Furkan Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 haziran 2005 Gönderilenler: 47
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bedevîlik İktibas'tan alıntıdır.
Türkçe
sözlükte bedevî, çölde çadırda yaşayan göçebe Araplar olarak
tanımlanmaktadır. Arap dilinde bedevî, bâdiyede, çölde yaşayan kimse
anlamına gelir. 'Bâdiye' ve 'el-bedvü' çöl; 'büdüvvü' yerleşikliğin (hadar)
zıddı, göçebe hayatıdır. Bâdiyede ikamet edene 'bâd' (bâdiü) denir. (22/Hac,
25). Kelimenin kök fiili olan 'be-dâ' (yebdû) bir şey zahir/açık oldu
anlamına gelmektedir. Çölün serâpâ düzlük oluşu, engellerin olmayışı
nedeniyle böyle denmiş olmalıdır. el-Bedâtü, bedevât, geçici heves demektir.
'Bedâve'/bidâve çöl hayatı, çöl sakinlerinin hali, bedevîlik anlamına gelir.
'Bâdiye'r-re'y' 'uzak görüşlülük' yani fikrî bakımdan geri, cahil kimseler
demek olup, Nuh kavminin ileri gelen müstekbirleri Nuh (a.s)a tabi olan
fakir Müslümanları bu şekilde niteliyorlardı. (11/Hud, 27).
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nde bedevî, "çöl ve vahalarda develeriyle
birlikte konar göçer olarak yaşayan Araplar" diye tanımlanmaktadır.
Kur'an'da 'bedevî' kelimesi geçmemekte fakat, 'a'râbî' kelimesiyle
'bedevîlik' mefhumu anlatılmaktadır. Rağıb el-İsfehani'nin açıklamasına
göre, İsmail'in soyundan gelen Araplara 'el-Arabu' (Arap) denir. 'el-A'râb'
aslında 'Arab'ın çoğuludur, fakat zamanla isim olmuş ve 'bâdiye' manasında
kullanılmıştır. Böylece örfen, çölde (bâdiye) iskan edenlere a'râbî ismi
verilmiştir. Gerek Arab, gerekse arabın mevalisinden bedevî olanlara, yani,
bir karye ya da kasabada ikamet etmeyip, çölde (bâdiye) dolaşan göçebelere
bedevî denmektedir. 'Arab' ve 'arabî' kelimelerini 'a'rab' ve 'a'râbî'den
tefrik etmek gerekir. Arab, bilinen manada Arap soyunu ifade eder. Aynı
zamanda fasih konuşan Arap anlamına da gelir. Arabî, Arab'a mensup demektir.
Bir de 'arabî' (arabiyyun) kelimesi 'Arapça' anlamındadır ve Kur'an'ın
Arapça bir kitap (Kur'anen arabiyyen) olarak indirildiğini beyan etmek için
on kadar ayette kullanılmıştır. 'Arabî' ile 'a'râbî'nin arasındaki farkı
şöyle de izah etmek mümkündür: Dilbilimcilerin belirttiğine göre, bir
'a'râbî'ye, 'yâ Arabî!' diye seslenmek ona iltifattır, memnuniyetini sağlar;
fakat bir 'arabî'ye, 'yâ a'râbî' diye seslenmek hakarettir ve öfkesini
celbeder. Bir anlamda 'a'râbî' Arab'ın yürüğü sayılmakta, çöl şartları ve
bedevilik gereği huylarının daha sert ve kaba mizaçlı oldukları
belirtilmektedir.
Bedevîler yalnızca yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak
üzere bir araya gelmiş insanlardır. Hadarîler (medenî) ise, nispeten
oturmuş, yerleşik ve lüks denebilecek eşyayı ve kurumları kullanan
kimselerdir. Bedevîlik ve hadarîlik, tüketim, alış-veriş, barınma, mimari,
eğitim gibi alanlarda birbirinden belirgin şekilde ayrılır. Bedeviler
geçimlerini daha ziyade hayvancılık, ticaret, av ve çapul gibi vasıtalarla
sağlarlar. Bedevî deyince akla gelen ilk şey çöl ise, ikincisi de devedir.
Başka kavimlerin bedevîleri, kendi iklim ve coğrafi şartlarına göre, koyun,
at ve sığır gibi hayvanlar besleyebilirler. Arap bedevilerinin belli başlı
besin kaynağı et, süt ve hurmadır.
Bedevî anlayışında suçlara şahsî değil, kabilevî bakılır. Aynı kabileye
mensup bedevîler arasındaki dayanışma ve şeref duygusu asabiyeti doğurur.
Bedevî asabiyetinde kim suçlu, kim suçsuz (dolayısıyla 'adalet') kaygısı
yoktur; bunun yerine, "kim, kabilemizden birine saldırdı?" tarafgirliği
vardır. Kabileyi her durumda savunmak ve kabileden birinin işlediği suça
arka çıkmak ise neticede kan davasını davet etmektedir. Çölde kabile,
şehirdeki 'devlet'in yerini alır.
Bedevî hayatında erkek çocuk üstünlük ve itibar vesilesidir. Kur'an'ın
dikkatimize sunduğu, kız çocuğu olduğu kendisine müjdelenince yüzü simsiyah
kesilecek kadar hiddetlenen, bu haberi çevresinden gizlemeye çalışıp, kızı
olduğu için aşağılık duygusuna kapılan ve o biricik yavrusunu bu 'utanç'la
yanında mı tutacağına, yoksa toprağa mı gömeceğine bir anda karar veremeyen
kimselerin (16/Nahl, 58-59; 43/Zuhruf, 17) hali, işte tipik bir bedevî
davranışıdır. Halbuki iyi bir insanın düşüneceği şey bellidir: Kişi için
erkek çocuğu mu daha hayırlıdır, kız çocuğu mu, bunu sadece Allah bilir,
başka kimse bilmez!
Bedevîler her ne kadar şehirlilerden daha sert mizaçlı olsalar da, sahip
oldukları şey daha sınırlı olduğu için, ihtirasları daha azdır ve İbni
Haldun'a göre hayra, iyilik ve fazilete şehirlilerden daha yatkındırlar.
Bedevilerin Arapça'yı en düzgün ve fasih konuşan kimseler oldukları bilinir.
Kur'an bedevîleri tamamen kötü görmez ama bedevîlerde eleştirecek çok
hususiyetler bulur. Kur'an'ın bu eleştirilerinin altını çizdiğimizde,
bedevîliğin makbul bir şey olmadığı anlamı kendiliğinden çıkmaktadır.
Kur'an'da 'bedevilik' konusu bizzat bedevî kelimesiyle değil, 'a'rab'
sözcüğüyle ifade edilmektedir. Kur'an'ın bedevî (a'râbî) tanımını,
günümüzdeki şehirli-köylü ayrımına benzetmemek gerekir. Bu tam olarak, İbni
Haldun'un tezinden de esinlenerek ileri sürüldüğü gibi bir köylü-şehirli
karşıtlığı değildir. Kur'an'ın ileri sürdüğü bu değildir. Küfürde inat
etmeyi, Peygamber'e düşmanlık yapmayı ve İslam'a karşı durmayı, yalnızca
çölde yaşayanlara mahsus bir inkarcı tutum sanmak, İslam'ın en büyük
düşmanlarının Mekke'de bulunduğu gerçeğiyle çelişir. Sadece Muhammed (sav)
değil, diğer peygamberlerin en amansız hasımları da, bizzat kendileriyle
beraber şehirlerde yaşayan müstekbirlerdi.
Konuya şöyle açıklık getirmek mümkündür: Kur'an'ın anlatımından hareketle
diyebiliriz ki, bir insan sırf çölde yaşadığı için küfürde daha şedîd
değildir. Fakat çöl yaşamının 'bedevîliği' doğuran bir yapısı vardır ve bu
yapı gereği çöl insanı 'bedevî' olmaktadır. Sözün özü, bir insanın 'bedevî'
olması için, çölde yaşıyor olmaktan ziyade, Kur'an'ın eleştiri konusu
yaptığı vasıfları taşıyor olmak gerekmektedir.
Kur'an bedevilerin küfür ve nifakta daha ileri, Allah'ın, rasulüne indirdiği
sınırları tanımamaya daha yatkın ve yakın olduklarını haber vermektedir.
(9/Tevbe, 97). Kur'an'ın bu açıklaması, bedevilerin daha kaba ve sert
mizaçlı oldukları tezini desteklemektedir. Bu ayette bedevîler 'eşedd' (daha
şiddetli) ve 'ecder' (daha yatkın) kelimeleriyle başka insanlarla
kıyaslanmaktadır. Tevbe suresi Medine'de nazil olduğuna göre, bedevîler
Medine gibi bir şehrin halkıyla kıyaslanıyor olmalıdır. Bu kıyaslama, şehir
halklarının küfür ve nifakının daha 'mülayim'(!) olduğundan ziyade,
bedevinin küfür ve nifakının daha katı olduğunu vurgulamaya yöneliktir.
Medine civarındaki bedevîler içinde birtakım münafıklar bulunduğuna, Tevbe
suresinin 101. ayetinde de dikkat çekilmektedir. Bu sefer bedevîler yalnız
anılmamış, Medine halkından olan münafıklar da birlikte zikredilmiştir.
Ayete göre bu iki zümre münafıklıkta epey maharetli, azgın ve küstahtırlar.
Allah'ın, rasulü Muhammed'e indirdiği sınırları tanımamaya daha yatkın
oluşları, bedevîlerin itaat altına girmeye elverişli olmamaları, hırçın, âsî
ve başına buyruk yaşamayı sever bir tînete sahip olmaları dolayısıyladır.
Bedevî, kendine göre bir yücelik duygusuna sahiptir ve bir otoriteye boyun
eğmeyi zül sayar.
Bedevîler, Allah rızası için tamamen karşılıksız bağış demek olan infakı,
bir hiç uğruna borçlandırılmak (angarya) olarak görmektedirler. (9/Tevbe,
98). Bedevî, sadaka vermesi istenen kimselerin, o malı kendisiyle
kazanmadığını düşünmekte, infak etmek için 'haklı' bir neden bulamamaktadır!
Bedeviliğin en belirgin vasıflarından biri, Müslüman olmasını bir minnet
sebebi saymasıdır. Bedevîye göre, Müslüman olmasının kıymeti bilinmelidir!
Bedevî Araplardan bir kısmı Rasûlullah'a gelerek, kendilerinin, felanca
kabileler gibi kendisiyle savaşmadıklarını, zorlama olmaksızın iman
ettiklerini söyleyerek, ondan bağış yapmasını istemişlerdi. Bu meyanda
birçok kabilenin ismi anılmakla birlikte, bilhassa Esed oğulları üzerinde
durulmaktadır. Bu kabilenin Rasûlullah'a gelerek, savaşmadan iman
etmelerinin karşılığı olarak, kendilerine bağış yapılmasını istediği rivayet
edilmektedir. Kur'an tam yerinde ve zamanında müdahale ederek, bu kimselerin
'iman ettik' iddialarını çürütmekte ve özet olarak şöyle demektedir:
İman ettik iddiasıyla Peygamber'e gelen bedevîler, kendi zanlarının aksine,
henüz iman etmiş değildirler. Onların 'teslim olduk' (eslemnâ) (49/Hucurât,
14) demeleri, kendi durumlarına daha uygundur. Kur'an'ın bu ayetine
istinaden, iman ve İslam kavramları arasında ayırım yaparak, İslam'ın
'derinliksiz teslim olma', imanın gerçekten inanma anlamına geldiğini ileri
sürmek kesinlikle doğru değildir. Bedevîlere 'teslim olduk deyin' emrinin
anlamı şudur: Sözü geçen bir kısım bedevî Arap kabileleri, 'yükselen
İslam'ın gücünü fark etmişler, düşmez sandıkları güçlü/savaşçı Arap
kabilelerinin ve Yahudilerin birer birer teslim olduğunu görmüşler,
cesaretleri kırılmış ve Rasulullah'a gelerek, bağlılıklarını bildirmekten
başka çare bulamamışlardır. Peygamber'e karşı beyaz bayrak kaldırmışlar,
'darul harp' olmadıklarını, sulhten yana olduklarını ızhar etmişlerdir. Bu
bir nevi zoraki bey'attır. Bedevilerin 'İslam' olmaları işte bu anlamdaydı.
Henüz gerçek birer Müslim ve mü'min olmamışlardı. Bir 'mü'min', Allah'a ve
rasulüne iman edecek, imanında hiçbir kuşkuya düşmeyecek, Allah'a ve
rasulüne itaat edecek, Allah yolunda malını ve canını seve seve ortaya
koyacaktır. İmanın kalpte iyice yerleşmesi bu demektir. (49/Hucurât, 14-15).
Bedevî (a'rabî) olmayan mü'minler işte bunlardır.
İman etmek ve teslim olmak, Allah'ı ve Rasulünü her şeyin önüne geçirmeyi
gerekli kılar. Bedevîlerde bu henüz oluşmamıştı. Onlar için Allah mefhumu,
kabile reisinden öte bir anlam ifade etmiyordu. Peygamberi, günlük hayatta
itaat edilmesi gereken bir otorite; sevgi ve saygı duyulması gereken bir
dinî önder olarak telakki etmiyorlar, kabalık üstüne kabalık yapıyorlardı.
Kur'an, bu bedevî telakkisini, "Allah'ın rasulünden geri kalmak ve kendi
canını Peygamber'in canından daha çok düşünmek" olarak isimlendirmektedir.
(9/Tevbe, 120). Halbuki Din şu ilkeyi vaz etmektedir: İman ettiğini ikrar
eden bir kimse için babası, çocukları, kardeşleri, eşleri, hısım akraba,
ticaret, bakımlı evler, hasılı her şey Allah'dan ve rasulünden asla daha
değerli olmamalıdır. Allah ve Peygamber'e duyulan sevgi ve saygı her şeyin
önüne geçmek zorundadır. (9/Tevbe, 24).
Peygamber'e gereken saygıyı tam göstermek, bedevî değil de medenî kişiliğin,
İslamî edep ve terbiyenin, haddini bilmenin göstergesidir ve çok önemlidir.
Peygamber'e tâzim ve hürmette aşırı gitmek nasıl onu şerikleştirmekse, ona
saygıda kusur etmek de, imansızlığın bir çeşididir. İslam'ın edep ölçüsüne
göre mü'minler Allah'ın olduğu gibi, Peygamber'in de önüne geçmemek,
peygamberi sıradanlaştırmamak zorundadırlar. (49/Hucurât, 1-2). Konuşurken
sesini peygamberin sesinden fazla yükseltmek, sanki bir Peygamber'e değil
de, hizmetçisine hitap ediyormuş gibi konuşmak, onun önemsenmesi, ciddiye
alınması gereken bir kişi/lik olduğunu hesaba katmamak asla İslam ahlakıyla
bağdaşmaz. (49/Hucurât, 4-5; 24/Nur, 63). Peygamber'e, sıradan bir insana
bağırır çağırır gibi seslenmek, insanın amellerinin boşa gitmesini
sağlayacak bir bedevî tutumudur. (49/Hucurât, 1-2).
Peygamberle bir iş yapmaktayken, ondan izin almaksızın sıvışıp gitmek de
bedevîce bir tutumdur. Mü'min ahlakı, böylesi bir durumda peygamberden izin
almayı gerektirir. (24/Nur, 62). Görüldüğü gibi, mü'min ve müslim olmanın
yolu, Peygamber'e saygı ve hürmetten geçer. Sadece peygamberle savaşmayı
göze alamayan bedevînin boyun eğmesi Müslüman olmak anlamına gelmemektedir.
Bedevîler hem Allah'dan yeni görevler talep etmekte, hem de onları yerine
getirmekten kaçınmaktadırlar. Allah henüz savaşı farz kılmamışken, mü'minler
eğer namazı kılar, zekatı verirlerse, bunun iyi bir dindarlık sayılacağının,
savaş mefhumunu gündeme getirmemeleri gerektiğinin açıklandığı dönemde,
işgüzarlık yapıp, "neden savaş emredilmiyor?", "bir savaş ayeti gelse de
savaşsak!" gibi, cesaret ve aksiyon görüntüsü veriyorlardı. Oysa bu, tamamen
gösterişe yönelik bir tutumdu ve ilk fırsatta sahteliği anlaşılmıştı. Allah
savaş ayetini indirdiğinde, Allah'dan korkar gibi, hatta daha fazla bir
korkuyla korkuya kapılmışlar ve "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın?" demeye
başlamışlardı. (4/Nisa, 77 ayrıca bkz. 47/Muhammed, 20).
İslamî tebliğ ve nebevî hareket sürecinde Peygamber içlerinde iken, Allah'ın
emrini ve Peygamber'in o emirlere göre hareket etmesini beklemek, hakikî
mü'min olmanın gereğidir. Peygamber'in güzel örnekliği demek olan sünnetini
gereği gibi anlayamayan bedevî zihniyet, aynı tabansız aceleciliği her zaman
sürdürecektir. "Haydin, neden çıkmıyoruz?" diyecek, kimilerini oturmakla
suçlayacak fakat o kastettiği gün gerçekten geldiğinde ise canı ve malı pek
kıymetlenecek ve ortada gözükmeyecektir. Fakat her zaman ısrarla ister
göründüğü cihada, korktuğu için katılmadığını itiraf etmek yerine, bu sefer
de Müslümanlara değişik biçimlerde töhmetler yöneltmeyi tercih edecektir.
Biz bir kul olarak öncelikle, Allah'ın bizi yükümlü tuttuğu ödevlerimizi
hakkıyla yerine getirmeli, o alanda kendimizi ispatlamalıyız ki, ardından,
bir kat daha ağır bir sorumluluk yüklendiği zaman onu yapmakta
zorlanmayalım. Yap/a/mayacağımız şeyleri söylemeyi Rabbimiz Müslümanlıkla
bağdaştırmamaktadır. Böyle bir müraîlik Allah katında büyük bir vebaldir.
(61/Saf, 2-3).
Bedevîlerin savaş esnasındaki kaypak tavırları çok meşhurdur ve Kur'an bu
konu üzerinde ciddiyetle durmaktadır. Peygamber (a.s)ın komutasında savaşa
gidilirken, bedevîler asılsız özürler beyan etmek suretiyle savaştan
kaçınmışlar (9/Tevbe, 90), bunu da açıkgözlülük, uyanıklık, bilinçli hareket
olarak telakki etmişlerdir. Bedevî, savaştan uzak durarak, canını tehlikeye
atmayacak kadar uyanıktır(!) (4/Nisa, 77). Bunlar, yalan yere uydurdukları
mazeretleri inandırıcı olsun diye yalan yere yemin de etmekteydiler.
(9/Tevbe, 94-96). Bunun yanında, binekleri olmadığından dolayı savaşa
katılamadıkları için üzülüp ağlayan mü'minlerin gözyaşları, bedevîlerin
ikiyüzlülüğünü ortaya çıkartan önemli bir ayrıştırıcı idi.
Bedevîlerin mazeretleri malları ve aileleriydi. Hem mallarının ve
ailelerinin kendilerini alıkoyduğunu söylüyor, hem de Peygamber'den,
bağışlanmaları için Allah'a dua etmesini istiyorlardı. (48/Fetih, 11). Ama
Kur'an onların ikiyüzlülüklerini açığa vurmuş, dilleriyle söyledikleri şeyin
kalplerinde olmadığını, yani inanmadıkları şeyleri söylediklerini yüzlerine
vurmuştur. (48/Fetih, 11). Oysa bedevî korkusunun ecele faydası yoktu; eğer
Allah onlara bir fayda ya da zarar vermek dilemişse kimse bunun önüne
geçemezdi! (48/Fetih, 11, 16).
Bedevî ikiyüzlüler, cihada katılmadıkları gibi, cihada katılan Peygamber'in
ve mü'minlerin bir daha dönmeyeceklerini düşünmekte, kendi aralarında bunu
konuşarak, kendilerinin ne kadar şanslı ve selamette olduklarını düşünmenin
dayanılmaz hazzını yaşamaktaydılar. (48/Fetih, 12; 9/Tevbe, 50, 81). Cihada
giden Peygamber ve mü'minler güzel sonuçlar elde ederlerse bu, münafık
bedeviler için üzüntü, aksi ise sevinme sebebiydi. (9/Tevbe, 98). Medine'de
münafık zümresi ile, Kur'an'ın "kalpleri hastalıklı" diye nitelediği (ki
bunlar bedevîler olmalı) kimseler Hendek savaşı esnasında, Müslüman
askerlerin çok zorlandığı bir demde yine aynı fesadı icra etmişler, hem
cihada çıkmış bulunan Yesrib'li Müslümanları ayartıp savaş meydanından
kaçmaları için fitne yaymışlar, hem de kendileri, "evlerimiz emniyette
değil" diyerek Peygamberden izin istemişlerdi. (33/Ahzap, 13). Ne yapsınlar,
"yıkılası hanede evlâd ü ıyâl var"dı! Halbuki evlerinin emniyette olmadığı
doğru değildi. (33/Ahzap, 13). İstedikleri, sadece savaştan kaçmaktı. Bu
sebeple de ebedî azabı hak etmişlerdi. (48/Fetih, 12-13).
Bedevîler cihada giden müslümanları fitneye düşmüş olarak görüyorlar
(9/Tevbe, 49), mücahidlerin ardından, ahlaksızca dedi-kodu yaparak, "eğer
yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyerek (3/Al-i İmran, 156),
modern cahiliyye bedevîliğinin de yaptığı gibi, inanç ve din uğrunda
savaşmayı 'enayilik' sayıyorlardı. Halbuki, düşmekten korkmaları gereken
asıl 'fitne' cehennem olmalıydı. (9/Tevbe, 50, 81).
Bedevilerin ve münafıkların, savaştan uzak durarak, canlarını emniyet altına
alacakları inancı tam bir kuruntudur. Ölmekten ya da öldürülmekten güvende
olacakları varsayımı çok tuhaf bir duygudur. Zira, kim nerede olursa olsun,
en sağlam kaleler içine bile sığınmış olunsa, ölüm gelip herkesi bulacaktır.
(4/Nisa, 78; 33/Ahzap, 16). Bedevîler benzeri, yine savaş ortamında savaşın
şiddetlendiği bir anda hem kendilerine, hem de çevreye yılgınlık veren,
"niye geldik ki buraya?" diye oyun bozanlık eden kimseleri Kur'an şu
sözlerle uyarmaktadır: "Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi
takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp
giderlerdi." (3/Al-i İmran, 154).
Bedevî ahlakına, savaşa davet edildiği zaman icabet etmek yaraşmamakta,
fakat sıra ganimet toplamaya geldiğinde en önde koşmak çok yaraşmaktadır.
(48/Fetih, 15). Savaş kaçkını, ganimet düşkünü bu insanlar, mü'minler
aleyhinde her fırsatta asılsız haberler yaymayı (33/Ahzap, 19; 9/Tevbe, 98)
ise ihmal etmemektedirler.
Kuşkusuz, yazının başında da belirttiğimiz gibi, Kur'an bütün bedevîleri
aynı kefeye koymamaktadır. Mesela Hucurât suresinin 14. ayeti bütün
bedevileri, kalplerine iman yerleşmemiş, sadece ismen teslim olmuş kimseler
sınıfına koymamaktadır. Ayet, belirli bir 'bedevî' portresi çizmektedir.
Bedevîlerin hepsinin aynı olmadığını Kur'an sarahaten belirtmekte ve şöyle
demektedir: "Bedevîlerden (minel a'rab) öylesi de var ki, Allah'a ve ahiret
gününe inanır, yaptığı infakı Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in
dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (infak) onlar için bir
yakınlıktır. Allah onları rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah
bağışlayıcı ve merhamet edicidir." (9/Tevbe, 99).
Kur'an, muhacirlerle ensara tabi olan mü'min bedevileri münafıklardan ayrı
tutmaktadır. (9/Tevbe, 100-101).
Sonuç olarak bedevîlik, İslam'ın yetiştirmek istediği nezaket sahibi,
aşırılıklardan kaçınan, haddini bilen, edep denilen ahlaki sınırlara
riayetkarlığın kendisine çok iyi yakıştığı İslam cemiyetine aykırı düşen bir
tutum ve davranışlar yumağıdır. İslam her türlü kabalıkla ve haddini
bilmezlikle mücadele eder. Bedevîlik, İslam'ın olmadığı yerlerde ve İslam'ın
yer edinmediği kalplerde hayat hakkı edinebilir. İslam'ın varlığının
hikmeti, bütün bedevîlikleri ortadan kaldırmak, yeryüzünü mâmur ve medenî
bir hayata inkılap etmektir. www.iktibas.info
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HANİF MÜSLÜMAN, IRKLAR ARASINDA
HİÇBİR AYRIM YAPMAZ
Bazı
kimselerin iddiasına göre ARAPLAR Allah tarafından aşağılanmışlardır. YAHUDİLER
de lanetlenmişlerdir. ‘Araplar lanetsiz aşağılık, Yahudiler lanetli ama ÜSTÜN
diye gösterilmiştir Kur’anda’ deniyor. Acaba gerçek öyle mi?
Neden
Allah yarattığı ırklardan birisini lanetler, diğerine de aşağılık damgası
vurur?
Bu ırklar
içinde bazı –kendi emrine muhalafet eden kullarını değil de- komple o ırkın
tümünü neden lanetler yada aşağılar? Bu ne kadar mantıklı?
Acaba
gerçekten Allah yarattığı bu iki kavmi Kur’anda lanetlemiş ve aşağılamış mıdır?
Tabiki HAYIR…
Bektaşiye
neden namaz kılmadığını sorduklarında Allah’ın ayette ‘sakın namaza
yaklaşmayın’ buyurduğunu söylemiş. Ayetin devamını da okuması söylendiğinde ise
‘ben hafız değilim’ diyerek işin içinden sıyrılmış. Malumunuz ayette ‘ne
söylediğini bilmez haldeyken sakın namaza durma’ şeklinde bir beyan var.
Bu
şahısların yaptığı da bundan farksız.
Araplar yada
Yahudiler hakkındaki bir ayet ortaya koyuluyor ama peşisıra gelen ayet
görmezlikten geliniyor. Örneğin Tevbe 97'yi söyleniyor fakat konuyla alakalı
sonraki 3 ayet atlanıyor. Alenen bir çarpıtma yapılıyor. Amacın ne olduğu ise
ayrı bir konu.
Allah Kur’anda bizim Türkçede kullanmadığımız bir üslup, bir anlatış tarzı
kullanıyor.
Önce bir
genelleme yapıyor. Sonra istisnaları belirtiyor. Örneğin Asr Suresinde ‘Bütün
insanlar hüsrandadır’ diyor. Eğer siz ayetin devamını okumazsanız bütün
insanları hüsranda sayarsınız ama devamı olan ayette ‘ancak iman edenler, hayra
ve barışa dönük iş yapanlar, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna’ diyerek
birinci ayette yapmış olduğu genellemeden sonra bu dört özellik kendisinde olan
insanların ziyanda olmayacağını, bunların istisna olacağını belirtiyor. Neden
böyle bir üslup kullanılmış olabilir? Söylemi kuvvetlendirmenin Arap dilindeki
bir inceliği olsa gerek. Normalde Türkçede bu tarz bir cümle kullanmıyoruz
malum. Bir diğer örnek Tin suresinden. Allah bu surede ‘Biz insanı, gerçekten
en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da onu düşüklerin en düşüğüne/aşağıların
en aşağısına çevirip attık’ buyurmakta. Eğer siz yine bu ayeti okuyup
diğer ayete bakmazsanız insanların hepsinin esfeli safiline atıldığı/atılacağı
kanaatine varırsınız. Fakat diğer ayette bu ilk ayetteki genellemenin
istisnalarından bahsedilmekte. Esfeli safiline gitmeme şartları sıralanmakta.
Ayetin devamı; ‘İman edip hayra ve barışa yönelik iş üretenler müstesna. Bunlar
için kesintisiz bir ödül vardır’. Bu ayeti şöyle de okumamız mümkün: ‘İman edip
hayra ve barışa yönelik iş üretenler için kesintisiz bir ödül vardır. Bunların
haricindeki insanlar ise aşağıların en aşağısına atılacaktır.’ Peki neden
istisna olarak iman edip Salih amel işleyenler söylenmiş? Demek ki bunlar sayıca
insanlar içinde azınlıkta.
Gelelim Araplarla ilgili ayetlere:
Araplar inkarcılıkta ve
ikiyüzlülükte en aşırıdırlar. ALLAH'ın elçisine indirdiğini tanımamaya da en
yakındırlar. ALLAH Bilendir, Bilgedir. Bazı Araplar, yardımlarını bir kayıp ve
angarya sayar ve sizin için felaketler gözetlerler. En kötü felaketler onlar
içindir. ALLAH İşitendir, Bilendir. Araplardan, ALLAH'a ve ahiret gününe
inananlar da vardır. Harcadıklarını ise ALLAH'a yaklaştıracak bir vesile ve
elçiye destek sayarlar. Gerçekten o, onlar için bir yaklaşma vesilesidir. ALLAH
onları rahmetine sokacaktır. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. Göç edenlerin
(mühacir) ve yardımcıların (ensar) öncülerinden ve onları güzelce izleyenlerden
ALLAH razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Onlara, içlerinde
ırmaklar akan ve ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük zafer
budur. (Tevbe 97-100)
Tevbe
Suresindeki bu ayetlerde üstte belirttiğimiz gibi önce bir genelleme yapılıyor.
Sonra hangi Arapların Allah'ın rahmetine hak kazanacağı, cenneti hak edeceği,
ecir kazanıp Allah’ın rızasını elde edeceği anlatılıyor. Burada Arap ırkını
aşağılama yok. Yapmış oldukları yardımı angarya sayıp müminlerin felaketini
arzulayanlara inkarcı ve ikiyüzlü diyor Allah. Arapların böyle bir temayülü
olduğunu belirtiyor.(Aslında tüm insanlarda bu temayül yok mu?) Ama sonra bu
bozuk haller kendisinde olmayan Arapları da övüyor ve onlara sonsuz ecir vaad
ediyor. Aşağılama nerede?
Bu
şahısların, Allah’ın Arap ırkını aşağıladığına delil gösterdiği diğer ayette
Hucurat Suresinde.
Araplar "İnandık," dediler. De ki, "Siz inanmadınız, fakat inanç
kalbinize girinceye kadar, 'teslim olduk' deyin. ALLAH'a ve elçisine uyarsanız
yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.
İnananlar onlardır ki, ALLAH'a ve elçisine inandılar, sonra kuşku beslemediler
ve ALLAH yolunda paraları ve canlarıyla savaşım verdiler. Onlar doğru
olanlardır. (Hucurat 14-15)
Rabbimiz
yine aynı üslubu kullanmış. Önce bir genelleme var. Arapların, pratikte hiçbir
faaliyette bulunmadan, gereklerini yerine getirmeden sadece sözle/sözde iman
ettik demelerinin onları mümin değil müslüman (teslim olmuş) yapacağı
vurgulanıyor. Fakat Arapların içinden ALLAH'a ve elçisine inanıp sonra
da kuşku beslemeyenlerin ve ALLAH yolunda paraları ve canlarıyla savaşım
verenlerin gerçekten inanmış olduğunu belirtiliyor. (Bu gerçek sadece Araplar
için değil tüm insanlar için geçelidir.) Zira Ensar ve Muhacirinden seçkin
sahabeler Resullah ile birlikte nice zorluklara katlanmış, çetin savaşlara
katılmışlar ve Allah’tan bu konuda övgü ve takdir almışlardır. (Tevbe Suresi
100. ayet) Görüldüğü gibi 14. ve 15. ayeti bir arada değerlendirdiğimizde
Allah’ın yine üstte belirttiğimiz tarzı kullandığını anlıyoruz.
Eğer Arap
bir Elçi değil de Türklere Türk bir Resul göndermiş olsaydı Allah. Acaba durum
nasıl olurdu? Türk Irkının çoğunluğu iman mı ederdi inkar mı? Allah savaşmayı
emrettiğinde Din uğruna savaşır mıydık yoksa yan mı çizerdik? Zora geldiğimizde
iman ettik diyerek paçayı kurtarmaya çalışıp, hiçbir kuşku beslemeksizin
mallarımızla ve canlarımızla Allah yolunda savaşım verir miydik acaba? Hz.
Muhammed (ss) zamanındaki aşırı derecedeki zor ve sıkıntılı durumları
düşünün. Kaçımız Resule her şeyimizle tabi olurduk?
Burada
şunu söylemek istiyorum. Elçi hangi millete/ırka gelmiş olursa olsun
karşılaşacağı durum aşağı yukarı aynı. Türk bir peygamber gelseydi bu sefer
Kur’anda peygambere destek vermeyen biz Türkler mevzu bahis olacaktık. Allah Kur’anda
biz Türkleri mallarımızla ve canlarımızla resulüne destek olmadığımızdan ötürü
kınayacaktı. Yani bu işin hiçbir ırkla alakası yok. Hangi ırk Resulüne
zulmetmedi? Hangi ırk resulünü öldürmek istemedi? Hangisi ciddiye alıp saygı
duydu ve onunla birlikte savaşım verdi? Tabiki bu ırklar içinde istisna/güzide
insanlar daima oldu ve Rabbimizin mağfiretini onlar kazandı. Ama genellikle
bütün ırklar aynı yanlış tavrı kendi Resullerine karşı gösterdi.
Eğer seni
yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.İbrahim'in
kavmi ve Lut'un kavmi de: (HAC SURESİ / 42-43)
Seni yalanladılarsa,
senden önce de resuller yalanlandı. Açık-seçik deliller, kutsal sayfalar ve
aydınlatıcı Kitap'ı getirmişlerdi onlar. (Ali İmran 184)
Sonra birbiri peşi sıra elçilerimizi gönderdik; her ümmete
kendi elçisi geldiğinde, onu yalanladılar...(Müminun Suresi, 44)
Biz insanlar Rabbimize karşı
oldukça nankörüz ve O'nun bize gönderdiği elçileri -ekseriyetle- yalanladık ve
ya öldürdük, ya ateşe attık, ya memleketinden kovduk, ya aç bıraktık, ya
da dalga geçip saygı duymadık. 'O bahsettiğin azabı Rabbine söyle de göndersin'
dedik. Ve azap geldi yok olup gittik. Biz insanlar böyleyiz, yok birbirimizden
farkımız. Bu işin ırklarla alakası asla yok. Hangi ırka elçi gelse o ırkın
elçiye ve mesaja yapacağı muamele aynı Allah tarafından göreceği hitap aynı.
İnsan, Rabbine karşı
gerçekten çok nankördür! (Adiyat Suresi 6)
Kahrolası insan, ne
kadar da nankördür! (Abese Suresi 17)
(Nankörlükle
alakalı ayetler ) (Yalanladıklamız
hakkında ayetler)
Sözün özü ayetlerde Allah Arapları
-özellikle- aşağılamıyor. Hitap Arapların şahsında bize, hepimize... Onların da
her ırk gibi ikiyüzlülüğe ve inkarcılığa meyilli olduklarını belirtiyor ve onlardan
da razı olup cennetine alacağı kulların vasıflarını sayıyor. Eğer muhatap
Türkler olsaydı bu sefer Araplara olan hitap Türklere olacaktı. O zaman da
Araplar bizim hakkımızda ayetlere bakarak yanlış yorumlar yapacaktı.
Peki
Yahudiler Lanetlenmiş midir? Tabiki hayır. Komple bir ırkın lanetlenmiş olması
kadar saçma birşey olamaz. İsrailoğulları içinden Allah’ın lanetini hak etmiş
ve şu anda da hak ediyor olanlar vardır ama Allah’ın tüm İsrailoğullarını
lanetlemiş olması akıllara ziyan bir yorum. Bir insanın ne kabahati olabilir
Yahudi olarak yada Arap olarak doğmuşsa. Kişi, Allah yanında ırkına ve
kabilesine göre değil takvasına göre muamele görür. (Bakara 62 ve Aliimran
113’e bakınız)
İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu
İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları
nedeniyledir. (MAİDE SURESİ / 78)
Ayette de
görüldüğü gibi İsrailoğullarından inkar edenler isyan ettiklerinden ve haddi
aştıklarından dolayı lanetlenmişlerdir.
Bu
zümreye soruyorum, Kur’anda Nerede Yazıyor Tüm Yahudilerin Üstün ama
LANETLİ ve Arapların Lanetsiz ama AŞAĞILIK olduğu?
Ey insanlar, sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve
birbirinizle tanışmanız için sizi ırklara ve boylara ayırdık. ALLAH yanında
sizin en değerliniz en erdemli olanınızdır. ALLAH Bilendir, Haberdardır.
(Hucurat 13)
Ayette de
görüldüğü gibi Allah için değer ölçüsü ERDEMdir, Takvadır. Irkların birbirine
hiçbir şekilde üstünlüğü yoktur. Hiçbir ırk Allah tarafından lanetlenmemiş veya
aşağılanmamıştır. Irkların bu bağlamda hiçbir önemi yoktur. Ne Arapçılık
yapılmalı nede Arap düşmanlığı. Ne Yahudi taraftarlığı yapılmalı nede Yahudi
düşmanlığı. İkisi de sapmadır. (İsrailoğullarından değil onların içlerindeki
Siyonist ve Din Düşmanı unsurlardan insanlık adına zarar görmekteyiz. Karşı
olmamız gereken Yahudi ırkı değil, bu zararlı kesimdir.)
Allah'ın
lanetini hak edenler Yahudiler
Hakkında İsrailoğulları
Hakkında
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|