Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İNCELEDİĞİMİZ TARİKATLARDA ARACILAR
Allah’ı tanımlamada sıkıntı yoktur. Sıkıntı, Allah ile ilişkilerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz." (Kaf 50/16)
"Kullarım sana beni sorarlarsa, ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler; bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar." (Bakara 2/186)
İncelediğimiz tarikatların her birinde, Allah’ın insana şah damarından yakın olduğuna ve içten geçen her şeyi bildiğine inanılır. Hıristiyanlara göre de Allah insanlara yakındır ve her şeyi bilir, insanların yüreklerinin derinliklerine iner. Taoistlere göre de Allah her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir. Bunlara rağmen, Allah ile insanlar arasına aracılar konur. İncelediğimiz tarikatlarda aracı yapılanlar şunlardır:
1- Hakîkat-i Muhammediye
Bu tarikatlara göre Hakîkat-i Muhammediye varoluşun başlangıcıdır. Onunla Allah, aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. O, bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır.
Hakîkat-i Muhammediye inancı; Katoliklerdeki İsa inancı ile Taoistlerdeki Te inancının harmanlanması gibidir. Meselâ Hıristiyanlar “İsa Allah’tır” derler. Hakikat-i Muhammediye inancında da “Muhammed Allah’tır” anlamına gelen sözler söylenir. Bu konu yukarıda geçmişti.
2- İnsan-ı kâmil
İncelediğimiz tarikatlarda insan-ı kâmil Muhammed’dir. Ama onun tarihi şahsiyeti değil, Adem balçık halindeyken peygamber olan Muhammed, yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilâhî irade ancak onun aracılığıyla gerçekleşir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi. … İnsan-ı kâmil, maddî-manevi bütün kemâl mertebelerini kapsar. Onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lâ’ya, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya bağlantılıdır".
Birçok kimse insan-ı kâmil terimini, olgun ve örnek insan diye algılar ama tarikatlar, bu terimle Katoliklerdeki Kilise inancına benzer bir inanç oluşturmuşlardır. Kilise, nasıl yaşayan İsa ise, onlara göre İnsan-ı Kamil de yaşayan Hakikat-i Muhammediye’dir. Her tarikat kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Derler ki: "İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir...” “Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde peygamber veya veli olarak ortaya çıkar. "Said Nursî’ye yakıştırılan olağanüstü özellikler” başlığı altında bu konuya tekrar dönülecektir.
"Mülkte tasarruf" Allah’a ait yetkileri kullanma demektir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Allah’a ait mülk demektir. Ceberût da mana alemi ve göklere hakimiyet anlamlarına gelir.
Tarikatlar insanları sınıflara ayırırlar. Sırlarını bilenlere havass’ul-havas, az bilenlere havas, diğerlerine avam derler. Bildiklerini iddia ettikleri sırlar, tamamen hayal ürünü şeylerdir. Kendilerini, din büyükleri ve Allah ile ilişkide göstererek farklılıklarını vurgulamaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır şöyle derler: "Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.
Bakın bize teker teker geldiniz; tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Size yaptığımız ikramları arkanızda bıraktınız. Yanınızda şefaatçilerinizi de göremiyoruz; onların size eşlik edeceğini umuyordunuz. Bakın, aranızdaki bağlar tümüyle kopmuş. Umut besledikleriniz sizden ayrılıp gitmişler." (En’am 6/93-94)
3- Kutb’ul- İrşad
İmam Rabbânî’ye göre Kutb’ul-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşt, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasip olmaz. Onun nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin -yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, yöneliş ve samimiyeti nispetinde nasip alır ve doyar. İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah’ın zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de – tıpkı o kutba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. "Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan, ancak rüşt ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşt ve hidayetin nuru onlara ulaşır.
Demek ki, Kutb’ul-irşad denen şahsı inkar eden, Allah’ın zikri ile meşgul olsa dahi gerçek rüşt ve hidayetten mahrum kalırken, onu seven ve ona içten inanan, Allah’ın zikri ile meşgul olmasa bile rüşt ve hidayetin nuruna kavuşuyor. Bunlar, açıkça Allah’a iftiradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimi kimdir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar ve hallerine tanık olanlar şöyle diyeceklerdir: ‘İşte bunlar, Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. Bilin ki Allah’ın laneti o zalimlerin üzerindedir.
Onlar Allah’ın yoluna engel koyar, geri çevirmeye çalışırlar. Onlar ahireti göz ardı eden kimselerdir.
Bunlar yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. Allah’tan başka dostları da yoktur. Azapları ikiye katlanacaktır. Onlar gerçekleri, ne işitmeye ne de görmeye tahammül edebilirler.
Onlar değerlerini yitirmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de kaybolup gidecektir.
Hiç şüphesiz ahirette en çok kayba uğrayacak olanlar bunlar olacaktır.
İnanan ve iyi işler yapanlar ve Rablerine içten boyun eğip başka bir arayışa girmeyenler var ya, işte onlar cennetliklerdir; orada temelli kalacaklardır.
Bu iki kesimin durumu, hem kör hem sağır olan ile görmesi ve işitmesi iyi olan kimsenin durumu gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Artık bilgilerinizi gözden geçirmeyecek misiniz?" (Hûd 11/18-24)
4- Rical’ul-Gayb
Bunlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî , nukebâ, ve nucebâ adı verilen kimselerdir. Bu terimler şu anlamlarda kullanılmıştır:
5- Kutup
En büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.
6- Gavs
Tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, "Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, "Gavs-ı azam = en büyük gavs" lakabıyla ünlüdür.
7- Revâsî"
Dağlar, evtâd direkler anlamına gelir. Onlara göre felaket zamanında kullar evtâda, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân" derler. Bunlardan birine "imam-ı yemîn", diğerine “imam-ı yesâr" adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da hakikatine mazhar sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Bunlardan başka, sayıları sekiz veya kırk olan “nücebâ" ile, sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ" bulunduğu ve onların insanların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir.
Bunlar, Kur’ân’ın, küfür ve şirk sayarak yasakladığı şeylerdir. Müslümanlar, namazın her rekatında “Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) diyerek zihinlerini canlı tutarlar ki, bu hale düşmesinler.
8- Tarikat Şeyhi
Tarikatta şeyh her şeydir. O, hem insan-ı kâmildir ve Hakikat-i Muhammediyeyi temsil eder; hem kutup, hem de gavstır. Mürit, Allah ile bitecek işin, ancak şeyhin araya girmesi ile olacağına inanır. Tarikatta mürid, nefsini öldürme adına çok alçaltılır. Derler ki, “Şeyhe karşı mürit, yıkayıcı önündeki ölü gibi olur"
Allah müşahhas yani elle tutulan ve gözle görülen bir varlık değildir. Tarikata göre onu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir şeye ihtiyaç görülür. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı sayılan "insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Yani Müridin Allah’a gereği gibi kul olması için önce şeyhe kul olması ve kulluk eğitiminden geçmesi istenir. Bunu sağlamak için râbıta gerekli görülmüştür. “....Sâlik önce insan-ı kâmil olan şeyhe, ardından Rasûl’e, onun ardından Allah’a kalbini bağlamalı ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır” derler. Çünkü râbıtayı Allah ile murâkabeye varmak için yaparlar.
Onlara göre; "murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa (haşa Allah’ın yetkilerini kullanmaya) başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür".
Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinde yetişip yaşarlar. Evtâd, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır...".
Râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır. O, şeyhin suretini alnının ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin ortasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti onu râbıta ile terbiye eder ve Allah’a ulaştırır.
Tarikatçılara göre hakiki şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır.
İncelediğimiz tarikatlarda Şeyh, tümüyle Allah’ın yerine konur. Kilisede de papaz öyledir. Bu şirkten Allah’a sığınmak gerekir.
Bu tarikatlara göre "Mürit şeyhinin kendisine emrettiği şeyi yapmakta acele etmeli, onu derhal yerine getirmelidir. Hiçbir tevil ve tehir yoluna sapmamalıdır. Zira tevil ve tehir yol kesicilerin en büyüğüdür."
"Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında daima onun rızasını elde edeceği yolda yürümeğe bakmalıdır. Mürşidinin nelerden hoşlanacağını anlamak ve ona göre çalışmak zorundadır."
İslamla uzaktan yakından alakası olmayan iddialarını şöyle sürdürürler: “Mürşidler Allah Teâlâ’nın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah Teâlâ’yı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın Elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutmak gerekir."
Bunlar hiçbir delile dayanmadan bazı kimselere kul olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeylere kul olurlar ki, Allah onun hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmaz." (Hacc 22/71)
Sonuç olarak Kur’ân’da "من دون الله = Allah’ın dûnundan" ifadesinin geçtiği yerlerin büyük bir bölümü, aracı sayılan tanrılara yakıştırılan yer anlaşılır. Yukarıdaki iddialar, o aracıların ne gibi hayali yetkilerle donatıldığını göstermektedir.
Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır
|