Yazanlarda |
|
HÜSEYİN-1975 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 01 haziran 2010 Gönderilenler: 197
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Sayın asım Sözlerinize aynen katılıyorum. Ancak biz yeni bir Kuran
peşinde değiliz. Bizimkisi Allah bizden ne murad ediyor? sorusunun yine
Kuran kullanılarak açıklanmasıdır. Maalesefki istediğim hızda gitmiyor
gidemiyor. Şahsım adına bildiğim Arapça kelimelerin sayısı çok çok az.
Ama bu isteksizliğe beni sevk etmemeli. Dilerdim ki hep beraber, daha
çok katılımla ve abim dediğimiz insanlarda katılsınlar, değerli
görüşlerini paylaşsınlar, faydalanalım, bizim olanı ortaya dökelim. Bu
çalışma tek kişinin değil bence forumda ayrı bir başlıkla ve belli bir
düzenle herkesin ortak katılımıyla olsun. Sevgili Ali Aksoy,
Haktansapmaz ve Hasan Öktem gibi Arapçaya hakim insanlar fikirlerini
söylesin. Ama onları bu işin içinde bulamadık. Kırgın değiliz herkesin
kendine göre haklı sebepleri vardır, belki kimse yaftalanmak
istemiyordur. Bilemiyorum. Cesaret demişsiniz evet haklısınız.
Hadislere karşı gösterilen cesaret Kuranı daha iyi anlama çabasında
gösterilemiyor. Çağdaş ve Kuranı yine Kuranla açıklayacak bir mealin
yokluğu bence insanları deizme sürüklüyor. Oysa o hakikat kitabı apaçık
değil mi? Maalesefki şu anda acaba Allah bunu buyurmakla ne murad ediyor
benden diye günlerce düşündüğüm ayetler var. 20 kere okuyorum ama yine
anlayamıyorum. Sevgili dostum ıq umdan şüphem yok. Ben bu düzeyle
anlayamıyorsam bir ayeti halk ne yapsın. Halkımız doğrulara öyle açki.
İnsanlara salatı anlatıyorum odadaki 20 kişi pür dikkat beni dinliyor.
İnsanlar artık doğruları istiyor üstü örtüleni değil. Kusura
bakmayın sözü çok uzattım ancak bu konu içimde derin yaralar açmış
durumda. Yapmayacağım tek şey ise Kuranı bırakmak. Belki de o beni
bırakmıyor:) bilemiyorum. Bu sitede son 8 aydır varım ama 8 yılda
bulamadığım aydınlanmayı son 8 ayda buldum. Salatı savmı haccı bunların
ne demek olduğunu sizler tartıştınız ben düşünüp kendime uygun fikri
oluşturdum.Bu sürede çok kitap okudum. Daha önce pek kitab okumayan ben
bu konuda bulabildiğim herşeyi okudum okuyorum. Zihinsel melekelerimin
artışını ifade bile edemem. İyi ki varsınız. Yazan, düşüncesini paylaşan
ve beni kendimden kurtaran tüm hanif dostlar iyi ki varsınız... Selametle
__________________ Ancak bir cehennem öğretebilir insana
Kırık ayaklarla cennete girilemeyeceğini...
|
Yukarı dön |
|
|
fazıl Yasaklı
Katılma Tarihi: 06 subat 2011 Yer: Turkiye Gönderilenler: 335
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
O zaman iman nedir karşımıza çıkan. İman şudur:
Allah'a meleklerine elçilerine kitaplarına inanmak.
Ramazan orucu, 5 vakit namaz cuma namazı abdest vs. Sonra
zinakarı tutup yarı bele kadar toprağa dikip taşla canını
çıkarmaktır, endonezyada Allah diyen hristiyanları, bir
kanunla bundan men etmektir. Dikta soytarıların
gölgesinde yaşamaktır, arabistandaki şeriatçıları
kutsamaktır. şimdi Hasanın sözü aklıma geldide, birini
tanıdım ömründe sanırım tek adamın kalbini kırmamış olsa
gerek, o kadar mülayim, o kadar olur ve hatta yakasını
çekiştirene bile hiç ses etmeden arkasını dönüp giden
adamı.. kalburüstü bu adamın wc bekçisine beyefendi diye
hitap edişine, yürürken bile başı hep bir tarafa eğik
gezişine.. biri daha var öyle, insanla sorunu olmayan,
onun yanında tam bir güven içinde olunan.. ilkinin bu
zamana kadar din dediğini hiç duymadım, ikincisinin ise
sorgulaya sorgulaya öğrendiğini gördüm.. galiba secde
etmek bu olsa gerek.. teslimanda dedi ya, iman aslında
nedir.. şu arapların sahiplenip ellerine yüzlerine
gözlerine bulaştırdıkları dine ve ona iman mı..
|
Yukarı dön |
|
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
RAHMÂN...
1."Rahman" olan Allah.
2- Kur'an'ı öğretti.
3- İnsanı yarattı.
4- Ona düşüncesini açıklamayı öğretti.
5- Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.
6- Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler.
7- O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.
8- Tartıda titiz olun diye.
9- Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayız.
10- Allah, yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.
11- Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.
12- Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var.
13- Ey insanlar ve cinler, peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FİZİLÂL-İL KUR'AN / Kur'an'ın gölgesinde...
Burada sözü, anlamı, çağrışımı ve müzikal ahengi ile bilerek seçilen bir "giriş" ile karşı karşıyayız. Evet "Rahman' olan Allah". Dalga dalga yayılarak uzak enginlere varan sarsıcı sesi şu evrenin her yanında, şu varlığın bütün birimlerinde yankılanan bir çığlıktır kulaklarımıza gelen. Evet "Rahman' olan Allah". Perde perde yükselerek mesafeleri aşan, varlık aleminin katmanlarını titreştiren, her varlığa hitap eden ahengi ile, her varlığın dikkatini çeken, gökleri ve yeryüzünü dolduran, her kulağa ve her kalbe ulaşan bir çığlık. Evet "Rahman' olan Allah: ' Arkasından birdenbire gelen bir suskunluk. Ayet bitiyor. Tüm evren de susup kulak kesiliyor. Bu çarpıcı girişi izleyecek olan büyük haberi bekliyor. Derken o beklenen ve bütün varlık aleminin vicdanını iliklerine kadar titreten haber geliyor. İşte surenin "Rahman" olan Allah'ın nimetlerini açıklamayı konu edinen ilk bölümü ve o çarpıcı duyuruyu izleyen haber bu ayetlerden oluşuyor. İnceleyelim: "Kur'an'ı öğretti:' Bu, "Rahman" olan Allah'ın insana yönelik merhametinin somut göstergesi olan en büyük nimettir. Kur'an yanı. O, şu evrenin tüm yasalarının özenli ve eksiksiz bir tercüman; göklerin ve yerin sistemidir. İnsanlar bu kitaba sarılınca evrenin yasal sistemi ile bağ kurarlar; inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını, sosyal sistemlerini, davranışlarını varlık aleminin dayanağı olan değişmez temel üzerine oturturlar. Bu durum onlara huzur, güven, evrensel yasalarla aralarında anlayış ortaklığı ve iletişim kurma imkânı sağlar. Kur'an, kendisine sarılanların algı organlarını ve duygularını şu güzel evrene açar. İnsanlar bu evreni ilk kez görmüş gibi olurlar. Kur'an onların kendi varlıklarına ilişkin algılarını tazeleyip güçlendirdiği gibi çevrelerini kuşatan evrene ilişkin algılarını da tazeleyip güçlendirir. Çevrelerindeki her şeye insanlarla iletişim kuran, insanlara sevgi saçan taze bir ruh aşılar. O zaman Kur'an'ın bağlıları, şu gezegen üzerindeki yolculukları boyunca nereye gitseler, nerede dursalar kendilerini dostlar arasında, cana yakın ahbaplar arasında bulurlar. Kur'an, bağlılarının beyinlerine yüce Allah'ın yeryüzündeki halifeleri, onurlu temsilcileri oldukları; gökleri, yeryüzünü ve dağları dehşete düşüren yüce "emanet"in taşıyıcıları oldukları bilincini aşılar. Böylece bu insanlar, insanlıklarını gerçekleştirmekten doğan değerlerinin farkına varırlar. Bu amaca erdiren tek aracın "iman" olduğunu anlarlar. O iman ki, yüce Allah'ın soluğunu ruhlarında tazeler, O'nun insanlara yönelik en büyük nimetine gerçeklik kazandırır. Bundan dolayıdır ki, Kur'an öğretme nimeti, insanı yaratma nimetinden önce anılmıştır. Çünkü bu canlının insan olma anlamı, bu nimet sayesinde gerçekleşebilir. Devam ediyoruz: "İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı öğretti." Burada şimdilik insanın yaratılışı olayını bir yana bırakalım. Surenin akışı içinde az ilerde bu konunun yeri gelecek. Zaten burada bu nimetin anılmasının amacı, onu izleyen, "düşünceyi açıklama" nimetine sözü getirmektir. Biz insanın konuştuğunu, meramını anlattığını, düşüncesini açıkladığını, diğer insanlarla anlaştığını, onlarla iletişim kurduğunu hep görüyoruz. Bu sürekli gözlem bize bu ilâhi bağışın önemini, bu "harika" olayın müthişliğini unutturuyor. Bu yüzden Kur'an, birçok yerinde bu olaya dikkatlerimizi çekiyor, bizi onun üzerinde düşünmeye özendiriyor. Evet insan nedir? Aslı nedir? Varlığa nasıl başlamıştır? Düşüncesini açıklamayı nasıl öğrenmiştir? İnsan varoluşu, ana rahminde can bulan tek hücre ile başlar. Yalın, küçücük, minicik, basit, ancak mikroskopla görülebilen, belli-belirsiz tek bir hücre ile. Fakat kısa bir süre sonra bu tek cenin'e (embriyo'ya) dönüşüyor. Milyonlarca kemik, kas, sinir, deri ve kıkırdak hücresinde oluşan bir canlı biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Sonra bu hücrelerden çeşitli organlarla bu organların işitme, görme, tadma, koklama ve dokunma gibi fonksiyonları oluşuyor. Sonra da en büyük harikalar ve en çarpıcı sırlar, yani kavrama, konuşma, bilinç ve sezgi yetenekleri ortaya çıkıyor. Bunların hepsi o tek, yalın, küçük, minicik, basit ve belli belirsiz hücreden kaynaklanıyor. Nasıl ve nereden? "Rahman" olan Allah tarafından ve O'nun sanatının eseri olarak. Biz konuşmanın, meram anlatmanın nasıl meydana geldiğini şöyle bir gözden geçirelim. Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah sizi hiçbir şey bilmez halde analarınızın karınlarından çıkardı. Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi." (Nahl suresi, 7 Konuşma sisteminin yapısı, hiçbir zaman şaşırtıcılık vasfı sona ermeyecek bir harikadır. Dil, dudaklar, damak, dişler, gırtlak, soluk borusu, bronşlar ve akciğerler. Bütün bu organlar işbirliği halinde çalışarak meram anlatma zincirinin bir halkasını oluşturan "seslenme" işlemini meydana getirirler. Bu işlem, bütün önemine rağmen, bu karmaşık surenin mekanik yanını oluşturur. Süreç bunun ötesinde işitme duyusu ile, beyinle, sinirlerle, sonra da akılla ilişkilidir. O akıl ki, onun sadece adını biliyoruz, ne mahiyetinden ve ne de özünden haberimiz var. Hatta nasıl çalıştığı, fonksiyonunu hangi yöntemle gerçekleştirdiği konusunda hemen hemen hiç bir şey bilmiyoruz. Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl seslendirir? Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece karmaşık bir işlemdir. Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi gerektiren harf seslendirilir. Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah'ın sanatı ve lütfudur. Sonraki ayetlerde "Rahman" olan Allah'ın nimetlerinin evrensel fuardaki gösterisine devam ediliyor. Okuyoruz: "Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır. Burada ayın ve güneşin yapıları ile hareketleri arasında uyum sağlayan ince plâna dikkat çekiliyor. Kalpleri ürperti, dehşet ve bilinçle dolduran bu vurgulama, sözcükleri arasında geniş çaplı ve derinlikli gerçekler barındırıyor. Şöyle ki: Güneş, uzaydaki gök cisimlerinin en büyüğü değildir. İnsanoğlunun sınırlarını bilmediği, uçsuz-bucaksız bir boşluk olarak algıladığı uzayda milyarlarca yıldız vardır. Bunların arasında güneşten daha büyükleri, ondan daha çok ısı ve ışık yayanları vardır. Meselâ araplar arasında "şıra el Yemanî" adı ile bilinen büyük ayı takımındaki Cırı us yıldızı, güneşten yirmi kat daha ağır ve güneşin elli katı kadar ışıklıdır. Arcturus yıldızı ise güneşin seksen katı hacminde ve ondan sekiz bin kat daha parlaktır. Suheyl yıldızının ışık yayma gücü de güneşinkinden iki bin beş yüz kat fazladır. Bu tablo bu şekilde genişletilebilir. Fakat güneş, "yer" adını verdiğimiz şu küçük gezegen üzerinde yaşayan biz insanlar arasından en önemli yıldızdır. Çünkü bu gezegenin kendisi ve sakinleri güneş ışığının, güneş ısısının ve onun çekim gücünün etkisi altında yaşıyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar. Ay da öyle. O aslında yer yuvarlağının küçük hacimli bir uydusudur. Fakat yeryüzünün hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Denizlerde görülen gel-git olayının en önemli faktörü odur. Güneşin hacmi, ısı derecesi, dünyamıza uzaklığı, yörüngesindeki dönüş hızı; bunun yanısıra ayın hacmi, dünyamıza uzaklığı ve yörüngesindeki dönüş hızı, bütün bunlar gerek yeryüzündeki hayata yönelik etkileri bakımından ve gerekse uzaydaki diğer yıldızları ve gezegenler arasındaki konumları açısından son derece ince ve duyarlı hesapların sağladığı dengelere dayanırlar. Şimdi onların gezegenimizi ve üzerindeki hayat olayı yakından ilgilendiren bu hesaplı dengelerinin bazı yönlerinde göz gezdirelim: Güneşin dünyamıza uzaklığı doksan iki buçuk milyon mildir. Eğer o dünyamıza bundan daha yakın olsa yeryüzü ya yanar, ya erir, ya da uzaya yükselen bir buhar kitlesine dönüşürdü. Eğer bizden daha uzakta olsa o zaman da yerküremiz donar ve üzerindeki hayat ölüme dönüşürdü. Güneşin dünyamıza ulaşan ısısı, onun asıl ısısının iki milyonda biri kadardır.,Yeryüzündeki hayatın sürmesi için gereken optimal ısı derecesi bu kadardır. Meselâ eğer güneşin yerinde o iri ve güçlü radyasyonlu Cirius yıldızı olsaydı, yerküremiz buharlaşıp yokoluverirdi. Şimdi de ayın hacmini ve dünyamıza olan uzaklığını ele alalım. Eğer ay şimdikinden daha büyük olsaydı, denizlerde meydana getireceği gel-git olayının yol açacağı su yükselmeleri yeryüzünü ve üzerindeki bütün varlıkları tufana boğardı. Eğer ay, yüce Allah'ın kıl kadar bile şaşmaz hesabına göre olduğundan daha yakınımızda olsaydı, sonuç dünyamız için aynı türden bir felaket olurdu. Güneş ile ayın dünyamıza uyguladıkları çekim gücü gerek yerküresinin konumu ve gerekse uzay hoşluğundaki dönüşünün dengesi açısından hesaplı ve ölçülüdür. Dünyamızın bağlı olduğu güneş sistemi bütün uyduları ile Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru saatte yirmi bin millik bir hızla hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıllık yolculuğu boyunca sistemimiz, uzaydaki yıldızlardan biri ile çarpışmamaktadır. Bu korkunç ve uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda hiçbir yıldızın yörüngesi kıl ucu kadar bile sapma göstermez. Yıldızların hacimleri ve hareketleri arasındaki uyum ve denge hesapları arasında en ufak bir değişiklik meydana gelmez. Yüce Allah "Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır" buyururken gerçekten ne kadar doğru söylüyor! Devam ediyoruz: "Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler." Bir önceki ayet, şu koca evrenin yapısındaki plâna ve hesaba işaret etmişti. Bu ayette ise evrendeki doğrultu birliğine ve ilişkiye işaret ediliyor. Bu işaret de uyarıcı ve çarpıcı bir gerçeğe ileticidir. Şöyle ki: Şu varlık bütünü ile kaynağına ve yoktan varedicisine kulluk ve boyun eğme bağı ile bağlıdır. Bitkiler ve ağaçlar, varlık aleminin bu doğrultusunu kanıtlayan iki örnektir. Kimi tefsir bilginleri ayetin orjinalindeki Necm sözcüğünün "gökteki yıldızlar" anlamına geldiğini ileri sürerken başka bazı tefsir bilginleri bu sözcüğün "ağaçlar gibi gövdesi üzerinde dik duramayan bitkiler" demek olduğunu söylemişlerdir. Sözcük ister o anlama alınsın, ister bu anlama geldiği kabul edilsin aynı kapıya çıkar. Her iki durumda da ayet, şu varlık alemindeki doğrultu birliğine ve iç ilişkiye işaret ediyor. Evrenin tümü, ruhu olan canlı bir varlık bütünüdür. Gerçi bu ruhun göstergesi, biçimi ve dinamiklik derecesi varlıktan varlığa değişir, ama özü bakımından birdir. İnsan kalbi bu gerçeği, yani tüm varlıklara yayılmış "hayat" gerçeği ile bu ruhun yaratıcıya yönelmiş olduğu gerçeğini çok eski çağlardan beri fark etmiştir. İnsan kalbi sezgi yolu ile bu gerçeği kavramıştır. Ama ne zaman bu sezgisini duyu organlarının deneyleri ile sınırlı olan aklın kriterleri ile ölçmeye kalkıştı ise kuşkuya kapılmış ve bu bilgiden uzak kalmıştır. İnsanlık son yıllarda evrendeki yapısal birliği yansıtan gerçeğin bazı ön bilgilerine ermiştir. Ama bu yöntemle onun ruh taşıyan bir canlı olduğu gerçeğine erebilmekten halâ çok uzaklardır. Pozitif bilim, günümüzde evren yapısının ana biriminin atom olduğunu, atomun da aslında radyasyondan, yani ışık enerjisinden ibaret olduğunu, evrenin temel ilkesinin hareket olduğunu ve hareketin evrenin birimleri arasındaki ortak özellik olduğunu düşünme eğilimindedir. Fakat evrenin temel ilkesini ve ana özelliğini oluşturan bu "hareket" hangi tarafa doğrudur. Kur'an bize diyor ki: Evren, ruhunun hareketi ile yaratıcısına yönelmiştir. Onun asıl hareketi budur. Evrenin bâr de yüzeysel hareketi vardır. Fakat bu hareket, onun ruhunun hareketinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Evrenin ruhsal. hareketi Kur'an'ın birçok ayetinde gündeme getirilir. Bu ayetlerin başlıcalarını birlikte okuyalım: "Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler." (Rahman suresi, 6) "Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44) "Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilirler." (Nur suresi, 41) Bu gerçeği düşünmek, tüm evrenin Allah'a yönelik kulluklarını ve tesbihlerini izlemek insan kalbini acayip bir hazla doldurur. İnsan kalbi bu durumda çevresindeki tüm varlıkların duygu beraberliği ile yaratıcısına yöneldiğini, tüm varlıkların ruhları arasında bulunduğunu hisseder. Bu ortak ruhun tüm varlıklarda kımıldamadığını ve onları kendisine kardeş ve dost yaptığının bilincinde olur. Onun için bu ayetin vurguladığı gerçek son derece geniş boyutlu, engin ufuklu ve derin anlamlar taşır. Devam ediyoruz: |
|
|
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FİZİLÂL-İL KUR'AN ( Kur'an'ın gölgesinde) :
TARTIYI DOĞRU TUTUNUZ
"O göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu. Tartıda titiz olunuz diye. Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız: ' Göğe işaret etmenin amacı -Kur'an'ın, evrenin çeşitli kesimlerine yönelik diğer işaretlerinde olduğu gibi- insan kalbini gaflet uykusundan uyandırmak, kanıksamanın duyarsızlığından uzaklaştırmak, şu evrende egemen olan uyuma ve güzelliğe dikkatini çekmek, onu yoktan varederek çarpıcı güzelliklerle bezeyen "güçlü el"i tanımaya özendirmektir. ' Göğe işaret etmek. Bu kavramın anlamı ne olursa olsun insanın bakışlarını yükseklere, şu görkemli ve yüce uzaya yöneltir. Bu uzay uçsuz-bucaksız bir enginliktir, bilinen hiç bir sınırı yoktur. İçinde milyarlarca iri gök cismi hareket halinde olduğu halde hiçbir iki gök cismi bir noktada buluşmaz, hiç bir iki gezegen sistemi birbirleri ile çarpışmaz. Oysa güneş sistemimizin içinde bulunduğu galakside olduğu gibi bu takım yıldızlarını oluşturan yıldızların sayısı kimi zaman milyona varır. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu saman yolunda yeralan kimi yıldızlar bizim güneşimizden dar`a küçükken kimileri de ondan binlerce kat daha büyüktür. Bizim güneş sistemimizin çapı bir milyon üç yüz otuzüç bin kilometre dolayındadır. Bütün bu yıldızlar ve bütün bu gezegen sistemleri uzayda korkunç hızlarla hareket halindedirler. Fakat onlar bu görkemli uzay boşluğu içinde, biribirlerinin uzağında yüzen, bu yüzden ne bir noktada buluşan ve ne de birbirleri ile çatışan birer zerre niteliğindedirler. Yüce Allah, bu engin ve görkemli göğü yüksek yaratmanın yansıttığı yüceliğin yanıbaşında "tartı ilkesini" hak terazisini "koydu". Onu sabit, oynamaz, sarsılmaz, sağlam biçimde yerleştirdi. Kişilerin, olayların, nesnelerin değerleri, her türlü değerler, doğru ve duyarlı şekilde belirlensin diye bu ilkeyi yerleştirdi. Hiç bir şey yanlış değerlendirilmesin, hiçbir şey tartılırken cahilliğin, kötü amacın ve kişisel arzunun baskısı ile eksik ya da fazla tartılmasın diye yüce Allah bu ilkeyi insan fıtratının özüne aşıladığı gibi onu peygamberlerin getirip tanıttıkları ilâhi sistemin temel yasaları arasına kattı ve Kur'an'da da ona yer verdi "Tartı ilkesini koydu" buyurdu. Niçin?; "Tartıda titiz olunuz diye." Ne eksik ve ne de fazla tartınız. Devam ediyoruz: "Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız." Demek oluyor ki, tartıdaki denge, hakkaniyet ilkesi gözetilince, eksik ve fazla kutuplarının aşırılıklarına taşmaktan kaçınılınca kurulur. Okuduğumuz ayetlerde yeryüzündeki ve toplum hayatındaki "hak" kavramı ile evrenin yapısı ve düzeni arasında ilişki kuruluyor. Aynı yaklaşımla hak kavramı ile soyut anlamdaki "gök" arasında da bağ kuruluyor. Çünkü yüce Allah'ın vahyi ve hayat sistemi, soyut anlamı ile gökten iniyor. Bu bağ kurulurken göğün somut anlamı da gözetilmiştir. Çünkü evrenin hayallere sığmaz büyüklüğü ile istikrarı yüce Allah'ın buyruğunu ve gücünün sınırsızlığını simgeler. Böylece göğün bu iki anlamı çarpıcı mesajları ve uyarıcı çağrışımları ile insan idrakinde buluşmuş, çakışmış olur. Devam edelim:
YERYÜZÜ NİMETLERİ
"Allah yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi. Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var. Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var." Uzun sürelerden beri yeryüzünde yaşadığımız için, bu gezegenin şartları ile ve görüntüleri ile içli-dışlı olduğumuz için, kendimiz de bu gezegenin sakinleri arasında bulunduğumuz için, bütün bu sebeplerden ötürü, bu yeryüzünü canlıların "ayakları altına seren" güçlü elin etkisini farkedemiyoruz. Bu güçlü el yeryüzünde huzur, istikrar ve rahatlık içinde barınmamızı sağlamıştır. Ama biz ne bu konforun, ne keyfini sürdüğümüz istikrarın olağanüstü anlamının ve ne de bu gezegende bize bağışlanan sayısız nimetlerin bilincinde değiliz. Yalnız zaman zaman bazı yanardağlar lav ve kül püskürtüyor, yer yer deprem felaketleri oluyor da ayaklarımız altındaki güvenle basmaya alıştığımız toprak sarsılıyor, dalgalanıyor, altüst oluyor. İşte ancak o zaman şu yeryüzünde yüce Allah'ın bir nimeti olarak keyfini sürdüğümüz istikrarın, dengenin ne demek olduğunu anlıyoruz. Oysa eğer insanlar bağrında barındıkları bu yeryüzü hakkında birazcık kafa yorsalar bu gerçeğin her an bilincinde olmaları işten bile değildir. Bu yeryüzü yüce Allah'ın şu engin uzayında yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutundan başka bir şey değildir. Evet bu uçsuz-bucaksız boşlukta yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutu. Bu toz bulutu bu engin boşlukta bir yandan kendi ekseni çevresinde saatte yaklaşık bin millik bir hızla, öbür yandan da güneş etrafında saatte yaklaşık altmış bin mil hızla dönüyor. Bunların yanısıra bu gezegen, uydularından birini oluşturduğu güneş sistemi ile birlikte bir bütün olarak saatte yirmi bin mile varan bir hızla uzaydaki Lyr burcunda bulunan Vega yıldız kümesine doğru yolalıyor. Evet, eğer insanlar sözünü ettiğimiz hızla uzayın enginliklerini yutan ve yüce Allah'ın gücünden başka hiçbir tutamağa bağlı olmayan bu yüzer toz bulutuna binmiş yolcular olduklarını düşünseler sürekli biçimde kalpleri ve bakışları yüce Allah'a dönük bulunur, ruhları ve eklemleri titrer, yeryüzünü canlıların ayakları altına seren, bu gezegeni onlar için istikrarlı bir barınak halinde tutan ezici iradeli tek Allah'a sığınmadan edemezlerdi. Evet, yüce Allah üzerindeki varlıklarla birlikte hem kendi ekseni çevresinde hem güneş etrafında dönen, bunların yanısıra güneş sisteminin diğer gezegenleri ile birlikte sözünü ettiğimiz korkunç hızla yüzen bu gezegeni canlıların yaşamasına elverişli bir barınak yaptı ve burada onların rızıklarını, besin kaynaklarını da hazırladı. Okuduğumuz ayet bu besin kaynakları içinden genel olarak meyvaları ve özellikle "salkımlı hurmaları" anıyor. Ayetin orjinalinde yeralan "ekmam" sözcüğünün tekili olan "kem" sözcüğü "içinde hurma meyvasının oluştuğu salkım torbası" anlamına gelir-. Böylece hurma meyvesinin güzelliği yanında onun görünüşündeki estetiğe işaret ediliyor. Yine bu yeryüzü besinlerinden yapraklı ve çenekli taneler anılıyor ki, bu yapraklar ve çenekler kuruyunca hayvanlara yem oluyorlar. Yine bu yeryüzü besinlerinden "hoş kokulu bitkiler" anılıyor. Bu bitkilerin türleri çoktur. Kimi insanların yiyeceği olurken, kimi de hayvanlara yem olur, kimi de saçtıkları güzel kokularla insanlar için zevk ve haz kaynağı olurlar. Buraya kadar yüce Allah'ın çeşitli nimetleri sayılıp döküldü. Bu nimetler Kur'an'ın öğretilmesi, insanın yaratılması, onun konuşma ve meramını anlatma yeteneği ile donatılması, güneşin ve ayın hesaplı bir dengeye bağlanmaları, göğün yüksek yaratılıp tartı ilkesinin yerleştirilmesi, yeryüzünün içindeki meyvalarla, hurmalarla, ekinlerle ve kokulu bitkilerle birlikte canlıların ayakları altına serilmesi idi. Sözün bu noktasında yüce Allah evren ve evrenliler karşısında cinlere ve insanlara şöyle sesleniyor: "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
21 Eylül 2010 Bir Deizm Eleştirisi Oğuz Düzgün
TANRI VARMIŞ AMA O DİNLERİN TANRISI DEĞİLMİŞ MASALI
İnsanlığın var oluşundan bu yana neredeyse ortaya atılmadık fikir kalmamıştır… Puta, ineğe, fareye tapıcılık, Reenkarnasyonizm, Eveluationism, Ateizm, Deizm şeklinde devam eden inanış yolları da, insanların var olanı anlama ve anlamlandırma sürecinde geliştirdikleri görüşlerden sadece birkaçıdır… Bu yazımızda Ateizm’in sağlam bir mantık yapısıyla kolayca çürütülebilecek önermelerine (totolojilerine) değinmeyeceğiz. İnanmaya yatkın ruhlara ve akıllara daha sıcak gelen, ancak içerisinde Ateizm’in açıkça iddia ettiği bütün dintanımaz argümanları da içeren Deizm meselesine neşter vurmaya çalışacağız. Beşerin kendi aklıyla geliştirdiği bu inanış, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmesi yönüyle dinlere en yakın inanış gibi gözükse de aslında dinlerin varlığını kabul etmeyen, içine sindiremeyen bir inkârcı anlayıştır da aynı zamanda.
Ateizm, binlerce yıldan beri dinlerin ortaya koyduğu Allah inancını ve diğer bütün manevi alanları inkâr etmişti… Dinlerin ve Allah inancının ortadan kaldırıldığı bu alanda oluşan sonsuz boşluk, düşünen insanları evrenin kaos içindeki düzeni, var olanların muhteşemlikleri, ruhta oluşan boşluğu doldurma vb. gibi manevi konularda bir kere daha düşünmeye itti. Halbuki dinler, binlerce yıllık süreçlerinde zaten bütün can alıcı soruların –Nereden geliyorsun?, Nereye gidiyorsun? ve Neden buradasın?- cevaplarını vahiy ile çoktan bulmuşlardı. Deizm akımı mensupları, sinsi bir kurnazlıkla bütün bu cevapları kendileri bulmuş gibi, bir yandan Ateizm’e karşı bu binlerce yıllık birikimi kullanırlarken, diğer yandan da Yaratıcı fikrini miras aldıkları dinleri de yerden yere vurmak için gayret göstermeye başladılar. Halbuki dinler, insanlardaki Allah inancının en büyük oluşturucuları ve de destekçileri olmuşlardı. Örneğin, vahye dayanan İslam dininin teşkil ettiği Kelam ilmi, bütünüyle Allah'ın varlığını, birliğini ve diğer manevi alanlardaki Tanrısal hakikatleri ispata çalışıyordu.
Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed gibi peygamberlerin bütün mücadeleleri, Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koymaya, O Yaratıcı Varlığa karşı ortaya sürülen bütün putları (Ortakları) reddetmeye ve de var olduğu açıkça ortaya konan Yaratıcı’ya teşekkür etmenin yollarını açıklamaya yönelikti. Onlara inandıklarını söyleyen insanların bu dinlerde sonradan oluşturdukları tahribatlar, o büyük insanların kutsal mücadelelerini ve dile getirdikleri hakikatleri asla gölgelemez. Ateizm, dinlere karşı bir hareketken, aslında Deizm yine beşeri bir inanış olan Ateizm’e karşı öne sürülmüş bir dünyevi görüştü aslında. Ancak bu inanış da zamanla Ateizm’in izinden giderek dinleri ve bu dinlerin ortaya koyduğu kulluk bilincini inkar sonucunu doğurdu. Halbuki Deistlerin, dinlerin inançlarına daha da sempatiyle yaklaşmaları beklenebilirdi. Sonuçta dinler, onların Yaratıcının varlığı ve birliği konusundaki görüşlerini de destekliyorlardı… Ancak, her iki inanış da dinlere karşı cephe alarak kendi özgün yerlerini belirlediler.
Temelde mantıksal bir gereklilik olan bir Yaratıcı’nın varlığını kabul edip, yine mantığın rağmına dinleri inkar etmenin ardında elbette psikolojik, ekonomik ve de sosyal sebepler de vardı… Sonuçta Deistler, Yaratıcının varlığı konusundaki inançlarıyla vicdanlarını rahatlatırlarken, ibadet ve kulluk sorumluluğundan özgürleşme konusunda da imkanlar elde edebiliyorlardı ya da bu şekilde daha da özgürleştiklerini düşünüyorlardı… Çağın bireyci ve pozitivist anlayışına da daha uygundu bu görüş. Ancak kabul edilen bu yeni Yaratıcı imajı, mutlak Yaratıcı mı olmaktaydı yoksa, eski bir kısım Putperestlerin inandıkları gibi gökte oturan, insanların işlerine de pek karışmayan hayali bir Yaratıcı mıydı?
Deistler de kainatta görünen muhteşem düzenin farkındaydılar elbette ve sonsuz ölçekli bu ince dengelerin, trilyarlarca bilinmeyenli bu denklemlerin bir var edicisi olduğu konusunda da inananlarla hemfikirdiler… Mesela onlara göre de bu Yaratıcı, yüksek bir zeka ve deha sahibiydi. Kâinatta her nereye elimizi atsak, bilgi, irade ve seçme gerektiren icraatlarla karşılaşıyorduk çünkü. Fakat bütün bu olmuş olan olayların oluşabilmesi için sadece “bilmek” eylemi yeterli miydi? İnsanlar da pek çok şeyi bilebilirlerdi ama bildiklerini uygulayacak “kudretleri, güçleri” yoksa, bu bilginin onlara sadece “bilmekten” başka ne faydası olabilirdi? Elbette her bilinmesi gerekeni Sonsuz Dehasıyla bilen o Bilici, bildiklerini hayata geçirmek konusunda da oldukça yeterli görünüyordu… Çünkü kâinat ya da paralel kâinatlarda her ne istediyse istediğini yaratabilmişti ve yaratmaya da devam ediyordu… Bu da onun “Sonsuz Gücünü” gösteren açık bir delildi. Demek ki o Yaratıcı, Sonsuz Bilginin yanında Sonsuz Kuvvet’e de sahipti. Ancak var olan ve olmaya devam eden her şey, sonsuz bir bütçe de gerektiriyordu… Cebinde peş kuruşu olmayan birisinin bir hayır kurumuna milyonlar bağışlaması elbette imkansızdı. Bunun gibi kâinatta görünen bütün bu değerler ve kıymetler de, O Yaratıcı’nın Zenginliğini ve de Sonsuz Cömertliğini gösteriyordu açıkça. O Yaratıcı’nın bütün diğer Yüce özellikleri de elbette onun kâinat adlı sanat eserinden bakılıp, okunup öğrenilebilirdi… Görmeyen bir Yaratıcı’nın müthiş güzel görünen çehreleri, çiçekleri ve diğer bütün görüntüleri ve bunları görebilecek gözleri tüm ayrıntılarıyla yaratabilmesi imkansızdı… Yine duyamayan bir Yaratıcı, kulakları yaratamayacağı gibi, duyulacak bütün o sesleri de oluşturamayacaktı. Bizim kulaklarımızdaki frekans aralıklarını, dayanabileceğimiz derecedeki sesleri duyabilecek şekilde ayarlayamayacaktı mesela…
Şu sıralarda kuşların, yunus balıklarının, balinaların, kedilerin, köpeklerin ve diğer hayvanların dillerindeki –kendilerine göre konuşmalarındaki- sırları çözmeye çalışan bilim, pek çok alanda başarılara da imza attı. Elde edilen bilgilerle yunus balıklarını, bazı kuşları daha kolay sevk ve idare edebiliyorlar mesela… İnsanoğlu da başlangıcı belli olmayan bir dönemden beri konuşuyor ve konuşmaya devam ediyor. Zaten insana yerleştirilen aygıtlara baktığımızda, insanoğlunun konuşmaması saçma olurdu diyoruz. Peki hayvanları kendi ölçülerinde ve insanları konuşma aygıtlarının doğal bir şekilde sevk etmesiyle konuşturan, hadi diyelim insanı öncelikle düşündürten bir Yaratıcı, konuşma eyleminin de ne olduğunu biliyor ve bu eylemi de hayvanlara; insanlara yerleştirdiği özel aygıtlarla oluşturtabiliyorsa, elbette konuşabilmelidir de… Sonsuz bir bilgi, güç sahibi olduğu savunulan, sesleri ve bütün canlılardaki iletişim süreçlerini oluşturan bir Yaratıcı’nın “konuşamaması” oldukça garip olmayacak mıdır? Biz buna beşeri bir özellik olarak algılanmaması için konuşma demeyelim de, daha genel manasıyla “iletişimde bulunma” diyelim… İnsanlar uzayda olduğu iddia edilen hayali garip yaratıklarda bile bu özelliğin bir şekilde var olduğunu düşünürken, bütün evreni ve evrenleri var eden Yaratıcı’nın konuşamayacağını düşünmek saçma bir iddia olmayacak mı? Onun bütün iletişim eylemlerini yaratıp sonradan konuşmanın ne olduğunu unuttuğunu ya da sonradan konuşamaz hale geldiğini iddia etmek de onu basit bir dilsiz Puta dönüştürmeyecek mi ve asıl Putperestlik de bu olmayacak mı? Madem onun varlığını evrendeki sırları ve güzellikleri okuyarak anlayacağız, o halde O’nun evrendeki canlılarda yansıttığı bu “konuşma-iletişim kurma” özelliğini yok sayıp, kaçamak dövüşmeye hiç gerek yok… Kabul edelim ki, o Yüce ve Sonsuz Deha aynı zamanda diğer varlıklarla “iletişimde” de bulunabiliyor, bizim anlayacağımız şekilde söylersek, “konuşabiliyor…”
O Yüce Yaratıcı’nın diğer bütün özelliklerinin yanında “konuşabileceğini-iletişimde bulunabileceğini” kabul ettikten sonra, dinler neden var sorusu da anlamsızlaşmış olacak? En ufak bir canlı organizma bile etkiye karşı kendi ölçeğinde tepki gösterirken, Yaşam alanlarının en yüce boyutundaki o Varlık, konuşabilen, iletişimde bulunan bütün canlılara karşı bir tepki-cevap veremeyecek mi? Mesela, görebilen, duyabilen, düşünebilen bu Sonsuz Yaratıcı, kendisini inkar eden, kendisini bırakıp putlara tapan, Onun evrendeki müthiş sanat eserlerini görmezden gelen insanlara “Ben Varım, Kainatı Ben Yarattım” diyemeyecek mi? Bütün bu muhteşem kâinat ve saat eserleri, eğer takdir edici, beğenici şuur sahipleri tarafından okunmazlar, anlaşılmazlar ve takdir edilmezlerse, bütün bu varlığın ne anlamı olacak?
İşte o Sonsuz Deha sahibi Yaratıcı, sonsuz ilminden bekleneni yapmış ve İnsanı böyle mükemmel yarattığı gibi insanla (Hz. Adem’le) bilemeyeceğimiz bir şekilde iletişime geçmiştir… İster buna meta-telepatik diyelim, istersek de biçimsel-formel bir konuşma diyelim, her ne dersek diyelim; O Yüce Yaratıcı, konuşabilen, konuşulanları anlayabilen bir Varlığı, yani İnsanı yaratmıştır ve herhalde onu oyuncak bir "konuşabilen bebek" olarak yaratmamıştır. Ona yüce gayeler yüklemiştir. Çünkü insan, evrende o Yüce Yaratının yarattığı bütün şeylerdeki düzeni, renkleri, ahenkleri, kokuları, sesleri, anlamları algılayabilecek mükemmel programlara sahiptir. Bu programları ona yükleyen programcı belli ki bir şey istemektedir… Üstelik bu programlar Yaratıcı’nın bütün özellikleriyle de paralellikler arz etmektedir. Kutsal Kitapların “Yaratıcı insanı kendi suretinde yarattı” hükmü de burada daha anlamlı olmuyor mu? Okyanustan alınan bir damlada da okyanusun bütün özellikleri kendi küçük ve sınırlı mikyasıyla da olsa bulunmaktadır sonuçta. Bir denizin kirli olduğunu anlayabilmek için bilim adamları bütün denizi test etmezler… Onlar için birkaç damla yeterlidir… Deistler de bugün Tanrı var diyebiliyorlarsa, bunu kendilerine konulan programın “Yaratıcının Varlığını İspatlayan” formüllerini doğru kullanabildiklerinden dolayı savunabiliyorlar. Yani Yaratıcı'nın bizlere minik ölçeklerde de olsa kendisini anlamamız için yerleştirdiği Tanrısal özelliklerle... Ancak bunu binlerce yıllık bir dini serüvenin ardından, bugün çok rahatlıkla söyleyebiliyorlar bütün o geçmiş dini inanışları inkar ederek ve o süreçlerin de kendi inançlarına hiçbir tesiri olmamış gibi. Zaten elçiler tarafından öğretilmiş bu inanışı kabulleniyorlar…Halbuki biz bu evrene en son gelen mahluk olduğumuz halde, evreni biz yaratmışız gibi bütün o özellikleri de kendimize mal edebiliyoruz. Halbuki bütün evren milyonlarca yıldan beri bizde var olan özelliklerin Sonsuz ve Mukaddes ölçekteki bir sahibi tarafından zaten yaratılıyor, idare ediliyordu. Bütün bu özellikleri kâinatın sahifeleri ve satırları arasından evrenin ilk yaratılış sürecindenki radyasyonu; ses dalgalarını okur gibi belki de daha basit bir şekilde okuyabiliyoruz. Bu özellikler bize ondan yansımıştı ve O'nu bulmamız, tanımamız, isteklerini anlamaya çalışmamız içinlerdi...
Ancak böyle bir dini geçmişin olmadığı ya da gaflet sebebiyle unutulduğu dönemlerde ve yerlerde, insana yerleştirilen bu programların doğru kullanımı nasıl sağlanacaktı? Belli bir amaç için bu programları insana yerleştiren Yaratıcı, insanın o amaca ulaşıp ulaşmadığını denetlemeyecek miydi? İletişime geçebilen bir Yüksek Deha sahibi Yaratıcı var olduğuna ve de kendisi cisimden, maddeden soyutlanmış olduğuna göre, iletişime geçmeyi istediği insanlarla anlaşabilecek, onlara onların dilleriyle hitap edebilecek ancak kendi iletişimine de cevap verebilecek bir üst programa sahip insanları o insanlar arasından seçecekti… Yani beyinlerinin geri kalan bütün kısımlarını da vahiy anında kullanabilecek, denilenlere öncelikle kendileri itaat edebilecek ve arayışlarının sonucunda belli bir hakikate yaklaşmış olan insanlar... Bu insanların başarılı olması ya da olmamasından ziyade kendi varlığının ve sanat eserlerinin muhteşemliğinin anlatılmasıydı esas olan. Zira her güzel güzelliğini görmek ve göstermek isterdi. Bütün sanatçıları buna örnek gösterebiliriz. İşte Yaratıcı da iletişime geçebilme-konuşabilme özelliğini kullanarak bazı seçilmiş insanlarla iletişime geçti ki, bunca işleri gerçekleştiren bir Yaratıcı’dan bu iletişimi yapabilmesini mantıktan uzak görmek mantıksızca bir saçmalıktır. İnsanlar, bu insanlara Peygamber, Resul, Elçi dediler ama sonuçta onlar, aklın var olanları anlamlandırmasına yardım etmek ve de bütün bu var olanlar karşısında teşekkürün yollarını öğretebilmek amacıyla gönderildiler. Çünkü insanlar, putperestliğin binlerce çeşidini icad edebiliyorlardı akıllarıyla. Aklın en çok işletildiği Yunan, Sümer, Mısır, İran, Hint ve bir dönemki Roma medeniyetinde bile insanlar Putlardan kurtulamadılar… Elbette kendilerine verilen programları doğru kullanıp Yaratıcı’nın varlığını bulanlar her dönemde oldu ama toplumlar, medeniyetler paganlık fırtınalarıyla savrulup gidiyordu…
İlk insandan bu yana insanlarla iletişime geçen Yaratıcı, sonsuz merhametinin gereği olarak, işte bütün bu yanlış yönelimleri önlemek adına kendi yarattığı insan denilen varlığın programlarının en güzel şekilde nasıl kullanılacağını öğretecek elçilerle konuştu. Bir çeşit Kullanım Kılavuzu diyebileceğimiz, beşerin manevi hastalıklarına karşı reçete olarak görebileceğimiz Kutsal Metinleri onların diliyle gönderdi. Bu kutsal metinlerin dilleri elbette o iletişimin gerçekleştirildiği Elçinin dilinde olmuştu… Zira insanlara anlamayacakları boyuttaki bir dille hitap edilmesinin hiçbir anlamının olmayacağını o Sonsuz Zekaya göre, sonsuz kere basit zekamızla biz bile fark edebiliyorduk. Şunu da unutmayalım… Bütün hayvanlar doğar doğmaz hayatiyetlerini sağlayacakları her şeyin içgüdüsel bilgisiyle donatılmış olarak bu dünyaya gelirlerken, insanlar on sekiz yaşına geldiklerinde bile yaşam alanlarında gerekli pek çok şeyi bilmeden yaşamlarını zorlukla devam ettirebiliyorlar. Üstelik hayvanlardan farklı olarak onların akılları var… Bu nedenle dünyadaki medeni ya da ilkel kabul edilen bütün toplumlarda bebekliğinden itibaren insan, eğitilmesi gereken bir canlı olarak görülmüştür… Deneyimlerden oluşan atasözleri çocuklara bu amaçla bırakılan önemli bir mirastır mesela. İlkel toplumlarda bile varlığı anlamlandırma adına söylenmiş destanlar, efsaneler, mitoslar çocuklara kulaktan kulağa aktarılır. Aborjinler, çocuklarını kendi Rüya Zamanlarının gizemleriyle donatmak için özel bir çaba sarfederler… Amma evde ama dışarıda, ustalar çıraklarının ellerinden tutarak onlara süpürmeyi, pişirmeyi, dikmeyi, kesmeyi, biçmeyi, oturmayı, kalkmayı öğretirler. Demek ki insan, bilgiye ulaşabilmek ve eğitilmek için dış bir müdahaleye ihtiyaç hissetmektedir…
Yüce Yaratıcı’nın insanı yaratıp, onu dünyaya salıverip, insanın bu eğitim gereksinimini çok iyi bildiği halde, kendisi her şeyi bilmesine rağmen insanın en hayati konularda nasıl davranması gerektiğini ona göstermemesi, öğretmemesi bir zulüm olmayacak mıdır? Öncelikle ilk insanın böyle bir eğitime ihtiyacı vardı ki, sonraki insan nesillerinin varlığı garanti altına alınabilsin. Yırtıcı hayvanlar, yıkıcı doğa olayları, hastalıklar, yiyecek ve barınma sorunu gibi sorunlar konusunda en azından bir ön bilgisi olmalıydı ilk insanın... Çünkü bu ilk süreçte hiçbir şey bilmeyen cahil bir insanın deneyimlerle hayatiyetini devam ettirebilmesi, genlerini gelecek nesillere aktarması imkansız olacaktı. Bu nedenle ilk insanla bir şekilde iletişime geçmiş olmalıydı Yaratıcı... İşte dinler bu manada düşünüldüklerinde Yaratıcı’nın hayati konular üzerine insanlara verdiği derslerdir ve bir çeşit okullardır da… Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin vd. şekilde devam eden bu komutlar, sağlam bir hukuk ve ceza sistemine sahip olmayı emreden ifadeler, kadınlara da mirastan pay verilmesinin koruma altına alınması, fakirlerin, yetimlerin gözetilmesi gibi emirler, savaşta, barışta nasıl davranılması gerektiği konusundaki talimatlar daha büyük zulümlerin önüne geçebilmeyi amaçlayan hikmetleri içeriyorlar. İnsanlık dinlerle bir arada hem de binlerce yıldır bir arada yaşadığı halde Kur’an’ın ifade ettiği suçun şahsiliği, kadınların da ilim öğrenmesi gerektiği, köleliğin ortadan kaldırılması, sosyal hakların işletilmesi gibi prensipleri daha geçen yüzyılın başında hayata sokabildi… Peki insanlar akıllarıyla bu hakları öğrenene kadar ki, dinlerin hükümlerinin onlara yardımcı olmadığını kimse söylemesin, sahipsizce, zulümler ve karanlıklar içinde kalmayacaklar mıydı? Dinler, bugün evrensel etik kuralları olarak anılan bütün kuralları işleterek binlerce yıl boyuna toplumsal nizamı tesis etmeseydiler, insanlığın hâli nice olacaktı?
İlk emri “oku”, ikinci emri “yaz” olan bir kutsal kitabı okuma yazma bilmeyen ve belki de okumaktan yazmaktan sıkılan bir kavmin kendi birikimiyle oluşturduğunu iddia etmek, Yaratıcı’nın insanlık için en önemli bu konularda dahi bir ifadede bulunamayacağını iddia etmek değil midir? Kutsal kitapların adalet içerikli bütün bu emirlerine uyan insanların dönemlerinin de en zengin, en güçlü ve en müreffeh toplumlarını oluşturdukları da bilinen bir gerçektir… Endülüs devleti göz önündedir, İncil’in ve Tevrat’ın tahrip edilmiş de olsalar, doğru tespitlerine yönelen Protestanların, Yahudilerin bilhassa bilimsel düşüncedeki zenginlikleri ortadadır. Kur’an’ı okuyup öğrenen ilk Arapların sadece bu bilgiyle bütün dünyayı dolaştıkları, pek çok konuda ilkleri hayata soktukları (sabun, diş fırçalama...) , çok kısa bir süre içinde Kıbrıs, İstanbul, İspanya kıyılarına adıma attıkları, pek çok felsefi metni çevirdikleri, dönemlerinin en büyük ilmi merkezlerini oluşturdukları da ortada değil midir?
Kutsal kitapları ve özellikle Kur’an-ı Kerim’i suçluları cezalandırma yöntemleri konusunda eleştirenler, aslında toplumda suçun önlenmesiyle bütün toplumun güven, refah ve huzur içinde yüzlerce yıl yaşayabileceğini de göz ardı ediyorlar. Ona bakılırsa, bir insanı ömür boyu dört duvar arasına tıkıp onu bir hayvan gibi hapsetmek de, adil değildir ama bu adalet izafidir… Eğer bu insan, küçük bir çocuğa tecavüz etmiş ve sonra da onu öldürmüşse, onun idamı bile toplumun vicdanını rahatlatmaya yetmeyebilir. Kur’an, bütün ceza tavsiyeleriyle aslında şunu söylemektedir, bazı suçlar bütün toplumu ilgilendirmeleri ve bir virüs gibi yayılabilmeleri cihetiyle caydırıcı bir şekilde cezalandırılmalıdır… Bunun yöntemi ve şekli elbette dönemlere ve devletlere göre değişecektir ancak bir şey değişmeyecektir. O büyük suç caydırıcı bir şekilde cezalandırılmalıdır. Kaldı ki günümüz bazı geri kalmış toplumlarında uygulanan ve Kur’an’ın ruhuyla uyuşmayan Recm gibi cezaları da kimse Kur’an-ı Kerim’e mal etmeye kalkmamalıdır. Kur’an, bütün ceza tavsiyelerinin yanında tevbe şartını koymaktadır… Tevbe edenlerin yani yaptıklarına karşı pişman olanların, bu pişmanlığı gerçekten ortaya koyanların afvedileceğinden bahsetmektedir. Birisinin zina ettiğini ispat edebilmek için bu zinayı gözleriyle bizzat görmüş 4 şahit bulunması gerekmektedir mesela. Bu ayetlerde açıkça görülmektedir. Günümüzde hangi hukuk sistemi bu merhamete erişebilmiştir ki? Hz. Muhammed bile bütün uygulamalarında cezayı en son çare olarak düşünmüş, kendilerini öldürmek için yalın kılıç çarpışan düşmanlarının esirlerini bile “okuma yazma” öğretmeleri karşılığında salıvermiştir. Demek ki Yaratıcı’nın da isteği bu yöndedir. Kur’an’ın bu anlayışına göre baklava çalan çocuklar asla cezalandırılmazdı mesela. Çünkü açlardır ve devlet onları doyurmakla, herkesi kendilerine yetecek bir maaşla çalıştırmakla, onların barınma ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlüdür. (Muhacirler Medine’deki Ensar’ın yanına her birine bir iş, bir ev hatta bir eş verilmesi sağlandıktan sonra göçmüşlerdir) Kur’an-ı Kerim’deki mesela hırsızlıkla ilgili hükümler, her türlü sosyal hakların gözetildiği ve kimsenin hiçbir şeye muhtaç olmadığı bir devlet oluşmadan uygulanamaz. O zaman zulüm olur… Nasıl ki, tutulamayan Orucun, kılınamayan namazın kefareti mümkünse, bunun gibi de bu hükümlerin ille de harfiyen uygulanması gibi bir durum söz konusu değildir… Bu durumda şartlar ve dönemin anlayışı tavsiye edilen cezayı uygun bulmuyorsa, bunun yerine benzer caydırıcılıkta dönemin şartlarına uygun başka bir ceza ortaya konur… Burada Yaratıcı’nın isteğinin özü iyi anlaşılmalıdır… Yaratıcı o suçun caydırılmasını istemektedir ve buna karşılık ölüm cezası da vermemektedir. Bu suçu cezalandırmayın da diyebilirdi ama bu yapılan bir suç olduğunu ve bunun caydırıcı bir şekilde cezalandırılması istenmektedir. O halde caydırıcı ceza yasalarıyla hırsızlık da önlenebilir, diğer bütün suçlar ve hak ihlalleri de…Öncelikli olansa eğitimdir. Zira Kur’an “oku” diye başlar ve hiçbir ceza ayeti yer almaz başlangıçta. Güzel bir ahlaki eğitim veremediğiniz insanları da elbette cezalandıramazsınız. Çünkü onun yapacaklarından siz sorumlusunuz devlet olarak… Kur’an’ın tamamıyla kıyaslandığında ceza ile ilgili ayetler binde bir bile değildir. Daha çok ahlaki olgunluğu, inancın gücünü arttırmaya dönük ayetler vardır orada.
Asıl şaşırtıcı olansa, çölün ortasında daha önce hiçbir devlet, yasa, hukuk tecrübesine sahip olmayan ve de kitabi birikimi olmayan bedeviler içinde halen insanlığın zihnini dünya ölçeğinde meşgul eden böyle adaletli ve yeni hükümlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Kızların diri diri gömülmesinin yasaklanması, onların da mirastan pay almaları ve eğitilmeleri konusunda hassasiyet gösterilmesi, ilmin, düşünmenin öneminin vurgulanması, kuşların, gezegenlerin, gemilerin hareketlerine dikkat çekilmesi, kölelerin azad edilmesinin istenmesi, insanın doğumunun aynen anlatılması, yepyeni sosyal ölçülerin ortaya konması (evlatlık çocuğunun anne babasına nisbet edilmesi gerektiği gibi), diş fırçalamanın tavsiye edilmesi, günde beş defa el, yüz, kol ve bacakların, haftada bir kere de bütün vücudun yıkanmasının istenmesi, temizliğe azami önem verilmesi, pis su temiz su ayrımın yapılması, leş, kan gibi sağlığa aykırı maddelerin yenmesinin yasaklanması, alkolün yasaklanması, geçmiştekilere göre ilerici ve mükemmel bir miras hukukunun bütün matematiksel ayrıntılarıyla tespit edilmesi (hatta bu miras hukukunda ölen kişinin annesine bile altıda bir verileceği ayetle ifade edilir), savaşta kimlere dokunulmaması gerektiğinin belirlenmesi, aman dileyene, düşmana ve esirlere zulüm edilmemesi (Mesela bir Müslüman atom bombası atamaz, intihar saldırısında bulunamaz), farklı din ve inançtakilerle (Ehl-i kitapla) birlikte yaşanabileceğinin deklare edilmesi, faizin yasaklanması (faizle enflasyon arasındaki ilişkiyi ekonomistler bilir) Medine sözleşmesinin (ilk anayasa) vahiy ışığında oluşturulması, dünyadaki bütün stratejik noktaların hedef gösterilmesi (İstanbul, Kıbrıs gibi), sağlıkla ilgili olumlu hükümlerin getirilmesi (oturarak yem içme, karantina uygulaması, acıkmadan yememe doymadan kalkma gibi), komşu haklarının abartılı bir şekilde önemsenmesi (Muhacir-Ensar kardeşliği), okumanın yazmanın, ilim öğrenmenin özendirilmesi gibi binlerce yenilik, bu yeniliklere oldukça yabancı olan bir toplumun bireyleri tarafından içselleştirilmiş ve başarılı bir şekilde yaşama sokulmuştur. Bu dönemde dünyanın diğer bölgelerinde ise Orta Çağ karanlıklarına doğru yol alınıyordu. Kur’an bu gidişatı ya da bu durumu da ortadan kaldırmak için bütün dünyaya önerilerde bulunmuştu… “Birbirinizi Rabler olarak kabul etmeyin” demişti mesela… Kilise’yi bir zulüm makinesine dönüştüren işte bu emre uyulmamasıydı. Dolayısıyla Hıristiyanların vahiyden uzaklaşmış olmasıydı. Daha yeni yeni Hıristiyanlık dünyasında taşlar yerine oturmakta ve Kur’an-ı Kerim’in bozulmuş Hıristiyanlığı aslına döndürmek amacıyla kendilerine de hitap edene İlahi bir hitap olduğunu düşünenlerin sayısı çoğalmaktadır. Çocukların günahsız olduğu kabul edilmektedir yavaş yavaş.. Katolik papazları eğer evlenebilmiş olsaydılar mesela, çocuk tacizleri gibi durumlara düşmeyecekleri oldukça açıktı. İşte Katoliklik bu konuda da bir çıkış arayışı içindedir bugün… Halbuki Hz. Muhammed kendisine gelen vahyin bütün insanlığa bir uyarı olduğunu o dönemin bütün büyük devletlerine gönderdiği mektuplarıyla ortaya koymuştu. Bu da vahyin apayrı bir deliliydi aslında. Arıya, kuşa, kediye ne yapması gerektiğini içgüdüsel olarak ilham eden Allah, insanla da iletişime geçerek onlardan ne istediğini söylemiştir böylelikle…
Protestanlığın kurucusu Luther, kiliselerdeki heykelleri ve resimleri temizlerken vahyin kaynağına yöneldiğini iddia ediyordu. Ancak teslisi ortadan kaldıracak gücü-cesareti kendisinde bulamadı ve oraya kadar gidebildi… Kur’an’ın kaynağına yönelen samimi dindarların –Selefiyye, Hanefilik, Mutezile vd.- hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, şirkten uzak kalmak, Yaratıcı’nın Varlığını en layıkıyla Birlemek için hurafelere, akıl dışılıklara, efsanelere, uydurmalara, Putperestlik kalıntısı bütün yaşantılara nasıl savaş açtıklarını bilmeyen mi vardır? Bugün Arabistan’da bu Tevhid anlayışının en koyu şekli, Kur’an’ın emirlerine uyduklarını iddia edenler tarafından abartılı ya da değil uygulanmıyor mu? Ağaçlara çaput bağlamayı, diğer uğursuzluk inanışlarını Kur’an mı emrediyor yoksa bütün bu hurafe inanışlar vahiy öncesi dönemlerin kalıntıları mı?
Sonuç olarak Yaratıcıyla iletişimsiz bir Deizm’in insanlık için Putperestlikten öte bir anlamı olmayacaktır… Hiçbir şeye karışmayan, tamamen sessiz, duymayan, görmeyen, atomlardan ve hücrelerden başka bir şey düşünmeyen, insanlarla hiçbir alakası olmayan, gerektiğinde kendisine yalvaramayacağımız, bizden ne istediğini ve kâinatı neden yarattığını sır gibi sakladığından dolayı bunların cevaplarını asla bilemeyeceğimiz, her şeyi kendi haline bırakmış bir Tanrı… Bu Tanrı’nın adı olsa olsa Put Tanrı olur… Hatta bu Tanrı zalimleri cezalandıramayacak kadar aciz, mazlumları mükafatlandırmayacak, onları çektikleri acılarla bırakacak kadar zalim bir Tanrı. Ahura Mazda inanışındaki gibi sadece iyilikleri yapıyor. Halbuki kainatın var oluş hikayesi bir koca patlamayla başlar ve bugün biz patlama deyince hiç de olumlu duygular içine girmeyiz. Depremlerde bir sürü insan ölür ama bütün depremler Yaratıcı’nın yaratma sürecinin devam edegelen icraatlarıdır… Yani depremler olmadan, volkanlar patlamadan dünya bu şekliyle oluşabilecek miydi? Şimdi O Yaratıcı kendi icraatlarını yaptığı sırada ölen insanlar hiç ilgilenmeyecek ve onların ruhlarını bir mükafat alemine almayacak mıdır? Deistler böyle bir Tanrı’nın merhametli ve iyilik dolu bir Tanrı olduğunu nasıl iddia edebilirler ki? Genetik olarak her şeyimiz tam dünyaya geldik diyelim ama insanların hatası sonucu atılan bir atom bombası ile tam bir mutasyona uğradık… Her şeyi yaratan Yaratıcı bu Süper Devleti yöneterek bu karara imza atanları dünyadayken de cezalandırmadı… O mutasyona uğramış adam da acılar içinde birkaç yıl sonra öldü… Ne oldu şimdi? Nerede Deistlerin merhametli ve adaletli Tanrısı? Bütün bu alemi yaratabilecek ama yapılanların karşılığını gördüğü bir sonsuz alemi oluşturamayacak… Bütün eksikliklerin tamamlandığı, mükemmelleştiği bir sonsuz alemi olmayacak… Yarattıklarına o kadar değer vermiyor ki, bir anda onları yok edecek, yokluk karanlıklarına gömecek… Halbuki bir Yaratıcı varsa ve o Sonsuzsa, onun haricinde yokluk denen bir boşluğun kalmayacağı da aşikar değil midir? Bütün var edilenler, onun Sonsuzluğu dışında hangi bir alanı bulup oraya gidebileceklerdir… O Sonsuzsa elbette yok olmak denen de bir şey olmayacaktır… Çünkü Sonsuzluk Sonsuzluktur onun zıddı olamaz. Sonsuz hangi sayıyla çapılsa, bölünse, toplansa ya da çıkarılsa da sonuç yine Sonsuzdur… O Sonsuzun varlığını kabul edenlerin, ruhlarının yok olacağını, bir ceza ve ödül yerinin olmayacağını savunmaları da saçma olacaktır… Çünkü her şey O’nun Sonsuzluğundadır ve Sonsuzluğuna gitmektedir. Sonsuzun bir şey kaybetmesi ise imkansızdır… Yaratıcının, kendisinin varlığını anlamayı sadece akılların dürbünlerine bırakmasıbüyük zalimlik olmayacak mıydı? Asıl Putperestlik zihniyeti, vahiyden kendisini soyutlamış, akıllarıyla her türlü meseleyi hallettiklerine inanan toplumlarda kendisini göstermemiş midir? Yunanlar, İslam öncesi Araplar, Hz. Musa’ya gelen vahyi terk edip buzağıya tapan İbraniler, kendilerine gelen vahyi bırakıp Papaların sözüne uyan Hıristiyanlar, başlangıçta bir olan Yaratıcı’nın varlığını haykıran Vahiylerinden uzaklaşan Hind dinlerinin mensupları, Şintoistler, Budistler ve diğer bütün diğer din mensupları, vahye yakınlaştıklarında Allah’a, vahyi bırakıp başka hurafe sözlerle; kendi ürettikleri efsanelerle avunduklarında Putperestliğe hatta Ateizm’e yaklaşmamışlar mıdır?
Deizm akımının etkisi içine girmiş dostlarımız, inandıkları o Put gibi sessiz ve hareketesiz olan vehmi Tanrı’yı, kendi inanç isteklerinin tatmini adına sadece inanılacak bir Put gibi görmüyorlarsa, O’nun insanlarla iletişim kurarak isteklerde bulunabileceğine de inanmalı ve de dinlerle barışmalılar… Yoksa bir Sonsuz Hayat diliminde, inandıklarını iddia ettikleri vehmi Tanrıları uçar gider, gerçek olanla, Sonsuz olan Allah, Yahve, Elohe; hangi adla adlandırırsak adlandıralım bütün Sonsuz Özellikleri ile Tek olan Gerçek İlah’la baş başa kalıverirler
http://netkitap-posta.com/yazi.asp?id=91579
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
fazıl Yasaklı
Katılma Tarihi: 06 subat 2011 Yer: Turkiye Gönderilenler: 335
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
örneğin şairleri ele alalım mevlana neden basit bir anlatım yerine avama hitab etmeyecek derinlikte ve süslü bir anlatımı seçmiştir? çünkü amacı edebiyat yapmaktı çekici ve soyut bir anlatım ile insanları etkilemekti peki mushaftaki şiirsel ve derin anlamlı uslübun amacı neydi? insanları etkilemek.. ne için? Tanrıdan olduğuna inanmaları için..
Tesliman merhaba,
Yazında şöylediğin şu mu:
bu Kur'an Muhammedin uydurmasıdır.
Eğer savın buysa, bende bu doğru değil savını kullanırım..
Çok basitçe açıklanabilecek köle cariye kavramlarına kafayı takmış durumdasın.. dileseydi kaldıramaz mıydı, muhammedin Allahı korktumu gibi ucuz sözler..
Sevgili dostum, şairlerden mevlanadan yola çıkmışsın, dilersen birde dostoyevskiden yola çıksaydın veya bir nietzcheden.. edisonu vs unutmamışsın, galileyi, arşimedi, platonu ve şekspiride eklemeliydin ve hatta göğü bir bilgiyle inceleyen inkaları da..
14 asır öncesi.. kolay değil.. dedi ki Muhammed, her zerre bir yörüngede yüzer ve DAĞLARDA..
şimdi Muhammed yalancı mı?
Yargı günü gelip çattığında, her zerrenin zerre olma özelliğinin yitip gideceğini yani dağların atılmış pamuklar gibi gaz haline evrileceğini söyledi.. en küçük bir kum tanesi bile kimyasını değiştirecek ve artık ona bir kum tanesi denemeyecek..
Vicdanlı her yürüyenin söylediği söz, kendine üflenen şuurun o yüce şuurdan bir nasiplenmesi yani bir vahyidir..
Bu öz hakkında vicdan taşıyan hiçkimsenin bir diğerini yargılama yerme hakkı da yoktur.. dilerse bir fahişe ve dilerse bir miskin olsun fark etmez..
Söylenen her adil sözün özü hakkında düşüncem bunlardır.. birkaç aylık bebeğin insana gülümsemesi vahyin bir ürünüdür, bir adamın bir diğerini haksızca öldürmesi yine vahyin bir ürünüdür lakin fısk fücur kaynağı yani vahyedicisi bu sefer kendi istekleridir..
bir kibriti icad etmek onun hakkındaki vahyi açığa çıkarmaktır amma o kibritle bir evi yakmak, o açığa çıkan vahyi, diğer vahiyle örtmek ve kapatmaktır.. td ve ia gibilerin yaptığı bu olsa gerek.. Değil Kuran tüm diğer vahiyler Allahtan kullarına inmiş uyarılardır, zamanına, zamanlarına hitap ederler lakin ilkeler evrenseldir.. göz bir araçtır ve ışığı kullanır, veriler beyne iletilir ve beyin, o gözün sahibine vahyeder... neyi?
Vahyin birbirine benzerler olarak önümüze konulmuş olması kaynağın aynılığından dolayıdır.. bazen bir söz ediyoruz ve karşı taraftan birileri diyor ki, gözünü seveyim anlamıyorum, şunu açıkça yazsana be adam.. oysa bizim o kadar dermanımız var mı bu sorgulanmıyor, sana içinde bulunduğum bir bilinçten sesleniyorum ve bunu ancak o son sınırla bildiriyorum ama diyor ki diğeri, anlamıyorum, çünkü yine o tüm bilinci kapsar şekilde o iki kelime ifade edilmeye kalkılsa karşı taraf yine anlamayacak veya sayfalarca yazılamak zorunda kalınacak..
Yaradan bize üflediği şuura, yine anlıyacağımız derecelerle sesleniyor, içimizden anlamayanlarınsa bilenlerden faydalanması gerekiyor. Ancak faydalanak için talep gerek. Oysa, Muhammed uydurmuş olabilir ifadesi en başta tüm köprüleri atmaktır..
İnsanın yaradılışı bile bir güzellik..
ve şimdi son olarak, Muhammed uydurdu söylemine yukarıda yazan vahyin açılımıyla tekrar bakınız..
bir hayvanı keserken önce bacaklarından başlarsanız, ve bir diğer kişi derse ki, hayır yapma, acısına acı katıyorsun oysa merhametle davranmalısın..'' işte bize üflenen şuurun kaynağı o yüce zihnin dileği.. o dilekçe konuştu bir diğeri hayır diyerek ve Yaradanın reyi o hayır diyen ölümlüden yana..
Kuşların ana avrat küfrettiğine şahit olmadım amma birinin bir diğerini daha havada kapıp götürdüğüne şahit oldum.. kapıp götürene verilen şuur, onun açlığını kesecek, üremesine sebep verecek, kapılansa buna varlığıyla hizmet etmiş olacak..
şu tüm zerrede, bir rüzgar onları yerden kaldırıp insanın yüzüne üflüyorsa ve bir ateş, yakaladığını yakıyorsa ve bir su.. içinde yüzenin bilmesiyle onu besliyorsa bu, TÜM ZERRELERİN BU ALGI DÜNYASI İÇİN HİZMETİDİR..
Muhammede selam olsun..
|
Yukarı dön |
|
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
fazıl Yazdı:
örneğin şairleri ele alalım mevlana neden basit bir anlatım yerine avama hitab etmeyecek derinlikte ve süslü bir anlatımı seçmiştir? çünkü amacı edebiyat yapmaktı çekici ve soyut bir anlatım ile insanları etkilemekti peki mushaftaki şiirsel ve derin anlamlı uslübun amacı neydi? insanları etkilemek.. ne için? Tanrıdan olduğuna inanmaları için..
Tesliman merhaba,
Yazında şöylediğin şu mu:
bu Kur'an Muhammedin uydurmasıdır.
Eğer savın buysa, bende bu doğru değil savını kullanırım..
Çok basitçe açıklanabilecek köle cariye kavramlarına kafayı takmış durumdasın.. dileseydi kaldıramaz mıydı, muhammedin Allahı korktumu gibi ucuz sözler..
Sevgili dostum, şairlerden mevlanadan yola çıkmışsın, dilersen birde dostoyevskiden yola çıksaydın veya bir nietzcheden.. edisonu vs unutmamışsın, galileyi, arşimedi, platonu ve şekspiride eklemeliydin ve hatta göğü bir bilgiyle inceleyen inkaları da..
14 asır öncesi.. kolay değil.. dedi ki Muhammed, her zerre bir yörüngede yüzer ve DAĞLARDA..
şimdi Muhammed yalancı mı?
Yargı günü gelip çattığında, her zerrenin zerre olma özelliğinin yitip gideceğini yani dağların atılmış pamuklar gibi gaz haline evrileceğini söyledi.. en küçük bir kum tanesi bile kimyasını değiştirecek ve artık ona bir kum tanesi denemeyecek..
Vicdanlı her yürüyenin söylediği söz, kendine üflenen şuurun o yüce şuurdan bir nasiplenmesi yani bir vahyidir..
Bu öz hakkında vicdan taşıyan hiçkimsenin bir diğerini yargılama yerme hakkı da yoktur.. dilerse bir fahişe ve dilerse bir miskin olsun fark etmez..
Söylenen her adil sözün özü hakkında düşüncem bunlardır.. birkaç aylık bebeğin insana gülümsemesi vahyin bir ürünüdür, bir adamın bir diğerini haksızca öldürmesi yine vahyin bir ürünüdür lakin fısk fücur kaynağı yani vahyedicisi bu sefer kendi istekleridir..
bir kibriti icad etmek onun hakkındaki vahyi açığa çıkarmaktır amma o kibritle bir evi yakmak, o açığa çıkan vahyi, diğer vahiyle örtmek ve kapatmaktır.. td ve ia gibilerin yaptığı bu olsa gerek.. Değil Kuran tüm diğer vahiyler Allahtan kullarına inmiş uyarılardır, zamanına, zamanlarına hitap ederler lakin ilkeler evrenseldir.. göz bir araçtır ve ışığı kullanır, veriler beyne iletilir ve beyin, o gözün sahibine vahyeder... neyi?
Vahyin birbirine benzerler olarak önümüze konulmuş olması kaynağın aynılığından dolayıdır.. bazen bir söz ediyoruz ve karşı taraftan birileri diyor ki, gözünü seveyim anlamıyorum, şunu açıkça yazsana be adam.. oysa bizim o kadar dermanımız var mı bu sorgulanmıyor, sana içinde bulunduğum bir bilinçten sesleniyorum ve bunu ancak o son sınırla bildiriyorum ama diyor ki diğeri, anlamıyorum, çünkü yine o tüm bilinci kapsar şekilde o iki kelime ifade edilmeye kalkılsa karşı taraf yine anlamayacak veya sayfalarca yazılamak zorunda kalınacak..
Yaradan bize üflediği şuura, yine anlıyacağımız derecelerle sesleniyor, içimizden anlamayanlarınsa bilenlerden faydalanması gerekiyor. Ancak faydalanak için talep gerek. Oysa, Muhammed uydurmuş olabilir ifadesi en başta tüm köprüleri atmaktır..
İnsanın yaradılışı bile bir güzellik..
ve şimdi son olarak, Muhammed uydurdu söylemine yukarıda yazan vahyin açılımıyla tekrar bakınız..
bir hayvanı keserken önce bacaklarından başlarsanız, ve bir diğer kişi derse ki, hayır yapma, acısına acı katıyorsun oysa merhametle davranmalısın..'' işte bize üflenen şuurun kaynağı o yüce zihnin dileği.. o dilekçe konuştu bir diğeri hayır diyerek ve Yaradanın reyi o hayır diyen ölümlüden yana..
Kuşların ana avrat küfrettiğine şahit olmadım amma birinin bir diğerini daha havada kapıp götürdüğüne şahit oldum.. kapıp götürene verilen şuur, onun açlığını kesecek, üremesine sebep verecek, kapılansa buna varlığıyla hizmet etmiş olacak..
şu tüm zerrede, bir rüzgar onları yerden kaldırıp insanın yüzüne üflüyorsa ve bir ateş, yakaladığını yakıyorsa ve bir su.. içinde yüzenin bilmesiyle onu besliyorsa bu, TÜM ZERRELERİN BU ALGI DÜNYASI İÇİN HİZMETİDİR..
Muhammede selam olsun..
|
|
|
sana da selam olsun Sevgili Fazıl kardeşim. Allah razı olsun!..
muhabbetle
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
sanırım şu anda bana en uygun sıfat ta deist...
deistlerin de çok farklı düşünenleri var...
aklı resul olarak kabul ediyorum...
tanrının da makul olması gerektiğini düşünüyorum...
tanrının benden isteyebileceği şeyleri ben aklımla keşfedebilmeliyim...
akıl dışı şeyler ne kuranda olsun ne de başka yerde beni ilgilendirmiyor...
hatta bizzat tanrı akla vicdana aykırı bir şey emretse sanırım ona da uymamamız gerekir...
bana doğruyu adaleti öneren herkesi tanrınyı dinler gibi dinlemeliyim...
beni bir yanlışa vicdansızlığa yönelteni tanrı kılığında gelse bile reddebilmeliyim...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
fazıl Yasaklı
Katılma Tarihi: 06 subat 2011 Yer: Turkiye Gönderilenler: 335
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
sanırım şu anda bana en uygun sıfat ta deist...
bana doğruyu adaleti öneren herkesi tanrınyı dinler gibi dinlemeliyim...
beni bir yanlışa vicdansızlığa yönelteni tanrı kılığında gelse bile reddebilmeliyim...
Merhaba Asım,
deist.. bu kelimenin anlamını hala bilmiyorum.. diğerlerinin bir görüşü isimlendirerek ÖTEKİLEŞME illetini sürdürdüklerini düşünüyorum.. illede isimö gerekiyorsa salih isminin yeterli olduğunu düşünüyorum.. en azından bu isim kapsayıcı, öyle ki budistide hristiyanıda müslümanıda aborjinide ve hemen tüm adil kimseleride.. adaleti öneren her bireye kulak vermek zaten adil yani salih olmak ancak şu son kelimeye dikkat etmeli bence... yanlışa adaletsizliğe yönelten Tanrı olsa bile(kılığında ifadesi için değil, ta kendisi) sorgulamalıyım.. bir üstteki yazıda su için bilmek ifadesini kullandım, birey ne kadar salih olursa olsun eğer yüzmeyi bilmiyorsa suda boğulur.. yasa budur.. bu yasanın işlemesi bir çok kimseyi yaradana hasım yapmıştır ve onlardan bazıları şöyle demişlerdir: en değerli varlığımı elimden alana neden hasım olmayacakmışım? ben ona ne yaptım ki de bana bunu verdi veya yaşattı.. işte konulan yasalara uyulmadığında tanrının onlardaki tezahürü, zalim ve acımaz bir varlık ve öyle bir varlık ki saygıyı hak etmeyen.. dostum bu yargıların sahipleri ne denizde yüzmesini bilir, nede bir bedel ödemiş kimseler değillerdir.. bir geçiş için bir bilgiye ihtiyaç her zaman vardır ve o nedenle, aklı kullanın işletin düşünün uyarıları vahiyde yer alır.. musa ve bilge kula bakıldığında, bilge olan kişinin, TANRININ YASALARINA TAM UYDUĞU görülmektedir...
Tanrıdandır bu diyerek önümüze konan meallere dogma teslimiyyet elbette saflıktır ve yine burada devreye bilme girmektedir.. bildiğinde sormazsın bilge kula sen neden gemiyi yaraladın çocuğu öldürdün ve bir bardak su bile vermekten imtina edenlerin hizmetini karşılıksız yaptın diye.. son olarak.. deist meist izm'ist vs.. bunlar ben yaradanın akleden kullarım diyenin kabul edeceği isimlendirmeler değil..
senden de Allah razı olsun sevgili Öktem.. sağlıcakla
|
Yukarı dön |
|
|
|
|