Mutluluk için eylem şart : Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk - 03.12.2005 02/12/2005
Kur'an'ın önümüze koyduğu evrensel ilkelerden biri de şudur: İnsanın mutluluğu ve yücelmesi için iyi adam olmak yetmez, iyilik uğrunda eylemci adam olmak gerekir.
Şöyle deniyor:
"Halkı iyilik ve barış için gayret gösterenler olsaydı, Rabbin o kentleri/medeniyetleri zulümle helâk edecek değildi ya!" (K. 11/117)
Bu ayette söylemin ruhu olarak kullanılan sözcük 'muslih' (barışçıl, dirlikçi, iyilikçi gayret gösteren) kelimesinin çoğulu olan 'muslihûn' sözcüğüdür.
Aynı kökten gelen bir de 'salih' kelimesi var ki, Kur'an bunu barış ve iyilik sever insanın sıfatı olarak kullanır ve över.
Ancak, Kur'an bize gösteriyor ki, bir ülke ve toplumun, hatta bir uygarlığın ayakta kalması, salih insanlarla sağlanamaz; muslih insanlar lazımdır. Yani pasif barışseverler yeterli değildir; barış ve huzur için faaliyet ve gayret gösteren insanlar gerekir. Aksi halde, barış severlerin (salihlerin) varlığı, çöküşü engellemez. Yani barış ve iyilik sever olmak yetmez, barış ve iyilik için uğraşmak, gayret ve eylem sergilemek lazımdır.
Bu da öncelikle aydınların, daha sonra da siyasetçilerin işidir.
Aydın susar ve gerekeni yapmazsa siyasetçi de hesabını ona göre ayarlar ve önce suskunluk, sonra da çirkefe teslimiyet kader olur. Çünkü böyle bir durumda 'söz gümüşse sükût altın' olacağından susanların kazancı konuşanlardan çok olur. Dahası, konuşanların mâruz kalacağı tehlike ve tehdit susanlarla kıyaslanmayacak bir düzeye çıkar; ürküntü ve korku egemen hale gelir.
İşte yıkım bunun sonucudur.
Türkiye bugün, salihleri bol, ama muslihleri yok denecek kadar az bir toplum haline gelmiştir. Göğüslemek zorunda kaldığı sıkıntıların, acıların, zorlukların, hatta çöküş sancılarının sebebi budur.
Türkiye'de en büyük bunalım, 'gerçek aydın bunalımı'dır. Gerçek aydın, konuşup aydınlatan, yani gerçeği apaçık, kılık değiştirmeden, maske giydirmeden, olduğu gibi söyleyen aydınlık öncüsü, uyarıcı adamdır. Aydın; sadece bilgi çokluğuyla, hatta muhtemel tehlike ve tehditleri önceden görmekle aydın olmaz. Aydın, fark ettiği gerçekleri, algıladığı tehlike ve tehditleri topluma hiç geciktirmeden haber veren, toplumu uyandıran,bilinçlendiren öncüdür.
Bu öncülüğünü yapması için, evirip çevirmeden, gevelemeden konuşması gerekir.
Aydın bilinçlendirecektir ki, siyasetçi bu bilinci eyleme çevirsin. Aydını susan veya konuşma adına geveleyen toplumun siyasetçisi durumu idare etmek üzere halkı aldatmakla yetinir.
Türkiye'de, bu söylediğimiz anlamda konuşan aydın sayısı çok azdır. Bu sayı, toplumsal bilincin eylem yaratmasına yetmiyor.
Başta verdiğimiz ayetin tahlilinden şu sonuçlar çıkıyor:
1. Hiçbir toplum veya medeniyet, zulme sapmadan yani yaratılış gerçeğine yabancılaşıp yozlaşmadan batmaz.
Oluş ve yükseliş birtakım varoluş kanunlarına, evrensel ilkelere bağlı olduğu gibi, çöküş ve bitiş de birtakım varoluş kanunlarına ve evrensel ilkelere bağlıdır. Toplum ve uygarlıklar bu ilkelere işlerlik kazandırdıklarında sonuç kesinlikle doğar.
Kur'an bu noktada Yaratıcı Kudret'i, Allah'ı âdeta ilkeler bütününden ibaret göstermektedir. Gerçekten de Allah'ın gücü-kudreti, bizim için, varlığa koyduğu ve değişmez olarak nitelediği ilkelerden ibarettir denebilir. En azından, Kur'an'ın tanıttığı Allah böyledir. Kur'an'ın, "Allah böyle yapar, Allah'ın hükmü değişmez, Allah şu toplumu şöyle yaptığı için cezalandırdı veya ödüllendirdi" dediği her yerde, "Bu konuda varlık kanunları böyle gerektirir, bunu kimse değiştiremez" denmiş olmaktadır.
Kur'an'ın tanıttığı Allah'ın hüküm ve tasarrufu O'nun varlığa egemen kıldığı ilkelerin işlemesinden ibarettir.
2. Çöküşün durdurulması için toplumda barışsever-iyi kimselerin olması yeterli değildir. Barış ve iyilik uğrunda savaşım sergileyecek hamleci, eylemci kadrolar gerekir.
Kur'an burada, kendine özgü kelam harikalarından biriyle muhteşem bir ders vermiştir. Birçok ayetinde, barış ve iyilik anlamındaki sulh kökünden salih (barış ve iyilik sever, iyi insan) sözcüğünü kullandığı halde burada, yine sulh kökünden muslih sözcüğünün çoğulu olan muslihûn kelimesini kullanıyor. Demek ki, bir tek muslih de yetmez. Çöküşün durdurulması için bir 'muslihler kadrosu' lazımdır.
Muslih, eylem ve hamle ifade eden if'al kalıbından bir kullanımdır. Sulh (barış ve hayır) için eylem yapan, gayret sergileyen kişi demektir. 117. ayet, Hûd ve benzeri nebilerin toplumlarında çöküşün durdurulamamasına sebep olarak muslihlerin yokluğunu göstermektedir. Elmalılı bu noktayı irdelerken şöyle diyor: "Salih olmak yetmez, muslih olmak da şarttır."
Salih olmanın yeterli olacağı süreç, pisliğin egemen olma noktasına gelmediği süreçtir. Pislik başını alıp gitmiş ve çöküş zilleri çalmaya başlamışsa salihler artık yeterli olmaz. Hz. Peygamber'e sordular:
"İçimizde salih insanlar varken helâk olur muyuz?" Cenabı Peygamber cevap verdi: "Evet, olursunuz. Eğer pislik çoğalmışsa helâk olursunuz."
Pislik egemen olma noktasına tırmanmaya başlamışsa salihler yetmez, muslihlerin yani barış ve iyiliği egemen kılmak için savaş verebileceklerin devreye girmesi gerekir. Başka bir deyişle, böyle dönemlerde, şerde pasif olan salihler derde deva olmaz; hayırda aktif olacak muslihler lazımdır. Yani işe el koyacak, barış, adalet ve paylaşımı eylemleriyle yaygınlaştırıp topluma egemen kılacak hamleci, imanlı, gözü pek erler, toplumu örgütleyip ayağa kaldırmalıdır.
3.Toplum ve uygarlıkların çöküşünde en büyük pay, servet ve refahla şımarmış azgın zümrenindir. Kur'an'ın bu zümreyle kavgası gerçekten zorludur. Özellikle, üzerinde konuştuğumuz Hûd 116 ile İsra 16.ayet bu konuda matematik bir kesinlikle konuşmakta ve şunu söylemektedir:
Toplumların çöküşünde birinci derecede pay sahibi olanlar, servet ve refahı elinde bulunduran ve bunu barış ve hayır yerine gününü gün etmek ve başkalarını küçümsemek ve tahrik etmek uğrunda kullanan şımarık, haram yiyici takımdır.
Bu servet ve refah şımarıkları, eğer bir de uyarılmaz ve engellenmezlerse çöküş mutlak ve muhakkaktır. Elmalılı tam bu noktada şu satırları yazıyor:
"Önceki toplumların helâk olmalarına sebep şu iki olumsuzluktur: Birincisi, içlerinde bozgun ve çürüyüşe karşı çıkacak erdemli bir zümrenin bulunmaması, bulunsa da yeterli olmaması, ikincisi, refahı elinde bulunduranların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın baştan çıkmalarına sebep olmaları." (Elmalılı, Tefsir, 4/2836)
Kur'an, servet ve refah erbabının bu halini 'cürüm' (ağır suç) olarak nitelemekte, bu noktaya gelmiş servet ve refah erbabını 'mücrimler' olarak anmaktadır.
4. Toplum ve uygarlıkların çöküşünde ikinci kötülük payı, uyarı yapma yetenek ve ehliyetine sahip olup da bunu yapmayanlardır. Kur'an bu zümre için sadece bilginler veya aydınlar gibi bir sıfat kullanmamakta, daha genel ve kavrayıcı bir niteliği öne çıkarmaktadır: Ulû bakıyye olmak.
Bu tâbir, birikim sahipleri anlamındadır. Bakıyye, özellikle söz, fikir, aydınlık ve güç birikimini ifade etmektedir. O halde, bu birikimlerden birine sahip olup da gerekeni yapmayanlar, toplum ve uygarlığın çöküşüne sebep olan zalimler arasına gireceklerdir.
Hûd 116-117 ölçütleriyle bugünkü Türkiye'ye baktığımızda ne görüyoruz?
Türkiye, bol miktarda salihi (iyi adam) olan ama yeterli sayıda muslihi (hayır ve barış uğruna mücadele eden) olmayan bir ülkedir. "Söz gümüşse sükût altındır" felsefesiyle öne çıkan sözde aydınlar, kişisel çıkar ve rahatlarını esas alarak halkı aldatmakta, sahte ve sanal gündemler yaratarak halkın uyanmasını engellemektedirler.
Türk halkı, bizzat kendi aydınları tarafından yalana, kendi siyasetçileri tarafından da talana mâruz bırakılmıştır.Türkiye, siyaset ve basında bu kırılmayı aşmadan rahat nefes alamaz. Çözülmesi gereken temel sorun, işte budur.
Haçlı tasallutunun ensemizde ateş yakmasının esas sebebi de budur.
http://www.hyp.org.tr