aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam...
Aşağıda, Maide Suresi 101. ve 102. ayetlerinin Fahruddin Er Razi'nin Tefsir-i Kebir de geçen tefsirini bilgisayar programımda olan hali ile sunuyorum. Gayet basit bir meselenin yorumu zorlanarak ne hale getirilmiş, takdir sizlerin. (Bazı kelimeler tarama sırasında tuhaf haller almış durumda, siz onları doğru yazılmış hali üzerine değerlendiriniz.)
"Ey iman edenler, eğer size açıklanırsa ve siz onları Kur'ân nazil
olurken sorup da hükmü kendinize açıklandığında fenanıza gidecek şeyleri
sormayın. Allah o şeyleri atfetmiştir. Allah gafur ve halimdir"(Mâiöe,
101).
Allah, "Ey İman edenler, eğer
size açıklanırsa... fenanıza gidecek şeyleri sormayın" buyurmuştur. Bu âyetle
ilgili birkaç mesele vardır: [283]
Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
a)
Allah Teâlâ, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur"
buyurunca sanki şöyle demiştir: "Resulün size tebliğ ettiği şeyi alınız ve O'na
uyunuz. Resulün size tebliğ etmediği şeye gelince, o hususları sormayın ve o
tarafa girmeyin. Çünkü eğer mükellef tutulmadığınız bir şeye dalar ve
sorarsanız, bu yersiz davranışınız yüzünden, çoğu kez size ağır ve güç gelecek
olan şeyler (hükümler) ile mükellef tutulursunuz."
b)
Yüce Allah "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur"
buyurmuştur ki bu tebliğden murad, O'nun peygamber olduğunu söylemesidir.
Şüphesiz ki kâfirler işi sarpa sardırmak maksadıyla, birtakım mucizelerin zuhur
etmesinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'den daha başka mucizeler göstermesini
istiyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ bu hususu, "Onlar dediler ki: "Biz sana, bizim
için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, yahut hurmalıklardan, üzümlüklerden bir
bahçen olup, aralarından şanl şarıl ırmaklarakıtmadıkça... sana İnanmayız.." De
ki: "Fe sübhaneüahl. Ben, Allah'ın resulü bir İnsandan başkası mıyım ki" (Isrâ,
90-93) diye anlatmıştır. Buna göre mâna, "Ben, risâleti, ilâhî kanun ve
hükümleri size ulaştırmakla emrolunmuş bir peygamberim. Allah Teâlâ,
peygamberliğimin doğruluğunu gösteren pek çok mucize ortaya koyarak, deliller
ikâme etmiştir. Artık bundan sonra fazlasını istemek, artık tehakküm babından
olup hükümde haddini bilmemek olur. Bu da benim gücüm dâhilinde değildir. Olur
ki onları izhar etmek sizin canınızı sıkar. Meselâ keyfi olarak istedikleri o
mucizeler izhar edilseydi, bundan böyle Resule muhalefet eden herkes dünyada
hemen peşin cezayı hakederdi. Sonra mü'minler de, kâfirlerin Resûlullah'dan öyle
birtakım şeyler istediklerini işitince, belki de kalplerinden "keşke bunlar
gösterilse" diye bir meyil duyarlardı. Onlar bu âyetten, bunu arzu etmenin uygun
olmadığını anladılar. Zira çoğu kez bu tür mucizelerin zuhur etmesi, onları üzen
bir duruma yol açabilirdi.
c) Bu
âyet, Hak Teâlâ'nın "Allah neyi açıklar, neyi gizlerseniz bitir" (maka», 99)
âyetine bağlıdır. Buna göre mâna, "işleri oldukları hal üzere (zahirine göre)
bırakınız ve onların gizli, açıklanmamış hallerini soruşturmayınız. Zira şayet o
hususlar size açıklanırsa sizi üzer” şeklindedir. [284]
kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Ve bu kelime gayr-i munsanftır.
Nahivcilerin, bu kelimenin gayr-i munsarıf oluşu hususunda şu tür izahları
vardır:
a)
Halîl ve Sİbeveyh şöyle demişlerdir: kelimesinin çoğulu aslında vezninde olmak
üzere, 'dür. Nahivciler, kelimenin sonunda iki hemzenin bir araya gelmesini ağır
görmüşler. Böylece kelimenin lâm-u fiili olan herşeyi kelimenin başına
nakletmişler, böylece de vezin, şeklinde olmuştur. Bu da, şu üç sebepten dolayı
kelimenin gayr-i munsarif olmasını gerektirir. Bunlardan birisi, kitaplarda
zikredilen husustur. İkisi ise, benim hatırıma gelen şeylerdir.
Birincisi ki bu, kitaplarda zikredilen husustur. Buna göre kelime,
aslında, tıpkı hamra (kırmızı) lafzı gibi fa'lâ vezninde olunca, hiç şüphesiz
hamra lafzı munsarıf kılınmadığı gibi eşya kelimesi de munsarıf
kılınmaz.
Kelime, aslında î£i şeklinde olup, sonra da şekline dönüşünce, bu tıpkı
"udûl" eden kelimelere benzemiş olur. Meselâ, kelimesinin kelimesinin de
kelimesinden udûl etmesi, dönüşmesi gibi.. Udüllük de, gayr-i münsariflik
sebeplerinden birisidir.
Biz, bu kelimenin son harfini oradan koparıp, onun baş tarafına getirdik.
Böylece kelime, son harfinin koparılmış olması bakımından kelimenin yarısı gibi
olmuş olur. Halbuki, kelimenin yarısı ise, i'râb kabul etmez. Kendisinden
kopardığımız bu harfi ondan tamamtyle hazfetmeyip aksine kelimenin başına
getirmiş olmamız bakımından da, kelime âdeta tamamıyla eksiksiz olarak kalmış
oldu.. İşte bu sebepten dolayt, pek yerinde olarak, biz bu kelimeyi, işte bu
haline dikkat çekmek için, bütün yönleri bakımından değil, bazı yönlerden i'râb
almaktan men ettik. İşte, bu makamda benim hatırıma gelen bu (son iki
açıklama)dır.
İkincisi: Ahfeş ve Ferra'nın zikretmiş olduğu şu husustur: Eşya
kelimesinin vezni tıpkı (dostlar)ve
seçkin zevat) kelimeleri gibi, veznidir. Daha sonra onlar yâ harfi ile iki hemzenin bir araya
gelmesini ağır bulmuşlar, böylece hemzeyi kelimenin başına almışlardır.kelimesi
aslında, vezninde, şeklinde olup, bu vezin de gayr-i munsarif vezinlerinden
olunca, işte bu sebeple de eşya kelimesi de gayr-i munsarıf olmuştur.
Üçüncüsü: Kisaî'nin zikretmiş olduğu husustur: Eşya kelimesi,
veznindedir. Ancak ne var ki Araplar, bu vezni gayr-i munsarif kabul
etmişlerdir. Çünkü bu vezin zahiren hamrâ (kırmızı) ve safra (sarı) kelimelerine
benzemektedir. Zeccflc, Kisâî'yi (aynı vezinde olmasına rağmen) esma (isimler)
ve ebnâ (oğullar) kelimelerini gayr-i munsarif kabul etmemekle ilzam etmiştir.
Bana göre Zeccac'tn bu sorusu, pek mühim değildir. Çünkü Kisâi şöyle diyebilir:
Kaide, ebnâ ve esma kelimelerinin böyle olmasını (gayr-i munsarif)
gerektirmiştir. Ancak ne var ki, âyetin nassından dolayı, bu kaide ile amel
edilmemiştir. Çünkü nass, kıyastan daha kuvvetlidir. Halbuki eşya kelimesinin
(munsarif olduğu) hususunda herhangi bir nass yoktur. Binâenaleyh, bu hususta
kıyâsa göre hareket edilmesi gerekir. Muhakkak nahiv âlimleri, nahvî kaide ve
kuralların, aynilik ve süreklilik arzetmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir.
Baksana, biz, "kelimenin fail olması (fâiliyyet) merfû olmayı icap ettirir"
dediğimizde, bizim, bütün her yerde, meselâ: "onlar bana geldiler" "Beni falanca
dövdü" gibi cümlelerimizde, ref'in bulunduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Aksine biz
diyoruz ki, kaide budur ve bununla amel edilir, meğer ki buna aykırı bir nass
bulunsun (o takdirde kıyasın hükmü katmaz). İşte Zeccâc'ın Kisâi aleyhinde ileri
sürdüğüne böylece karşı konulur. [285]
Enes şunu rivayet etmiştir: Ashap, Hz. Peygamber'e soru sordular ve
soruyu da iyice çoğalttıIar. Bun un üzerine Hz. Peygamber minbere çıktı ve:
"Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim ki şurada olduğum müddetçe, bana soracağınız
her şey hakkında size konuşacağım" dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Hüzâfe
es-Sehmî ayağa kalkarak, -ki bu kimse nesebsiz olarak ta'n ediliyordu-, "Ey
Allah'ın nebîsi, babam kimdir?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Baban,
Hüzâfe İbn Kays'dır" dedi.[286] Yine Sürâka İbn Mâlik,
bir rivayete göre de Ukâşe İbn Mihsan, "Ey Allah'ın Resulü, hacc her yıl mı bize
farzdır?" dedi. Hz. Peygamber cevap vermek istemedi. Ta ki, bu sorusunu iki veya
üç kere tekrar edince, Hz. Peygamber (s.a.s):
"Sana yazıklar olsun! "Evet" demem hususunda seni emin kılan nedir?Allah
'a yemin ederim ki şayet "evet" demiş olsaydım, hacc her sene farz olurdu. Şayet
farz olsaydı terkederdiniz. Şayet terketseydinizf kâür olurdunuz. Sizi
terkettiğfm sürece beni terkedin (size bfr şey sormadığım sürece bana bir şey
sormayın). Sizden öncekiler, ancak ve ancak çok soru sormaları sebebiyle helak
oldular. Size bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapınız. Sizi
bir şeyden nehyetriğim zaman da, ondan kaçmmu... "[287] buyurmuştur. Bir
başkası ayağa kalkarak, "Babam nerede?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de,
"Cehennemde..." cevabını verdi.. Hz. Peygamberin kızgınlığı artınca, Hz. Ömer
ayağa kalktı: "Allah'ı Rab; İslâm'ı din; Muhammed'ı de nebîolarak kabul ettik.."
dedi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.
Bil ki, bazı meseleleri sormak, çoğu kez, ortaya çıkması hoş olmayan
gizli birtakım hallerin zuhur etmesi neticesine götürür. Ve çoğu kez buna da,
zor ve güç mükellefiyetler terettüp eder. Binâenaleyh, akıllı olana yakışan,
kendisine bir mükellefiyet düşmeyen hususlarda susmasıdır.. Baksana, babasını
soran kimse, Hz. Peygamber'in. kendisini babasından daha başka birinin nesebine
ilhak etmek suretiyle rüsvay etmeyeceğini nasıl garanti edebilirdi?..
Hacchakkında soru soran . kimse de nerdeyse, Hz. Peygamber'in haklarında
"Müslümanlardan, müslümanlara karşı en büyük suçu işleyen, bir helâlin haram
olmasına sebep olan kimsedir"[288]dediği kimselerden
olacaktı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, (bu kişinin sorusundan dolayı), haccın
her sene için farz olduğunu söylemesinden emin olunamazdı.
Ubeyd İbn Umeyr de şöyle der: "Allah helâl kıldı, haram kıldı..
Binâenaleyh, Allah'ın helâl kıldığını helâl sayınız; haram kıldığından da
kaçınınız. Allah bu arada birtakım şeyleri meskût bıraktı ki, onları ne helâl ne
de haram kılmıştır.. İşte bu, Allah tarafından bir afdır." Daha sonra da bu
âyeti okudu.
Ebû Sa'lebe el-Huşenî de: "Allah birtakım farzları farz kıldı.
Binâenaleyh, onları zayi etmeyiniz. O, birtakım şeyleri yasakladı; binâenaleyh,
o şeylere saygısızlık edip hududu, sınırı aşmayınız.. Ve birtakım kanunlar
koydu, sakın siz onları ihlâl eîrrieyi Uncftmakstzm, birtakım şeyleri de
bağışladı; binâenaleyh, o şeyleri kurcalamayınız.." demiştir. [289]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve siz onları Kuran nazil olurken sorup da hükmü
kendinize açıklandığında..." buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
a)
Allah Teâlâ âyetin ilk kısmıyla, onların suâl ettiği o şeylerin, kendilerine
açıklanması halinde onları üzeceğini; bu ifadesiyle de, şayet onlar onları
sorarlarsa, bunların onlara açıklanacağını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, sözün
neticesi şu olur: Eğer onlar bunlardan suâl ederlerse, bunlar onlara açıklanır.
Eğer onlara açıklanırsa, bunlar onları üzer... Demek ki, bu iki mukaddimenin
toplamından şu ortaya çıkar: Şayet onlar, o meseleleri soracak olurlarsa,
onlara, onları mesrur edecek şey değil, üzecek şeyler ortaya çıkar...
b) İki
şekilde soru vardır:
1) Ne kitapta,
ne de sünnette hiçbir şekilde bahsi geçmeyen şeylerden suâl etmektir ki, böyle
bir soru, "Ey iman edenler, size açıklanırsa ... fenanıza gidecek şeyleri
sormayın" buyruğuyla nehyedilmiştir.
2)
Kur'ân'ın getirdiği bir şey hakkında soru sormak.. Ancak ne var ki dinleyen
kimse, bu şeyi gerektiği gibi anlayamamıştır. İşte bu durumda soru sormak
vaciptir. Ki, bu da, "ve siz onları Kur'ân nazil olurken sorarsanız onlar size
açıklanır" buyruğundan maksad budur. Bu kısmın zikredilmesinin faydası şudur:
Cenâb-ı Hak ilk ifâdede soru sormayı yasaklayınca, işte bu yasaklama hususu, her
türlü soru sormanın yasak olduğu zanntnı uyandırmıştır. Böylece Allah, bu kısmı
öbüründen ayırmak için, bu ikinci ifâdeyi zikretmiştir.
İmdi şayet: buyruğundaki zamiri, buyruğun-daki eşya kelimesine râcidir.
Binâenaleyh, âyette bahsedilen bizzat o "şeyler" hakkında soru sormanın hem
caiz, hem de yasak olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz
ki:
Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
a)
Soru sormanın yasak olmasının, Kur'ân nazil olmazdan önce olması; soru sormanın
emredilmiş olması ise, o şeyler hakkında Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmasından
sonra olmuş olması caizdir.
b) Bu
iki şey, her ne kadar farklı iki nevi ise de, bunlardan her birinin suale konu
ıeşkıl etmesi itibariyle aynı şey sayılırlar. İşte bu sebepten ötürü, bunlar
hakikatte teldi iki şey iseler de, zamirin her ikisini içine alacak şekilde
getirilmesi güzel ve »•rinde olmuştur.
c)
"...şeylerisormayın" buyruğu, onların o şeyleri sorduklarını göstermektedir.
3-naenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "vesizonlansorduğunuzda.." ifâdesi, "Eğer sizler,
Kur'ân nazit olurken o sorulan sorarsanız, o soruların sorulmasının caiz olup
olmaması - -susu, size açıklanır..." anlamına gelir. Sonuç olarak, bu âyetten
kastedilen, ilk rce soru sormanın vacip oluşu ile, şunu... şunu sormanın caiz
olup olmadığı hususudur.
Daha sonra Allah, "Allah o şeyleri atfetmiştir.." buyurmuştur, iki izah şekli vardır:
a)
"Allah, sizin daha evvet soru sormanızı ve bu sorunuz sebebiyle Hz. Peygamber'i
kızdırmanızı affetti... Binâenaleyh, aynı şeylere bir daha
dönmeyiniz..."
b)
Allah Teâlâ, "Onların kendisinden sordukları o şeylerin onlara açıklanması
hâlinde, onları üzeceğinden bahsetmiş, bunun peşinden de, "Allah o şeyleri
atfetmişti" buyurmuştur. Yani, "Allah, o sorular esnasında, sizi üzecek ve size
teklif edilmesi halinde zor ve güç gelecek şeyleri affetti..."
demektir.
c)
Ayette bir takdim ve tehir bulunup, bunun takdiri, "Allah'ın bağışladığı ve size
açıklanması halinde sizi üzecek şeyleri sormayın" şeklindedir. Bu görüş
zayıftır. Çünkü, nazm değiştirilmeksizin mâna doğru olursa, takdim ve tehire
gidilmesi caiz olmaz. Bu görüşe göre buyruğunun mânası, "onları tuttu,
zikretmekten vazgeçti ve bu hususta herhangi bir şekilde mükellef tutmadı..."
demektir. Bu tıpkı, Hz. Peygamber'in "Sizi atların ve kölelerin zekâtından muaf
tuttum "[290] yani, "o zekâtı
kaldırmak suretiyle, sizin yükünüzü hafiflettim" buyurması gibidir.
Daha sonra Allah, "Allah Gafur ve Halîm 'dir" buyurmuştur. Bu âyet, Hak
Teâlâ'nın, "Allah o şeyleri atfetmiştir" buyruğundan muradın, bizim bu âyetin
tefsirinde birinci şıkta zikrettiğimiz mâna olduğuna delâlet
etmektedir. [291]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Sizden evvel de bir kavim onları sordu da, sonra o yüzden kâfirler
oldular" (Mâıde. 102). buyurmuştur.
Müfessirler şöyle demişlerdir:
a)
Bunlar, Salih Peygamberin kavmidir ki, mucize olarak kendilerine bir devenin
verilmesini istemişler, sonra da deveyi boğazlamışlardı.
b)
Bunlar Musa'nın kavmidir ki, onlar "Bize, Allah'ı ayan beyân göster" demişlerdi.
Böylece de bu, onların üzerinde bir vebal olmuştu.
c)
Bunlar peygamberine, 'Bize bir
hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım.." (Bakara,246)diyen
İsraifoğulları'dır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur: "Fakat, ne
zaman ki onlara savaş yazıldı içlerinden birazı müstesna olmak üzere yüz
çevirdiler" (Bakara. 246) ve, 'Biz
hükümdarlığa ondan daha lâyık iken... nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık
onun olabilir?" (Bakara, 247) demişlerdi. Böylece, İsrailoğullan da önce bunu
istemiş, sonra da onu inkâr etmişlerdi.
d)
Bunlar, Hz. İsa'nın kavmidir ki, O'ndan bir sofra getirmesini istemişler, sonra
da sofrayı inkâr etmişlerdi. Böylece Allah, sanki: "İşte bunlar, istediler..
İstedikleri kendilerine verilince de bu, onları üzdü. Binâenaleyh, siz de
birtakım şeyleri isteyip durmayınız. Belki de size, istediğiniz verilecek olsa,
o sizi üzer" demek istemiştir.
İmdi şayet, "Allah Teâlâ önceki âyette, "..şeylerisormayın" buyurmuş; bu
âyette ise, "... bir kavim onları sordu" demiştir. Halbuki evlâ olan,
demesiydi.. Öyleyse bunun sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
Birinci şekil: "Bir şeyden sormak", o şeyin hallerinden bir halini,
sıfatlarından bir sıfatını sormaktan ibarettir. "Bir şeyi sormak..." ise, o
şeyin bizzat kendisjni istemekten ibarettir. Nitekim "ondan bir dirhem istedim";
yine "ona dirhemden sordum" yani, "Dirhemin vasfından ve niteliğinden suâl
ettim" denilir. Öncekiler Allah'dan, kaya parçasından deveyi çıkarmasını; gökten
sofra indirmesini istemişlerdi. Bu sebeple onlar, bir şeyin kendisini istemişler
demektir. Halbuki Hz. Muhammed'in ashabı, bunu istememişler, onlar ancak ve
ancak eşyanın hallerini ve sıfatlarını sormuşlardı. Binâenaleyh, çeşit olarak bu
iki soru farklı olunca, ifâde de, ister istemez farklı olmuştur. Ancak ne var ki
her iki kısım da, tek bir vasıfta müştereklik arzediyorlar ki bu da, fuzûlî
şeylere dalmak, gerek duyulmayan şeylere girmektir. Halbuki böyle şeylerde
fesada düşme tehlikesi bulunmaktadır. Kendisine ihtiyaç duyulmayan ve kendisinde
mefsedet tehlikesi bulunan şeylerden insanın kaçınması gerekir. Böylece Cenâb-ı
Hak bu şeylerden suâl etme hususunda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavminin, her
birisinin gereksiz olma, kendisine girmede herhangi bir fayda bulunmaması
hususunda, o suâlleri soran öncekilere benzemiş olduklarını beyân
buyurmuştur.
İkinci şekil: sözündeki zamiri,
cümlesindeki zamirinin râci olduğu eşya'
kelimesine râci değildir. Aksine bu, "Onların o şeyleri sormalarına râcidir.
Buna göre kelâmın takdiri, "Sizin zikretmiş olduğunuz o fasit suâlleri, sizden
önceki bir kavim de sormuştu... Onların bu istekleri yerine getirilince de,
onlar nankörlük etmiş bunu inkâr etmişlerdi" şeklindedir. [292]
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dostlarım gördüğünüz gibi ne tefsiri kebirde be de diyanet tefsirinde ayetlerin kendisinden önceki ayetlerle irtibatına neredeyse hiç değinilmiyor. Halbuki bu tefsirciler, normalde ayetleri kendisinden önce gelen ayetlerle irtibat içerisinde yorumlamayaçok meraklıdırlar. Neden önceki ayetlerle bir irtibat kurmamışlar acaba ? Şimdi gelin bir başka tefsirden başka bir örnek olsun diye önceki ayetlerle birlikte okuyalım. Yine, bir müfessir kendi kendisi ile nasıl çelişir, hep birlikte görelim. Önceki ayetler hususunda tefsiri kesip, sadece ayetleri vereceğim. 101 ve 102. ayetlerin ise tefsirini okuyacaksınız. (Alıntı Besair'ul Kuran tefsirindendir.)
87. �Ey İnananlar! Allah'ın size
helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah
aşırı gidenleri sevmez.� 88. �Allah'ın size verdiği
rızktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah'tan
sakının.�
89. �Allah size rasgele
yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.
Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek
yahut giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır;
yeminlerinizin kefareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun.
Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini
açıklıyor.�
90,91. �Ey İnananlar! İçki,
kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının
ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık
ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık
bunlardan vazgeçersiniz değil mi?�
92. �Allah'a itaat edin,
Peygambere itaat edin, karşı gel-mekten çekinin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki,
peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ
etmektir.�
93. �İnananlara ve yararlı iş
işleyenler, sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra haramdan
sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa daha önceleri
tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah iyi davrananları
sever.�
94. �Ey İnananlar! Gıyabında
kendisinden, kimin korktuğunu ortaya koymak için, (ihramlıyken) elinizin ve
mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah, andolsun ki sizi dener. Bundan
sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azap
vardır.�
95. �Ey İnananlar! İhramlı iken
avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğü kadar
olduğuna içinizden iki âdil kimsenin hükmedeceği, Kâbe�ye ulaşacak bir kurbanı
ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde kefaret ya da yaptığının
ağırlığını tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geçmiştekileri
affetmiştir, kim tekrar yaparsa Allah ondan öç alır. Allah güçlüdür, öç
alıcıdır.�
96. �Deniz avı ve onu yemek size
de, yolculara da, geçimlik olarak helâl kılınmıştır. İhramlı bulunduğunuz sürece
kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan
sakının.�
97,98. �Allah, hürmetli ev
Kâbe�yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası
için ortaya koydu. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın
şüphesiz her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir. Allah'ın azabının şiddetli
olduğunu ve Allah'ın bağışlayan, merhamet eden olduğunu
bilin.�
99. �Peygamberin görevi sadece
tebliğ etmektir. Allah sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de
bilir.�
100. �Ey Muhammed! De ki: "Helâl
ile haram, haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit değildir. " Ey akıl
sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz.�
101,102. �Ey İnananlar! Size
açıklanınca hoşunuza git-meyecek şeyleri sormayın. Kur�an indirilirken onları
sorarsanız size açıklanır, (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri
affetmiştir. Allah, bağışlayandır, Hâlimdir. Sizden önce bir millet onları
sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi.�
Ey mü�minler, açıklandığı zaman
sizi zarara sokacak, sizi üzecek, size ağır yükümlülükler getirecek yersiz,
gereksiz ne dininizi ne dünyanızı ilgilendirmeyen konularda peygambere soru
sormayın. Ben size bu sûrenin 99. âyetinde peygamberin fonksiyonunu, görevini
anlattım. Ona göre hareket edin diyor Rabbimiz. Yâni böyle olur olmaz her şeyi
sorup durmayın peygambere. Açıklanınca bıkıp usanacağınız şeyleri niye
soruşturup duruyorsunuz? Meselâ âyetin sebebi nüzûlüyle alâkalı anlatılır ki
Allah�ın Resûlü size haç farz kılındı buyurunca: Sahâbeden birisi: �Her yıl mı
haccedeceğiz ey Allah�ın Resûlü?� diye ısrar etmeye başlamış. Allah�ın Resûlü:
�Şâyet evet deyiverseydim her sene sizin
üzerinize haccetmek farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz. Ben
sizi kendi halinize bıraktığım ve tafsilat vermediğim müddetçe sizler de beni
kendi hâlime bırakın. Açıklama yapmamı istemeyin, sual sormayın. Çünkü sizden
evvelkileri peygamberlerine çok soru sormaları ve bunun neticesi olarak da
peygamberlerine muhalefette bulunmaları helâk etmiştir.�
Buyurdu. Çünkü biliyoruz ki
cumartesi yasağını yahudiler kendileri istediler ama gereğini de yerine
getiremediler. Kendi istekleriyle gelen bir sorumluluğun altından kalkamadılar.
Arkadaşlar, Rasulullah Efendimizin
kendisine soru soran sahâbeye karşı ben evet deyiversem her yıl size hac farz
olacak ifadesinden anlıyoruz ki Rasulullah�ın emretme ve yasaklama yetkisinin
olduğunu göstermektedir. Zaten peygamberin peygamber oluşunun hikmeti de
buradadır. Ve bizim peygambere îmanımızın anlamı da işte budur. Peygamber
söyledikleriyle yaptıklarıyla Allah�ın istediği kulluğun yasal
örneğidir.
Rabbimiz buyurur ki ey mü'minler, size
açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur�an indirilirken onları
sorarsanız zaten onlar size açıklanır. Yâni anlıyoruz ki bu soru sorma yasağı o
dönem için geçerlidir. Kur�an�ın nâzil olduğu dönem için böyle bir şey
geçerlidir. Tabii lüzumlu sorular için söyledim bunu. Değilse lüzumsuz sorular o
dönem için de bu dönem için de geçerlidir. Çünkü Rasu-lullah döneminde vahiy
geliyordu ve sorulacak sorulara Rabbimiz zaten vahiyle cevap verecekti. Onun
içindir ki Kur�an nâzil olup dururken soru sormayın deniliyordu.
Yâni fazla soru sormayın, ben bir
şey derim ya da Allah bu ko-nuda yeni bir hüküm indiriri de size ağır gelir diye
yasaklıyordu. Ama şimdi, şu devirde artık bu böyle değildir. Kur�an nâzil olup
bittiğine göre bizi ilgilendiren şeyler anlatılmıştır onda. Biz bizi
ilgilendiren, kulluğumuzu ilgilendiren konuları soracağız, araştıracağız. O
konuda bir âyet ve ya bir hadis bulmuşsak daha başka âyet ve hadisleri de
bulmaya çalışacağız. O konuyu sahâbe nasıl anlamışsa, o konuda selef ne demişse
bunları öğrenmeye çalışacağız ama kulluğumuzu ilgilendirmeyen şeyleri
kurcalamak abestir artık.
Meselâ bir defasında çevresindekiler
çok lüzumsuz sorular sorarak Allah�ın Resûlünü öfkelendirirler. Onların bu
densizlikleri karşısında Allah�ın Resûlü son derece gazaplanır ve; �Haydi
sorun! Ne soracaksanız sorun! Vallahi kıyamete kadar ne olacaksa sorun
söyleyeceğim!� der. Oradakilerden birisi; �Ey Allah�ın Resûlü, benim babam
kimdir?� diye sorar, Allah�ın Resûlü; �Baban falandır� der. Baba bildiğinin
dışında bir isim söyler. Bir başkası başka bir şey sorar nihâyet Hz. Ömer
Efendimiz durumun çok kötüye gittiğini ve Rasulullah�ın çok gazaplandığını
görünce ileri atılır ve: �Ey Allah�ın Resûlü, anamız babamız sana kurban olsun,
biz fitneden yeni çıkmış bir toplumuz, kusurumuza bakma, bizi affet� diyerek
Rasulullah�ı teskin eder.
Evet, Rabbimiz buyuruyor ki Allah
bundan önce sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayandır, Hâlimdir.
Sizden önce bir millet onları sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi. Sizden
öncekiler de peygamberlerinden bu tür sorular sormuşlardı, peygamberlerinden bu
tür şeyler istemişlerdi de sonra da sorduklarının, istediklerinin altından
kalkamayarak bu yüzden hakkı inkâra kadar gitmişlerdi. Unutmayın ki siz
usanmadıkça Allah asla usanmaz buyuran Rasulullah Efendimiz bu konunun önemine
şöyle dikkat çeker:
�Müslümanlar karşısında en büyük
suçlu bir şey haram değilken sorusu sebebiyle bir şeyin haram kılınmasına sebep
olan kimsedir. Bazı şeyler konusunda Allah susmuştur. Ama bu susuşu unuttuğundan
değildir. O halde Allah�ın sustuğu şeyleri
kurcalamayın.�
103.� Allah, kulağı çentilen,
salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük
vurulmayan hayvanların adanmasını emretmemiştir; fakat inkâr edenler Allah'a
karşı yalan uydururlar ve çoğu da akletmez-ler.�
104. �Onlara, �Gelin Allah'ın
indirdiği Kitaba ve peygambere uyun.�
dendiğinde, �Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter� derler; ya
ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler
idiyseler?�
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Arkadaşlar gördüğünüz gibi, önceki ayetlerde helal ve haram olarak nitelenen, kendisine izin verilen bir takım şeyler sıralanmış. Aralarda ısrarla peygamberin görevinin sadece tebliğden ibaret olduğu, yani bence haram ve helali belirlemek olmadığı sıralanmış olmasına rağmen, maide 101 ve 102 yi tefsir eden müfessirler ille bunu görmezden geliyor ve ayetleri öncesi ile irtibatlandırmaktan ısrarla imtina ediyorlar.
Önceki ayetleri okuduğum zaman, onları sanki sorulan sorular üzerine verilen cevaplar gibi görüyorum. Ben müfessir değilim. Ancak, Kuran'a muhatap olan herhangi biriyim. Mükellefim yani. Bir sıra içerisinde okuduğumda, sorulan soruların cevaplarını ve nihayetinde de "artık sormayın" ihtarını okuyorum.
Şimdi karşımda ciltler dolusu kitap var ve bunlar, "Falanca naklediyor, peygambere şunu sordum, şöyle cevap verdi " diye bir sürü hadis naklediyor. "Sormayın" emrinin muhatabı Peygamberimizin sağlığında yaşayan onlar değil de ben miyim. Peygambere helal- haram konularında soru sormaktan yasaklanan ben miyim ?
Ve müfessirler, siz neden işinize geldiğinde ayetleri kendisinden önce gelen ayetlerle mukayese yaparak açıklarsınız da, işinize gelmediğinde böyle zorlama yorumlarla işi kurtarmaya çalışırsınız ... Üstelik Allah öyle bir vahyetmiş ki, 103. ve 104. ayetler de bu diziliş içerisinde ne kadar güzel bir anlam ifade ediyor değil mi...
Birde, ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen hadiseye göre, Peygamber efendimiz, minbere çıkıp, "Sorun, kıyamete kadar olacak şeyleri size haber vereceğim" demiş. Halbuki,
(EN'ÂM:50)
"De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" buyurulmuştur.
Allah ilmimizi arttırsın. Başka diyecek bir şey bulamıyorum.
Selam ile...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|