Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Aşağıda, mütevâzı bir çalışma ürünü olarak tasavvufî bir inceleme bulacaksınız.... "Ar Damarı, Hayâ Perdesi" başlığı altındaki sohbetin seyri bizi böyle bir incelemeye yönlendirdi...
Tasavvufî konulara merakı olmayan arkadaşlarımızın okumasını önerMİyorum....
Bununla beraber okuyacakların, yanlarında bir Kurân meali bulundurmaları gereklidir... Çünkü, âyet mealleri incelemenin kurgusu sebebiyle verilememiş, pekçok âyetden alınan kesitler latin harflerle Arapça olarak aktarılmıştır....
Bu inceleme yazısındaki muhtemel kusurlar sebebiyle Cenâbı Allah'tan af, sizlerden peşinen özür dilerim...
"Olacak o kadar!" deyip geçmek yerine, biraz daha çalışma yaparak; kusurlu görüşlerimizi (kendi görüşlerimden bahsediyorum) adam etmeyi tercih ettik...
Bunun için, önce hayal gücümüzü devreye koyduk....
Gördük ki, bu güç (hayal) karşısında ilk önce bütün kitaplar buharlaştı...
Bir tek Kurân kaldı....
Bu sınırsız gücün kibri ile hafızalara müdahale ettik ve hafızalardan tasavvuf adına ne varsa, hepsini sildik...
Ne yolu kaldı; ne yöntemi... Ne mürşidi kaldı; ne müridi... Ne uçanı kaldı; ne uçuranı...
"Tasavvuf, Sûfilik" gibi terimlerin bile silindiğini söylememe herhalde gerek yok... :)
Tabii olarak, İslâm tarihinden bugünlere yâdigâr ne Kâdirilik kaldı; ne de Nakşilik ve diğerleri...!!!
Hayal gücümüzün gerçekleştirdiği bu sınır tanımaz operasyondan -elbette- Tasavvuf Ana Bilim Dalı da nasibini aldı ve bu konuda ihtisas yapmış bütün akademisyenler bir anda ünvansız ve işsiz kaldı...... :)
Hayal gücümüzün sağladığı bu inanılmaz konfor sâyesinde, Kurân ile başbaşa kaldık.....
VECHi TEVCîH (etmek)
Bu bağımsız okuma esnasında
Enâm-79. âyete takıldık...
Hz. İbrahim "
innî veccehtü vechiy..." ile istikâmetini ilân ediyordu....
“Ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri fatr eyleyene döndürdüm. Ben müşriklerden degilim.”
"Yüz" kendi yüz
üydü... "Ya Fâtır"a vechini tevcih etmişti.....
Ya “hanif” olduğu için yüzünü doğru adrese tevcih edebilmişti; ya da vechini tevcih edebildiği için “hanif” olmuştu...???
Gâliba ikisi aynı şeydi... “Vechimizi O’na tevcih etmek....”
VECHi İKÂME (etmek)
Ancak, Kurân bununla yetinmiyor; vechimizden daha fazlasını bekliyordu....
Rûm Sûresi 30. Âyette
“fe-ekım vecheke liddîni haniyfen...” buyurulurken, aynı sûrenin 43. Âyetinde “fe-ekım vecheke liddîyn’il-kayyim...” şeklinde emir tazeleniyordu...
Din “kayyim” idi ve dîn-i kayyime hanif olarak vechimiz (yüzümüz) ikâme edilmeliydi...
VECHi İSLÂM
(etmek)
Bu talepleri karşılayabileceğimi hayal ettim... Ancak, bu hülya da kısa sürdü.. Çünkü, Kurân’da vechimizi ilgilendiren yeni bir aşama vardı...
Bu aşamada kişi hanif olmanın dışında “muhsin” de oluyordu...
Bakara-112, Nisâ-125 ve Lukman-22 âyetlerde “.. men esleme vechehû lillah..”
kalıbından sonra hep “ve hüve muhsinun..” tanımlaması geliyordu...
Âyetler söz birliği içinde sanki şunu deşifre ediyordu... Hz. İbrahim’in hanif olarak başlayan yolculuğu “halîl” olması ile taçlanmıştı... Fakat, arada muhsin olmayı başarmak gerekiyordu...
Vechimizi Allah için islam ederek
veya bir başka nüansla vechimizi Allah’a teslim ederek “muhsin” olabilmek yolunda hayal gücümü işletmeye başlamıştım artık....
Allah muhsinleri seviyordu; “...ve ehsinû” buyuruyordu
Bakara’nın 195. Âyetinde....
O’nun rahmeti muhsinlere yakındı.....
(Ârâf:56)
Çünkü onlar, bollukta ve darlıkta infak edebiliyorlar; öfkelerine yenilmiyorlar ve insanları affedebiliyorlardı.... (Âli İmran:134)
Kurân’da sayısız ihsan örneği sunuluyor ve muhsinler açıkça taltif ediliyorlardı...
Bu durum, ister istemez bazı soruları gün yüzüne çıkardı... Öyle ya, neden nefsimizden değil de hep vechimizden bahsediliyordu... Yâni, neden nefsimizi değil de vechimizi dini kayyime ikâme ediyorduk?? Ve neden nefsimizi değil de vechimizi Allah için islâm, teslim ediyorduk???
Oysa, Kurân belki de yüzlerce âyette nefs kelimesi ve türevleri ile açıklamalar getiriyordu...
İlgili âyetler incelendiğinde nefs kelimesi mânâ olarak sanki daha somut olandan bahsediyordu...?? Sanki, vech kelimesi nefsimizden çok bizi temsil edendi ve fakat daha gizemliydi..??
Bizim bir sîmâmız vardı... Ancak, vechimiz o değildi... Sîmâ da vechimizin bir yansımasıydı..
“... sîmâhüm fî vücûhihim min eser’is-sücûd...” (Feth:29)
Allah aşkına neydi “vech”in hikmeti...???
Evet, kelime olarak vech yüz mânâsına geliyordu...
Eeeeee! Peki bu her şeyi açıklamaya yetiyor muydu???
Nasıl olsa, Kurân ile başbaşaydım... Araştırmaya devam ettim....
Gördüm ki,
İnsan Sûresi 9. Âyette bazı insanlar, besledikleri insanlardan teşekkür veya bir başka karşılık beklemeden, bunu sâdece li vechillah yapıyorlardı.....
RABBİN VECHİNİ İBTİĞA
Bazıları da Rabbin vechini ibtiğa ederek güzellikler ortaya koyuyorlardı....
Salâtı ikâme ediyorlar; gizli âşikâr infakda bulunuyorlar; kötülüğü iyilikle savıyorlardı..
Râd:22 ve Leyl:20
bunu dileyenlere tahsis edilmişti...
“
İlle’btiğae vechi rabbih’il-e’lâ”
Acaba, bu âyetlerdeki vech Rabbimizin rızası mıydı? Yoksa, rızâyı da içine alan daha soyut bir anlatım mıydı???
Üstelik, ben daha insanın vechine ilişkin tatmin edici cevaplara ulaşmış değildim....
Ancak, Bakara:207’ye ve 265’e
baktığımda Yaradan’ın rızâsını (vechini değil) orada açıkça gördüm... “....ibtiğâe merdâtillah....”
Peki, Allah’ı hoşnut (razı) etmeyi istemekle, onun vechini ibtiğa etmek arasında fark olmadığını düşünebilir miydik???
Bunu düşünmemize müsâde edilseydi; bu ifâde farklılıkları olur muydu???
Okumaya (İkra ve rabbüke’l-ekrem) devam ettim...
ALLAH’IN VECHİNİ İRÂDE, MURÂD
(etmek)
Evet, bir kısım insanlar da vardı ki Allah’ın vechini murad edinmişlerdi... Bu durumlarına paralel sergiledikleri ameller, hep daha âdil bir dünya içindi... Cenâbı Mevlâ hem amellerinden hem de niyetlerinden birbirini tâkip eden iki âyette bilgi veriyordu..
Rûm:38,39...
“.... yürîdûne vech’ALLAH....”
“.....türîdûne vech’ALLAH...”
Vechini islâm etmekten başlayarak; Allah’ın vechini murad edinmeye kadar okuduklarımda yer alan insan modelleri hep dünya ve insanlık için daha güzelini eyleme dökebilen niteliklerle anılıyorlardı... Ortak özellikleri buydu...
Rabbimiz, bir vech meselesi olarak farklarını ortaya koymuştu; ama ben farkları kavrayabildiğimden pek emin değildim...
RABBİN VECHİNİ İRÂDE, MURÂD
(etmek)
Benim anlayışım kıttı... Ancak, Allah’ın izniyle aşarım ve bir gün anlarım ümidim çoktu...
Bu ümidin verdiği enerji ile hayal gücümün koruma altına aldığı bu Kurânî dünyada
ki seferim, En’âm Sûresi’nin 52. Âyeti ile karşılaşınca zorunlu olarak son buldu...
Böyle olunca,
her şey eski hâline dönüverdi... J
Allah’ın Resûlünü zâlimlerden olma tehlikesine karşı uyaran bir âyetti,
En’âm:52 ve dahası 53. Âyet bir fitnenin varlığından bahsediyordu...!!!
Bazı insanlar vardı ve onlar Allah’ın değil –kelime olarak- Rabbin vechini murâd edinmişlerdi ve seherde gecede O’nu çağırıyorlardı....
Peki, bunda ne mahzur vardı ki Peygambere onları kovmaması “velâ tedrud” açıklığında emrediliyor ve aksi durumun zulüm olacağı hükme bağlanıyordu...????
Bununla da bitmiyordu... Kehf:28’
de aynı insanlar hakkında Peygambere ve onun şahsında bize yeni tâlimatlar veriliyordu...
“V’asbir nefseke ma’a.....” emriyle
onlarla beraber veya onlara karşı (?) sabırlı olması; “..velâ ta’dü aynâke anhüm...” emriyle de gözünün onların üstünde olması veya gözlerini onlardan ayırmaması isteniyordu....????
Cevaplarını veremedikçe veya bulamadıkça gözümde büyüyorlardı... Ki birden dilimden dökülüverdi.....
“Bana seni gerek seni....”
Aman Ya Rabbi! :)
Bu mısra, sanki Rabbin vechini murad edişin Yunus’çasıydı.... :)
“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerini
rim;
Aşkın ile avunurum...
Bana seni gerek seni!!!”
Garip olan, Yunus Emre kendisini hiçbir kategoriye koymuyordu:
“Sufilere sohbet gerek!
Ahilere ahret gerek!
Mecnunlara leyla gerek!
Bana seni gerek seni!!!”
Âdetâ, “vech” konu Allah olduğunda O’na “sen” diyebilmenin anahtarıydı ve sanki bu kelime ile Allah’a havf, ittikâ ve haşyet ile yönelişlerin dışındaki bir yöneliş anlatılıyordu.... AŞK!
“Aşkın aldı benden beni;
Bana seni gerek seni!!!”
En’âm:53’deki “fitne” bu olabilir miydi??
Tabii, bu arada Yûnus Emre’yi durdurabilene aşk olsun... :)
“Gözüm seni görmek için elim sana ermek için Bu gün canım yolda kodum yarın seni bulmak için!
Uçmak uçmağım dediğin, mü'minleri yeltediğin Vardır ola bir kaç huri; arzum yoktur uçmak için!
Süfılere ver sen onu;
bana seni gerek seni!! Haşa ben terkedem seni, şol bir evle çardak için?!”
Hakikaten, En’âm:52,53 ve Kehf:28. Âyetler birilerine karşı Resulullah’ı tedbirli davranmaya yönlendiriyordu..??
Âyetleri defalarca okudum!
“...yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’
l-aşiyyi......” bir açıklık getiriyordu; ama bu zâten güzel bir şey değil miydi??
Nitekim, bunu Yunus’ta görmek mümkündü...
“
Dağlar ile taşlar ile Çağırayım Mevlam seni Seherlerde kuşlar ile Çağırayım Mevlam seni”
“Garip” bir durum olmalıydı ki, 53. Âyet bir fitnenin varlığından haber veriyordu.....
Gâliba, Yunus Emre de aynı “gariplik”ten bahsediyordu...
“Dinin terkedenin küfürdür işi!! Bu ne küfürdür imandan içeri??”
Peki, neden Emre’ye bu kadar takılıp kalmıştım..???
Yoksa, farkında bile olmadan Kehf:28’deki “velâ ta’dü aynâke anhüm..” gereğince mi davranıyordum..???
Bilmiyorum; belki de bu konular ağır gelmişti..... :)
Allah’ın, Rabbin vechi bir yana kendi vechimiz hakkında bile yeterli bir zemin etüdü yapabildiğimizden emin değildim....
Fakat,
Yunus Emre sanki bunu da çözmüştü.... ??
Demiştiki.......
“Beni bende deme; bende degilim!! Bir ben vardir bende; benden içeri!!
Süleyman kuş dilin bilir dediler! Süleyman var Süleyman'dan içeri!!”
Yukarıda geçmişti...
Acaba, bu “benden içeri ben” olgusu vechimiz olabilir miydi???
Ve biz hanif olarak benden içeri benimizi mi
tevcih ediyorduk “Yâ Fâtır”a; onu mu ikâme etmeliydik dîni kayyime; onu mu teslim ediyordu muhsinler Allah’a...?????
Ama bizim vechimiz, ama ilâhi vecih olsun; âyetlerin ortaya koyduğunu akademik bir disiplin içinde adlandırmak gerekseydi; “TEVECCÜH” uygun olur muydu???
Yoksa, TASAVVUF denilen şey bu muydu???
Ancak, nerede başlıyordu ve nerede bitiyordu???
Meselâ, Yûnus kendisini sûfî olarak bile görmüyordu..???
Meselâ, vechini Allah için islâm edenler tüme varmaya çalışıyorlar da; Rabbin vechini mûrad edenler tümden gelmeye mi çalışıyorlardı...???
Yoksa, Rabbin vechini murad safhası, vechimizi Allah’a teslim ettikten sonra gelen bir üst safha mıydı????
Var mıydı aralarında bir bağlantı; yoksa farklı farklı haller, farklı modeller miydi????
Meselâ,
hanif yaklaşımın sembolü olan Hz. İbrahim (Selâmün alâ İbrahîm) Hz. Lût’tan (a.s.) önce kendisine misafir olan operatör elçileri operasyondan caydırmaya çalışmasına rağmen (Hûd:74,75,76)..........
kalbinin mutmain olabilmesi için Rabbimizin ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemesine rağmen
(Bakara:260)...........
nasıl oluyor da oğlu İsmail’i rüyasına tâbi olarak –sorgusuz sualsiz- boğazlamaya tam teşebbüs
edebiliyordu(Sâffât:102,103,104,105)...????
Peki, bu durum karşısında Hz. İsmail (a.s.) “setecüdinî inşaALLAHu ma’as-sâbirîn”
diyerek nasıl tam teslimiyet gösterebiliyordu (Sâffât:102)...???
Oysa, Hz. Mûsâ (a.s.) benzerî
bir durumda sabır gösterememişti...?!
Indi ilâhîden kendisine rahmet verilmiş ve ledünnî ilim öğretilmiş kişi (Kehf:65) karşısında, “setecüdinî inşaALLAHu sâbiran..”
sözü veren Hz. Mûsâ “e katelte nefsen zekiyyeten biğayri nefsin..” (Kehf:74) diyerek itiraz etmişti.....
Kısacası, muhsinlerin dünyasında da anlamamız gereken daha çok şey vardı... :)
Eveeeet! Kulu ile Rabbi arasında vecihler arası bir teveccüh ilişkisi vardı.... “Teveccüh” muhsinlerin dînin insan için olduğunu ortaya koyan ihsanları ile gelişiyordu...
Yâni, teveccühün ilâhi değeri dünyadaki insânî değerleri de üretiyordu... Çünkü insandan insana teveccüh ihsan ile oluyordu....
Semazen okuyunca güzel geliyor insana, ruh dünyasında ılık meltem rüzgarlarının esmesine neden oluyor, fakat ya biryerde yanlış yapılıyorsa!!! ayetler üzerinde engin hayal gücünün bir noktada insanı yanıltıp iman esaslarına muhalif bir düşünce modeline iteceğinden korktuğum için bu tür şeylerle ilgilenmiyor, muhkem ayetlere sımsıkı tutunarak somut manalarına göre kendime yön vermeye çalışıyorum, dalaletten çekiniyorum, korkuyorum.. belki benim hassasiyetim bu kadar müsade ediyor bana, belkide sana olan bir lutuf böyle konuşturuyor seni, Allah sapanlardan etmesin diyor selam ve saygılarımı arzediyorum...
__________________ Hiçbir şeyi yaratamayan, kendileri yaratılan şeyleri Allah’a ortak mı koşuyorlar? Araf (191)
Sevgili Dostum, bir süre önce Akaşa Yayınlarından çıkan Sri Nisargadatta Maharaj’ın ses bantlarının çözümüyle oluşturulmuş “Ben O’yum” isimli kitabı okumuştum. Ve açıkçası sarsılmıştım. Çünkü bu zat bizim tasavvufçuların dile getirdiklerini o kadar sade ve derli toplu bir biçimde özetliyordu ki şaşmış kalmıştım. Bizim tasavvufçulardaki karmaşık felsefi söylem nerede, Maharajdaki yalın ve anlaşılması kolay üslup nerede.
O kitapta da net olarak gördüm ki bizim tasavvuf söylemimizle adamların söylemi birebir örtüşüyor. Tek farkla, biz işi Kur’ana DA dayandırmışız. Aradaki ortak yön ise iki ayrı coğrafyadaki aynı tek akımın Kur’an Odaklı olmayışı.
İşte sıkıntı tam da burada yatıyor. Kur’an Merkezlilik yada Kur’anı Dolgu Malzemesi olarak kullanma anlayışı.
Tasavvuf’un odağında Kur’a mı var, yoksa tasavvuf Kur’anı kendisini haklı çıkarma adına kullanıyor mu? Tasavvufçuların yegane Rehberi Kur’an olsaydı anlayışlarından değil Kur’andan yola çıkarlardı ve böylece Kur’andışı söylemlere de sapmazlardı. Kur’anın bütünlüğünü göz önünde bulundururlardı ve böylece “Parçacı Müslüman” olmazlardı.
Kur’anın öngördüğü insan modeli sadece Sufi bir tip midir? Örneğin “Yunus Emre Modeli” Kur’andan ne kadar onay alır? Hem vechini Allah’a yöneltmenin yolu Kur’an Müslümanı olmaktan geçmez mi? O halde şiirlerinde Kur’anın K’sından bahsetmeyen Yunus nasıl olur da onanmış bir model olabilir?
Yunus’un Şeyhinin ismi bile ofsayt değil mi? Taptuk Emre. Taptuk=Taptık. Rivayete göre ona “Taptuk” lakabını uygun gören de Yunus’tan başkası değil. Kısa bir alıntı:
Hacı Bektaş zamanla bütün Rum erenlerinden saygı ve sevgi görür, ama Emre adında bir ermiş Hacı Bektaş'ın semtine bile uğramaz. Hacı Bektaş ona Saru İsmail'i dervişini yollar, tekkesine gelmesini sağlar. Gelince ona erenler arasına nasıl girdiğini sorar, o da perde arasından bir el uzandı, beni erenler arasına aldı ama ben orada Hacı Bektaş adında birini görmedim. Bunun üzerine Hacı Bektaş perde aralığından sana uzanan eli görsen tanır mısın? Tanırım der Emre: Ayasında bir yeşil ben vardı. O zaman Hacı Bektaş sağ elini açar, uzatır. Avucunun içindeki yeşil beni gören Emre yeşil beni görür görmez: Taptuk! Taptuk! diye bağırır, adı o günden sonra Taptuk, kendisi de Hacı Bektaş'ın yandaşı ve sözcülerinden biri olur.
Yunus’un bu Tapılası varlık olarak sıfatlandırdığı (Taptuk Baba) şahsa yönelik yazdığı bir şiirini paylaşmak isterim.
Vardığımız illere Şol safa gönüllere Baba Taptuk manisin Saçtuk elhamdülillah
Yunus bir doğan idi kondu Taptuk koluna Avın şikira geldi bu yuva kuşu değil.
Yine esridi Yunus Taptuk yüzün görende Baktığım yüzde gördüm Taptuğumun nurunu
“Yalnızca Rabbine rağbet et” (İnşirah 8) emri bu şekilde mi uygulanır?
Kur’anda anılan hangi peygamber yoldaşı Resulüne karşı böyle laflar etmiştir? Hangi sahabe Son Peygamberimize bu tip methiyeler döktürmüştür? Siyerde bu hususta ne tip bir bilgi mevcut? Uydurma da olsa hangi hadis bu düzeyde bir kul tapkınlığı içermekte?
Sevgili Dostum, gerçekten güzel bir yazı dizisi hazırlamışsın. Tasavvuf adına tarikatlar eliyle sergilenen Kur'andışılıklar bence ziyadesiyle meydanda ama eğer sen yine de tasavvuftan tanımını ayetler eşliğinde yaptığın şeyi anlıyorsan (Yalnız Allah'a Teveccüh) bu fikrine de tabiki saygı duyarım. Fakat bu tanımlama hususunda besbelli ki genelgeçer tanımlardan açık farkla ayrıldığın ortada. Yani bu konuda yalnızsın.
Kur’ani köklere dayalı ve onunla sınırlı bir önerilmiş "Kur'ani Tasavvuf Modeli" sende içtenlikle yüzünü Allah'a dönen müslümanı tanımlıyorsa buna nasıl ve neden karşı çıkılır?
Fakat gönül ister ki Kur’anda tariflenen müslümanı yine Kur’anın önerdiği sıfatlarla analım. İthal kavramlarla hem de ağzına kadar kirletilmiş olanlarla Kur’an Müslümanını tasvir etmeyelim.
Elde ithal bir kavram var, bu kavramın içi her türlü mistik öğretiyle ve yabancı felsefeyle doldurulmuş, bu arada Kur'andan da esinlenme olmuş. Sözün özü karma bir yapı var elimizde. Tertemiz, berrak, arı-duru “Kur’anın İnsan Modeli” elimizdeyken neden katışık ve ithal bir etiketi Kur’an adına benimseyelim?
Gel şu tariflediğin “içtenlikli müslümana” yine Kur’andan bir isim bulalım. Kur’an Mistisizmini kirli yada kirletilmiş bir kavram olan “Tasavvuf” ile değil Allah’ın önerdiği başka Kur’ani bir terim ile ifade edelim. Örneğin Mistik Müslüman=Mutasavvıf değil Muhsin yada yalnız Allah’a Yönelmiş Müslüman. Böylece “Hanif” yani yalnız Allah’a yönelen insan da aynı zamanda en büyük mistik olup çıkar.
Bence bu başlığın ismi de Kurân’daki Tasavvuf=TEVECCÜH değil Kur’andaki Mistisizm= TEVECCÜH olmalıydı. Bilindiği gibi mistisizm genel bir ifade, tasavvuf ise özel.
Böylece önümüzde dağ gibi duran Tasavvuf Öğretisinin Kur’andışılıklarını ve bu felsefenin şekillendiği Tarikat Kurumlarının Şirretliklerini teker teker Kur’ana göre ayıklama zahmetinden de kurtulmuş oluruz.
Bir tarafta Kur’an, bir tarafta Tasavvuf öğretisi ve onun pratize edilmiş hali olan Tarikat Yuvaları. Neden bu kirli ve ağır yükü sırtımıza alarak Kur’ana yönelelim? Neden kendi kendimize zulmedelim?
Not: Sevgili Semazen, umarım saygı ve sevgi sınırlarını aşmadan ve seni incitmeden meramımı dile getirebilmişimdir.
Saygılar
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
Kur'an merkezli olmak koşuluyla yapılan tartışmalara katılmak ve katkıda bulunmak isterim.Bu açıdan bu konu güzel bir başlangıç oldu.Semazen kardeş,bardağın dolu tarafından bakıp Kuranî bir bağlamda tasavvuf olayına değindi.Öncelikle hepimizin şu gerçeği kabul etmesi gerekir:
Yaşadığmız toplum asırlardır şu veya bu şekilde İslami motiflerle,İslam dışı unsurların birbirinden ayrılmasının epey zor olduğu bir toplum.Kur'ana en aykırı inançlar bile,yapılan tevillerle kitabına uyduruluyor.Dolayısıyla bu toplumun değer yargılarını bir çırpıda sıfırlamak olanaksız.
İşte bu gerçekten hareketle adımlarımızı daha dikkatli atmamız herşeyi bir anda kesip biçmek yerine dozu ayarlanmış bir şekilde ve peyderpey önce kendimizi sonra toplumu dönüştürmemiz gerekir.Buna binaen Semazen'in arabuluculuk anlayışını takdire değer buluyorum.Her insanın keskin dönüşler yapamayacağını,özellikle vahiyle uyarılmamış bu toplumu iyi bilen insanlar farkedecektir.
Alperenin olaya yaklaşımı da doğrudur.Biz Kur'anda müslümanı tanımlayan o kadar çok kavram varken,kalkıpta yeni kavramlar icat etmemiz yakışık olmaz.Üstelik birçok kavram asıl anlamından kopartılıp iğdiş edilmiş ve etkisizleştirilmiş.Oysa rabbimizin yaptığı her tanım ve tanımlama yerli yerince ve hikmete uygun olarak kullanıldığı zaman bir ağırlığının ve sultanının (gücünün) olduğu görülecektir.
Kısacası,Kur'ani kavramları doğru kullanmaya evet,ama toplumu dönüştürmek için yapılan çalışmaları da(şirki kesinlikle içermemek koşuluyla) baltalamamak gerekir diyorum.Doğrular Rabbimizden,yanlışlıklar ise biz insanlardandır vesselam.
__________________ ''Eğer biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik,kesinlikle onun,Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün..''Haşr:21
Gel şu tariflediğin “içtenlikli müslümana” yine Kur’andan bir isim bulalım. Kur’an Mistisizmini kirli yada kirletilmiş bir kavram olan “Tasavvuf” ile değil Allah’ın önerdiği başka Kur’ani bir terim ile ifade edelim. Örneğin Mistik Müslüman=Mutasavvıf değil Muhsin yada yalnız Allah’a Yönelmiş Müslüman. Böylece “Hanif” yani yalnız Allah’a yönelen insan da aynı zamanda en büyük mistik olup çıkar.
Bence bu başlığın ismi de Kurân’daki Tasavvuf=TEVECCÜH değil Kur’andaki Mistisizm= TEVECCÜH olmalıydı.
Not: Sevgili Semazen, umarım saygı ve sevgi sınırlarını aşmadan ve seni incitmeden meramımı dile getirebilmişimdir.
Sevgili Alperen, Mümin ve Abdullah16'nın katkıları için müteşekkirim...
Elbette, "Aslında tam olarak söylemeye çalıştığım şuydu... " diyerek başlayan bir detay mesaj yazarak bu fikir alışverişini zenginleştirmeye devam etmek mümkün... Fakat, çok daha öncelikli konuların bulunduğunu düşünerek, okuyucu dikkatinin buraya yoğunlaşmasını sağlıklı bulmuyorum.... Mesela, bana göre sevgili Akik'in başlattığı "Şirkin büyüğü küçüğü olur mu" konusu öncelikli olanlara bir örnek...
İlâve olarak, bizim mütevazı mesajımızdan sonra foruma (karşı görüşlerini ifade etmek için) üye olduğunu söyleyen Sn. Deli Laz'a sağlayacağı katkılardan dolayı teşekkürler...
Son söz olarak, "Teveccüh" başlıklı incelememizin daha anlaşılır olabilmesi için diğer okuyucu arkadaşlarımıza pratik bir önerim olacak... Lütfen, Semâzen'e ait bütün satırları yok sayın ve geriye sâdece Semâzen'in alıntıladığı âyetler kalsın... Lütfen, zihinsel enerjinizi sâdece bu âyetler üzerinde yoğunlaştırın... Tasavvuf ve teveccüh gibi kelimeleri bir kenara bırakın.... Sâdece ve sâdece Kurân âyetlerinden olabildiği kadar mânâlar tahsil etmeye çalışın... Çünkü, bizim çalışmamız Kurân merkezlidir... Öyleyse, bunu herkes yapabilir... :)
Selamlar,
N_S
Not:
Bu arada, Sn. Hanif'in teftişe devam ettiğini üzülerek görüyorum... Ama, münafığı olarak kendisine saygılarımı arz etmeden geçemiyorum....
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Almanya Gönderilenler: 333
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Sevgili Semazen,
gayret ve paylasiminiz icin tesekkür ederim. Dün aksam bu incelemeyi özenle tekrar okuma firsatim oldu.
Sizin varliginiz burada bir ayricaliktir. Bir kere kullandiginiz Dil'den dolayi, Almanya'da ben yasta bilmiyorum kac kardesim sizinle normal bir sohbette bile iletisim sorunu yasar. Bir birikimin, kabiliyetin neticesi olsa gerek. Bizlere niteliklerimizi kazandiran ve bir araya getiren Allah'a hamd olsun.
Asil ayricaliginiz, Tasavvuf'u genelinden(öncelikle bu Forum'u kast ediyorum) farkli degerlendirmenizdendir. Yanilgilarin nerede oldugunu bilmemiz adina bir firsattir.
Bu baslikta Semazen'e ait tüm satirlarin varliginda, Kur'an-dan Tasavvuf'a onay(ya da temeli diyeyim) var mi yok mu gibi bir gaye gördüm. Yunus Emre'nin sözlerine ve Ask kavramina özel vurgu yapmaniz, satirlarin sizdeki acilimina isaret ediyor. Dördüncü iletinizde Kur'an-dan kopukluk var, soruyu disarida arar gibisiniz.
Fakat Ayetler esliginde dikkat cektiginiz özellikle Nefs ve Vecih kavramlari beni düsündürdü. "Semazen'e ait tüm satirlari yok sayin" önerisine uymadigim halde :) faydali bir calisma oldugunu belirtmeliyim. Bu vesileyle "Sahsiyet Tekamülü" adli bir calismayla tanistim.
Ilerde bu basligin devamini getirecek olursaniz, benim de size tavsiyem, öncelikle Kur'an-daki kavramlarla yetinerek sorulara yine Kur'an-dan cevap aramaya devam etmenizdir.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma