Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Yozlaşmış, Şirke düşmüş Hristiyanların HAÇ'a bakışı :
"Haç daha önce de bahsedildiği gibi bir semboldür. Hristiyanlar için önemi, daha önce Teofilos kardeşimin de sözünü ettiği gibi, İsa Mesih'in tüm insanların günahını ortadan kaldıran lütfunu ve merhametini simgelemesinden ileri gelmektedir. Kilise binalarında ve mekanlarında nasıl aynı şekilde sembolik anlamda bulunuyorsa kişinin üzerinde taşıması da yine bu anlamda bir manevi tercih meselesidir."
..ve aşağıdaki Hadis (!) leri okuyunuz:
sünen-i tirmizi'de ıbni abbas'tan rivayet edilen hadisin meali şöyledir: hacerü'l-esved cennetten indirildi. sütten daha beyazdı, fakat onu ademoğlunun hataları kararttı.
"Hacerulesved, Allah'ın sağ elidir." Ali Şeriatiden, Mustafa İslamoğluna herkes hadis diye nakletmiş ki! Apaçık bir Şirk ve Peygambere iftiradır!
ıbni abbas'ın izahı da şu şekildedir: cenab-ı hakkın onu karartmasının sebebi, dünya ehlinin cennet zinetine bakmamaları içindir.
Tavafa başlama noktasını belirtmek amacıyla kullanılan ve kutsal olmayan Bu taşın adı uydurma hadislerle, yanlış uygulamalarla saptırmalarla "HAÇ"er-ül Esved! olmuştur.
Kaldırılmalıdır.
Geçen Günlerde Arap mitolojisi ve putçuluk ritüelleri ile ilgili yazılara yoğunlaşmıştım. Burada çeşitli "Taşların" Arap mitolojisinde büyük yer tuttuğunu okudum. "Hacerul Esved" Yani Kabede Hacıların yüzünü sürdüğü taş nedir? Bazı kaynaklarda "Cennetten gelme" gibi konular var.. Ben açıkçası bu konuda tatmin değilim. Ancak Allah'ın Rasulu Mekke'yi fethetti.. Orada Dini Allah'a has kılan ve şirkten arınmış Hz.Ömer, Hz.Ali.. Hz.Ebubekir otorite kurdu. Bu taş orada kaldı. (mı=?) Aşağıya ilgili bir metin aktarıyorum. Saygıdeğer Haniflerin bu konudaki araştırmaya dönük metinlerini bekliyorum . Saygılar.:
İlgili yazı :
Putperest Arapların ilahları putlar, kutsal taşlar ve diğer tapınma nesneleriyle temsil ediliyorlardı. Kutsal taşlar aynı zamanda sunak olarak hizmet ediyordu. Kurbanların kanı onların üzerine dükülüyor ya da onların üzerine sürülüyordu. Putperest Arapların tanrıları sadece kaba taş bloklarınca (nusub, çoğulu ensab) temsil edilmez, aynı zamna da az çok yetenek ürünü olan heykeller tarafından da temsil edilirdi. taş olsun, ahşap olsun ilahi bir heykel için kullanılan genel sözcük sanem (put) idi. Bu maksatla kullanılan diğer kelime vesen idi. Bu kelime aslında sadece taş için kullanılırdı. Kutsal mekan Arapların Kabe adını verdikleri küp şeklinde basit bir taş yapıdan oluşuyordu. Duvarlarından birinde kara taş(el-hacer el-esved) vardı. Kabe’nin içinde tanrı Hubel’in heykeli mevcuttu. Onun ayaklarının dibinde, içine tapınağa sunulan hediyelerin konulduğu küçük bir çukur bulunuyordu. / Kenan Çamurcu / www.bilgihikmet.com
__________________ "Bak işte günler!Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar edinecektir."3:140
--BLOG--
Geçen Günlerde Arap mitolojisi ve putçuluk ritüelleri ile ilgili yazılara yoğunlaşmıştım. Burada çeşitli "Taşların" Arap mitolojisinde büyük yer tuttuğunu okudum. "Hacerul Esved" Yani Kabede Hacıların yüzünü sürdüğü taş nedir? Bazı kaynaklarda "Cennetten gelme" gibi konular var.. Ben açıkçası bu konuda tatmin değilim. Ancak Allah'ın Rasulu Mekke'yi fethetti.. Orada Dini Allah'a has kılan ve şirkten arınmış Hz.Ömer, Hz.Ali.. Hz.Ebubekir otorite kurdu. Bu taş orada kaldı. (mı=?) Aşağıya ilgili bir metin aktarıyorum. Saygıdeğer Haniflerin bu konudaki araştırmaya dönük metinlerini bekliyorum . Saygılar.:
Dostlar lütfen bu konununda üstüne gidelim bu taş nıye öpülüyor nerden çıkmış,eski putperest araplardan mı kalma?
KONUYU TARTIŞALIM BU KONU ZIHNIMI ÇOK RAHATSIZ EDIYOR,EN AZINDAN ALPEREN YADA RADYOMANDEN RICA EDIYORUM,BU TASIN TARIHÇESINI ASSIN MASUMSA MASUMDUR YADA DEĞİLDİR...
KABEDE NAMAZ KILINMIŞMI?Suleyman Ateş yazdı,VATAN GAZETESİ:
Kendileri Mekke'nin fethinden sonra Kabe'nin içine girmiş, putları ve resimleri temizletmiştir. İçinde namaz kılıp kılmadığı hakkında bir kanıt yoktur. Bundan dolayı İslâm bilginleri, bu konuda farklı görüşler benimsemişlerdir. Hanefîlere ve Şafiîlere göre Kabe'nin içinde hem farz hem de nafile namaz kılmakta hiçbir sakınca yoktur. Hanbelilere göre ne içinde ne de bacasında farz namaz kılınmaz ancak nafile kılınabilir. Malikilere göre Kabe'nin içinde farz namaz kılmak caiz fakat çok mekruhtur (al-Fıkp alâ'l-mezâhib: 1/204). Bu konuda geniş bilgi için "Kur'ân Ansiklopedisi" adlı eserimizin "Kıble" ve "Kabe" maddelerini okumanızı tavsiye ederim.
Baska bir kaynak:
Hacerü'l-Esved'i Kâbe'ye ilk koyan İbrahim (a.s.) olup, o taş, bir Cennet yakutudur.
Benî Bekr b. Abdümenat b. Kinane ve Ğaysan b. Huzaa, Cürhüm kabilesini Mekke'den çıkardığında Cürhüm kabilesinden Amr b. el-Hâris b. Maddâd, Kâbe'de bulunan iki ceylan heykeli ile Hacerü'l-Esved'i alıp Zemzem kuyusuna gömdü. Sonra beraberindekilerle Yemen'e doğru gitti.
Hacerü'l-Esved Zemzem kuyusunda çok kalmadı; zira Huzâa kabilesinden bir kadın, yerini kabilesine haber verdi. Bu kadın, Cürhüm'lüleri, Hacerü'l-Esved'i Zemzem kuyusuna gömerken görmüştü. Bunun üzerine Huzaa kabilesi Hacerü'l-Esved'i kuyudan çıkardı ve eski yerine koydu. Bu hadise, Kusay b. Kilâb'ın Kâbe'yi inşasından önceydi.
Ebu Tâhir Karmatî 7 Zilhicce 317 H.'de, Kâbe'de tavaf yapıp ibadet eden insanları öldürmüş ve Hacerü'l-Esved'i yerinden çıkarmıştır. Sonra Câfer b. Allâc'a emretmiş ve Hacerü'l-Esved alınıp Hecer denen bir yere götürülmüş ve böylece Kâbe'deki yeri boş kalmıştır. Daha sonra Kurban bayramının birinci günü 339 yılında geri getirilinceye kadar, tavaf edenler teberrüken boş yere ellerini koymuş ve Hacerü'l-Esved'i istilâm etmişlerdir. Böylece Hacerü'l-Esved 22 yıl Kâ'be'den uzak kalmıştır. Hacerü'l-Esved'i Sinbâr b. Hasen el-Karmatî yerine iade etmiştir. Karmatî'ler Kâbe'de bin yediyüz kişiyi öldürüp, kimisini zemzem kuyusuna gömmüş, kimisini de Harem bölgesine yaymıştır. Sonra insanların mallarına el koymuş, Kâbe'ye ait süs ve zinetleri talan etmiş ve örtüsünü yırtıp yandaşlarıyla paylaşmıştır. Buna ilaveten Mekke'deki evleri talan etmiş, Kâbe'nin kapısını yerinden sökmüş ve saf altın olan Altınoluk'un sökülmesini emretmiştir. Mekke'de onbir gün kaldıktan sonra memleketi olan Hecer'e gitmiş ve Hacerü'l-Esved'i beraberinde götürmüştür.
H. 363 senesinde de Rum diyarından bir adam gelmiş ve eline kazma alarak Hacerü'l-Esved'in bulunduğu köşeye bir darbe indirerek bugünkü mevcut yarığı oluşturmuş, sonra ellerini kaldırıp ikinci bir defa vurmak istemesi üzerine Yemen'li bir kişi tarafından yaralanarak engellenmiştir.
H. 413 senesinde de Fatımîler, hükümdar Abîdînin tahrik ettiği bir gurup yandaşlarını Mısır'dan Kâbe'ye göndermişlerdi. Bu azgın kişilerin içinde kırmızı benli, sarı saçlı, boylu poslu, iri ve uzun, elinde kılıcı ve bir tokmağı bulunan korkunç birisi vardı. Bu adam Hacerü'l-Esved'e üç darbe indirmiş, ondan kıvılcımlar çıktıktan sonra: "Bu taşa, daha ne zamana kadar tapılacak?! Ben bugün bu evi yıkacağım ve beni ne Muhammed ne de Ali bundan alıkoyamayacaktır" diye haykırmış. Bunun üzerine suvariler etrafını kuşatmış ve kendisiyle beraberindekileri öldürmüşlerdir.
H. 990'da yabancı bir adam gelip Hacerü'l-Esved'e elindeki bir aletle vurmuş ve arkasından hükümdar Nâsır o adamı hançerleyip öldürmüştür.
H.1351'de Muharrem ayı sonlarında Afganlı birisi gelip Hacerü'l-Esved'den bir parça söküp çıkarmış ve Kâbe örtüsünün bir kısmı ile merdiven basamaklarından bir parça gümüşü çalmıştır. Oradaki bekçilerin durumu farketmesi üzerine, adam tutuklanmış ve idam edilmiştir. Yirmisekiz Rebîü'ssânî 1351 senesinde Suud ailesinden Kral Abdulaziz b. Abdurrahman Faysal, Taif'ten Mescid-i Haram'a gelerek o mel'ûn Afganlının söküp çıkardığı parçayı yerine koymuştur. Bu işlem de mütehassıs kimselerin önderliğinde misk ve amberin katılmış olduğu bir terkip hazırlanıp uzman bir kişinin Hacerü'l-Esved'i yerleştirmesiyle gerçekleştirilmiştir.
HACER-ÜL-ESVED
HACER-ÜL-ESVED: Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş. İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esvede gelince, İbrâhim aleyhisselâm; "Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâ ret olsun" buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir taş getir" buyurunca; Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!" diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine yerleştirildi. (Azrakî)
Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah'a uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân) Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada bitirmek sünnettir. (Zeylâî)
Kâbe'nin güney doğu köşesinde yerden bir buçuk metre yüksekliğinde, yumurta biçiminde hafif kırmızı ve san damarcıkları bulunan otuz cm. çapında oldukça parlak siyah bir taş. Bir saygınlık ve kutsiyeti olan ve hac sırasında Hz. Peygamber'in izinden giderek sünneti gereğince "öpülmek" suretiyle hürmet edilen bu taş, câhiliye Arapları arasında da kutsal sayılıyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim'den sonra geçen yüzyıllar boyunca gelip, geçen bütün kuşaklar bu taşı özenle korudu.
Hacerü'l-Esved'in tarihi Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilen yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe'nin tarihiyle paralellik gösterir. Allah (c.c.) Hz. İbrahim'e insanların ibâdet edecekleri bir mescid yapmasını emrettiğinde Hz. İbrahim ve oğlu İsmail Kâbe'nin temellerini attılar (el-Bakara, 2/127). Tarihî kaynaklar Hacerü'l-Esved'in de buraya Hz. İbrahim tarafından konduğunu kaydeder. Taşın nereden ve nasıl getirildiği hususunda değişik inançlar ve anlatımlar vardır, ancak kesin bir bilgi yoktur. Mekke'nin yakınında olan Ebû Kubeys dağından getirildiğine dâir inancın yanında Nesâi, bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber'in "Hacerü'l-Esved cennettendir" buyurduğunu nakleder (Keşfü'l-Hafâ, Aclûnî, 1108). Kâbe Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'den sonra birçok milletlerin kontrolüne geçti ve çeşitli defalar tahrip olup tekrar tekrar inşa,ve imar edildi. Her defasında Hacerü'l-Esved de bu durumlardan etkilendi.
Hz. İsmail'den sonra Cürhümîlerin eline geçen ve bir süre onların yönetimi altında kalan Kâbe zamanla ilgisizlikten harabe hâline geldi. Ardından meydana gelen ve tarihe "Seylü'l farre" adıyla geçen bir sel felaketiyle duvarları tümden yıkılan Kâbe'den geriye boş bir arazi kaldı. Bu dönemde Hacerü'l-Esved'in nasıl muhâfaza edildiği bilinmiyor. Daha sonra güçlü Amalika kabîlesinin eline geçen bu bölge ve Kâbe onlar tarafından tekrar ihya edildi; bu kez Kâbe'nin duvarları eskisinden daha yüksek yapıldı. Bu, Hz. İbrahim'den sonra Kâbe'nin ikinci inşasıdır. Bir süre Kâbe'yi hürmetle muhâfaza eden Amalikalılar, daha sonra burayı kendi mülkleri gibi görmeye başlayıp ziyaretçilere engel olmaya, parası olmayanlara zemzem suyunu bile vermemeye başladılar. Kâbe'ye saygının kalmadığı bu dönemde harabe hâline gelen Kâbe ikinci bir sel baskınıyla tamamen yıkıldı. Amalikalılar da bölgeyi terketti. Amalikalılardan sonra tekrar Cürhümîlerin eline geçen Kâbe üçüncü kez inşa edildi. Zamanla azgınlaşan Cürhümîler Kâbe'ye ve hacılara hürmetsizlik edip etrafa terör estirdiler. Cürhümîlerin bu tutumunu hazmedemeyip savaş açan Bekroğulları ve Huzâalılar onları Mekke'den çıkardı. Ancak şehri terkederken Kâbe'nin değerli eşyalarını yağmalayan Cürhümîler Hacer'ül-Esved'i toprağa gömerek sakladılar. Şehri ele geçirip Huzâalılar Cürhümîlerin sakladıkları bu taşı bulup tekrar eski yerine koydular. Huzâalılardan sonra Miladî 440 yılında Mekke ve Kâbe'nin yönetimi Peygamberimizin beşinci atası Kusay b. Kilab ve oğullarına geçti. Uzun bir kesintiden sonra Kâbe tekrar Hz. İsmail'in torunlarına geçmişti. Kusay Kureyş'ten, Kureyş ise Hz. İsmail'in soyundandı. Kusay'dan önce Kâbe yakınına ev yapıp yerleşmek saygısızlık olarak kabul edildiğinden yerleşim birimi değilken Kusay, Beytullah'ın yanına evler kurulmasını ve buranın şenlendirilmesini emretti. Ayrıca, bir başka rivâyete göre Kâbe'yi yıkıp yeniden inşa etti. Daha sonra Mekke'nin parlamento binası olacak olan " Daru'n-Nedve" Kusay'dan kalan evdi. Kusay Kâbe'nin bütün hizmetlerini kendi kabîlesinde topladı. Diğer kabîleler bu hizmet yarışı nedeniyle ona düşman oldular ve aralarında uzun süre ayrılıklar devam etti. Hz. Peygamber zamanında, duvarları alçak olan Kâbe'nin değerli eşyaları çalınmaya başlamış, bu yüzden Kureyş Kâbe'yi daha korunaklı bir şekle dönüştürmeye karar vermişti. Tam bu dönemde bir yangınla tahrip olan Kâbe, ardından gelen bir sel felaketiyle tamamen yıkıldı ve yeniden inşa edildi. Ancak Hacerü'l-Esved'i yerine yerleştirme konusunda bencil davranan kabileler bu şerefi başkalarına vermek istemeyince sorun büyüdü, hatta kılıçlar kınlarından çıktı. Bundan dolayı kan dökmek istemedikleri için de "Kâbe'ye gelecek ilk kişinin hakemliğini kabul etmekte" anlaştılar. Kararlaştıkları günün sabahında Kâbe'nin çevresinde beklerken Kâbe'ye "Muhammedü'l-emin" dedikleri Hz. Peygamber girince rahatladılar; çünkü ona güveniyorlardı, henüz peygamber değildi, ona düşman olacakları zamana daha vardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir bez parçası istedi onu yere serdi, başka rivayete göre abasını yere açtı. Hacerü'l-esved'i kendi elleriyle üzerine koydu. Her kabîleden bir temsilciye bezin bir ucundan tutup kaldırmalarını söyledi. Onların kaldırdığı bu taşı tekrar kendi elleriyle alıp yerine koydu. Allah bu şerefi kendi Peygamberine nasib etti; kabîleler ise kaldırmaya ortak olmanın verdiği mutlulukla barıştılar.
Hz. Peygamber nübüvvetle görevlendirildikten sonra putlardan arındırılan Kâbe, Yezid İbn Muâviye'nin ordusu tarafından mancınıklarla taşa tutularak tahrip edildi (hicri 63). Yezid'i halife olarak kabul etmeyen Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'e bey'at ettiler. Mekke'yi muhâsara eden Yezid'in ordusu yağlı fitiller atıp mancınıklarla taşa tutarak Kâbe'yi tahrip etti. Atılan bu taşlardan biri Hacerü'l-Esved'i üç parçaya böldü. Yezid'in Ordu'suna teslim olmayan Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'i halife olarak tanımaya devam etti. Daha sonra Abdullah b. Zübeyr kırılan bu parçaları bir gümüş çerçeve içine koyarak biraraya getirmek istediyse de etrafındaki taşlar yanıp kireçlenmiş olduğundan Hacerü'l-Esved'in parçaları birbirine yapıştırılmakla yetinildi. Kâbe'ye ilk örtü de onun emriyle bu dönemde örtüldü. Abdullah b. Zübeyr hacca gelenlerin Yezid'in vahşetini görüp gerçeği anlaması için hac mevsimine kadar tamir ettirmediği Kâbe'yi bu dönemden sonra halkla yaptığı istişare neticesinde yıkıp yeniden inşa ettirdi.
Tarih boyunca birçok saldırıya uğrayan Kâbe bu kez Emevî hükümdarı Abdülmelik b. Mervan tarafından görevlendirilen ve tarihe "Zâlim" lâkabıyla geçen Haccac tarafından mancınıklarla taşa tutuldu. Mekkelilerin suçu Muâviye ile başlayan kılıç gücüne dayalı "halife"leri tanımayıp sahabeden Abdullah b. Züyebr'in emrinde olmalarıydı. Zâlim Haccac'ın ordusu Kâbe'ye sığınan Abdullah b. Zübeyr'i ve birçok müslümanı şehîd etti. Abdülmelik'in izniyle Kabe'yi yıkıp tekrar inşa etti.
Daha sonraları Abbâsî hükümdarı el-Mutî'lillah zamanında Karmatîlerin saldırısına uğrayan Kâbe tekrar tahrip edildi. Tavaf sırasında hacıları kılıçtan geçiren Karmatîler Hacerü'l-Esved'i alıp Kufe'ye götürdüler (M. 929). Taş onların yaptırdığı bir tapınağa kondu. Karmatîlerin reisi, vücudunda birtakım yaraların çıkmasını yaptığı işin uğursuzluğuna yorunca yirmi iki yıllık bir aradan sonra taş, Karmatîlerle bir müşterekliği olan Mısır Fatımi emirinin ricası üzerine yeniden Kâbe'ye geri getirildi.
Miladî 1022 yılında mülhid ve münafık birinin sopa ile vurması sonucu Hacerü'l-Esved üç parçaya bölündü. Sonradan bu kırık parçalar tekrar yerine yapıştırıldı ve üç bin yedi yüz seksen gram gümüşten yapılma bir çerçeve muhâfaza kabına yerleştirildi.
Osmanlı Padişahı Birinci Ahmed devrinde tekrar tamir edilen Kâbe onsekiz yıllık bir aradan sonra şiddetli bir sel baskınıyla tekrar yıkıldı. Hacerü'l-Esved'in bir parçası kırıldı. Kâbe'nin, Dördüncü Murad'ın emriyle yapılan tamir ve inşasıyla birlikte Hacerü'l-Esved de tamir edildi. Bakırdan yapılmış olan Muhâfaza kabı gümüşle kaplanarak altınla yaldızlandı (M. 1629). Abdülmecid devrinde ise (1839-1861) taşın gümüş çerçevesi tekrar yenilendi. Eski kabı ile birlikte Hacerü'l-Esved'den kopan bazı küçük parçalar İstanbul'a getirildi.
Hacerü'l-Esved'i değerli kılan, haccın menâsikinden olması ve Rasûlullah'ın onu öpmesi nedeniyledir. Hac'da tavâfa Hacerü'l-Esved'den başlanır ve yine onunla bitirilir. Tavâf esnasında Hacerü'l-Esved öpülür, bu imkân olmadığı takdirde elle, bu da mümkün olmazsa uzaktan selâmlanır. Onu öpmek sünnet olduğu için öpülmediği takdirde hac yine yerine gelmiş olur. Ayrıca Hacerü'l- Esved'in öpülme imkânı bulunmadığı zaman Kâbe'de ikinci bir taş olan Yemame taşına elle dokunmak da onun yerine geçer. Bu taşın bulunduğu yere "Rüknü'l-Yemanî" denir.
Hz. Peygamber'in Hacerü'l-Esved'i öptüğü, ayrıca Vedâ Haccı'nda hasta olduğu bir sırada devesinden inmeden tavâf sırasında değneğiyle ona dokunduğu; bir başka zaman da eliyle selâm verdiği rivâyet edilmektedir. Hz. Ömer bir haccında Hacerü'l esved'e yaklaşıp öpmüş ve şöyle demişti: "Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Rasûlullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VI, 108-109). Hz. Ömer puta tapıcılıktan yeni kurtulmuş bir toplumun, bir taşın öpülmesini gördüğü an küllenmiş duygularının yeniden kabarmasından endişe ederek böyle bir açıklamayı gerekli görmüştü. Batılıların iddia ettikleri gibi Hacerü'l-Esved'i öpmek puta tapıcı Araplardan müslümanlara geçen bir miras değil bir saygı ifadesidir; Hz. Peygamber'in sünnetine uymadır.
"Tavaf", Hacer-i Esved köşesinden veya hizasından başlayarak tavaf niyetiyle Kâbe'nin etrafında yedi defa dönmektir. Her bir dönüşe "Şavt" denir. Yedi şavt bir tavaf olur. Hacer-i Esved hizasına gelmeden: "Allah'ım! Senin rızan için Umre tavafı yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle" diye niyet edilir. Tavafa başlamadan önce erkekler "Iztıba"yaparlar. Böylece Hacer-i Esved'in hizasına doğru gidilir. Bu esnada tekbir, tehlil getirilmesi ve dua edilmesi uygun olur. Hacer-i Esved'in hizasına varılınca eller, içleri Kâbe'ye doğru olacak şekilde namaza durur gibi omuz veya kulak hizasına kadar kaldırılıp "Bismillahi Allahu Ekber" denildikten sonra Hacer-i Esved "istilam" edilir. İstilam, elleri Hacer-i Esved'in üzerine koyup onu öpmek demektir. Ancak hac mevsiminde bu mümkün olmamaktadır. Bu sebeple Hacer-i Esved'e uzaktan elle işaret edilip sağ avucun içi öpülmekle yetinilir. Hacer-i Esved'i istilam etmek sünnettir. Başkalarına eziyet etmek ise haramdır. Sünneti yerine getireceğim diye insanlara eziyet vermekten ve böylece haram işlemekten şiddetle sakınılmalıdır.
SA'Y
"Sa'y" kelimesi; koşmak, hızlı yürümek anlamına gelmektedir. Hac ve umrede Kâbe'nin doğu tarafındaki "Safa" tepesinden başlayarak "Merve" ye dört gidiş, Merve'den Safa'ya üç dönüş olmak üzere bu iki tepe arasındaki gidiş-gelişe denir. Safa'dan Merve'ye her bir gidişe ve Merve'den Safa'ya her bir dönüşe "şavt" denir. Safa ile Merve arasındaki yaklaşık 400 metre uzunluğundaki yürüme alanına "Mes'a" denir. Sa'y yapmak vaciptir.
Sa'yin aslı, Hz. Hacer'in henüz kendisini emmekte olan oğlu Hz. İsmail için su ararken bu iki tepe arasında koşması hatırasına dayanmaktadır. Hacer-i Esved istilam edilerek Safa tepesine çıkılır. "Allah'ım! Senin rızan için umre sa'yini yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle." diye niyet edildikten sonra Kâbe'ye dönülerek tekbir, tehlil, salavat okunur ve içtenlikle dua edilir. Sonra Merve tepesine doğru yürünür. Merve'ye varınca bir şavt tamamlanmış olur. Burada da yine Kâbe'ye yönelerek tekbir, tehlil ve salavat-ı şerife getirilip dua edilir. Sonra Merve'den Safa'ya doğru yürünür. Safa'ya varınca ikinci şavt tamamlanmış olur. Diğer şavtlar da aynı şekilde yapılır. Yedinci şavt tamamlandıktan sonra Merve'de Kâbe'ye karşı dönülerek dua edilir. En güzeli, içe doğan duaların yapılmasıdır. Bundan sonra tıraş olup ihramdan çıkılır.
TRAŞ OLUP ÇIKMAK
İhramdan ancak saçlar tıraş edilmek suretiyle çıkılır. Erkekler saçlarını dipten tıraş eder veya kısaltırlar. Kadınlar ise saçlarının ucundan bir miktar keserler. Kısaltmada saçların uçlarından alınacak miktar, parmak ucu uzunluğundan daha az olmaz. Tıraş olduktan sonra umre ihramından çıkılmış olur. Hac için tekrar ihrama girinceye kadar eşiyle cinsel ilişki dahil, bütün ihram yasakları kalkar. İhramdan çıkma aşamasına gelmiş ihramlı kimseler, birbirlerini tıraş edebilirler. Bu aşamaya gelmedikçe ihramlılar bir başkasını tıraş edemezler. Kıran ve ifrad haccına niyet edenler ihramlı kalmaya devam ederler. Bu aşamada kesinlikle ihramdan çıkamazlar. Temettu haccına niyet etmiş olanlar böylece umrelerini bitirip ihramdan çıktıktan sonra, hac için ihrama girinceye kadar Mekke'de ihramsız olarak kalırlar. Bu günlerini mümkün mertebe iyi değerlendirmelidirler. Zamanı gelince hac için ihrama girilip vakfe için Arafat'a çıkılır.
HAC İÇİN İHRAM'A GİRİŞ VE ARAFAT'A ÇIKIŞ
Temettu haccına niyet edip de umresini yapmış ve böylece Mekke'de kalmakta olan hacı adayları uygulamada, hac için ihrama genellikle Zilhicce'nin sekizinci günü (Terviye günü) girmektedirler. Buna göre Zilhicce'nin sekizinci gününe gelindiğinde Mekke'deki evlerde, umre ihramında belirtildiği şekilde ön hazırlıklar yapılır. Kerahat vakti değilse, iki rekat ihram namazı kılınır. Sonra: "Allah'ım! Senin rızan için hac yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle." diyerek niyet edilir. Arkasından telbiye getirilerek hac için ihrama girilir. Böylece tekrar ihram yasakları başlamış olur. Hac için ihrama girildikten sonra, Arafat'a çıkmadan önce nafile bir tavafın ardından haccın sa'yi yapılabilir. Haccın sa'yini bu şekilde önceden yapanlar artık "Ziyaret tavafı"ndan sonra sa'y yapmazlar. Fakat sünnete uygun olan, haccın sa'yinin Ziyaret tavafından sonra ve ihramsız olarak yapılmasıdır.
VAKFE YAPMAK VE ARAFAT VAKFESİ
"Vakfe", durmak demektir. Arafat Vakfesi ise belirlenen zamanda hac için ihramlı olarak Arafat sınırları içinde bulunmaktır. Arafat vakfesi, haccın en önemli rüknüdür. Çünkü süresi içinde orada bulunamayanlar o sene hacca yetişememiş sayılırlar. Hz.Peygamber "Hac Arafattır"(4) buyurmuştur. Arafat, Mekke'nin 25 km. Güney doğusunda bulunan geniş bir alanın adıdır. Arafat vakfesi bu alanda yapılır. Bu geniş alanın sınırları levhalarla gösterilmiştir. Arafat vakfesinin sahih olabilmesi için hac ihramına girmiş olmak ve belirlenen süre içinde Arafat'ta bulunmak gerekmektedir.
ARAFAT VAKFESİNİN ZAMANI
Zilhiccenin 9. günü, yani Arefe günü öğleyin Güneş'in tepe noktasına gelip Batı'ya meyletmeye başladığı andan (Zeval vaktinden) bayramın birinci günü fecr-i sadık dediğimiz tan yerinin ağarmaya başladığı ana kadarki süredir. Bu süre içinde her ne halde olursa olsun (uykuda, baygın, vakfenin farkında olsun, ya da olmasın) bir an orada bulunan kimse vakfe farzını yerine getirmiş olur.
MÜZDELİFE VAKFESİ
Müzdelife, Arafat ile Mina arasında ve Harem sınırları içinde kalan bir bölgenin adıdır. Müzdelife'nin sınırları levhalarla belirtilmiştir. Müzdelife'de vakfe yapmak haccın vaciplerindendir.
MÜZDELİFE VAKFESİNİN ZAMANI
Bayram gecesi, gece yarısından itibaren güneşin doğuşuna kadarki süre içerisinde yapılır. Bu süre içinde her ne halde olursa olsun kısa bir an burada bulunan kimse vakfe görevini yerine getirmiş sayılır. Ancak sünnete uygun olan, Müzdelife vakfesinin sabah namazından sonra yapılmasıdır. Şu kadar var ki, izdiham sebebiyle belirtildiği gibi gece yarısından sonra vakfe yapıp ayrılmakta bir sakınca yoktur.
ŞEYTAN TAŞLAMAK
Bayramın 1,2,3 ve 4 üncü günlerinde Mina'da bulunan ve "Büyük Şeytan-Akabe Cemresi", "Orta Şeytan-Orta Cemre" ve "Küçük Şeytan-Küçük Cemre" diye adlandırılan üç taş kümesine usûlüne uygun olarak taş atmak haccın vaciplerindendir. Bayramın birinci günü Büyük Şeytana 7, ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde ise her üç şeytana yedişerden 21' er taş atılır. Taşlama küçükten büyüğe doğru yapılır. Ancak, Mina'da kalınmadığı takdirde dördüncü günü taş atılması gerekmez. Uygulamada bayramın dördüncü günü Mina'da kalınmadığı için bu gün taş atılmamaktadır.
BAYRAMIN 1. GÜNÜ
Bayramın birinci günü, Büyük Şeytana tarif edildiği şekilde "7" taş atılır. Atılan ilk taşla birlikte telbiyeye son verilir. Birinci günkü taşlamanın zamanı gece yarısından itibaren başlar, bayramın ikinci günü tan yeri ağarıncaya kadar devam eder.
BAYRAMIN 2. GÜNÜ
Bayramın ikinci günü, küçüğünden başlanarak her üç şeytana 7'şerden toplam 21 taş atılır. İkinci günkü taşlama zeval vaktinde yani öğleyin güneşin tepe noktasına gelip batıya yönelmesiyle birlikte başlar, gece tan yeri ağarıncaya kadar devam eder.
BAYRAMIN 3. GÜNÜ
Bayramın üçüncü günü de ikinci günde olduğu gibi küçük şeytandan başlamak üzere her üç şeytana 7'şerden toplam 21 taş atılır. Üçüncü günde taşlamanın zamanı zeval vaktinden yani öğleyin güneşin tepe noktasına gelip batıya yönelmesiyle birlikte başlar, gece tan yeri ağarıncaya kadar devam eder.
BAYRAMIN 4. GÜNÜ
Bayramın dördüncü günü tan yeri ağarıncaya kadar Mina'dan ayrılmamış olanlar, tan yerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar her üç şeytana "7"şerden toplam 21 taş daha atarlar. Tan yeri ağarmadan Mina'dan ayrılanların bu günün taşlarını atmaları gerekmez. Uygulama da böyledir. Taşlamada Vekâlet ve Atılamayan Taşların Kazası Gücü yetenlerin taşları bizzat kendilerinin atmaları gerekir. Vekalet vererek başkasına attıramazlar. Hastalık, yaşlılık ve sakatlık gibi mazeretlerle taşları bizzat kendisi atamayacak durumda olanlar, vekâlet vererek taşları bir başkasına attırırlar. Vaktinde atılamayan taşların, bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar atılması vaciptir. Atılmadığı takdirde ceza gerekir.
HAC KURBANI
Temettu ve Kıran Haccı yapanların, hac kurbanı (şükür hedyi) kesmeleri vaciptir. Her ne kadar sünnete uygun olan, hac kurbanının, büyük şeytana taş attıktan sonra kesilmesi ise de, taş atmadan önce de kesilmesi mümkündür. Hac kurbanı, Harem Bölgesi sınırları içerisinde, bayramın birinci günü tan yerinin ağarmaya başlamasından itibaren kesilir. Hac kurbanının etinden sahibi dahil herkes yiyebilir. Temettu ve Kıran haccı yapanlar, Kurban kesme imkânı bulamazlarsa bunun yerine on gün oruç tutarlar. Bu on gün orucun üç günü, hacdan önce ve hac ihramına girdikten sonra (Mekke'de) tutulur. En uygunu 7, 8 ve 9. Zilhicce günlerinde tutulmasıdır. Geri kalan yedi gün ise, bayramın dördüncü gününden sonra olmak üzere, hacdan sonra tutulur. Bu yedi günün memlekete döndükten sonra tutulması daha uygundur. Bunların peşpeşe tutulması şart değildir. Hacılar, Kurban Bayramında şartlarını taşıyan her müslümanın kesmekte olduğu kurbanı (Udhiyyeyi) kesmek zorunda değillerdir. Fakat sevap kazanmak için nafile olarak kesebilirler. Nafile olarak bu kurbanı kesmek istedikleri takdirde vekâlet vererek memleketlerinde kestirmeleri daha uygun olur.
TRAŞ OLUP İHRAM'DAN ÇIKMA
Bayramın birinci günü Büyük şeytana taş atılıp kurban kesildikten sonra tıraş olup ihramdan çıkılır. Her ne kadar sünnete uygun olan, önce Büyük Şeytana taş atmak, sonra kurban kesmek, daha sonra da tıraş olup ihramdan çıkmak ise de, taş atmadan, ya da kurban kesmeden önce de tıraş olup ihramdan çıkmak mümkündür. Umre ihramından çıkış konusunda da anlatıldığı gibi, ihramdan çıkmak için erkekler saçlarını dipten tıraş eder veya kısaltırlar. Kadınlar ise saçlarının ucundan bir miktar keserler. Böylece hac ihramından çıkışın birinci aşaması gerçekleşmiş olur. Buna "ilk tehallül" denir. Bu aşamada eşiyle cinsel ilişki dışında bütün ihram yasakları kalkar. Cinsel ilişki konusundaki yasak ise, ancak Ziyaret tavafından sonra kalkar.
ZİYARET TAVAFI
Ziyaret tavafı, haccın farzlarındandır. Haccın iki rüknünden birisidir. Buna "İfada tavafı" da denir. Ziyaret tavafının vakti, bayramın ilk günü gece yarısından itibaren başlar, ömrün sonuna kadar devam eder. Uygulamada ziyaret tavafı, tıraş olup ihramdan çıktıktan sonra yapılmaktadır. Ziyaret tavafının, bayramın ilk üç gününde yapılması usûle uygun ise de, daha sonraki günlerde de yapılabilir.
HACC'IN SA'Y-I
Sa'y yapmak, haccın vaciplerindendir.(5) Arafat'a çıkmadan önce haccın sa'yini yapmamış olanlar ziyaret tavafının ardından, "Allah'ım, Senin rızan için hac sa'yini yapmak istiyorum, bunu kolaylaştır ve kabul eyle" diye niyet ederek daha önce "Sa'y" konusunda belirtildiği şekilde hac sa'yini yaparlar. Hac sa'yinin, tıraş olup ihramdan çıktıktan sonra yapılması sünnete daha uygundur. Bundan sonra hacı, Mekke'de kaldığı süre içinde beş vakit namazı Harem-i Şerif'te kılmaya özen gösterir. Bol bol nafile tavaf yapar. Mekke'den ayrılacağı sırada da "Veda Tavafı" yapar.
VEDA TAVAFI
Hacca uzaklardan yani Mikat sınırları dışından gelmiş olanların (Afakilerin) Mekke'den ayrılmadan "Veda Tavafı" yapmaları vaciptir. Bu, hacıların hacla ilgili olarak yapacakları son görevdir (nüsüktür). Buna "Sader Tavafı" da denir. Veda Tavafı, "Allah'ım! Senin rızan için Veda tavafı yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle" diye niyet edilerek tıpkı diğer tavaflar gibi yapılır. Tavafın arkasından, tavaf namazı da kılındıktan sonra çokça dua edilir, af ve mağfiret dilenir. Gözyaşı dökülür.
O asırda, değişik problemlerden ötürü herkes O’na müracaat ederdi. Bir gün, Kabe’nin tamiri ki O da bu tamirde çalışmıştı. Hacerü’l-Esved’i yerine koyma mes’elesi, değişik kavim ve kabileler arasında, bir kızıl-kıyametin nüvelerini taşıyordu.. bir-iki gün içinde bu iş halledilmezse, mutlak bir harp kaçınılmazdı. Yukarıda da, bir mes’ele münasebetiyle söylediğimiz gibi, Allah Resûlü’nün, Hacerü’l-Esved’i yerine yerleştirmek suretiyle problemi çözmesi ve bu mes’eleyi en güzel şekilde halletmesi böyle korkunç bir yangını önleyivermişti. Hacerü’l-Esved’i yerine koymak için bir bez serip ortasına Hacerü’l-Esved’i koydu.. sonra da kavim ve kabile liderlerini çağırarak hepsine bu bezin bir ucundan tutmalarını teklif etti.. ardından da Hacerü’l-Esved’i, yerine bizzat kendisi yerleştirdi.
Şimdi tafsilatına girmeyeceğimiz bu hâdisede, Allah Resûlü’nün, risaletten evvel dahi, nasıl bir fetânete sahip olduğu apaçık meydandadır.
Zira O, hakem olarak O’na müracaat edilen mes’ele-lerde, yirmi-yirmi beş yaşındayken (değil nübüvvet ile teyit edilip, değişik derinlikler kazandığı, kazanıp, namütenahiliğe açıldığı ve Allah'ın (cc) Rahle-i Tedrisi önüne oturup her şeyi O’ndan aldığı dönem) vahye kapalı olduğu devrede dahi ruhunun coşan ilhamlarıyla verdiği kararlarda kendini tanıyıp bilenlerin sînesine öyle taht kurmuştu ki, Kureyş kafirleri mescidin kapısından O’nun içeriye girdiğini görünce sevinç çığlıklarıyla: “Bu, Muhammedü’l-Emîn, O’nun hakemliğine razıyız” demişlerdi. O gelmiş ve problemler çözülmüştü. Evet O, hem de hiç düşünmeden, beklemeden, eline kalem almadan, şununla-bununla görüşüp yol-yöntem araştırma-dan, çok rahat ve yağdan kıl çeker gibi halledivermişti. Bu O’nun için çok basitti ama, hiç kimse de buna itiraz etmemişti, edemezlerdi de; çünkü onlar, O’nu hakem tayin etmişler, O da falsosuz, fiyaskosuz ve herkesi hoşnut edecek şekilde hakemliğini yerine getirmişti.
O’nun hayatında geriye atılmış bir adım yoktu.. yoktu; zira O, Allah’tan (cc) gelenleri çok iyi anlayacak bir fetanete sahipti. O’ndaki bu fetanet bir gül tomurcuğu gibi açılmış, açıldıkça rengârenk bir hâl almış ve insanlığın problemli, tatminsiz, ekşi yüzüne tebessüm olarak aksetmiştir. O’na ait büyüklük buudlu sırlar bitti dersiniz, oysa ki bitmemiştir, (Yûnus’un diliyle) o tomurcuk içinde daha nice tomurcuklar vardır. Evet, bütün hayat-ı seniyyeleri boyunca O’na daima müracaat edilmiş, O da müracaat edenleri mahzun ve mükedder geriye çevirmemiş ve onların problemlerini halletmiştir. İşin daha başında alabildiğine fitneye açık bu cemaat devamlı problem üretiyor, O da teker teker bunları çözüyordu.
Hicret başlı başına bir problemdi harb-darb, sulh problemleri, menfaat-i maddiye problemleri, ganimet problemleri... Eğer, O zât rahatlıkla bu işlerin içinden sıyrılıp çıkma-saydı, bu problemlerin her biri, fıtraten mütehayyiç, kavga ve cidalden zevk alan, bu cemaatın her an kıran kırana birbirine girmesi kaçınılmazdı.
"Siyah taş" demek olan Hacer-i Esved, Kâbe'nin doğu köşesinde, tavafın başlama noktasındadır. Hazreti İbrahim tarafından Kâbe'ye konulmuştur. Yapısı itibariyle Hacer-i Esved bir gök taşıdır. Bazılarına göre de volkanik bir bazalt parçasıdır. Üstü küçük billurlarla örtülüdür ki, bunlar koyu zemin üstüne serpilmiş küçük feldspat parçalarıdır. Siyaha yakın koyu kırmızı renktedir. Muhtelif yangın ve yıkımlar sonunda birkaç defa kırılmıştır. Şimdi üç büyük, dokuz küçük parça halinde gümüş bir çemberle birleştirilmiş durumdadır. (7)
Hacer-i Esved'i Selâmlamak Ona Tapmak mıdır?
Müslümanlar Hacer-i Esved'e tapmadıkları gibi, cahiliye Arapları da ona tapmamışlardır. Gerçekleri bilmeyenlere denilebilir ki; Müslümanların Hacer-i Esved'i istilâmı, bir milletin kendi bayrağını selâmlaması gibidir. Herkes bilir ki, sancağı selâmlamak; bir sırığa takılmış kumaş parçasına değil, onun temsil ettiği millet ve devlete hürmet göstermek demektir. İşte Hacer-i Esved de Cenab-ı Allah'ın alâmetlerinden olduğu için, ona karşı olan saygı ve hürmetinden dolayı istilâm edilir. (8)
Hacer-i Esved ile Rükn-i Yemâni'yi İstilâm Etmenin Hikmeti
Hacer-i Esved'in bulunduğu köşeyi istilâm etmek sünnettir. Rükn-i Yemâni'yi istilâm etmek müstehaptır. Rükn-i Irakî ve Rükn-i Şâmî'yi istilâm etmek ise meşru değildir. Bu iki köşe ne öpülür, ne de el sürülür. Bunun hikmeti hakkında âlimler şöyle demişlerdir:
Hacer-i Esved'in bulunduğu köşede iki fazilet vardır. Bu köşede Hacer-i Esved'in bulunması ve bu köşenin İbrahim (a.s.)'in attığı temel üzerine oluşu. Rükn-i Yemâni'deki fazilet ise; bu köşenin İbrahim (a.s.)'in attığı temel üzerinde oluşudur. (9) Kâbe'nin diğer iki köşesinde ise anılan fazilet yoktur. Çünkü o iki köşe hizasında bulunan ve Hicr-i İsmail ismi verilen yay şeklindeki duvarla çevrili bölgenin bir kısmı Kâbe'dendir. Bu itibarla İbrahim (a.s.)'in attığı temelin bu cepheye ait köşeleri mevcut köşelerin dışında ve ilerisinde kalmıştır.(10)
Anılan köşelere el sürmemek Kâbe-i Muazzama'yı ihmal sayılmaz. Çünkü Rasul-i Ekrem bu iki köşeyi istilâm etmediği için O'nun yolu izlenir. Eğer bu iki köşeye el sürmemek ihmal sayılırsa Kâbe'nin köşeleri arasında kalan duvarlara el sürmemek de ihmal sayılırdı. Halbuki hiçbir ilim adamı bunu ihmal telâkki etmemiştir. (11)
Dönemin cinsellik yönünden ortamını Peygamber’in arkadaşlarından Cabir şöyle anlatır: “Biz Mina’ya giderken zekerlerimizden meni damlıyordu” (kaynak: Buhari, Hac/81; Umre/6; Şirket/7; Muslim, hac/141; Hadis/1216; Neşe-I Menasik/77; Ibn-I Meca, menasik/77 Hadis/2980; Ahmet Ibn-I Hanbel, Müsned 3/317-366)
Yukardaki hadis İslamiyet öncesinde çıplak tavaf yapıldığını ifade ediyor. Ancak bir hadis, geleneğin böyle olduğunu göstermeye yetmeyebilir. Başka işaretler de bize bir zamanlar çıplak tavaf yapıldığını gösteriyor. En belirgini "ihrama girmek"tir. İhram iki parça havludan ibarettir. Dikişli olan hiçbirşey taşınmaz, hacı adayı bu iki peştemal/havluya sarınır. Bir tür çıplaklaşma ritüelidir bu aslında.
Bir zamanlar "Say" ile ilgili İslami siteleri kurcalarken bazı ifadeler dikkatimi çekmişti. ("Say" Safa ile Merve tepeleri arasında koşar adımlarla 7 defa gidip gelmedir.) O zamanlar çıplak tavaf geleneği üzerine düşünmediğim için üzerinde durmadan geçtim. Hadislerde ısrarla Muhammed'in "say" yaparken dizlerinin görüldüğü anlatılıyordu. İslamiyet öncesinde çıplak tavaf ve belki de say yapıldığı kafamada netleşince bir kez daha baktım. Size de aktarayım.
Habibe binti Ebi Şecra'dan rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kureyş'ten kadınlarla birlikte Ebû Hüseyin'in ailesinin evine girdik. Rasûlüllah (s.a.s), Safa ile Merve arasında sa'y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa'y'ın şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile söyleyebilirim.
Bir de şöyle garip bir hadis daha var:
"Cahiliye devrinde, Ensar deniz kenarında bulunan İsaf ve Naile adlarındaki iki put için telbiye getirirlerdi. Sonra Mekke'ye gelerek Safa ile Merve arasında sa'y yaparlar, peşinden de traş olurlardı. İslâm gelince câhiliye döneminde yapmakta oldukları gibi sa'yetmekten çekindiler. Bunun üzerine; "Safa ile Merve Allah'ın şeairindendir..." âyeti nâzil oldu (Müslim, Hac, (43) 261; Buhârî, Hac, 79; Değişik rivayetler için bk. Taberî, a.g.e., II, 45, vd.)
Burda dikkatimi çeken şey "say" yaptıktan sonra traş olma geleneği. Bu gelenek üzerine durmayacağım, ancak traş olma ritüeli daha kapsamlı ele alınabilecek bir konu gibi duruyor.
İslamiyet öncesi tavafın çıplak yapıldığı konusundan sonra da bu taşın, Hacer-ül Esvet taşının neyi temsil ettiğine gelelim. Eliade, göktaşlarını Ula Ana sembolleri olarak sınıflandırıp hacerül esvet taşını Anadolu'da (sonradan Friglerde) görülen Kibele ile birlikte ele alır. Kibele de hacerül esved gibi gökten gelmiştir.
Kibele'nin Ula Ana sembolü olması çok açıktır. Frih yazıtlarında Matta, Mother biçiminde de geçer ve heykelleri ile, tapımı sırasında tapınmaya gelenlerin bereket ve doğurganlık alabilmek için Kibeleye ve yanındaki aslanların üreme organlarına el sürmeleri şeklindeki ritüeller ile açıkça bir Ulu Ana'dır Kibele.
Kutsal taşlar üzerine yazmayı epeydir düşünüyordum. Ancak oldukça kapsamlı bir konu. Kutsal taşlar deyince aklımıza hemen Cem Yılmaz'ın meşhur ettiği kutsal taşlar yada Süperman'in kriptonitleri geliyor olabilir. Biraz deşelim şu insanoğlunun taş serüvenini, bakalım başka neler çıkaracağız.
Bir süre önce Muazzez Ilmiye Çığ'ın bir kitabı vardı elimde. Ortadoğu Kültür Mirası adında. Not almayı unuttum. Orda Çığ'ın anlattığı birkaç taş öyküsü vardı. Biri Muhammed'in Teyyemmüm taşı olarak "Kutsal Emanetler" arasında yer alan taş üzerine. Taş aslında eski bir Asur tableti. Bir yerel görevlinin krala yazdığı mektup. Ancak nasıl olmuşsa teyemmüm taşı olmuş. Benzer şekilde Şam'da bir caminin duvarında yer alan iki taş yazıttan bahsediliyordu. Bu taşlar yazılı metinlermiş ve halk kutsal kabul ediyor. Taşların alınmak istenmesi üzerine Suriye'de olay oluyor bu iş. Neyse, biz başlayalım taş konumuza.
"Taş" eskitaş devrinden beri kutsallıkla, büyüyle ve tanrısallıkla birlikte düşünülmüş. Sağlamlığı ve dayanıklılığıyla, gerektiğinde bir silah olarak koruyucu gücü, kapatıcılığı, kapsayıcılığı ile ideal bir dinsel semboldür. Taşlar ile ilgili olarak 3 konu öne çıkıyor.
1. Temsil gücü: Taşa, sadece taş olduğu için tapılan bir dönem olmamış. Taş her zaman başka bir gücü temsil ettiği sürece bir tapım, yada saygı nesnesi olmuş. Bu sayede bir ritüel nesnesi olmuştur.
2. Büyüyle ilgisi: Tarih boyunca dinlerden çok büyü ile ilgili olduğu görülüyor. Ancak binlerce yıldır insanlar üzerinde o kadar etkili olmuştur ki, en modern dinler bile taşın "gücünün" içlerine sızmasını engelleyememişler, ya da bunu tercih etmişler.
3. Sağlamlık, güç, saygınlık sembolü: Bu özelliği kutsalla ilişkilendirilmesini sağlayan temel özellik. Ancak bir de koruyucu özelliği vardır ki, mezar taşlarının arkasındaki dinsel düşünce buna bağlıdır. Ölünün ruhunun dağılmadan korunmasını sağlar taş. Yani mezar bekçisidir.
Kutsal sayılan taşları sınıflandırmak oldukça zor. Sırayla sayacak olursak
- Menhirler (erkek taşlar) - Dolmenler (dişi taşlar) - Bereket taşları (doğurganlık sağladığına inanılan taşlar) - Delik taşlar - Yağmur taşları - Göktaşları ve Beyteller
İnsanoğlunun en uzun dönemi taş devri olarak adlandırılan tarihöncesi dönemdir. Yakın tarihimizin kral mezarlarına, piramitlere vb. gelmeden çok önce mezar megalitleri ile karşılaşıyoruz. Özellikle Avrupa ve Hindistan'da megalitlere oldukça sık rastlanıyor. Eski Yunanca mega ve lith yani büyük-taş anlamında birt sözcük. Bir kaç taşın biraraya getirilmesiyle oluşan bir yapı. Anlamı üzerine hala tam bir açıklık oluşmuş değil ama daha yakın tarihe ait bildiklerimizle kıyaslayarak dinsel bir anlam taşıdıkları kabul ediliyor.
Menhirler tek olan uzun taşlar. Fallik bir simgesellik taşıyorlar. Genellikle 1 metre ile 3 metre arasında oluyorlar. En büyük menhir İngiltere'de. 12 metre boyunda, 150 ton kadar bir taşcık. Aslında birçok menhir epey bir hasara uğramış. Özellikle hıristiyan din adamları bunlara tapmayı engellemek için ciddi mücadele vermişler, epey bir menhir ve dolmen'i parçalamışlar. Ama her zaman engelleyemeyince, menhirleri yontup haç şekline getirmiş yada üzerine kutsal semboller falan yapıp hıristiyanlığın içine çekmişler bunları. Aşağıdaki bir örnek.
Hindistan'daki Dravid kavimlerinde birisi öldüğünde oğlu yada mirasçısının mezara 3 metrelik bir kaya dikmesi gerekiyormuş. Zor bir iş olduğundan sürekli ertelenen, bazen hiç yapılmayan bir gelenekmiş.
Mezar taşları özellikle beklenmedik bir ölüm yaşandığında önem taşımış. Doğal yollardan olmayan bir ölüm durumunda ölümün ruhu kızgın, sinirli, pişman bir ruhtur ve toplum içinde yaşamaya çalışır. "Taş" ruhun toplumda dolaşmasını engeller. Onu bir biçimde kapatır, bir şekilde evi olur.
Menhirlerden bahsedince çocukluğumuzdan beri tanıdığımız Obelix'in menhirini göstermeden geçmek istemiyorum.
Daha iyi anlaşılması için bir menhir (erkek taş) bir de dolmen (dişi taş) resmi koyuyorum.
Kuşkusuz tarihöncesine ait en önemli taş tapımı sembolü olarak İngiltere'deli Stonehenge'i saymamız lazım. Kelt'lerin (Druidlerin) ağaç inançları konusuna daha önce ağaç tapımlarını işlerken değinmiştik. (Sevgili Meas sağolsun) Şimdi de aynı topluluğun taş tapımı önümüze geliyor.
Yukardaki linkten İngilizce bölümüne tıklayıp geçerseniz, daha kapsamlı bilgi ve bu konuda 100'den fazla site adresi bulabilirsiniz.
Taş tapımı ve ağaç tapımı eski dünyada o kadar yaygın ki nerdeyse hemen her kültürde bunu görmemiz mümkün. Bize en yakın olana bakalım en azından. Dr. Yaşar Kalafat'ın eski Türk dini Tengrizm (şamanizmin bir çeşidi) üzerine yazısından bir bölüm aktarayım.
Tengricilikte: kutsal sular, kutsal taslar, kutsal agaçlar etrafinda ibadet yapilir. Mescit yoktur. Tengricilik'deki kutsal taslardan birisi Taskent'e 100 km mesafedeki Susak (Susali) Tas'idir. Bu tasin kutsalligi Samanizm döneminden gelmektedir. Simdi bu tür yerlerin ziyaretine ruhsat yoktur. Eskiden bu mevkide kurban kesilirdi. Koçkar Ata diye bilinen bir tepe vardir. Burada kurban kesilir, çocuk istenilir. Dua burada yapilir, ama Allah'a yalvarilir.
Yaşar Kalafat "müslümanlıkta kutsal taşlara itibar yoktur" diyor, ancak bence yanılıyor. Evet şaman inanışlarına uygun tarzda kutsal taş kullanılmasına karşı çıkıyor İslam, ama onun da başka kutsal taşları var. İlerde tartışacağımız Hacer-ül Esvet taşı apaçık kutsal bir taştır. Taş, ağaç ve su tapımı bütün Hindistan-Akdeniz bölgesinde yayılmış ve Mısır-Yahudi-Arap kültüründe de ilerde göreceğimiz gibi derin izleri olan bir tapım. İslamiyetin bu tapımdan kurtulması da sözkonusu değildi tabii.
Şimdi de biraz taş tapımının içeriği ve ritüellerin nasıl gerçekleştiğine dair bilgi veriyim. Öncelikle şunu belirteyim. Konuyu işlerken Mircea Eliade'nin kitabını temel kitap alıyorum, (özellikle içerik ve ritüeller çerçevesinde) ancak Eliade konuyu oldukça teorik bir çerçevede işliyor, dinler tarihi ile daha önce ilgilenmeyen birisi için anlaması pek kolay olmayabilir. Ben biraz popüler bir tarzda resimle eşliğinde aktarmaya çalışıyorum.
Taş, kaya, dikilitaş, dolmen, menhir vb. temsil ettikleri ruhsal güç sayesinde kutsal sayılıyorlar. Bu temsil ettiği şeyi bugünkü şekliyle bir tanrı olarak düşünmek pek doğru olmaz. Değişik dönemlerdeki çeşitli tapım biçimlerini düşünmek gerekli bunun için. Eliade en eski tapımların ölü ve ata tapımları olduğunu ve taş tapımlarının en eski örneklerinin bunları gösterdiğini belirtiyor. Hindistan'da genç evliler çocukları olması için taş anıtlara yakarırlar yada kısır kadınlar kendilerini dölleyeceklerine inandıkları dolmenlere adaklar adarlar.
En son örnek biraz kafa karıştırıcı gelebilir. Dişi bir dolmen kısır kadını nasıl döller gibi. En eski inançlarda kadının karnına çocuğu koyan eşi değildir. Yani şuna inanılır, çocuk bir şekilde kadının dokunduğu, değdiği bir şeyden kadının içine girmiştir. Bu şey içinde çocuğu taşıyan şeydir. Kayaların içlerinde kapalı çocuk ruhlarının olduğuna ve yanından geçen bir kadının içine gireceğine inanılır. Örneğin Avustralya'da büyük bir kayanın yanından geçen kadın çocuk istemiyorsa şöyle der: "Bana gelmeyin, ben yaşlı bir kadınım!" Birçok yerde, örneğin Yeni Gine, Kalifornia, Hindistan vb. yerlerde kısır kadınlar gebe bir kadına benzeyen bir kayaya götürülüp dokundurulur. Avrupa'nın bazı yerlerinde genç evliler evliliklerini bereketli kılmak için bir taş üstünde yürülermiş. Ancak taşların doğruganlık verdiğine dair inançlar, tektanrılı dinlerin baskısı altında zayıflamış, kimi zaman da biçim değiştirmiştir.
Taşların çocuk getirmesi konusuna yeniden döneceğiz ancak taşların çocuk getirmesi dışında genel olarak bereket verdiğine dair de çok sayıda inanç var. Birçok yerde tüccarların bereket getiren taşları yağlaması şeklinde ilginç bir inanç var. Taş üzerinde kayma yada sürtünme, bazı yerlere (özellikle ata ve ölü tapımlarında) taş atma şeklindeki ritüellere biraz daha ayrıntılı bakacağız şimdi.
Taş üstünde kayma ve taşa sürtünme çok eski iki gelenek. Çocukları olmayan kadınlar kutsal bir taşın üstünde, taş boyunca kayarak, çocuklarının olmasını sağlamaya çalışırlarmış. Yine kutsal taşlara sürtünerek aynı şey yapılmaya çalışılırmış. Eliade bu geleneklere bazı örnekler vermiş kitabında. Örneğin Fransa'da Pierre-frite adı verilen bölgede bulunan bir taşın üstüne otururlarmış. Carnac'da, kadınlar, Creuz-Moquem adlı bir dolmenin üstüne elbiselerinin eteklerini toplayarak oturduklarından, hıristiyan rahipler bunu engellemek için kayanın üstüne bir haç dikmişler. Bu türden önlemler oldukça yaygın. Aşağıdaki metin üreme getirdiğine inanılan taşlara ilişkin daha ayrıntılı bilgi veriyor.
Yine Avrupa'dan birkaç örnek: Kadınlar, evliliklerinin ilk gecesinde "Taş Kısrak" denilen bir taşa gidip karınlarını sürterlermiş. Hamile kalmak isteyen kadınlar da ardarda üç gece bu taşın üstünde yatarmış. Aslında bu adetlere birçok yerde rastlanıyormuş. Birçok yerde kadınlar karınlarını taşlara sürterek doğruganlık kazanıyorlar.
Rahiplerin bu adetleri engelemek için yaptıkları şeylere daha önce bir örnek vermiştim. Creuz-Moquem dolmeninin üstündeki haçın resmini internette bulamadım. Yerine başka bir resim vereceğim.
Kayadan kayma adeti Yunanlılara da geçmiş. Örneğin Atina'da kadınlar iyi bir doğum yapmak için Nymphalar Tepesindeki bir kayadan aşağı kayar ve Apollon'a dua ederlermiş. Zamanla taşlara sadece dokunmakla da iyi bir doğum yapılacağına inanılır olmuş. Taş tapımları baştaki niteliklerini korumasalar da cinsellikle ilişkili özellikleri kuşaklar boyunca devam etmiş. Hala birçok yerde "aşk" ve "evlilik" adı taşıyan birçok taş var.
Bir başka adet ise taşların etrafında dönmedir. Size çok yakın zamanlardan bir adeti aktaracağım:
"Yaklaşık 1880'de, Carnac yakınlarında bir yerde, uzun yıllar boyunca evli olan, ama çocuğu olmayan çiftler, ay hilal durumundayken bir menhire gelirler, giysilerini çıkarırlar ve kadın kocasından kaçar gibi yaparak taşın etrafında dönerdi; çiftin anne ve babaları da inanmayanların saldırılarından korunmak için bir yerden olayı gözlerlerdi. *(Sebillot'tan aktarma) Bu tür yöntemlere geçmişte çok sık başvurulduğu açıktır. Ortaçağda kralların ve ruhban sınıfının taş tapımını, özellikle de taşlar önünde cinsel ilişkide bulunmayı ve erkeklerin ersuyu boşaltmalarını yasakladıkları bilinmektedir. " (Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş s.228)
Eliade yukardaki ritüeli sadece bir taş tapımı değil aynı zamanda ay tapımı ritüeli olarak açıklar. Bu dönme ritüeli üzerinde biraz daha ayrıntılı duracağız, çünkü Araplardan İslamiyete geçmiş bir ritüel. Başlangıç olarak aşağıdaki metnin okunmasını öneririm.
Genellikle tarihsel bir sıra izlemeye çalışıyorum. Önce Tevrat ve İncil'e sonra Kuran yada İslam'a geliyorum. Ancak yeri gelmişken direk İslam yada Arap geleneklerine atlayalım bu sefer.
Kabedeki Hacer-ül Esvet taşı üzerine daha önce forumlarda tartışmıştık. Arap putperest geleneklerinden İslama geçmiş bir tapınma biçimi olduğu biliniyor. Bunu İslam kaynakları da kabul ediyorlar. Peki bu Arap geleneğinin kökeninde ne var?
Burda göktaşlarına geçmemiz gerekiyor. Göktaşları gökten geldikleri için kutsaldır ve Ulu Ana'nın imgeleridir. Kabe Arap geleneğinde dünyanın merkezi olarak kabul ediliyor. Sadece dünyanın merkezi değil aynı zamanda üstünde "Göğün kapısı' bulunmaktadır. Bu kapı, Hacer-ül Esvet gökten taşının düşerken açtığı bir deliktir ve bu delikten yer, gökle temasta bulunmaktadır.
Yani göktaşları, gökten düştükleri ve "dünyanın merkezi"ni temsil ettikleri için kutsaldırlar. İskenderiye'li Clemens "Araplar taşa taparlar" diye yazar. İlerde Sami geleneğinde taşın ne kadar önemli yer tuttuğunu Tevrat üzerinden de göstereceğiz. Ancak hemen şunu belirtelim. İslamiyet öncesinde Arapların, Romalıların ve Yunanların taşlara taptıkları ve Sami kökenli bir kelime olan "baytili"nin "Tanrının evi" anlamına geldiği son yapılan araştırmalarla ortaya konmuş. (Eliade)
Araplarda taş tapımını çok sayıda kaynak anlatıyor. Bunlarda birini özetleyeyim. Arabistan'daki kabileler yılın belli bir dönemi Kabe'ye gelip kurban keserler ve Hacer-ül Esvet taşının etrafında dönerlermiş. Belli nedenlerden dolayı Kabe'Yi ziyaret edemezlerse Kabe'den almış oldukları bir taşı bulundukları bir yere koyup aynı ritüeli bu taşın etrafında yaparlarmış.
Putperest Arap toplumundan kalma bu gelenek, İslamiyetin milyonlarca insana yayılması sayesinde binlerce yıl sonra bile tekrarlanıyor. Şimdi iki soruya yanıt arayacağız.
1. Dönme işlemi İslamiyetten önce nasıl yapılıyordu? Carnac'daki gibi çıplak olabilir mi? 2. Hacer-ül Esvet taşı neyi temsil ediyordu?
Dönemin cinsellik yönünden ortamını Peygamber’in arkadaşlarından Cabir şöyle anlatır: “Biz Mina’ya giderken zekerlerimizden meni damlıyordu” (kaynak: Buhari, Hac/81; Umre/6; Şirket/7; Muslim, hac/141; Hadis/1216; Neşe-I Menasik/77; Ibn-I Meca, menasik/77 Hadis/2980; Ahmet Ibn-I Hanbel, Müsned 3/317-366)
Yukardaki hadis İslamiyet öncesinde çıplak tavaf yapıldığını ifade ediyor. Ancak bir hadis, geleneğin böyle olduğunu göstermeye yetmeyebilir. Başka işaretler de bize bir zamanlar çıplak tavaf yapıldığını gösteriyor. En belirgini "ihrama girmek"tir. İhram iki parça havludan ibarettir. Dikişli olan hiçbirşey taşınmaz, hacı adayı bu iki peştemal/havluya sarınır. Bir tür çıplaklaşma ritüelidir bu aslında.
Bir zamanlar "Say" ile ilgili İslami siteleri kurcalarken bazı ifadeler dikkatimi çekmişti. ("Say" Safa ile Merve tepeleri arasında koşar adımlarla 7 defa gidip gelmedir.) O zamanlar çıplak tavaf geleneği üzerine düşünmediğim için üzerinde durmadan geçtim. Hadislerde ısrarla Muhammed'in "say" yaparken dizlerinin görüldüğü anlatılıyordu. İslamiyet öncesinde çıplak tavaf ve belki de say yapıldığı kafamada netleşince bir kez daha baktım. Size de aktarayım.
Habibe binti Ebi Şecra'dan rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kureyş'ten kadınlarla birlikte Ebû Hüseyin'in ailesinin evine girdik. Rasûlüllah (s.a.s), Safa ile Merve arasında sa'y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa'y'ın şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile söyleyebilirim.
Bir de şöyle garip bir hadis daha var:
"Cahiliye devrinde, Ensar deniz kenarında bulunan İsaf ve Naile adlarındaki iki put için telbiye getirirlerdi. Sonra Mekke'ye gelerek Safa ile Merve arasında sa'y yaparlar, peşinden de traş olurlardı. İslâm gelince câhiliye döneminde yapmakta oldukları gibi sa'yetmekten çekindiler. Bunun üzerine; "Safa ile Merve Allah'ın şeairindendir..." âyeti nâzil oldu (Müslim, Hac, (43) 261; Buhârî, Hac, 79; Değişik rivayetler için bk. Taberî, a.g.e., II, 45, vd.)
Burda dikkatimi çeken şey "say" yaptıktan sonra traş olma geleneği. Bu gelenek üzerine durmayacağım, ancak traş olma ritüeli daha kapsamlı ele alınabilecek bir konu gibi duruyor.
İslamiyet öncesi tavafın çıplak yapıldığı konusundan sonra da bu taşın, Hacer-ül Esvet taşının neyi temsil ettiğine gelelim. Eliade, göktaşlarını Ula Ana sembolleri olarak sınıflandırıp hacerül esvet taşını Anadolu'da (sonradan Friglerde) görülen Kibele ile birlikte ele alır. Kibele de hacerül esved gibi gökten gelmiştir.
Kibele'nin Ula Ana sembolü olması çok açıktır. Frih yazıtlarında Matta, Mother biçiminde de geçer ve heykelleri ile, tapımı sırasında tapınmaya gelenlerin bereket ve doğurganlık alabilmek için Kibeleye ve yanındaki aslanların üreme organlarına el sürmeleri şeklindeki ritüeller ile açıkça bir Ulu Ana'dır Kibele.
Sanırım artık Tevrat'a geçebiliriz. Daha önce "baytili" sözcüğüne değinmiştil. Tanrının evi anlamına gelen Beytel konusuna geliyoruz. Taş tapımına dair Tevrat'ta çok sayıda bölüm var. Taşlar tanıklık için dikilirler. Hem tanrı ile insan arasındaki anlaşmaların tanığıdırlar, hem de insanların kendi aralarındaki anlaşmaların. En önemli taş dikme öyküsü kuşkusuz Yaratılış'ta geçen Yakup'un düşü bölümü. Metni aktarıyorum:
Yakup`un Düşü - Yaratılış,28
10 Yakup Beer-Şeva`dan ayrılarak Harran`a doğru yola çıktı. 11 Bir yere varıp orada geceledi, çünkü güneş batmıştı. Oradaki taşlardan birini alıp başının altına koyarak yattı. 12 Düşte yeryüzüne bir merdiven dikildiğini, başının göklere eriştiğini gördü. Tanrı`nın melekleri merdivenden çıkıp iniyorlardı. 13 RAB yanıbaşında durup, “Atan İbrahim`in, İshak`ın Tanrısı RAB benim” dedi, “Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim. 14 Yeryüzünün tozu kadar sayısız bir soya sahip olacaksın. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru yayılacaksınız. Yeryüzündeki bütün halklar sen ve soyun aracılığıyla kutsanacak. 15 Seninle birlikteyim. Gideceğin her yerde seni koruyacak ve bu topraklara geri getireceğim. Verdiğim sözü yerine getirinceye kadar senden ayrılmayacağım.” 16 Yakup uyanınca, “RAB burada, ama ben farkına varamadım” diye düşündü. 17 Korktu ve, “Ne korkunç bir yer!” dedi, “Bu, Tanrı`nın evinden başka bir yer olamaz. Burası göklerin kapısı.” 18 Ertesi sabah erkenden kalkıp başının altına koyduğu taşı anıt olarak dikti, üzerine zeytinyağı döktü. 19 Oraya Beytel adını verdi. Kentin önceki adı Luz`du. 20 Sonra bir adak adayarak şöyle dedi: “Tanrı benimle olur, gittiğim yolda beni korur, bana yiyecek, giyecek sağlarsa, 21 babamın evine esenlik içinde dönersem, RAB benim Tanrım olacak. 22 Anıt olarak diktiğim bu taş Tanrı`nın evi olacak. Bana vereceğin her şeyin ondalığını sana vereceğim.”
Tevrat metninde taş kutsallığını apaçık görüyoruz. Hatta farklı gelenekleri birarada görüyoruz. Hem taşın yağlanması geleneği var, hem taşın dikilip tanık olarak gösterilmesi, hem de Tanrı'nın evi anlamı taşıması var bu metinde.
İnsanlar arasındaki anlaşmalara tanık olarak kullanılması örneği, Yaratılış-31:
44 Gel anlaşalım. Aramıza tanık koyalım.” 45 Yakup bir taş alıp onu anıt olarak dikti. 46 Yakınlarına, “Taş toplayın” dedi. Adamlar topladıkları taşları bir yere yığdılar. Orada, yığının yanında yemek yediler. 47 Lavan taş yığınına Yegar-Sahaduta, Yakup ise Galet adını verdi. 48 Lavan, “Bu yığın bugün aramızda tanık olsun” dedi. Bu yüzden yığına Galet adı verildi.
Mezmurlarda sık sık Tanrı'ya "kayam", "sığınağım" olarak seslenilir.
Mez.19: 14 Ağzımdan çıkan sözler, Yüreğimdeki düşünceler, Kabul görsün senin önünde, Ya RAB, kayam, kurtarıcım benim
Not: "Kurtarıcım benim": Kurtarıcı diye çevrilen İbranice "Goel" sözcüğü "Yakın akraba" anlamına gelir (bkz. Rut 2:20).
Yeşaya'da taşın kutsallığı yine belirgindir.
Yeşaya 28:16 Egemen RAB diyor ki, "İşte Siyon'a sağlam temel olarak bir taş, denenmiş bir taş, değerli bir köşe taşı yerleştiriyorum. Ona güvenen yenilmeyecek.
KABENIN INŞASI VE TARIHTE BİR ÇOK KEZ HZ MUHAMMED ÖNCESİ VE SONRASI YIKILDIĞI DÖNEMLER
Kâbe, Amaliklerin yeniledikleri güne kadar ılk inşa edıldığı şekilde kaldı. Sonra Curhum kabilesi (veya tam tersine önce Curhum ve daha sonra Amalikler) Emir-ül Mü'minin'den gelen rivayette belirtildiği gibi yeniden onu inşa ettiler.
Kâbe'nin yönetimi, hicretten önce ikinci yüzyılda Peygamberimizin atalarından biri olan Kusay b. Kilab'ın eline geçince, onu yıkıp yeniden sağlam bir şekilde inşa etti. Devm (bir çeşit hurma ağacına benzer) ve hurma ağacı kerestesinden bir tavan yaptı. Yanına da Dar-un Nedve'yi inşa etti. Yönetim işlerini ve ileri gelenlerle istişare etmeyi burada yürütüyordu. Sonra Kâbe duvarlarının baktığı yönleri Kureyş oymakları arasında bölüştürdü. Onlar da evlerini Kâbe'nin etrafındaki tavaf alanının çevresinde yaptılar. Evlerinin kapılarını Kâbe'ye açılacak şeklide planladılar.
Peygamberimizin peygamber olarak gönderilişinden beş yıl önce bir sel sonucu Kâbe yıkıldı. Kabileler Kâbe'yi yeniden inşa etmek için iş bölümü yaptılar. Duvarlarını yapan usta Yunanlı (Rum) Yakum'du. Mısırlı bir marangoz da ona yardım ediyordu. Sıra Hacer-ül Esved'in yerleştirilmesine gelince, onu yerine koyma onuruna kimin erişeceği hususunda aralarında tartışma çıktı. Sonunda Hz. Muhammed'in (s.a.a) hakemliğine başvurmaya karar verdiler. Peygamberimiz (s.a.a) o sırada otuz beş yaşındaydı. Kureyşliler onu akıllı, ileri görüşlü, doğru biri olarak biliyorlardı. Hz. Muhammed bir aba istedi. Hacer-ül Esved'i örtünün üzerine koydu. Sonra her kabilenin temsilcisinin örtünün bir ta-rafından tutup kaldırmasını istedi. Taşın konulacağı doğu tarafındaki yere kadar yükselttiklerinde, Hz. Muhammed (s.a.a) taşı tutup yerine yerleştirdi.
Yapılan harcamalar onlara ağır gelmeye başladığında, yapıyı bugünkü hali üzere bıraktılar. Böylece Kâbe'nin bazı bölümleri yapı dışında kaldı. Binayı küçülttüklerinden Hacer-ül Esved tarafındaki Hicr-i İsmail dışarıda bırakılmış oldu.
Kâbe, Yezid b. Muaviye döneminde Abdullah b. Zübeyr'in Hicaz'a egemen olduğu zamana kadar bu şekilde kaldı. Yezid'in Mekke'deki kumandanlarından Husayn, İbn-i Zübeyr'le savaştı. Kâbe mancınık atışından isabet aldı. Daha sonra yıkıldı, örtüsü ve bazı ahşap bölmeleri yandı. Sonra Yezid ölünce kuşatma kaldırıldı. İbn-i Zübeyr Kâbe'yi yıkıp yeniden inşa etmek istedi. Bu amaçla Yemen'den arıtılmış kireç getirildi. Duvarları onunla yapıldı. Hicr-i İsmail Kâbe'nin içine dâhil edildi. Kapının yere bitişik olması sağlandı. Karşı duvarda bir kapı daha açıldı. İnsanlar birinden girip diğerinden çıksınlar diye. Yüksekliği yirmi yedi zira (yaklaşık on üç buçuk metre) olarak öngörüldü. Bina tamamlanınca, Kâbe'nin içine ve dışına misk ve esans sürüldü. Üzeri halis ipek kumaşla örtüldü. Kâbe'nin onarımı Hicri 64 yılının recep ayının 17'sinde tamamlandı.
Sonra Abdulmelik b. Mervan halife oldu. Komutanlarından Haccac b. Yusuf'u İbn-i Zübeyr'le savaşmak üzere görevlendirdi. Nihayet İbn-i Zübeyr yenildi ve öldürüldü. Haccac Kâbe'ye girdi ve İbn-i Zü-beyr'in yaptığı değişiklikleri Mervan'a duyurdu. Mervan Kâbe'yi eski haline döndürmesini emretti. Bunun üzerine Haccac Kâbe'nin kuzey tarafını altı zira ve bir karış kadar yıktı.
Bu duvarı Kureyş'in attığı temel üzerinde yeniden inşa etti. Doğuya bakan kapıyı yerden biraz yüksekçe olmasını sağladı, ötekini kapat-tı sonra kalan diğer taşları yerlere döşedi.
960 tarihinde Osmanlı Sultanlarından Sultan Süleyman tahta gelince, Kâbe'nin çatısını değiştirdi. 1021 tarihinde tahta geçen Sultan Ahmet, 1039 Tarihinde meydana gelen büyük selin yıktığı kuzey, doğu ve batı duvarlarını onardı. Sonra Osmanlı Sultanlarından 4. Murad zamanında bir kez daha onarıldı. Kâbe o günden günümüze, yani hicri-kameri bin üç yüz yetmiş beş veya Hicri-Şemsi bin üç yüz otuz sekiz tarihine kadar herhangi bir onarım geçirmemiştir.
Kâbe'nin Şekli:
Kâbe yaklaşık olarak dörtgen şeklindedir. Sert mavi taştan yapılmıştır. Yüksekliği on altı metredir. Peygamberimiz (s.a.a) zamanında yüksekliğinin bundan daha az olduğunu Fetih günü Peygamberimiz (s.a.a) Ali'yi omuzlarına çıkarıp Ali'nin de Kâbe'nin üzerindeki putları aşağı indirip kırdığına dair rivayet edilen hadisten anlıyoruz.
İçinde su oluğu bulunan ve tam karşısında yer alan kenarın uzunluğu on metre ve on cm.'dir. Kapının yer aldığı ve karşısında bulunan kenarın uzunluğu ise on iki metredir. Kapı yerden iki metre yüksekliktedir. İçeriye giren için kapının solunda yer alan rükünde Hacer-ül Esved yer alır. Onun tavaf yerinden yüksekliği bir buçuk metredir. Ha-cer-ül Esved ağır, düzgün olmayan yumurta şeklinde bir taştır. Rengi kırmızıya çalan siyahtır. Üzerinde kızıl noktalar, sarı kıvrımlar yer alır. Bunlar taşta meydana gelen çatlamaların sonradan kaynaması sonucu oluşmuşlardır. Çapı yaklaşık olarak otuz santimetredir.
Kâbe köşeleri, eski zamanlardan beri "rükün" olarak adlandırılır. Örneğin kuzey köşesine "Rükn-ül Iraki", batı köşesine "Rükn-üş Şa-mi", güney köşesine "Rükn-ül Yemani", Hacer-ül Esved'in bulunduğu doğu köşesine de "Rükn-ül Esved" denir. Kapı ile Rükn-ül Esved arasındaki mesafeye "mültezem" denir. Bu adı almasının nedeni tavaf e-den kimsenin devamlı burada dua ve dilekte bulunmasındandır. Kuzey taraftaki duvarın üzerideki su oluğuna Mizab-ur Rahmet (rahmet oluğu) denir. Bu oluğu Haccac b. Yusuf yapmıştır. 954 tarihinde sultan Süleyman gümüş bir olukla değiştirmiş, 1021 tarihinde sultan Ahmet mavi çini nakışlı ve altın yaldızlı bir gümüş olukla değiştirmiştir. Sonra Osmanoğulları’ndan Sultan Abdulmecid 1273 tarihinde altın bir oluk göndermiştir. Yerine konulan bu oluk hala orada bulunmaktadır.
Oluğun tam karşısında yay şeklinde "Hatim" adı verilen bir duvar yer alır. Bu yay şeklinde bir yapıdır. İki ucu Kâbe'nin kuzey ve batı köşelerine bakar. Onlardan uzaklıkları 203 cm. kadardır. Bu yapının yüksekliği bir metredir. Kalınlığı bir buçuk metredir. İç tarafından nakışlı mermer kullanılmıştır. İçeriden bu yay şeklindeki duvarın ortasında Kâbe'nin bir tarafının ortasına kadarki mesafe 844 cm.'dir.
Bu "Hatim" adlı duvarla Kâbe'nin duvarının arasındaki boşluğa Hicr-i İsmail denir. İbrahim'in ilk kez inşa ettiği zamanlarda bunun yaklaşık olarak üç metrelik kısmı Kâbe'nin içindeydi. Geri kalan kısmı ise, Hâcer ve oğlunun koyunlarının barınağıydı. Denilir ki, Hâcer ve İsmail burada gömülüdürler.
Kâbe'nin içinde yapılan değişiklikler, onarımlar, Kâbe'ye ilişkin kurallar ve protokoller bizi pek ilgilendirmemektedir. Dolayısıyla bunların detayına girme gereğini duymuyoruz.
Kâbe'nin Örtüsü:
Daha önce Bakara suresinin tefsiri çerçevesinde, Hacer ve İsmail'in kıssası ve Mekke toprağına konaklamaları ile ilgili olarak aktardığımız rivayetlerde, Kâbe'nin inşasının tamamlanışından sonra Hâcer'in Kâbe'nin kapısına bir perde astığı ifade edilmişti.
Kâbe'nin tümünü örten perdeye gelince, söylendiğine göre: İlk kez Kâbe'ye örtü giydiren kişi, Yemen Tubbalarından Ebu Bekir Es'ad'dır. Bu zat Kâbe'yi gümüş sırmalı bir perdeyle örtmüştü. Ondan sonra yönetime gelenler onun bu uygulamasını sürdürdüler. Daha sonra insanlar değişik kumaşlardan üretilmiş perdelerle örtmeye devam ettiler.
Böylece üzeri kat kat perdelerle örtülür oldu. Bu perdelerden biri çürüdüğünde hemen üzerine yenisi konulurdu. Bu durum Kusay zamanına kadar sürdü. Kusay Kâbe'nin örtüsü için Araplardan yılda bir kez olmak üzere yardım topladı. Bu gelenek onun oğulları tarafından da sürdürüldü. Ebu Rebia b. Muğire bir yıl, diğer Kureyş kabileleri de bir yıl örtüyü değiştirirlerdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kâbe'yi Yemen kumaşıyla örtmüştü. Abbasi Halifelerinden el-Mehdi'nin zamanına kadar bu şekilde kaldı. Halife Hac için Mekke'ye geldiğinde, Kâbe bakıcıları perdelerin Kâbe-'nin yüzünde birikmiş olmasından şikâyet ettiler. Bunların ağırlık yapıp Kâbe'yi yıkmasından korktuklarını belirttiler. Bunun üzerine Halife bu örtülerin kaldırılmasını, yerine her yıl bir tek örtü serilmesini emretti. Bu gelenek günümüze kadar devam etti. Kâbe'nin bir de iç örtüsü vardır. İlk kez Kâbe'ye içeriden perde örten kişi Abbas b. Abdulmuttalib'in annesidir. Oğlu Abbas ile ilgili olarak bir adakta bulunduğu için bu perdeyi Kâbe'nin iç duvarlarına örtmüştü.
Kâbe'nin Konumu:
Kâbe toplumlarca kutsal ve saygın olarak bilinirdi. Hintliler Kâbe'ye saygı gösterirlerdi ve kendilerince üçüncü uknum olarak kabul edilen "sifa"nın ruhunun, eşiyle birlikte Hicazı ziyaret ettiği sırada Ha-cer-ül Esved'e hulul ettiğini söylerlerdi.
Fars ve Keldani Sabiileri onu yedi büyük evden biri kabul ederlerdi.1 Bir de, eski ve uzun süre ayakta kalmış olması dolayısıyla Zühal'in evi olduğuna inanılırdı.
Farslar da Kâbe'ye saygı gösterirlerdi. Hürmüz'ün ruhunun ona hulul ettiğine inanırlardı. Bazen Hac için gittikleri de olurdu.
Yahudiler ona saygı gösterir, İbrahim'in dini üzere orada Allah'a ibadet ederlerdi. İçinde resimler ve heykeller bulunurdu. Bunlar arasında ellerinde fal okları bulunan İbrahim ve İsmail'in resimleri de yer alırdı. Bakire Meryem'in ve Mesih'in resmi de yapılmıştı. Bu da Yahudiler gibi Hıristiyanların da ona saygı gösterdiklerinin tanığıdır.
Araplar da Kâbe'ye büyük bir saygı gösterirlerdi. Onu Allah'ın evi kabul ederlerdi. Her taraftan gelip ona hac ziyaretinde bulunurlardı. Kâbe'nin İbrahim tarafından yapıldığını söylüyorlardı. Hac, İbrahim'in Araplar arasında tevarüs eden dininin bir kuralıydı.
Kâbe'nin Yönetimi:
Kâbe'nin yönetimi İsmail'in elindeydi. Ondan sonra bu görev oğullarına geçti. Sonra Curhum kabilesi onlara karşı üstünlük sağlayıp Kâbe'nin yönetimini ele geçirdiler. Ardından Kerker oğullarından bir taife olan Amalikler, Curhum kabilesiyle bir dizi savaşa girişip Kâbe'ye sahip oldular. Amalikler Mekke'nin aşağı kısmına konaklamışlardı. Curhumlular da yukarı kısmına yerleşmişlerdi. İçlerinde melikleri de vardı.
Sonra talih Curhumlulardan yana döndü; Amalikleri yenilgiye uğratıp Kâbe'nin yönetimini ele geçirdiler. Böylece yaklaşık olarak üç yüz yıl yönetim onların elinde kaldı. Hz. İbrahim'in yapısına eklemede bulundular, duvarlarını yükselttiler.
İsmail oğulları güçlenip çoğalınca, artık belli bir caydırıcı kuvvete kavuşunca, Mekke onlara dar gelmeye başladı. Bunun üzerine Curhumlularla savaştılar, onları yenilgiye uğratıp Mekke'den çıkardılar. O sırada İsmail oğullarının başında Amr b. Luhay bulunuyordu. Kendisi Huzaa kabilesinin büyüğüydü. Mekke'nin yönetimini ele geçirip Kâbe'nin işlerini kendi uhdesinde topladı. Kâbe'nin üzerine putları koyup insanları onlara tapmaya çağıran ilk kişi odur. Kâbe'nin üzerine koyduğu ilk put "Hubel"dir. Onu Şam'dan getirmiş, Kâbe'nin damına koymuştu. Ardından başka putlar da getirmişti. Böylece putların sayısı artmış ve Araplar arasında puta tapıcılık yayılmış ve tek ilaha kulluğu esas alan Hanif dini yok olmuştu.
Curhum kabilesinden Şahne b. Halef konuyla ilgili olarak Amr b. Luhay'a hitaben şöyle der:
"Ey Amr, ilahlar icad ettin sen.
Çeşit çeşit Mekke'de, evin çevresine putlar diktin.
Oysa Kâbe'nin bir tane Rabbi vardı, ebedi...
Ama sen, insanlar içinde, onun birçok Rabbinin olmasını sağladın.
Yakında bileceksiniz ki, Allah kısa süre sonra, sizin dışınızda evi için bir koruyucu seçecektir."
Kâbe'nin yönetimi Halil el-Huzai zamanına kadar Huzaa oğullarının elindeydi. Halil kendisinden sonra yönetimi kızına verdi. Kızı da Kusay b. Kilab'ın karısıydı. Kâbe kapısını açıp kapatmayı Huza oğullarından Ebu Gabşan el-Huzai adlı birine verdi. Ebu Gabşan bu görevi, bir deve ve bir fıçı şarap karşılığında Kusay b. Kilab'a sattı. Bu olay Araplar arasında bir darb-ı mesel olmuştur: "Ebu Gabşan'ın alış verişinden daha zararlı..." diye.
Böylece yönetim Kureyş'e geçti. Kusay Kâbe'nin yapısını yeniledi. Daha önce buna değinmiştik. Durum, Peygamberimizin (s.a.a) Mekke-'yi fethetmesine kadar bu şekilde devam etti. Resulullah (s.a.a) Kâbe'ye girdi, duvarlardaki resim ve kabartmaların silinmesini, içindeki put-ların kırılmasını emretti. Üzerinde İbrahim'in iki ayağının izi bulunan taş, yâni Makam-ı İbrahim, o sırada Kâbe'nin yakınlarındaki koruma altında bir şeyin içindeydi. Sonra bugün bilinen yere gömüldü. Burası dört sütun üzerinde duran bir kubbedir. Tavaf edenler namaz kılmak a-macıyla buraya yönelirler.
Kâbe'yle ilgili haberler ve onunla bağlantılı dinsel uygulamalar çok ve uzundur. Biz hac ve Kâbe ayetleri üzerinde düşünen bir araştır-macı için yeterli olan bu kısmını sunmakla yetindik.
Yüce Allah'ın bereketli kıldığı ve hidayet olarak öngördüğü Kâbe'nin bir özelliği de, hiçbir İslami grubun onun konumunu tartışma konusu yapmamış
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma