşmedir. Ana konuları itibariyle metinde şu konular ağırlık kazanmıştır:
1-Adalet:
Medine Anayasasının birçok maddesinde herkese eşit bir şekilde adalet götürülmesi açıkça öngörülmektedir. Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır, denilebilir. Çünkü adaletle hükmetme konusunda yetkiler tamamen şahıslardan alınmış ve merkezî otoriteye bırakılmıştır. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun merkezî otorite tarafından gözetilmesi esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde: “Takva sahibi müminler kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır” denilmektedir. Bu maddeye göre bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım etmekle mükelleftirler.
Denilebilir ki, Yahudileri bu topluluğa girmeye ikna eden tek şey, adaletin dağıtılması konusunda herkesin eşit muamele görecek olmasıdır. Vesikanın 16. maddesi bu konuda açıktır: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve muzaheretimize hak kazanacaklardır.” Vesikanın 22. maddesi, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin bir katili himaye edip ona eman vermesi helal değildir” şeklinde özetlenebilir. Buna göre suçluyu himaye etmek otoritenin nazarında suç sayıldığı gibi, ahirette de cezası büyük olan bir günahtır.
Vesikanın 23. maddesinde, kim olursa olsun, aralarında ihtilaf çıkanların başvuracakları tek merciin Allah olduğu, en yüksek hakemin de Allah’ın Resulü olduğu açıkça ifade edilmiştir. Böylece vesika, herkes için ihtilaflı olayları çözme makamının, şahsiyetler değil merkezî otorite olduğunu vurgulamaktadır. Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir merkeze tevdi edilmesi, adalet duygusunun toplumda meydana getireceği rahatlama bakımından çok önemlidir.
2- Suçun Şahsiliği:
Medine Anayasasının birçok maddesinde suçun şahsiliği prensibine kuvvetli bir şekilde vurgu yapılmıştır. 25/B maddesinde: “Kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya bir cürüm işlerse o sadece kendisine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır” denilmektedir. Burada “…ve ailesine” kaydı, diyetin ödenmesi halinde ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğuna yönelik bir uyarıdır. Yoksa katil olan bir kimsenin ailesinin de cinayetle yargılanacağı anlamında değildir. Vesikanın diğer bazı maddelerinde bu anlam desteklenmiştir. Nitekim 36/B maddesinde, “Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. (Yani bu kurala uymayan bir kimse haksız olacaktır). Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir” denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”5 ayetinin hükmü ile paralellik arz etmektedir.
3- Sigorta:
Vesikada yer alan birçok madde (3–12) harpte esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için kurtuluş akçesi (fidye-i necat) vermek, öldürme veya yaralama gibi hallerde kısas yerine kan bedelini (diyet) ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumunu öngörmektedir. 12. maddede açıkça şöyle denilmektedir: “Müminler kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakamayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçların iyi ve makul olan esaslara göre vereceklerdir.” Yeni oluşturulan sosyal yapıda sadece Müslümanların kendi aralarında birbirilerine yardım etmeleri değil, her kabile diğer kabilelerin yardımına koşan ve onların mali ağırlıklarını paylaşan dinamik bir statüye kavuşturulmuştur.
4- Vatandaşlık ve Savunma:
İslam anayasası, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu öne çıkarmış, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza koyan herkesi eşit vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 20/B maddesinde şöyle denilmiştir: “Hiçbir (Medineli) müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir mümine bu hususta engel olamaz (Yani Kureyşliye saldırmasına engel olamaz)”. Bilindiği gibi Müslümanlar Mekkeli müşriklerle (Kureyş Kabilesi) savaş halindeydiler. Bu durumda Medine’deki müşrik vatandaşlar Mekkeli müşrikleri himaye edip onlara yardım edemezlerdi.
Birlikte savaşa katılacak olan vatandaşların savaş giderleriyle ilgili hükümler de ihmal edilmemiştir. 24. maddede, “Yahudiler müminler gibi savaş devam ettiği sürece savaş masraflarını kendileri karşılamak mecburiyetindedirler” denilmektedir. Çünkü yapılan saldırı, aynı statüdeki vatandaşlık haklarına sahip olan Müslümanları ve Yahudileri eşit derecede etkilemektedir. Saldırgan taraf, her iki grubun vatanına saldırıda bulunmuştur. Dolayısıyla ne Müslümanlar Yahudiler için, ne de Yahudiler Müslümanlar için savaşmaktadır. O halde herkes kendi savaş giderlerini karşılamak zorundadır.
44. maddede “Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesribe saldıracak kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır” denilmektedir. Çünkü eşit şekilde vatandaş oldukları bir ülkeye bir düşman saldırısı olmuş ise, bu durumda vatandaşlar arasında yardımlaşmanın olması kaçınılmazdır. 45. maddede vatandaşlık mefhumu daha önemli bir netlik kazanıyor: “Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak edeceklerdir. Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak din hususunda yapılan savaşlar müstesnadır.” Bu madde her hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık profilini çizmektedir.
Beni Nadir, Beni Kurayza ve Beni Kaynuka adlı Yahudi kabileleri, Medine civarında oturdukları halde ilk etapta, hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı kabul etmemişlerdi. Hatta Ebu Davud’un Süneninde yer alan bir rivayete göre6 bu anlaşma, Bedir savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Gerçekten de Mekkeli müşrikler Bedir’de hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğrayınca bu yenilginin intikamını almak üzere yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Yahudilerin önemli bir şairi olana K’ab b. Eşref de onlara yardım etmek üzere Mekke’ye gitmişti. Hatta K’ab b. Eşref Medine’nin üzerine saldırdıkları takdirde kendilerine yardım edeceği sözünü de vermişti. Fakat K’ab bir grup Müslüman’ın kılıcıyla öldürüldü. K’ab’ın ölümü üzerine Yahudiler korkuya kapılarak Müslümanlarla bir savunma anlaşmasına yanaşmışlardı.7 Buradan yola çıkılarak Medine sözleşmesinin Bedir Savaşı’ndan sonra yapılmış olabileceği ifade edilmiştir.
Esasen Anayasanın Yahudilerle ilgili maddeleri, bir savunma savaşı esnasında Yahudilerin yapmakla mükellef oldukları görevleri sıralamaktadır. Ancak Müslümanların, sadece dışarıdan gelecek bir saldırıdan değil, aynı zamanda Yahudilerin böyle bir saldırgana karşı besleyecekleri yakınlık ve sempatiden de endişe edilmekteydi. Bu yüzden İslam anayasası vatan savunması ve iç emniyet konularında barış anlaşmasının bölünmez bir bütünlük arz ettiğini, hiçbir müminin diğer müminleri hariç tutarak bir barış anlaşması imzalayamayacağını 17. madde ile teminat altına almıştır.8 Buna paralel olarak, savaşa katılan bütün birliklerin sıra ile hizmete koşacakları ve askerlik hizmetinin tam bir eşitlik altında herkes için mecburi olduğu (madde, 18) açıkça ifade edilmiştir. Diğer taraftan, müminlerin birbirilerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını almakla mükellef oldukları hususu anayasa ile güvence altına alınmıştır. (Madde, 19)
Anayasanın muhtelif maddelerinde, tüm vatandaşlara sorumluluk bilincini yüklemek ve onları güvenlikten sorumlu tutmak amacıyla vurgular yapılmıştır. 45/B maddesinde ise bu konu açık olarak: “Her bir zümre kendilerine ait mıntıkadan (gerek savunma gerek sair ihtiyaçlar hususunda) sorumludur” şeklinde belirtilmiştir.
Kısacası Yesrib şehri hicret-i Nebeviyeden sonra büyük bir stratejik önem kazanmıştı. Medine, gerek Mekkelilerin Suriye’ye giden ticaret yolu üzerinde oluşu gerek kuzeydeki Hayber bölgesinin Yemen’e giden ticaret yolunun üzerinde olması hasebiyle askeri ve ekonomik öneme de sahipti. Yesribli yerli Müslümanların daha önce Akabe bey’atlerinde Hz. Peygamber’le (s.a.v) yaptıkları anlaşmaya göre, bütün dünyaya karşı savaşa yol açsa bile Muhacirleri korumaya söz vermişlerdi. Bu anayasa ile Müslümanlar kadar olmasa da, Medine’de yaşayan gayri Müslimler de savunma konusunda benzer sorumluluklar altına sokulmuşlardır.
5-Medine Şehir Devletinin Sınırları:
Bilindiği gibi Medine ahalisi geniş bir ova üzerinde ve gelişi güzel bir şekilde yerleşmiş bulunuyordu. Yahudi kabilelerin ekserisi kent dışında ve belli bölgelerde bir arada yaşıyorlardı. Yine de Müslümanlarla müşrikler ve Yahudiler yan yana ve iç içe yaşamaktaydılar. Yani bir Arap mahallesinde Yahudi, bir Yahudi mahallesinde de Müslüman Arap yaşıyordu. Yahudiler Medine Sözleşmesiyle İslam topluluğuna katılınca artık ülkenin sınırlarına işaretler koymanın zamanı gelmişti. Anayasa metninde İslam ülkesi ile ilgili ifade Cevfü’l-Medine” (Medine’nin içi) şeklindedir. 39. maddede, “Bu sahifenin gösterdiği kimseler lehine Yesrib vadisi (cevfi) haram (mukaddes) bir yerdir” denilmektedir. Bu maddenin işaret ettiği mana, çeşitli kabilelerin ikamet ettiği Medine ovası yahut vadisinin tamamıdır.
O zamanki İslam ülkesinin sınırları ile ilgili olarak kaynaklarda daha detaylı bilgiler de bulunmaktadır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.v) Medineli sahabilerinden birisi olan Cuşem b. Harise kabilesinden Raf’i b. Hadic’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Mervan b. el-Hakem bir hutbe irad etti. Hutbesinde Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haramlığını zikretti de Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğundan söz etmedi. Bunun üzerine Raf’i b. Hadic Mervan’a: ‘Bana ne oluyor ki, senden Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haram oluşunu işitiyorum da Fakat Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğunu zikretmiyorsun? Hâlbuki Resulüllah (s.a.v) onun iki kara taşlığı arasındaki bölgeyi haram kılmıştır. Bu husus, Havlan’da tabaklanan bir deri parçası üzerinde yazılmış olarak yanımızda mevcuttur. Şayet istersen onu sana okurum.’ 9
Medineli bir sahabi olan Raf’i b. Hadic’in Medine’nin de Mekke gibi haram bir bölge olduğu konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Buhari’de yaralan bir başka habere göre Resulüllah (s.a.v) K’ab b. Malik’i, kurulmuş bulunan Medine Şehir devletinin ülke sınırlarını göstermek üzere çeşitli yerlere sınır taşları dikmek için görevlendirmiştir. Tarih yazarı el-Matarî K’ab b. Malik’in anlatımını şöyle nakleder: “Resulüllah (s.a.v) beni Medine’nin haram hudutlarını göstermek üzere yüksek yerlere bir takım işaretler dikmek için görevlendirdi. Ben bu işaretleri Zatü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahid tepeleri ile Hufeyya, el-‘Uşeyre ve Teym yükseklikleri üzerine diktim.”10 Bu hadisten anlaşıldığına göre Resulüllah (s.a.v) Medine harem bölgesinin sınırlarını doğu, batı, kuzey ve güney istikametlerinde taşlarla belirlemiştir.
6-Din Özgürlüğü ve Takva:
Anayasanın 25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir” denilerek modern anlamdaki din özgürlüğü dile getirilmiştir. Denilebilir ki, bu madde gayri müslimlerin bir muhakeme serbestiyetine sahip olacaklarını, yani Yahudilerin Tevrat’a göre muhakeme edileceklerini öngörmektedir. Bu muhakeme sonucunda bile eğer ihtilaf devam edecek olursa Resulüllah’a (s.a.v.) başvurulacağı açıktır. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilaf edilen bir hukuki davanın çözümü hususunda Allah’a (Kur’an’a) ve Peygamber’e müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir. 11
Birçok maddede ise “takva”ya vurgu yapılarak Allah korkusunun toplum hayatındaki yerine işaret edilmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi müminler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar” denilerek adeta takva yasanın en temel maddesi olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede özetle şöyle denilmiştir: “Takva sahibi müminler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı olacaklar ve suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet duygusunun temeli olduğunun en açık delilidir. Yine 36/B maddesinde “Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir” denilerek kanunlara itaatin, takvanın en üst derecelerinden biri olduğuna işaret edilmiştir.
7- Müslümanlara Yönelik Maddeler:
Anayasanın birçok maddesi, malî konularda birbirilerine yardım etmekle mükellef bulunan müminlere hitap ediyor. Muhacirlerle ilgili olan 3. maddede şöyle denilmektedir: “Kureyş’ten olan Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu şekilde kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler.” Yine 12. maddede, “Müminler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmazlar” denilmektedir. Bu maddenin devamı sayılan 12/B ve 13. maddelerinde de müminlerin malî problemlerinin çözümü yoluna gidilmiştir.
14. maddede, hiçbir müminin, bir kâfir için mümin öldürecek kadar küfür ehline taraftar olamayacağına vurgu yapmaktadır. Bu madde, müminlerin kiminle hangi düzeyde dostluk kuracaklarını göstermesi bakımından önemlidir. 15. maddede ise “Müminlerin diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin mevlası (dostu, sahibi) durumunda” oldukları ifade edilmiştir. Bu madde, “Sadece müminler kardeştirler. O halde ihtilafa düşen kardeşlerinizin arasını düzeltin”12 ayetinin ifade ettiği hükme uygundur. Bu ayet, dünyanın neresinde olursa olsun bütün müminlerin kardeş olduğunu ve gerçek kardeşliğin ancak müminler arasında olabileceğini ifade ediyor.
Yine 17. maddede “Barışın tek ve bölünmez olduğu, hiçbir müminin, bir grup mümini hariç tutarak kimse ile barış anlaşmasını yapamayacağı” anlatılmıştır. Buna göre hiçbir mümin, mümin kardeşlerinin zararına olacak şekilde gayri müslimlerle bir ittifak içine giremez. 22. maddede ise, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin bir suçluyu koruyamayacağı” ifade edilmiştir. Bu madde, adalet duygusunu zayıflatacağı ve kamu vicdanını sarsacağı gerekçesiyle suçluyu korumayı kesin olarak yasaklamıştır.
8- Yürürlük Maddeleri:
Anayasa metninin sonunda iki tane yürürlük maddesi yer almaktadır. 46. maddede, “Bu sahifede gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına, bu sahifede gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. Haksız şekilde kazanç temin edenler sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.” Bu madde özellikle sözleşmenin geçerliliğine ve yazılı naslara uymanın erdemliğine işaret etmektedir.
47. madde şöyledir: “Bu kitap, bir haksız fiil veya cürüm işleyen (ile ceza) arasına giremez. Kim ki bir savaşa çıkar veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet içindedir. Haksız bir fiil veya cürüm işlenmesi halleri müstesnadır. Allah ve Onun Resulü Muhammed himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.” Anayasanın bu son maddesi güvenliğin önemine işaret etmiştir. Ayrıca bir suç işlenmediği sürece hiç kimsenin itham edilemeyeceğini, sadık vatandaşların otorite tarafında birinci derecede himaye görmeyi hak ettiklerini vurgulamıştır. Bu madde, Mecelle’nin bir temel kuralı olan “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesine uygundur.
Sonuç
Bu sözleşme bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa olmakla birlikte İslam’ın evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel anlamda, Medine’de yaşayan topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet işleri ve savaş hukuku gibi tüm temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) kurulan bu şehir devletinin başı durumundaydı. Sahabileri de “yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.
Bazılarının aklına gelebileceği gibi Resulüllah (s.a.v) lüks bir hayat sürmek ve kendisine bağlı olanları daha müreffeh dünyevî bir hayata kavuşturmak için bir çaba içinde değildi. Onun amacı insanların güvenliğini ve herkesin güven içinde istediği yere seyahat etmesini sağlamak ve adaleti yaymaktı. Bu dönemde başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere bütün Müslümanların hayat düzeyinin daha zahidane ve mütevazı olmak mecburiyeti vardı. Çünkü kadın, erkek, genç, ihtiyar her Müslüman günde beş vakit namaz kılmak zorundaydı. Mekke döneminde farz olmayan oruç ibadeti Hicretin 2. yılında farz kılınmıştı. Müslümanlar yaz kış demeden her yıl Ramazan ayında oruçlu olmak mecburiyetindeydiler. Ayrıca varlıklı olan Müslümanlar fakir olan Müslümanlara zekat vermek zorundaydılar. Her gün beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruçlu olmak ve fakirleri gözetlemekle yükümlü olan bir topluluğun hayatında lüks yaşam izlerini aramak beyhudedir. Aslında bu sözleşme ile Müslümanların maddi ve manevi hayatları dengelenmişti. Dolayısıyla Müslümanların lüks bir hayat sürmek gibi bir talepleri zaten olamazdı.
Resulüllah’ın (s.a.v) devlet başkanı olması, asayişi ve güvenliği sağlama ve toplumun hayatını hukukî bir düzene sokması açısından önemlidir. Eğer böyle bir devlet nizamı kurulmamış olsaydı, özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’ye teşrifinden sonra Medine sokakları ve çevresi tamamen güvensiz olacaktı.
Dipnotlar:
1- İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 222, 223, Beyrut, 1985.
2- Vesika için bkz. İbni Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
3- TDV İslam Ansiklopedisi, XI, 541, İst., 1995.
4- Türkçe Metin İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, s. 206; YeniŞafak Yayınları, Ankara, 2003.
5- En’am, 6/164.
6- Ebu Davud, Sünen, 19/23.
7- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195, 196.
8- Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 193.
9- Müslim, Sahih, Hac, 457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 141.
10- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195.
11- Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İst., 1969.
12- Hucurat, 49/10.
Öz
Bir sözleşme, bir beyanname ve bir anayasa mahiyetindeki Medine vesikasına dikkatle bakan herkes, Hz. Muhammed’in (s.a.v) bu belge ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görecektir. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır. Belki de vesikanın en önemli maddesi, ihtilafların çözümü için Kur’an ve Hz. Peygamber’in tek çözüm mercii olarak kabul edilmesidir. Çünkü bu madde ile Resulüllah (s.a.v) merkezî otoritenin tek sahibi olarak gösterilmiştir."
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
aslında esseneler/zelotlar ın hakkında alıntı yaperken kastım daha değişikdi.rejimlerin,korkuduğu şeyleri nasıl ve hangi oyunlarla pasivize ettiğiydi....vatikana sorsan esseneler,derviş kılıklı insanlardı.isa resulde esseneydi.ama gerçek hiçde vatikanın dediği gibi değil.esseneler aslında zelotların ta kendisiydi.ve tevratın kurallarıdan başkasını kabul etmiyorlardı.ve bu uğurda hem romayla hemde içerdeki kuklalarla savaştılar,kendi düzenlerini kurdular.sinsi roma ve roma yandaşı yahudi hahamları PAVLUS hristiyanlığını kurdular."düşmanınıda seveceksin""tokata atana öbür yanağınıda uzatacaksın""roma kralları tanrı".....böylecene düzen onları eritti.
bu düzende aynısını yaptı.kendi alimlerini"kapı kullarını" yetişdirdi.kavramları yumşatmak için herşeyi yaptı.onlara maaş bağladı.yedirdi,ev sahibi yaptı.araba sahibi yaptı....onları satın aldı.
bu hep böyledir.tarih böyle örneklerle doludur.
firavun da musa resulü satın almaya kalkmadı mı?mekkeli müşrükler resulü satın almaya kalmkadı mı?bel'am kendini satmadı mı?
peygamber olarak kabul eddiğin musa,davut,süleyman,muhammed aleyhisselamlar kan dökmedi mi?savaşmadı mı?
tarih gerçeklerle doludur.yaşanmış herşey gerçekdir.sen çıkıpda ALLAH kur'an dersen bu düzen seni alıpda bağrına basmaz.bu halkda seni alıp bağrına basmaz.ancak onların çizdiği sınırlar içinde iş yaparsın.belki zamanla sınırları genişletirim dersin.evet olabilir.ama unutmaki sen ondan birşey alırsın ve oda senden birşeyler alır.bir bakmışsın ki ilk başda işe koyulan sen artık sen değilsindir.değişim seni değiştirir ve değiştim dersin.iş böyledir.tarih bu gerçeklerle doludur.bugünde bu gerçeklerle doludur.
essenler/zelotlar aklı başında toplumlardı.boyun eğmediler.dinlerine sahip çıkdılar.dinlerini yaşamak için biryerde toplandılar.devlet oldular.
musa aleyhiiselamda firavuna boyun eğmedi.devlet lideri oldu....muhammed sallahu aleyhi vesellemde müşrüklere boyun eğmedi devlet oldu.
onlar neden o toplumların içinde yaşamaya devam etmediler?hicret ve cihatı seçtiler.?sende onların yaptığını şu sistem içinde yapmaya kalksan sanada o yollar gözükür.ya değişim geçirecek sistemin içinde yaşabileceksin.....
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
"Demokrasi, insan hakları falan hepsi laik kültürün sonucu."
ALLAH ın bana vermediği bir hak vardı da insanlar bana o hakkı mı verdi?insanlar kim ya?onlar kim ki bana hak verecekler?ALLAH ın bana verdiği haklar yetiyor.
demokrasi oyunu içinde hak dağıtanların işleriyle ilgilenmiyorum.
sen demokraside öyle birşeymi buldun?insanlar seni ALLAH dan daha mı iyi tanıyor?ALLAH insanlara böyle bir yetki mi vermiş?
şahsen bana birisi deseki bu senin hakkın:derim,hele bir dur.sen kimsin.necisin.benden çok mu büyük bir insansın.resulmüsün?nebi misin?nesin.insanlara hak dağıtma hakkını nerden aldın?
bir ikitane insan,saçma sapan birsürü şey okuyacak.düzen onlara görev verecek kanun yap diyecek.bende o insanların arkasından gedecem?yok kalsın.ben ancak ALLAH ın yolunda giden alimlerin,takva sahibi insanların ardından giderim.onlar benden büyükdür.onlar benden daha iyisini bilirler.amenna derim.
ama din nedir bilmeyen.kur'an bilmeyen birkaç insan kılıklı bana hak dahıtacak?kendinizi bukadar aşağılamayın.onların arkasından giderek....
benim ne erbakandan,ne erdoğandan,ne kurtulmuşdan ne gül den nede dikenden bir beklentim olmadı.olamazda.onlar kendi dinlerinden ilerlemeye devam ediyor.onların dini onlara,benim dinim bana.
laik düzenin ekonomisinin can damarlarından biri olan faiz sisteminide konuşuruz inşaallah.....hiçde senin dediğin gibi değil.şu son krizde merkez bankalarının ama özellikle fed in aldığı kararlara bir bak.....
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Demokrasiyle ilgili fikirlerini takdir ediyorum. Aynen katılıyorum.
Vurmak kırmak konusundaki fikirlerini de aynen destekliyorum.
teşekkür ediyorum
Bu artık müslüman insanlarında demokrasiyi amaç olarak benimsediği yolunda güzel bir işarettir.
El Turki arkadaş Demokrasi de bulamadığını nerede bulacak. Erbakandan, Tayyip Erdoğan dan , Numan Kurtulmuştan ne bekliyordu ki , hayal kırıklığına uğruyor. Bu insanlar iktidara gelince şeriatçı diktatörlüğe mi sapmalıydı.
Eski nesil müslümanlar demokrasiye inanmazdı. Demokrasi amaç değil araçtır derlerdi. Tayyip Erdoğanın da 2000 li yılların başında bu tarz konuşmaları var. Ama bugün öyle düşündüğünü sanmıyorum. Ordu buyüzden bunlara güvenmezdi. Her iki tarafta birbirine korku salardı.
Bu dinciler , işin başından beri hiç bir zaman demokrasi konusunda güven vermedi. Yani bu memlekette dindarlar üzerinde biraz baskı olduysa bu dinciler yüzündendir.
Bugün epey bir ilerleme var. İnşallah yanılmıyorumdur.
Bir de siz laiklik olayını yanlış yorumluyorsunuz.
Dünyada ileri gitmiş bütün devletler laik devletlerdir.
bak dostum laik devlerlerin zenginliklerinin çalışmadan ziyade hırsızlık ve sömürgeye dayandığını ifade etmiştim.onun için lütfen laikliği çağdaşlaık gibi göstermeye çalışma Kur'an laiklikten daha çağdaştır.
Laiklik olmadan nasıl bir ekonomi uygulanabilir merak ediyorum. Faiz yasağını savunan kişiler mi ekonomi yönetecek. Mümkün değil. En azından bu nedenle laiklik gerekir.
bak dostum laiklerin hırsızlıklarından biri de bu faiz sistemidir.hırsızlığın diğer bir şekli faizdir.buna yasal hırsızlıkta diyorlar.
Diyorsun ki siyasi partiler 20 yüzyıl başında ortaya çıktı. ABD de Cumhuriyetçi parti, demokrat parti 1800 lerde de vardı. Neyse dediğin Avrupa için genelde doğru. Peki bu partiler hangi ülkelerde ortaya çıktı. Laik ülkelerde değilmi kardeşim.
Demokrasi, insan hakları falan hepsi laik kültürün sonucu.
Halkının, yönetenleri denetlediği ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi devletler laik değil mi kardeşim.
Laiklik Endüstri devrimi ve Aydınlanma hareketi ile ortaya çıktı. İkisininde tarihi 1770 lerdir. Bu bütün dünyayı etkiledi 1800 lü yılları bu iki hareket yönlendirdi. 1900 leri de onların türevleri pozitivizm, sosyalizm, kapitalizm, sosyal demokrasi, milliyetçilik, demokrasi.
Ben Kur'ana saygılı bir laikim. Laik olmam benim akıl ve bilime önem vermemi sağlıyor. Laiklik Vahye karşı. Tamam da bügünkü İncil, Tevrat, Müslümanlıktaki Hadis kültürü çakma vahiy. Adamların dini inancına saygılı olmakla birlikte , bunları vahiy olarak değerlendirmem mümkün değil. Türkiyedeki dindarları gerici yapan da bu çakma vahiy olayı. Kur'an gerçek vahiy. ve Gerçek vahyin Laiklikle bir sıkıntısı yok, akıla bilimle de bir sıkıntısı yok. Onun için okuyorum, inceliyorum. Kur'an kendi takipçilerine on numara büyük bir kitap. Bu takipçiler , çakma vahyin etkisinde. Zaten sıkıntılar buradan doğuyor.
Kur'an, ilkeleri açısından demokrasi ve insan hakları na aykırı bir kitap değil. Kur'an akla, bilime aykırı bir kitap değil. Tabi daha çok incelemek lazım.
Kur'an ın Ekonomik görüşü Sosyal kapitalizm.
işte bu tespitin doğrudur dostum.
Bir insan sosnsuz mal mülk sahibi olabilir, ama fakir fukaranın hakkını Allah adına gözetecektir. Yoksa Allahın tehdidine muhataptır. İnsanlar iki yüz senedir bunun tartışmasını yapıyor. Hatta dahada fazlası var da iki yüz senedir daha fazla. Kur'an öyle bir lokma, bir hırkacı değil. işte bu cümlen doğrdur dostum.
Tam tersine Bin lokma, bin hırkacı.
Başbakana gelince, onun işi zor dostum. Yanı başında İran, Ermenistan, Gürcistan, Bulgaristan, Rusya, İsrail de bunlar var. Buralarda olacak bir kaza, aynen senin ülkende olmuş gibi seni etkiler. Onun için nükleer e karşı olmanın Türkiyeye bir getirisi yok. bak dostum benim nükleere karşı çıkmamın sebebi daha değişik açılardandır,nükleer atıklar ne olacak,oda ayrı bir bela.dünya kendini ateşe atıyorsa sende atar mısın?bak nükleer felaketin japonyayı getirdiği noktaya bak.süperliğinden eser kaldı mı?nükleer işlerle uğraşmak ateşle oynamaktır.bindiğin dalı kesmektir.hem nükleer santral yapmak çok pahalı ve masraflıdır.ermenistan bunu yapabiliyorsa bizde yapabiliriz mantığıyla yapıyorsun ama ermenistanla senin pozisyonun aynı değilki.iran'a müslüman diye nükleeri yasaklayan ab.nato ve bm değil mi?onlarında bu kadar masrafı yaptıktan sonra bunu bizede yasaklamayacağını nereden biliyorsun?,o durumda ne yapabilirsin?.iran gibi cesaretli politikacıların veya devlet başkanların çıkar mı amerikaya kafa tutacak,biz ab'dan da natodan da çıkıyoruz diyecek kadar yürekli cesur devlet başkanların çıkar mı dostum?.bence bu bizde çıkmaz dostum.bak Kıbrıs harekatından sonra amerikan ambargo koydu,noldu amerika ile ilişkiler daha da koyulaşmadı mı?onlarında yapacağı,<<özür dileriz amerika abimiz,hata bizdeymiş,aslında senden izin almadan bu işi aklımızdan bile geçirmemiz hataydı>>demeyeceklerini nereden biliyorsun.ondan sonra o kadar harcanan milyarlarca doların hesabını kim soracak?
Ancak şunu dersin, kendi yaptığım santral nedeniyle değil elalemin santralları nedeniyle ölüyorum. Vicdanen rahatım. Bu da ancak züğürt tesellisi olur.
Onun için memlekete enerji lazım. Hiç bir enerji kaynağı , nükleere eş değer olamıyor. Bunu seyrettiğim bütün kanallarda enerji uzmanları ifade ettiler. Yani hidroelektirk, kömür, doğalgaz , rüzgar falan Nükleerin yerini tutamıyor.
bak dostum bende bu konuları tvlerden takip ettim,uzmanın birisi nükleer işlerle uğraşmanın risk değil,ölümüne risk olduğunu,ateşle oynaka olduğunu söylüyordu.bunu tüple müple kıyaslamaın talihsiz bir açıklama olduğunu söylüyorlardı.bir tüp en fazla bir kaç kişiye zarar verebilir,ancak nükleerin zararını sınırı henüz bilim adamları tarafından tam tespit bile edilemiyormuş,kısaca ülkenin değil en azından kıtanın zehirlenmesi olarak değerlendiriliyor.hem başka bilim adamları da dünyada rüzgar ve güneş enerjisinin kullanımının normalin çok çok altında olduğunu devletlerin bilinçli olarak bu tür enerjilere yönelmediklerini bilerek nükleer teknoloji sahibi yahudileri zengin etmek için onların bu teknolojilerinin satılması için devletlerin bilerek nükleer enerjiye yönlendirildiğini aslında alternatif enerji kaynaklarının tüm dünyanın enerji ihtiyacına yeterli olduğunu savunan bilim adamları da vardır.bende onlara inanıyorum dostum.
Ancak destekleyici oluyor. Ondan dolayı bu santralları yapacaklar. Konudan anlayan kişiler bunun geç bile kaldığını düşünüyorlar. Türkiyenin ekonomisi daha kuvvetli olsun istiyorsak, gerekli tedbirleri almak şartıyla buna mecburuz.
Katılma Tarihi: 07 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 672
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
bak dostum laik devlerlerin
zenginliklerinin çalışmadan ziyade hırsızlık ve sömürgeye dayandığını ifade
etmiştim.onun için lütfen laikliği çağdaşlaık gibi göstermeye çalışma Kur'an
laiklikten daha çağdaştır.
Sayın Medeni,
1800 lerden evvel sömürüyoktu.Ne zaman ki adam buhar
makinasını buldu. Endüstriye geçti. Ondan sonra bu endüstriyi döndürecek enerji
ve hammaddeye gözünü dikti.
Adam Otomobili bulmadan önce , kimseOsmanlılın elindekipetrol bölgeleri ile ilgilenmiyordu.Buhar makinasını bulmadan önce, bunu gemiye,
trene, fabrika makinalarına uygulamadan önce Güney Afrikanın kömürleri ile
kimse ilgilenmiyordu.
Lastiği bulmadan önce Kongo nun kauçukları ile kimse
ilgilenmiyordu.
Sanayileşen1800 lü
yıllarda, sanayisini geliştirmek içinhammadde ve enerji bulmak için Afrikayı, Güneydoğu Asya yı
yağmaladı.
İşin içinde Yağma, sömürü var. Bunu kabul ediyorum.Ama bunu yaptıran bilimsel üstünlük.
Eğer senin de bilimsel üstünlüğün olaydı,olaya çabuk adapte olaydın, en azından
kendini Sömürtmez, en azından İmparatorluk coğrafyasındaki kaynaklarısen kullanırdın.
Laiklik, insan aklını ve bilimi ön plana çıkardı.Lütfen Aydınlanma, Sanayi devrimi, pozitivizm
ile ilgili ne bulursanız okuyunuz.AydınlanmadaVahye karşı çıkmak ,
onu dünya işlerinden uzaklaştırıp, vicdani, ahlaki alana indirgemek vardır.
Osmanlı aydınının sorunu neyin vahiy, neyin hurafe olduğunu çözememedir.Onun için bu insanlaro zamanki hurafe dinine karşı çıktıklarından
bugün dönmelikle, masonlukla, dinsizliklesuçlanmaktadır.
Laiklikdin adamı
sınıfını kabul etmez.En azından onları
dünya işlerine karıştırmaz. Fransada böyle olmuştur.
Kur’an da din adamı sınıfını kabul etmez.Onun için imam nikahı diye bir şey
yoktur.
Kur’an laikliğe de çağdaşlığa da Geleneksel İslamdan çok
yakındır.Hem bir ilahiyatçı, hem de
hukukçu (bilfiil avukatlık yapmış) bir bilim adama olan Prof. Yaşar Nuri Öztürk
ün görüşü de budur. Ben ona dayanarak Laikliğin, Kur’anla uzlaşır bir şey
olduğunu söylüyorum.
bak dostum laiklerin hırsızlıklarından biri de bu faiz
sistemidir.hırsızlığın diğer bir şekli faizdir.buna yasal hırsızlıkta diyorlar.
Bak kardeşim bunun hırsızlıkla alakası yok.Faiz olayı 1770 lere kadar hristiyanlarda da en büyük günahdı.Yahudileri faizden dolayı küçük görür,
Hristiyan krallar, lordlarfaiz işlerini
zorunlu olarak yahudilere yaptırırdı. Sanayileşme olayından sonra mevduat
bankacılığı doğdu. Faiz le ilgili görüşler değişti.
Bu olay Sanayiinin , yatırımın finansmanı ile ilgili olay.
Tarımda para ihtiyacı yoktu. 1770 öncesi banka yoktu. Borsa yoktu.Hiçbir finansal kurum yoktu. Sanayi parasız
işlemez. Sanayiiişi çevirmek için
kuvvetli çalışma sermayesine ihtiyaç duyar. Sanayi toplumunun amacı
yatırımlarla ekonomiyi büyütmektir. Bu da önceliklehalkın tasarrufları(banka mevduatı veya iç borç), bu da yetmezse yabancı ülke halklarının
tasarrufları (dış borç) ile olur.
Faizsiz , bankasız ekonomi olmaz. Kim diyorsa yalan
diyor.Din adamları ekonomiden anlamıyorlar
veya anlamıyor gözüküp görüş bildirmiyor, ya da saçmasapan görüş bildiriyor.
Bu konuda en cesur görüşleriSüleyman Ateş ve Yaşar Nuri Öztürk bildirdi.
İnsanlar ya Ekonomi konularında okusun, bir şeyler öğrensin
ona göre konuşsunlar. Böyle faiz sistemi hırsızlıklıktır gibi basmakalıpdüşünceler yanlıştır.
__________________ Allah Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.
dünyada sömürgecilik şuanki konumuza uygun olarak konuşursak 15.yy da portekizli bir prensle başlar.ispanyollar ve hollandalılar ,sonrada ingilizlerle devam eder....
ama sömrenlerin sonunun dönüp dolaşıp şu şekilde olacağına inanıyorum her kıssada bir hisse vardır,düşünen ve ibret alan için:
"Colombus, 1492’de şöyle haykırıyordu: “Altın harika bir
şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara
Cennetin kapıları bile açılabilir...” Ancak Kolomb’un hayatı yaptıklarının
diyetini ödeyerek son bulmuştur: “Kolomb hayatının sonlarına doğru Yeni dünyanın
kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinin küpeştesi
üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki
bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son
seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrininin ağzını arayan
kaptanlarının eklem iltihahından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık
saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede toplayarak
dolaşmasını korkuyla seyrettiler Hindistan’da olduklarını yadsıyanları asmakla
tehdit etti. Gemiler dolusu köle ve altın eşya gönderdi. “Ey muhteşem altın”
diye yazdı Kolomb. “Altını alan, her istediğini satın almasını sağlayan bir
hazineye sahip olur. Onunla dünyaya istediklerini kabul ettirir, hattâ ruhunun
cennete girmesini bile sağlar” diyordu. Sonunda yoksulluk içinde öldü.”
batı sömürdükçe gelişdi.gelişdikçe sömürmedi.
evinin ortasına pisleyen,oyüzden evinin tabanını toprakan yapan.bir fıçı suyun içinde önce evin erkekleri,sonra anne,sonra kız sonrada en küçük çocuğu yıkanır ve o su sonunda okadar zift gibi bir renk alırmışki en son yıkana çocuğu suyun içinde göremeyip unutanlar çok olurmuş,ve o fıçıyı döktüklerinde suyun içinden boğulmuş çocuk cesedi çıkarmış.hatta avrupada hala bunla ilgili atasözleri vardır.daha 19 yy başlarına kadar angla sakson ülkelerde bakamadıkları annelerini pazarlarda satmak meşruydu.bir ingiliz kraliçesi 50 yıllık iktidarı süresince sadecene iki sefer banyo yapmış.rahibelerin elleri ve yüzleri dışında bir yerlerini yıkamaları yasakdı.gelinlerin neden ççek taşıdığını bilirmisiniz,pis kokularını örtmek için.şemsiyenin avrupada ilk kullanım amacını hepiniz bilirsiniz....adamlar afrika medeniyeti kadar bile demir-altın işlemeciliğine sahip değildi.ellerinde teknolojik hiçbir çalışma yokdu....
sömürgecilik onları medeniyetle tanıştırdı.sömürdükçe gelişdi.bilmedikleri şeylerle tanıştılar......zamanla barbarlıkları tanişdıkları medeniyetin içinde yumuşadı.
ama hala barbarlar.
belçikanın hiç elması yokdur.ama afrikadaki en büyük elmas madenlerinin kontrolünü elinde tutar.ve o ülkelerdeki yerli halkalrı sürekli bir birlerine kırdırır.franzızlrın cezayirde yaptığı.batı uygarlığının amerika kıtasında yaptığı.hindistanda yapılan....
işte batı sömürdükçe gelişdi.yoksa önce arabayı buldu.sonra petrolün peşine düşmedi.....önce buraı buldu sonra kömürün peşine düşmedi.....sömürdükleri ülkelerde,sömürdükleri şeylerin belirli kullanım teknolojisi zaten vardı.....
avrupa teknolojiyi hiç yokdan bulmadı.afrika medeniyetine,aztek ve inka medeniyetine,çin medeniyetine,endülüs medeniyetine,mısır medeniyetine.....ve diğer medeniyetlere haksızklık ve nankörlük yapmış olursunuz...
afrika insanı köleleştirildi....sen zannediyormusun,ozamanki avrupa halkı ve medeniyeti.afrika halkından ve medeniyetinden daha ilerdeydi.yanıldın:
"Afrika uygarlığının kökenini oluşturan Meroe uygarlığı daha 10. yüzyılda demiri işlemekte o kadar ileridir ki bir İngiliz arkeleoğu bu uygarlığı “Eski Afrika’nın Birmingham’ı” olarak adlandırmaktadır. Avrupa daha yarı barbarken ve Normanlar İngiltere’ye çıkarken Gana İmparatorluğu demir silahlarla donatılmış 300 bin askeri bir araya toplayabilmektedir.
14. yüzyılda Mali İmparatoru kafilesiyle birlikte hacca gitmeye karar verdiğinde Mısır halkı 60 binden fazla insanın Kahire’den geçişini hayranlıkla izlemiştir. Sahra’yı baştan başa geçen yolların sadece birinde Hoggar dağlarında deri ve tuz, Şam’dan silah, Mağrip’ten kitap, Nijer’den işlenmiş altın ve demir taşıyan ve yılda toplam 12 bin deveyi bulan kervanlar geçer. Bir İngiliz seyyah 19. yüzyılda dahi Afrikalı yoksulların durumunun İngiliz işçilerinden daha iyi olduğunu belirtir.....
ama barbarlık,vahşilik,canilik....gibi bütün aşağılık huyları içinde barındıran avrupa medeniyeti diğerlerini yendi....esir aldı.onları sömürge yaptı.
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
para 1700 lü yıllarda icad edilmiş birşey değildir.m.ö 2900 lü yıllara uzanan bir hikayesi vardır.para hezaman için güç,iktidar,kudret ve bağımsızlığın sembolü olmuşdur.dünyada herzaman konvertıbıl olan paralar olmuşdur.büyük dünya devletlerinin paraları birçok yerde kabul görmüşdür.
para asıl foknsiyon olarak:değişim-takas aracıdır.oyüzdendir ki dünyada gücü elinde tutmanın yolu parayı elinde tutmakdan geçmekdedir.paranın merkeziysen gücünde merkezisindir.kapitalist sistem budur.
faiz,para toplama aracıdır.güvensizliğin,fakirleşmenin,çalkantıların olduğu yerlerde faizler yüksektir.gelişmiş ülkeler denen ülkelerde ise faizler daha düşük seyreder.asıl olarak faiz,paranın parayla alınıp satılmasıdır.ki bu işlem riba dır.
mesela abd nin şu anki gelişmişliğinde bankacılık sisteminin payı zannedildiği kadar değildir.iki şey daha önemlidir:
1.nevyork borsası
2.yatırım bankacılığı
bunun sayesinde abd şirketleri mevduat bankaları dışında ki yerlerden istediği kadar sıfır faizli,geri ödemesiz...para bulabilmişdir.yaptığı tekşey büyü,kar yap ve karının bir kısmını ortaklarına temettü olarak dağıt.işte asıl bu şekilde gelişmişdir.
abd li mevduat bankaları ise genelde halkın bireysel ihtiyaçlarını karşılamışdır.abd halkını aşırı ve hızlı tüketime itmiş,ölene kadar onları borç öedmeye mahkum etmişdir.borçların öedenemediği her dönemde kriz çıkmış.zararlar toplumun sırtınayüklenmiş....böylecene devam etmişdir...
__________________ De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma