Yazanlarda |
|
oncebilgigerek Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 17 eylul 2006 Gönderilenler: 78
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mucize nedir?
Şu halde mucize olağandışılık demek değildir. Bilakis mucize “Aciz bırakan” demek olup olağan olduğu halde görkem veya ihtişamı karşısında aciz kalışı ifade eder. |
Daha önce defalarca okumuş olmama rağmen, en son meal-tefsir çalışmam sırasında Kuran'ı "tertil" ile yani düşüne düşüne tekrar baştan sona okuma fırsatı buldum.
Bir taraftantan da kendimce tespit ettiğim bazı konuların "özel olarak" izini sürdüm. Bunlardan birisi de "mucize" konusudur.
Önce sürdüğüm izden edindiğim izlenimi birkaç madde (öncül) olarak aktarayım, sonra bunlar ışığında konuyu açmaya çalışacağım.
* Kuran'ın hiçbir yerinde "mucize" kelimesi geçmiyor. Bunun yerine ısrarla "ayet" kelimesi kullanılıyor.
* Kafamızı kaldırınca gördümüz her şeye, evet her şeye "ayet" diyor. "Olmakta olan, oluş halinde olan" (kevn) her şeye de "yaratma, yaratılış" (halq) diyor.
* Bütün peygamberlerin toplumlarına getirdiği şeyin ısrarla "söze, açıklama yapmaya, beyan etmeye dayalı apaçık deliller" (ayâtun beyyinât) olduğunu söylüyor.
* Peygamberlerin toplumlarına yaptığı "uyanış çağrısı/uyarı"yı (inzâr) ısrarla üç şey etrafında topluyor; ölüm (mevt), afet (azap) ve yeniden diriltilip ayağa kalkış (kıyamet)…
***
Şimdi, bu öncüller ışığında konuyu açalım.
Öncelikle mucizenin bir Kuran "kavramı" olmadığını görüyoruz. Bunun yerine ısrarla "ayet" kavramı kullanılıyor. Öyle ki inkarcıların bildiğimiz anlamda mucize talepleri ifade edilirken bile "ayet" kelimesi tercih edilliyor;
"Fakat bu Kur'an, kendilerine bilgi verilenlerin içlerine işleyen, söze dayalı apaçık ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi ancak zalimler inkâr eder. Buna rağmen hala "Ona Rabbinden güce dayalı olağanüstü mucizeler (ayât) indirilmeli değil miydi" diyorlar. Söyle onlara: "O güce dayalı olağanüstü mucizeler (ayât) Allah'ın kudretindedir. Ben sadece açıkça uyanışa çağırıyorum. (29/49-50)
Yani: Benim işim size 1- Mevt (ölüm) 2- Afet 3- Kıyamet gerçeğini haber vermekten, bunlardan birisi gelip çatmadan önce aklınızı başınıza toplamaya çağırmaktan ibarettir. Aksi halde tövbe etmeye bile vaktiniz kalmayabilir. Çünkü bunlar geldi mi ansızın gelir. Bunun için size "söze dayalı apaçık deliller" (ayâtun beyyinât) ile uyarılarda bulunuyorum. Benden, boyumu aşan şeyler istemeyin ve beklemeyin…
Kuran'da ayet, insanoğlunun bizzat kendisinde ve kafasını kaldırdığında çevresinde gördüğü "her şey" olarak kullanılmaktadır. Buna "enfusî ve afâki deliller" diyoruz; el, göz, kulak, kalp, doğum, ölüm, yemek, içmek, su, et, süt, ekmek, zeytin, hurma, ağaç, elma, armut, yer, gök, güneş, yıldızlar, bulutlar, şimşek, gökgürültüsü, yağmur, ekin, bitki, sinek, böcek, toprak, dağlar, taşlar vs. vs…
Bunların hepsi birer "ayet"tir; yani olmakta olandır, oluştur (kevn, halq). Allah, tarihin tüm yelpazesinde, tabiatın her yerinde, zamanın her anında, mekanın her zerresindedir. Her şey "O'nun ile" olmaktadır. İşte bütün bu oluşlar birer "mucize"dir. Çünkü hepsi de normalmiş gibi görünmesine rağmen insanı acz içinde bırakmaktadır. İnsanoğluna bu oluş ve akışa katılma ve kısmi çapta etkileme iradesi verilmiştir. Öyle ya, haydi güneşi durduralım, gündüzü kısaltalım, geceyi uzatalım, bir böcek yaratalım bakalım?
Demek ki mucize arada bir görülen "olağandışılık" değil, her daim "olmakta olan" ve olmakta olmasıyla da insanı aciz bırakan şey demek oluyor.
***
Kuran'da adı "Maide" (Sofra) olan bir sure var. Sureye isim olan bu kelime ile aslında bunların mesajı veriliyor. Yani insanların "olağandışılıklar" talebine, "olmakta olanın" yani gözümüzün önünde olup bitenin bizzat kendisinin zaten olağanüstülük demek olduğu ile cevap…
"Havarîler "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin?" diye sormuşlardı da " Eğer inanmış iseniz Allah'ın öfkesini çekmekten sakının" diye cevaplamıştı. Onlar "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz tatmin olsun da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona tanıklık yapanlardan olalım" demişlerdi. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa "Allahım! Ey bizim yegane Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret olsun. Bizleri rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demişti. Allah da "BEN ONU SİZE İNDİRİP DURMAKTAYIM. Artık bundan sonra içinizden kim kâfirlik ederse ona dünyada hiç kimseye vermeyeceğim bir azap ile karşılık veririm." demişti." (5/112-115).
MAİDE: Sözlükte "Sallanmak, sağa sola doğru eğilmek, başı dönmek" demektir. Sofra, üzerinde yemek yenen masa (mâide), kayma (meyd), meydan, saha, alan (meydân), atış alanı (meydanu'r-rimâye), hodri meydan (meydânu't-tahaddî), iş alanı, çalışma sahası (meydanu'l-amel) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi yemeği ortaya çıkardığı, orta yere koyduğu için de sofraya "maide" denmektedir.
Ayette geçen "Gökten gelen sofra" deyimi "olağandışı mucizeler" anlayışına hayli yatkın dini muhayyilemizde gökten özel olarak tepsi içinde inen bir sofra olarak algılanmıştır. Halbuki Allah'tan böyle bir istekte bulunması talebine karşılık cevap ortadadır. Yukarıdaki pasajda böylesi bir talebe Hz. İsa "Eğer inanmışsanız O'nun öfkesini çekecek işler yapmaktan sakının (takvalı olun)" demekte (5/112), bundan ne anlamamız gerektiğinin dersini verircesine de "Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret" (5/114) istemektedir. Allah da "Ben onu indirip durmaktayım; hiç kuşkusuz" diye cevap vermektedir. (5/115).
Bizim için "bütün zamanlar boyunca" (evvelinâ ve âhirinâ) bir ziyafet ve "kudretinden bir işaret" olan şey nedir acaba?
Ayette geçen münezziluhâ (onu indiriyorum/ indirip durmaktayım) ifadesinin fiili -tef'il babı olduğu için- bir taraftan bir şeyi çokça yapıp durmada diğer yandan da fiilin kök manasını mef'ule isnat etmekte kullanılır. Bu durumda mana: "Siz gökten sofra indirilmesini istiyorsunuz. Oysa Allah zaten sürekli olarak o sofrayı indirip durmakta… Yeryüzünden biten bitkiler, akan sular, ağaçlar, meyveler, tarlalardan çıkardığınız ürünler, değirmenlerde öğüttünüz unlar hepsi ne ile oluyor sanıyorsunuz? Gökten inen su olmasa, ekip biçtiğiniz toprak, ısındığınız ateş, soluduğunuz hava olmasa, bunlarla ürünler yetişmese ne ile doyacaksınız? Bütün bu rızıklar, Allah'ın tabiat sofrasında zaten sizin için üretilip duruluyor. Tabiatı sizin için sofra kılan, sizi onunla besleyip yaşatan zaten Allah değil midir? İşte bu bütün zamanlar boyunca Allah'tan size inen bir ziyafettir, kudretinin nişanesidir. Şimdi bunu görmeyip hangi mantıkla gökten tepsi içinde sofra indirilmesini bekliyorsunuz?" şeklinde olur.
Burada "fiilin kök manasını mefule isnat etmek" denilen şey "gökten sofra indirmek" deyiminin "yerden ürün bitirmek" deyimine döndürülmüş olması durumudur. Zira Kuran'ın "iş ve oluş" (emr, kevn) tasavvuruna göre yerden biten her ürün demek gökten inen her rızık demektir. Örneğin siz tarlada buğday hasat ederseniz Allah "Size buğday verdik" der. Siz çocuk yaparsınız Allah "Size çocuk bağışladık" der…
Şu halde maide demek, ortada, meydanda, açık tabiatta olan nimetlerin insanoğluna ziyafet olarak (rızık) sunulup durulması ve bunun Allah'ın sofrası manasına gelmesi demektir. Öyle görünüyor ki ayette kastedilen sofra budur. "Bütün zamanlar boyunca indirilip durulan kudretinden bir işaret" bundan başkası olabilir mi?
*** İnsanlar söze dayalı apaçak delilleri (ayâtun beyyinat) yetersiz bularak neden ısrarla olağandışı mucizeler istemekte ve olmayınca da peygamberleri reddetmektedirler? Acaba Kuran bu tür taleplere ne cavap vermektedir?
"Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanların imana yanaşmamasının nedeni "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey değildir. Söyle onlara: "Eğer yeryüzünde yürüyen melekler iskân etmiş olsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik." (17/94-95). Dikkat edilirse ayet tüm insanlar hakkında genel bir ilke koyuyor; İnsanların imana yanaşmamalarının nedeni 'Bizim gibi bir beşerden peygamber mi olurmuş' demeleridir… Bu ilke geçmişe dönük bütün zamanlar ve mekanlar için geçerlidir. Çünkü genelleme yapılıyor.
Demek ki insanlar kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir insanı/beşeri peygamberliğe layık görmemekte ve ondan "olağandışılıklar" beklemektedirler; "Peygamber dediğin okuyup üfürür, bir el çırpmasıyla dağları oynatır, Uhut dağını altın yapar, yerden hazineler fışkırtır, gökten sofra indirir. Bizim gibi birisi bu, böyle peygamber mi olur?" anlayışı, insanların zihninde eski dünya dinlerinden kalma bir alışkanlıktır.
Çünkü o dinlerin din adamları, kahinleri, mecnunları (cinlerle konuşan medyumları) bunu yapmaktaydılar. Yani bir takım sihir, büyü, tılsım oyunlarıyla gizemli bir havaya bürünmekte ve bunun kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmekteydiler. Karşılarında "ümmi" yani bu din bezirganı sınıfından olmayan, halkın/umumun içinden gelen birinin peygamberlik iddiasını duyunca bunu "meslek dışı!" bularak dışladılar. "Alelade birisi bu, hani nerede mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü?" dediler…
Hala da öyledir…
Geçmişte yaşamış insanlar böyle yaptığı gibi, bugünde ve gelecekte de böyle yapmaya devam edeceklerdir. Çünkü mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü dini olan "tapınak dinleri" ile, söz, akıl ve vicdan dini olan "gerçek hayat dini" tarih boyunca hep birbirine karıştırılmıştır. Hatta birinciler ikincisini hep bastırmış, istila etmiştir.
Hala da öyledir…
Oysa Kuran bu tür bir din anlayışını reddetmekte ve mücize ve kehanet talebinin geçmişte de, ümmi peygamber zamanında da reddedildiğini, Allah'ın yönteminin bu olmadığını söylemektedir;
"Bizi mucizelerle peygamber göndermekten alıkoyan şey, onu yorumlayanların yalanlamasıdır. Semud kavmine o dişi deveyi verdik. Ama onlar bunu hiç kâle almadılar. Biz ayetleri ancak uyarıp korkutmak için göndeririz." (17/59).
Yani: Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, mucize gelse bile onu tevil edenlerin/yorumlayanların (evvelun) yine de onu yalanlayacak, inkar edecek olmalarıdır. Böylesi kişilere mucize bile fayda vermeyecektir. Kaldı ki kalplerinde kendi istekleri ile iman olmadıkça imanmak zorunda kalacakları bir mücize karşısında mecburen inanıyor görünmelerinin de bir faydası yoktur. Bu nedenle onların güce dayalı delil (sultanun mubin) taleplerine karşılık söze dayalı delil (ayâtun beyyinât) ile karşılık veriyoruz. Ki "söze" kim inanıyor kim inanmıyor ortaya çıksın. Kaldı ki onların istediği mucize türünden güce dayalı delilleri izhar edecek gücümüzde var. Fakat kendi özgür iradesi ile "inanan" ile "inanmayan" ortaya çıksın istiyoruz. Bu da ancak "söz" ile olacağından insanlığı eşit şartlarda imtihan ediyoruz. İmtihanın sorularını herkese eşit şekilde soruyoruz. Kimseye kopya vermiyoruz, iltimas geçmiyoruz. İmtihanın gereği neyse onu yapıyoruz. Böylece her ümmete (topluluğa, halka, çağa, uygarlığa) peygamber göndermişizdir (16/36), keza her peygambere de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) vermişizdir (14/9)…
Kimi müfessirler bu ayetin açıklamasında, Hz. Muhammed'e (s.a.v) mucize olarak sadece Kuran'ın, önceki peygamberlere ise bir takım olağandışı mucizelerin verildiği kanaatindedirler. Bu görüş tutarsız ve çelişkili görünüyor. Çünkü bütün peygamberlere verilen aynıydı. Hiç birisine de (insanları imana getirmek için) söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinat) dışında bir şey verilmemişti. Öncekilere verilmişti ama sonrakine verilmedi diye peygamberler arasında ayrım yapılamaz. (la nuferruqu beyne ahadin min rusulih). Öyle görünüyor ki bu görüş Kuran'ın "genel ilke" olarak ortaya koyduğu naklî delillere ve "insanlığın eşit şekilde imtihan edilmesi, soruların herkese aynı sorulması" şeklindeki aklî delile ters düşmektedir. Sözkonusu genel ilkeyi şu tür ayetlerden çıkarıyoruz:
"Sizden önce kimler geldi kimler geçti haberiniz var mı? Nuh, Ad ve Semud halkları ve onlardan sonrakiler… Bunların durumunu ancak Allah bilir. Onlara peygamberleri söze dayalı apaçık delillerle (beyyinât) gelmişti. Kuşku ve tereddüt içinde "Bunlara inanamayız, yo hayır, olacak şey değil" demişlerdi. Peygamberleri demişti ki: "Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'tan şüphe edilir mi? O sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirli bir süreye kadar mühlet veriyor." Ama onlar "Siz de bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık mucize getirin!" demişlerdi. Peygamberleri onlara "Doğru, biz de ancak sizin gibi bir beşeriz, fakat Allah kullarının yönelişine göre karşılığını verir. Allah'ta bir karşılığı olmadıkça size mucize getirmek bizim haddimiz değildir. Müminler Allah'a dayanıp güvenmelidir" demişlerdi. (Ve devamla) "Allah'a niçin güvenip dayanmayalım ki? O bizlere yürüyeceğimiz yolları gösterdi. Yaptığınız eziyetlere göğüs gereceğiz; dayananlar sadece Allah'a güvenip dayanmalıdır…" (14/9-12).
Görüldüğü gibi bu ayetler "bütün" peygamberler için geçerli "genel ilke" koymaktadır. Ayette çoğul kipiyle ve genelleyerek "Nuh, Ad, Semud ve onlardan sonrakilere peygamberleri (rusul) söze dayalı apaçık deliller (beyyinât) ile gelmişlerdi…Onlar da madem öyle bize mucize getirin demişlerdi" denmektedir. Bu bütün peygamberlerin halklarının karşısına aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi "söz ile açıklama yapmaya dayalı delil" (beyyinat) ile çıktıklarını ve mucize talepleri karşısında aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi cevap verdiklerini gösterir.
Peygamberlerin ve halkların zaman zaman karşılaştıkları bir takım alışılmadık, insanların olağandışı, doğaüstü dedikleri olaylara gelince şu hadis belki bir fikir verebilir;
"Güneş ve ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar ne bir kimsenin ölümü ne de yaşaması için tutulurlar. Ancak Allah Azze ve Celle bunlar ile kullarını uyarır. Güneş ve ayın tutulduğunu görürseniz, Allah'ın zikrine, dua ve istiğfara koşun. Sonra şöyle buyurdu; Allah'a yemin ederim ki sizin hiç biriniz kölesi ve cariyesinin zina etmesinden Allah'tan daha kıskanç değildir. Ey Ümmeti Muhammed! Vallahi siz, benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız" (İbn Kesir).
Hz. Peygamber'in bu sözü çocuğunun ölümünün bir güneş tutulması gününe denk gelmesi üzerine yayılan söylentiler üzerine söylediği unutulmamalıdır.
***
Yine görüyoruz ki Musa'ya verilen "dokuz ayetin" hepsi de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) olan bir takım "kelime ve sözler"dir. Şu hadis de bunu apaçık tefsir ediyor;
"Bir Yahudi arkadaşına Bizi şu peygambere götür de "apaçık dokuz ayet" hakkında soralım dedi. Bunun üzerine biz hep beraber Hz. Peygamber (s.a.v) 'in yanına gittik. O ikisi soruyu sordular. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Bu dokuz ayet; 1- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamanız 2- Hırsızlık etmemeniz 3- Zina yapmamanız 4- Adam öldürmemeniz 5- Sihir yapmamanız 6- Faiz yememeniz 7- Evli kadına zina iftirasında bulunmamanız 8- Savaşta kaçmamanız 9-Cumartesi yasağına riayet etmenizdir". dedi. Bunun üzerine o iki Yahudi ayağa kalktı ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in ellerini ayaklarını öperek şöyle dediler; "Şahadet ederiz ki sen peygambersin. Eğer kavmimiz tarafından öldürülmekten korkmasıydık, hiç şüphesiz sana tabi olurduk." (Razi, Kurtubi, İbn Kesir).
Öte yandan Musa'nın asayı yılana çevirmesi, elini bembeyaz olmuş halde göğsünden çıkarması, denizin yarılması, kayadan su fışkırması, Hz. Salih'in dişi devesi, Hz. İsa'nının ölüleri diriltmesi, körleri iyi etmesi, Hz. Yunus'un balığın karnına girmesi, Yusuf'un gömleğinin babası Yakup'un kör olan gözlerini iyi etmesi, Ashab-ı Kehf'in üç yüz yıl uyuması, Hz. İbrahim'in ateşten kurtarılması vb. Kuran'da anlatılan olayların hemen tamamı İsrailiyat etkisinde yorumlanmaktadır. Müslüman aklın bu noktada özgün yorumlar üretemediğini, işin kolayına kaçarak zaten haham düzmeceleriyle dolu Tevrat'a bakıp tefsir yaptığını görüyoruz. Kuran tefsirini düzmece Tevrat/Talmud tasallutundan kurtarmak gerekmektedir.
Bu tür kıssalarda anlatılan olaylara haham muhayyilesinde resmedildiği anlamda "mucize" denemez. Kuran'a göre bunların hepsi "ayet"tir. Kimisinde yanlış anlama, kimisinde İsrailiyat etkisi, kimisinde Kuran'ın "varlığın diliyle konuşan" edebi hitabet dilini anlayamama, kimisinde dönemin tanrı, din ve devlet telakkilerinden bihaber olma söz konusudur
Demek ki Kuran kıssalarını bir mücize dini olan Yahudiliğin ve bir kehanet dini olan Hrıstıyanlığın etkisinden kurtararak, bir "söz, akıl ve vicdan" dini olan İslam'ın berrak ve apaçık mesajı doğrultusunda yeniden ele almak gerekmektedir. Bunun için kapsamlı çalışmalar yapılmasına şiddetle ihtiyaç vardır.
Görebildiğim kadarıyla şu ana kadar bu konuda iki tefsir metodu izlendi; klasik müfessirlerin "Bu mucizedir, Allah'ın kudretinden şüphen mi var?" anlayışı ve "Bu bir efsane ve mitolojidir, Kuran bunu mesaj vermek için kullanmıştır" anlayışı…
Ya mucize ya da aslında olmamıştır mantığı…
Kanaatimce her ikisi de yanlıştır.
Benim izlediğim metodun bu ikisi de olmadığını görmek için ne söylediğime iyi bakılmalıdır. Örneğin Hz. Yunus'un balığın karnına girmesi olayı ne mücizedir ne de efsane/mitolojidir.
Bunu anlamak için Kuran tefsirine getirdiğimiz bir yenilik olan ve şu ana kadar hiç yapılmamış bambaşka bir ufuktan haberdar olmak gerekmektedir. Dönemin kendi etkin tarihi, tanrı, devlet, imparatorluk ve din telakkisi, teolojisi, jeopolitiği, simgeleri, armaları, arkeolojik kazıları, kil tapletleri, yazma nüshaları vs. üzerine araştırma yapmadan hemen açıp Tevrat'tan nakiller yapmak tefsir değildir.
O zaman, örneğin Musa'nın asayı yılana çevirmesinin, Ashab-ı Kehf'in üç yüz yıl uyumasının, Yunus'un balığın karnına girmesinin, Süleyman'ın kuşlarla, karıncalarla veya hüdhüdle konuşmasının tam da yerine oturtuğu görülecektir. (Bu tür Kuran kıssalarına dair yorumları "Yaşayan Kur'an: Türkçe Meal-Tefsir" adlı çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde bulacaksanız).
***
Şu halde mucize olağandışılık demek değildir. Bilakis mucize "Aciz bırakan" demek olup olağan olduğu halde görkem veya ihtişamı karşısında aciz kalışı ifade eder. Meselâ güneşin doğuşu ve batışı olağandır; her gün aynı yerden son derece dakik bir şekilde doğar ve aynı yerden dakik bir şekilde batar ve fakat bu insanı aciz bırakan bir şeydir. Yani ayet olağan/sıradan şeyler, mucize de olağanüstü/sıra dışı şeyler demek değildir. Tabiatta bir normal olan bir de mucize olan diye bir ayrım yapılamaz. Normal olan tabiatın işi mucize olan Allah'ın işi diye görülemez. Bilakis her ikisi de Allah'ın davranışı ve karakteridir. Allah'ın davranışı ve karakterinde ise çelişki yoktur.
Eğer tabiatta künhüne vakıf olamadığımız, aklımızın almadığı işler oluyorsa bu, aslında normal olan bir şeye güç yetiremediğimiz, bizim aklımızın ermediği, karşısında aciz kaldığımız anlamına gelir. Çünkü Allah ile tabiat, deniz ile balıkların iç içe geçmiş olması gibi her an her yerde birliktedir (bir değil). Balıklar, denizin içinde alışılmadık bir olağanüstülük görünce buna mucize deyip şaşabilirler. Fakat deniz tabiatının gereğini yapıyordur ve onun için olay gayet normaldir.
Şu halde Allah her an bir iş ve oluştadır. Söz konusu bu iş ve oluşlar (şe'n, emr, kevn, halq) noktası konulmuş, bitmiş de değildir. Demek ki mucize diye bilinen "ayet", noktası çoktan konmuş mekanik bir işleyişin kanunlarına dışarıdan müdahale edip işleyişi tersine çevirmek değil, bilakis noktası konulmamış, sürmekte, olmakta, oluşmakta olan bir yaratma sürecinin yeniden yaratılış pozisyonlarıdır.
Öyle ki bu yaratmalar her defasında birbirinin içinden yarılıp çıkarak (felaq) boyuna inkişaf eder. Tıpkı her defasında güneşin karanlıkları yararak, tohumun toprağı yararak, civcivin yumurtayı yararak, bebeğin rahmi yararak oluşa (kevn) katılması gibi. Allah bunun için "Yarılarak ortaya çıkanın Rabbi" (Rabbu'l-felaq) dır. Böylece yokluk karanlıklarının denizinden her defasında "ol" (kun) emriyle yeni bir iş ve oluş (şe'n, emr, kevn, halq) çıkarak varlığa bürünür.
Aslında bu Allah'tan gelen, Allah ile birlikte süren ve Allah'a giden kozmik bir yolculuktur. İşte "ayet" bu yolculukta gördüklerimiz veya görmediklerimiz, alışık olduklarımız veya olmadıklarımız, karşısında aciz kaldığımız veya normal bulduğumuz, son derece sıradan gelen veya bizi şaşkına çeviren ve fakat hepsi de "tek bir bütün" olan ilâhî davranış ve karakter ile ilişki kurmamızı sağlayan bir tür "dil, işaret, gösterge" olmaktadır…
***
Unutulmamalı ki Hz. Peygamber'in çocuğunun öldüğü gün meydana gelen güneş tutulması bugünkü güneş tutulmasının aynısıdır. O günkü ay bugünkü ayın aynısıdır. O günkü yıldızlar bugünkü yıldızların aynısıdır.
Mucize güneşin tutulması değil, güneşin bizzat kendisidir.
Mucize ayın yarılması değil, ayın bizzat kendisidir.
Mucize yıldızlardan fal bakmak değil, yıldızların bizzat kendisidir.
Neden başımızı kaldırıp her gün doğan güneşe, her gece görünen mehtaba, her mahtablı geceyi süsleyen yıldızlara bakmıyoruz?
Mucize gösterilip duruluyor, görmüyor muyuz?
"Ne var ki bunlarda, hiçbir şey göremiyoruz, her şey gayet normal. Olağandışılık yok mu olağandışılık?" mı diyorsunuz?
Eğer derinden bakabilsek, sadece bakmayıp görebilsek, Hz. Peygamber'in dediği gibi vallahi az güler çok ağlardık.
Mucize, kehanet, sır, gizem, tütsü, tılsım mı arıyorsunuz?
"Karşılarında okunup duran, sevgi ve merhamet kaynağı kitabı sana indirmemiz yetmedi mi?" (29/51)
Sevgi ve merhamet kitabı yetmedi mi?
Söz, akıl ve vicdan dini yetmedi mi?
İman, aşk ve cihad çok mu zor geldi?
http://www.haber10.com/makale/5156/#Scene_1
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İlgili Konu: Hz. Muhammed’in Mucizesi YOKTUR
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
erdem36 Newbie
Katılma Tarihi: 15 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 9
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
* Peygamberlerin toplumlarına yaptığı "uyanış çağrısı/uyarı"yı (inzâr) ısrarla üç şey etrafında topluyor; ölüm (mevt), afet (azap) ve yeniden diriltilip ayağa kalkış (kıyamet)…
***selamın aleyküm
sevgili abiciğim yüreğine sağlık mucize konusunu okadar güzel anlatmışsın ki kafamdaki büt sorulara cevap buldum
öz ,yukarıda açıklamışsın peygamberlerin toplumlara çağrısı ölüm, azap, kıyamet bu üç tespit süper olmuş,fakat elimizdeki meallerden okuduğumuz zaman senin söylediğin şekilde anlamamız mümkün değil.
-(Musa) Ona büyük mucizeyi gösterdi.
(NAZ İ'AT/20)
Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular.
(A'RAF/133)
birde bu yorumlara baksana bizi aydınlattığınız için allah razı olsun vahiyle kalın
|
Yukarı dön |
|
|
savas1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 agustos 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 261
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam
Gerçekten çok güzel bir çalışma yapmış yazar ve çok da yararlı, insanların doğruları kabul etmesi, uyarıları algılaması için, ille de olağanüstü birşeylerin / mucizelerin olması mı gerekir ? Aslında bu da bir şekilcilik değil midir? Ayetler ise özü temsil ediyor, yani işin aslını...
Fakat madem böyle mucizeler bekliyorsa bu insanlar doğruları kabul etmek, sadece Allaha kullk etmek için, o mucizeler hiçbir zaman olmadı ve olmayacaktır !
Kuran başlı başına bir mucize değil mi zaten?
saygı ile...
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
öncebilgigerek ve diğer kardeşlerden Allah razı olsun ,Allah hidayetimizi artırsın.
Peygamberlerin gösterdiği sanılan mucizeler,Yahudi ve hristiyan kültürüyle birlikte içimize sokulan Yarı insan yarı ilah modelidir.Hz musanın asası,Hz isa,Hz süleyman kıssası bunlardan birkaçıdır.İlahı bir kere insan suretine mucize yoluyla soktumu gerisi gelmekte gecikmemiştir.Gavslar,kutuplar,kerametli veliler vb.mitolojik varlıklar hep yarı İlah kimliklidir.Çünkü bunun başlangıcı bana göre çarpık mucize anlayışında yatmaktadır.
Selametle
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
oncebilgigerek Yazdı:
* Kuran'ın hiçbir yerinde "mucize" kelimesi geçmiyor. Bunun yerine ısrarla "ayet" kelimesi kullanılıyor.
* Kafamızı kaldırınca gördümüz her şeye, evet her şeye "ayet" diyor. "Olmakta olan, oluş halinde olan" (kevn) her şeye de "yaratma, yaratılış" (halq) diyor. |
|
|
Etrafımızda görüp durduğumuz her şeyin ayet / delil olması, Allah'ın alışık olmadığımız şeyleri yaratması ya da göstermesine engel midir ? Etrafımızda görüp durduğumuz şeyler mesela "güneş" elbette bir ayet / delil dir. Ama bunun delil olması, bizlerin "Aaa... Bak güneş açtı ne kadar güzel görünüyor" dememiz için değil, güneşin yaratılışındaki henüz bilmediğimiz inceliklerin araştırılması ve Allah'ın kudretine şahit olunması bakımındandır. Bunun böyle olması, Allah'ın olağan dışı yaratışı önümüze örnek olarak sunmasına engel değildir.
oncebilgigerek Yazdı:
Kuran'da ayet, insanoğlunun bizzat kendisinde ve kafasını kaldırdığında çevresinde gördüğü "her şey" olarak kullanılmaktadır. Buna "enfusî ve afâki deliller" diyoruz; el, göz, kulak, kalp, doğum, ölüm, yemek, içmek, su, et, süt, ekmek, zeytin, hurma, ağaç, elma, armut, yer, gök, güneş, yıldızlar, bulutlar, şimşek, gökgürültüsü, yağmur, ekin, bitki, sinek, böcek, toprak, dağlar, taşlar vs. vs�
Bunların hepsi birer "ayet"tir; yani olmakta olandır, oluştur (kevn, halq). Allah, tarihin tüm yelpazesinde, tabiatın her yerinde, zamanın her anında, mekanın her zerresindedir. Her şey "O'nun ile" olmaktadır. İşte bütün bu oluşlar birer "mucize"dir. Çünkü hepsi de normalmiş gibi görünmesine rağmen insanı acz içinde bırakmaktadır. İnsanoğluna bu oluş ve akışa katılma ve kısmi çapta etkileme iradesi verilmiştir. Öyle ya, haydi güneşi durduralım, gündüzü kısaltalım, geceyi uzatalım, bir böcek yaratalım bakalım?
Demek ki mucize arada bir görülen "olağandışılık" değil, her daim "olmakta olan" ve olmakta olmasıyla da insanı aciz bırakan şey demek oluyor. |
|
|
Allh'ın yarattığı ve bize "olağan" gelen kurallara / oluşlara tabiat diyelim. Bunlar insanı aciz bırakan şeylerdir. Eyvallah. Fakat, tabiat kurallarının aciz bırakılması da dikkatimizi celbeden bir şey olamaz mı?
oncebilgigerek Yazdı:
"Havarîler "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin?" diye sormuşlardı da " Eğer inanmış iseniz Allah'ın öfkesini çekmekten sakının" diye cevaplamıştı. Onlar "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz tatmin olsun da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona tanıklık yapanlardan olalım" demişlerdi. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa "Allahım! Ey bizim yegane Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret olsun. Bizleri rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demişti. Allah da "BEN ONU SİZE İNDİRİP DURMAKTAYIM. Artık bundan sonra içinizden kim kâfirlik ederse ona dünyada hiç kimseye vermeyeceğim bir azap ile karşılık veririm." demişti." (5/112-115). Ayette geçen "Gökten gelen sofra" deyimi "olağandışı mucizeler" anlayışına hayli yatkın dini muhayyilemizde gökten özel olarak tepsi içinde inen bir sofra olarak algılanmıştır. Halbuki Allah'tan böyle bir istekte bulunması talebine karşılık cevap ortadadır. Yukarıdaki pasajda böylesi bir talebe Hz. İsa "Eğer inanmışsanız O'nun öfkesini çekecek işler yapmaktan sakının (takvalı olun)" demekte (5/112), bundan ne anlamamız gerektiğinin dersini verircesine de "Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret" (5/114) istemektedir. Allah da "Ben onu indirip durmaktayım; hiç kuşkusuz" diye cevap vermektedir. (5/115).
Bizim için "bütün zamanlar boyunca" (evvelinâ ve âhirinâ) bir ziyafet ve "kudretinden bir işaret" olan şey nedir acaba?
Ayette geçen münezziluhâ (onu indiriyorum/ indirip durmaktayım) ifadesinin fiili -tef'il babı olduğu için- bir taraftan bir şeyi çokça yapıp durmada diğer yandan da fiilin kök manasını mef'ule isnat etmekte kullanılır. Bu durumda mana: "Siz gökten sofra indirilmesini istiyorsunuz. Oysa Allah zaten sürekli olarak o sofrayı indirip durmakta� Yeryüzünden biten bitkiler, akan sular, ağaçlar, meyveler, tarlalardan çıkardığınız ürünler, değirmenlerde öğüttünüz unlar hepsi ne ile oluyor sanıyorsunuz? Gökten inen su olmasa, ekip biçtiğiniz toprak, ısındığınız ateş, soluduğunuz hava olmasa, bunlarla ürünler yetişmese ne ile doyacaksınız? Bütün bu rızıklar, Allah'ın tabiat sofrasında zaten sizin için üretilip duruluyor. Tabiatı sizin için sofra kılan, sizi onunla besleyip yaşatan zaten Allah değil midir? İşte bu bütün zamanlar boyunca Allah'tan size inen bir ziyafettir, kudretinin nişanesidir. Şimdi bunu görmeyip hangi mantıkla gökten tepsi içinde sofra indirilmesini bekliyorsunuz?" şeklinde olur.
Burada "fiilin kök manasını mefule isnat etmek" denilen şey "gökten sofra indirmek" deyiminin "yerden ürün bitirmek" deyimine döndürülmüş olması durumudur. Zira Kuran'ın "iş ve oluş" (emr, kevn) tasavvuruna göre yerden biten her ürün demek gökten inen her rızık demektir. Örneğin siz tarlada buğday hasat ederseniz Allah "Size buğday verdik" der. Siz çocuk yaparsınız Allah "Size çocuk bağışladık" der� |
|
|
"Artık bundan sonra..." neyi çağrıştırıyor. Yani, İsa'nın yanındakiler yer yüzündeki tüm nimetleri Allah'ın indirdiğini bilmiyorlar / unutmuşlar dı da, Allah hatırlatınca bu sebeple "artık bundan sonra" "kafirlik" etmeyecekler mi ? "Kudretin işareti" bu hatırlatma mıdır ?
"O'nun öfkesini çekecek işler yapmak" meselesini de düşünmeliyiz. Mucize / olağan dışı bir şey istemek tek başına O'nun öfkesini çeker mi ? Bu nasıl bir Tanrı olur ki, İbrahim veya Musa istediğinde öfkelenmeyecek te Kullar istediğinde öfkelenecek ? Belki de bu öfkeyi çeken şeyler başka şeylerdir.
"Bütün zamanlar boyunca etkin olma" meselesinde de bu vakıanın sonraki gelenlerde yaratacağı tesir kastedilmiş olabilir.
oncebilgigerek Yazdı:
İnsanlar söze dayalı apaçak delilleri (ayâtun beyyinat) yetersiz bularak neden ısrarla olağandışı mucizeler istemekte ve olmayınca da peygamberleri reddetmektedirler? Acaba Kuran bu tür taleplere ne cavap vermektedir?
"Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanların imana yanaşmamasının nedeni "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey değildir. Söyle onlara: "Eğer yeryüzünde yürüyen melekler iskân etmiş olsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik." (17/94-95). Dikkat edilirse ayet tüm insanlar hakkında genel bir ilke koyuyor; İnsanların imana yanaşmamalarının nedeni 'Bizim gibi bir beşerden peygamber mi olurmuş' demeleridir� Bu ilke geçmişe dönük bütün zamanlar ve mekanlar için geçerlidir. Çünkü genelleme yapılıyor.
Demek ki insanlar kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir insanı/beşeri peygamberliğe layık görmemekte ve ondan "olağandışılıklar" beklemektedirler; "Peygamber dediğin okuyup üfürür, bir el çırpmasıyla dağları oynatır, Uhut dağını altın yapar, yerden hazineler fışkırtır, gökten sofra indirir. Bizim gibi birisi bu, böyle peygamber mi olur?" anlayışı, insanların zihninde eski dünya dinlerinden kalma bir alışkanlıktır.
|
|
|
Şunu söyleyeyim ki; yazarın bu anlatım tarzına tabiri caizse uyuz oluyorum. Öyle haşa Allah'ın yanında oturuyormuş edasıyla konuşmamalı bence... Kendisi de bir zamanlar Kuran'da bunları okuyup etkilenmedi mi ? Yoksa onları okurken, şimdiki gibi; "canım bunlara ne gerek var. Söz yeter. Allah'ta neden bunları anlatıp duruyorsa..." havasında mı okudu?
Hadiselere dünyada yaşayan, imtihana tabi tutulan, yetenekleri pek çok açıdan kısıtlanmış, içine durmak / doymak bilmeyen arzu ve istekler yerleştirilmiş, dünya hayatı kendilerine süslenmiş insanlar gözüyle bakmalıdır. Eğer bu "iman" meselesi yazarın bahsettiği kadar basit bir iş olsa idi, imtihana / hakkın ikamesine vesile olsun diye bu koskoca kainat yaratılmazdı. İş o kadar basit değildir. İnsanların, Peygamberlerden mucize talep etmesi doğal bir süreçtir. Kuran'da Peygamber'imizden mucize isteyen ve bu sebeple kınanan insanlar, önceki Peygamberlerin mucizeleri hakkında bilgi sahibi olan ve indirilmekte olan Kuran'ı dinleyen insanlardır. Doalyısı ile Allah, "Hadi ordan ne mucizesi" yaklaşımı yerine, "Evet bu benim için kolaydır. Sizden öncekiler de istediler. İstedikleri şey kendilerine verildi. Buna rağmen inanmadılar da ben de onları helak ettim. Fakat, size indirilen mucize işte okuyup durduğunuz Kuran'dır" şeklinde bir yaklaşım sergilemektedir.
İnsan oğlunun insan bir peygamberi kabullenmemesi ile mucize diye adlandırdığımız şeylerin bir ilgisi yok. Kuran bunların hepsine cevap vermiş, bunu Sünnetullah'ın bir gereği olarak açıklamıştır. Hatta, bu istenen mucizelerin evvelki toplumlarca da istendiğini, bunların verildiğini fakat buna rağmen inanmayanların helak edildiğini vurgulamaktadır. Allah, Peygamberimizin toplumu için bu yönde bir helak dilememiştir.
Şimdi yazarın yaklaşımını bu mantık altında doğru kabul edersek, aynı önceki toplumlara verilen "söze dayalı mucize" nedeni ile onların helak edilmesi gibi, Peygamberimize verilen söze dayalı mucize sebebi ile de onun toplumunun helak edilmesi gerekirdi. Ya değilse Allah'ın "güce dayalı mucize" indirmemesini izah edişinin hiç bir anlamı kalmaz.
Yine yazarın görüşüne göre şu hususta apaçık bir çelişkidir ki, madem Allah güce dayalı mucize indirilip te buna rağmen inanılmaması sebebi ile toplumları helak edecekti de, yazara göre geçmişte "güce dayalı mucize indirmediği" toplumları ne diye helak etti ?
oncebilgigerek Yazdı:
Çünkü o dinlerin din adamları, kahinleri, mecnunları (cinlerle konuşan medyumları) bunu yapmaktaydılar. Yani bir takım sihir, büyü, tılsım oyunlarıyla gizemli bir havaya bürünmekte ve bunun kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmekteydiler. Karşılarında "ümmi" yani bu din bezirganı sınıfından olmayan, halkın/umumun içinden gelen birinin peygamberlik iddiasını duyunca bunu "meslek dışı!" bularak dışladılar. "Alelade birisi bu, hani nerede mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü?" dediler�
Hala da öyledir�
Geçmişte yaşamış insanlar böyle yaptığı gibi, bugünde ve gelecekte de böyle yapmaya devam edeceklerdir. Çünkü mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü dini olan "tapınak dinleri" ile, söz, akıl ve vicdan dini olan "gerçek hayat dini" tarih boyunca hep birbirine karıştırılmıştır. Hatta birinciler ikincisini hep bastırmış, istila etmiştir.
Hala da öyledir�
Oysa Kuran bu tür bir din anlayışını reddetmekte ve mücize ve kehanet talebinin geçmişte de, ümmi peygamber zamanında da reddedildiğini, Allah'ın yönteminin bu olmadığını söylemektedir;
"Bizi mucizelerle peygamber göndermekten alıkoyan şey, onu yorumlayanların yalanlamasıdır. Semud kavmine o dişi deveyi verdik. Ama onlar bunu hiç kâle almadılar. Biz ayetleri ancak uyarıp korkutmak için göndeririz." (17/59).
Yani: Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, mucize gelse bile onu tevil edenlerin/yorumlayanların (evvelun) yine de onu yalanlayacak, inkar edecek olmalarıdır. Böylesi kişilere mucize bile fayda vermeyecektir. Kaldı ki kalplerinde kendi istekleri ile iman olmadıkça imanmak zorunda kalacakları bir mücize karşısında mecburen inanıyor görünmelerinin de bir faydası yoktur. Bu nedenle onların güce dayalı delil (sultanun mubin) taleplerine karşılık söze dayalı delil (ayâtun beyyinât) ile karşılık veriyoruz. Ki "söze" kim inanıyor kim inanmıyor ortaya çıksın. Kaldı ki onların istediği mucize türünden güce dayalı delilleri izhar edecek gücümüzde var. Fakat kendi özgür iradesi ile "inanan" ile "inanmayan" ortaya çıksın istiyoruz. Bu da ancak "söz" ile olacağından insanlığı eşit şartlarda imtihan ediyoruz. İmtihanın sorularını herkese eşit şekilde soruyoruz. Kimseye kopya vermiyoruz, iltimas geçmiyoruz. İmtihanın gereği neyse onu yapıyoruz. Böylece her ümmete (topluluğa, halka, çağa, uygarlığa) peygamber göndermişizdir (16/36), keza her peygambere de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) vermişizdir (14/9)� |
|
|
Birincisi, Semud kavmine gönderilen "dişi deve" söze dayalı bir delil midir ? Eğer bu söze dayalı bir delilse, ayetin içerisindeki anlatım şekli tezat doğurur. Yok söze dayalı bir delil değilse, yazarın mantığı ile Peygamberin birine böylesi bir mucizenin verilip, diğerlerine söze dayalı bir mucize verilmesi çelişki arzeder.
İkincisi; 16/36 olarak numaralandırılan ayette kimseye kopya vermiyoruz anlamında hiç bir şey yer almaz. Böyle bir mana da yoktur. Yazar'ın mantığına göre kimseye kopya verilmeyecek idi ise, Peygamberlerin de hiç gelmemesi, akıl sahibi insanların, doğada hali hazırda var olan ayetlere / delillere bakarak imana gelmesi, gelmeyenlerin de cehenneme atılması gerekirdi. Öyle ya, "güce dayalı mucize" bir kopya ise, "söze dayalı mucize" de bir kopyadır. Buna kimisi nail olur, kimisi nail olmaz. Bu durumda, yazarın mantığına göre Allah adaletsiz bir iş yapmış olur.
oncebilgigerek Yazdı:
Kimi müfessirler bu ayetin açıklamasında, Hz. Muhammed'e (s.a.v) mucize olarak sadece Kuran'ın, önceki peygamberlere ise bir takım olağandışı mucizelerin verildiği kanaatindedirler. Bu görüş tutarsız ve çelişkili görünüyor. Çünkü bütün peygamberlere verilen aynıydı. Hiç birisine de (insanları imana getirmek için) söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinat) dışında bir şey verilmemişti. Öncekilere verilmişti ama sonrakine verilmedi diye peygamberler arasında ayrım yapılamaz. (la nuferruqu beyne ahadin min rusulih). Öyle görünüyor ki bu görüş Kuran'ın "genel ilke" olarak ortaya koyduğu naklî delillere ve "insanlığın eşit şekilde imtihan edilmesi, soruların herkese aynı sorulması" şeklindeki aklî delile ters düşmektedir. Sözkonusu genel ilkeyi şu tür ayetlerden çıkarıyoruz:
"Sizden önce kimler geldi kimler geçti haberiniz var mı? Nuh, Ad ve Semud halkları ve onlardan sonrakiler� Bunların durumunu ancak Allah bilir. Onlara peygamberleri söze dayalı apaçık delillerle (beyyinât) gelmişti. Kuşku ve tereddüt içinde "Bunlara inanamayız, yo hayır, olacak şey değil" demişlerdi. Peygamberleri demişti ki: "Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'tan şüphe edilir mi? O sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirli bir süreye kadar mühlet veriyor." Ama onlar "Siz de bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık mucize getirin!" demişlerdi. Peygamberleri onlara "Doğru, biz de ancak sizin gibi bir beşeriz, fakat Allah kullarının yönelişine göre karşılığını verir. Allah'ta bir karşılığı olmadıkça size mucize getirmek bizim haddimiz değildir. Müminler Allah'a dayanıp güvenmelidir" demişlerdi. (Ve devamla) "Allah'a niçin güvenip dayanmayalım ki? O bizlere yürüyeceğimiz yolları gösterdi. Yaptığınız eziyetlere göğüs gereceğiz; dayananlar sadece Allah'a güvenip dayanmalıdır�" (14/9-12).
Görüldüğü gibi bu ayetler "bütün" peygamberler için geçerli "genel ilke" koymaktadır. Ayette çoğul kipiyle ve genelleyerek "Nuh, Ad, Semud ve onlardan sonrakilere peygamberleri (rusul) söze dayalı apaçık deliller (beyyinât) ile gelmişlerdi�Onlar da madem öyle bize mucize getirin demişlerdi" denmektedir. Bu bütün peygamberlerin halklarının karşısına aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi "söz ile açıklama yapmaya dayalı delil" (beyyinat) ile çıktıklarını ve mucize talepleri karşısında aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi cevap verdiklerini gösterir. |
|
|
Yazarın gerekçeleri ile, ulaştığı sonuçlar asla birbiri ile tutarlı değil. Ben buna sadece "demogoji" derim. Yani, içinde ayetlerin de geçtiği pek çok cümleyi ardı ardına kurmak ama sonuçta o cümlelerde hiç kastedilmeyen bir noktaya ulaşmak...
Birincisi; yazar, paygamberler arasında ayrım yapmamamızı söyleyen ilahi buyruğu, mucize konusunda anlamlandırmış. Ne alakası var ? Bu ayet, iman esası olarak her peygamberin getirdiğine iman etmemizi, sevgide hiç birini diğerinden ayırmamaız gerektiğini söyleyen bir ayettir. Mucizeleri yarıştırmamamızın gerektiğini söylemektedir. Bu, ya hepsine mucize verilmiştir, ya da hiç birine verilmemiştir yargısına götürmez ki... Keza Allah, bir başka ayetinde, Peygamberlere verilen mucize vs. yönlerden kimisini kimisinden üstün / farklı gönderdiğini bildirmektedir. Eğer, peygamberlerin hepsi sadece "söze dayalı mucize" getirdi ise, bu bahsettiğim ayet anlamsız kalır. Hatta anlamsızlıktan öte sakat bir anlam ifade eder.
Şöyle ki; ayette bahsedilen şey Peygamberlere verilen mucizelerin birbirinden farklılığı ve bu suretle onlar arasındaki çeşitliliktir. Şimdi eğer, "peygamberlerden hiç birine mucize verilmemiştir, hepsinin getirdiği söze dayalı mucizedir, aynıdır" derseniz, bunlar arasında fark doğuran / kimisini kimisine türlü yönlerden üstün / farklı kılan şey Allah'ın onlara tebliğ etmelerini bildirdiği "söz" olmuş olur. Bu anlamı ile de ya yazarın bahsettiği "aynılık" ortadan kalkar, ya da Allah'ın bahsettiği "üstünlük / farklılık"... Keza, Allah'ın bir sözünün diğerinden üstün olduğunu söylememize imkan yoktur.
İkincisi; yazar diyor ki; "Öyle görünüyor ki bu görüş Kuran'ın "genel ilke" olarak
ortaya koyduğu naklî delillere ve "insanlığın eşit şekilde imtihan
edilmesi, soruların herkese aynı sorulması" şeklindeki aklî delile ters
düşmektedir."
Bu ne saçma bir mantıktır böyle... Hiç bir insan diğeri ile eşit koşullarda imtihan edilmez. Bunun doğru olup olmadığını sınamak için bilgisayarınızın başından kalkın, pencerenizi "insanların yaşadığı dünyaya" açın ve etrafa bakın. Ne göreceksiniz. Kuran'ın hiç bir yerinde Allah'ın dünyada insanlara muamelesinin "eşit ve adil" olduğu yazmaz. Bilakis, eşitlik ve adaletin mahşer meydanında sağlanacağı yazar. Keza Kuran, bu anlamda eşitliğin "büyük bir fitneye sebep olacağını" haber verir. Yazar, sanki bunu sadece emre muhatap olanlar bakımından söylemiş havası uyandırmaya çalışsa da bu böyle değildir efendim. Yazarın bakış açısı ile, Peygamberimizin sağlığında yaşayanlarla aynı şeyleri görüp duymadığım için Allah'ın bana adaletsizlikle muamele etmiş olduğu ve bu yazara göre "sözde eşit" sınavın tekrarlanmasını / daha adil koşullarda yerne getirilmesini isteme hakkım doğacağı gibi bir anlam çıkar.
Hayır. Böyle değildir. Her insanın imtihanı tebliğe veya mucizeye doğrudan doğruya muttali olsun veya olmasın kendisine özgüdür. Bu "özgünlüğün" her aşamasını, en küçük birimini Allah bilir ve kuluna ona göre muamele eder. Bu nedenle adalet bu dünyada değil, ahirette tecelli eder.
Yazarın bakış açısı gerçekten çok tehlikeli ve çok sakattır. Bu bakış açısı altında, kimi kavme sahife verilip, kimi kavme "kitap" verilmesi, kimisine de hiç bir şey verilmemesi Allah'ın haşa "adaletsizliğini" yansıtmış olur. Böyle bir mantık olabilir mi?
Üçüncüsü; yazar bu görüşüne "güya" delil olarak aşağıda bir kısmını yazdığım ayeti getirmiş.
- Peygamberleri onlara "Doğru, biz de ancak sizin gibi
bir beşeriz, fakat Allah kullarının yönelişine göre karşılığını verir.
Allah'ta bir karşılığı olmadıkça size mucize getirmek bizim haddimiz
değildir. -
Nedir yani, bu ayet Peygamberlere mucize verilmediğinin delilimidir ki buraya yazıyorsun. Bu ayet, peygamberlerin kendiliklerinden hiç bir şeye kadir olamayacağını, bunun ancak Allah'ın dilemesi ile mümkün olacağını anlatır, yoksa yazarın görüşüne delil olsun diye verdiği gibi, "hiç bir peygambere güce dayalı mucize verilmediğini" anlatmaz. Yazarın yaptığı şey demogojiden başkası değildir.
Dördüncüsü; yazar;
"Onlar da madem öyle bize mucize getirin demişlerdi"
denmektedir. Bu bütün peygamberlerin halklarının karşısına aynı Hz.
Muhammed (s.a.v) gibi "söz ile açıklama yapmaya dayalı delil"
(beyyinat) ile çıktıklarını ve mucize talepleri karşısında aynı Hz.
Muhammed (s.a.v) gibi cevap verdiklerini gösterir."
demektedir.
Önceki toplumların peygamberlerinden mucize istemeleri ile son peygamberin toplumunun mucize istemesi arasındaki aynılık nasıl olur da buna karşı verilen cevabın da aynı olduğunun kanıtı olabilir ? Kuran'da buna dair hiç bir delil yoktur. Peygamberlerin kendi toplumlarına "söze" dayalı bir delil getirmiş olmaları gayet doğaldır. Peygamberler "dilsiz" olarak gelmediler. Görevleri de tebliğdi. Bu olgu onlara güce dayalı mucize verilmediğinin kanıtı olmaz. Yazar burada da demogojiden öte gidememiştir.
oncebilgigerek Yazdı:
Peygamberlerin ve halkların zaman zaman karşılaştıkları bir takım alışılmadık, insanların olağandışı, doğaüstü dedikleri olaylara gelince şu hadis belki bir fikir verebilir;
"Güneş ve ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar ne bir kimsenin ölümü ne de yaşaması için tutulurlar. Ancak Allah Azze ve Celle bunlar ile kullarını uyarır. Güneş ve ayın tutulduğunu görürseniz, Allah'ın zikrine, dua ve istiğfara koşun. Sonra şöyle buyurdu; Allah'a yemin ederim ki sizin hiç biriniz kölesi ve cariyesinin zina etmesinden Allah'tan daha kıskanç değildir. Ey Ümmeti Muhammed! Vallahi siz, benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız" (İbn Kesir).
Hz. Peygamber'in bu sözü çocuğunun ölümünün bir güneş tutulması gününe denk gelmesi üzerine yayılan söylentiler üzerine söylediği unutulmamalıdır. |
|
|
Kusura bakmayın ama "kel alaka" ... Bunu önceki peygamberlerle kıyaslamak mükün değil.
oncebilgigerek Yazdı:
Yine görüyoruz ki Musa'ya verilen "dokuz ayetin" hepsi de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) olan bir takım "kelime ve sözler"dir. Şu hadis de bunu apaçık tefsir ediyor;
"Bir Yahudi arkadaşına Bizi şu peygambere götür de "apaçık dokuz ayet" hakkında soralım dedi. Bunun üzerine biz hep beraber Hz. Peygamber (s.a.v) 'in yanına gittik. O ikisi soruyu sordular. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Bu dokuz ayet; 1- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamanız 2- Hırsızlık etmemeniz 3- Zina yapmamanız 4- Adam öldürmemeniz 5- Sihir yapmamanız 6- Faiz yememeniz 7- Evli kadına zina iftirasında bulunmamanız 8- Savaşta kaçmamanız 9-Cumartesi yasağına riayet etmenizdir". dedi. Bunun üzerine o iki Yahudi ayağa kalktı ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in ellerini ayaklarını öperek şöyle dediler; "Şahadet ederiz ki sen peygambersin. Eğer kavmimiz tarafından öldürülmekten korkmasıydık, hiç şüphesiz sana tabi olurduk." (Razi, Kurtubi, İbn Kesir). |
|
|
Şimdi yazar kardeşimiz Kuran'ı anlamada hadisleri delil kabul ederse, yazı boyunca anlattıkları hususunda neler neler söylenebilir !...
oncebilgigerek Yazdı:
Öte yandan Musa'nın asayı yılana çevirmesi, elini bembeyaz olmuş halde göğsünden çıkarması, denizin yarılması, kayadan su fışkırması, Hz. Salih'in dişi devesi, Hz. İsa'nının ölüleri diriltmesi, körleri iyi etmesi, Hz. Yunus'un balığın karnına girmesi, Yusuf'un gömleğinin babası Yakup'un kör olan gözlerini iyi etmesi, Ashab-ı Kehf'in üç yüz yıl uyuması, Hz. İbrahim'in ateşten kurtarılması vb. Kuran'da anlatılan olayların hemen tamamı İsrailiyat etkisinde yorumlanmaktadır. Müslüman aklın bu noktada özgün yorumlar üretemediğini, işin kolayına kaçarak zaten haham düzmeceleriyle dolu Tevrat'a bakıp tefsir yaptığını görüyoruz. Kuran tefsirini düzmece Tevrat/Talmud tasallutundan kurtarmak gerekmektedir.
Bu tür kıssalarda anlatılan olaylara haham muhayyilesinde resmedildiği anlamda "mucize" denemez. Kuran'a göre bunların hepsi "ayet"tir. Kimisinde yanlış anlama, kimisinde İsrailiyat etkisi, kimisinde Kuran'ın "varlığın diliyle konuşan" edebi hitabet dilini anlayamama, kimisinde dönemin tanrı, din ve devlet telakkilerinden bihaber olma söz konusudur
Demek ki Kuran kıssalarını bir mücize dini olan Yahudiliğin ve bir kehanet dini olan Hrıstıyanlığın etkisinden kurtararak, bir "söz, akıl ve vicdan" dini olan İslam'ın berrak ve apaçık mesajı doğrultusunda yeniden ele almak gerekmektedir. Bunun için kapsamlı çalışmalar yapılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. |
|
|
Bu kısım hem bunu yazanın hem de okuyanların boyundan büyük bir iddia ortaya koymaktadır. Bu mesele hakkında konuşan hiç kimsenin "görgüye dayalı" olması bakımından [Yanlış anladığımız iddia edilen Kuran hariç olmak üzere ] zandan uzak delili yok. Bu zanna dayanarak, yazıdaki anlam yoluyla "Mucize vs. şeyler bizim dinimizde olmadığı için islam akıl, vicdan dinidir" demek büyük bir iddiadır. Kuran'dan okuyup durduğumuz bu şeylerin tamamı "basit bir yanlış anlama" değilse, islam dinine, Kuran'a "akıl dışı" demiş olursunuz. Ve hiç de iyi etmiş olmazsınız derim.
oncebilgigerek Yazdı:
Görebildiğim kadarıyla şu ana kadar bu konuda iki tefsir metodu izlendi; klasik müfessirlerin "Bu mucizedir, Allah'ın kudretinden şüphen mi var?" anlayışı ve "Bu bir efsane ve mitolojidir, Kuran bunu mesaj vermek için kullanmıştır" anlayışı�
Ya mucize ya da aslında olmamıştır mantığı�
Kanaatimce her ikisi de yanlıştır.
Benim izlediğim metodun bu ikisi de olmadığını görmek için ne söylediğime iyi bakılmalıdır. Örneğin Hz. Yunus'un balığın karnına girmesi olayı ne mücizedir ne de efsane/mitolojidir.
Bunu anlamak için Kuran tefsirine getirdiğimiz bir yenilik olan ve şu ana kadar hiç yapılmamış bambaşka bir ufuktan haberdar olmak gerekmektedir. Dönemin kendi etkin tarihi, tanrı, devlet, imparatorluk ve din telakkisi, teolojisi, jeopolitiği, simgeleri, armaları, arkeolojik kazıları, kil tapletleri, yazma nüshaları vs. üzerine araştırma yapmadan hemen açıp Tevrat'tan nakiller yapmak tefsir değildir.
O zaman, örneğin Musa'nın asayı yılana çevirmesinin, Ashab-ı Kehf'in üç yüz yıl uyumasının, Yunus'un balığın karnına girmesinin, Süleyman'ın kuşlarla, karıncalarla veya hüdhüdle konuşmasının tam da yerine oturtuğu görülecektir. (Bu tür Kuran kıssalarına dair yorumları "Yaşayan Kur'an: Türkçe Meal-Tefsir" adlı çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde bulacaksanız). |
|
|
Şimdi... Bana göre, öneri veya çözüm getirmeyen her eleştiri fitnedir. Yazının başından beri paragraf paragraf eleştirdiğin şeylerin alternatifini bir kitabın reklamını yaparak bırakamazsın kardeşim. Az da olsa, öz de olsa bunlara eleştiri için ayırdığın vakitle / yazı ile orantılı bir vakit / yazı ayıracaksın / ayırmalısın.
Bu yazarın görüşüne katılan arkadaşlardan, bizlerin bu güne kadar okuduğumuz ve mucize "zannettiğimiz" ve yukarıda bir kısmı sayılan şeylerin açıklanmasını bekliyorum.
Selam ve dua ile....
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
dost1 Admin Group
Katılma Tarihi: 28 haziran 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 538
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli Aliaksoy Kardeşim!
Allah Razı olsun. Yazınızı okudum. Mucize ile ilgili görüşlerim aşağıdaki gibidir.
Mucize
Arapça bir sözcük olan “mucize”, “acz” kökünden türemiş, if’al babından ism-i fail, müfred müennes bir sözcük olup; “insan aklını ve kudretini âciz bırakan şey” demektir.
Bu kavram Batı dillerine Lâtince “miraculum” sözcüğünden “harika şey, şaşılacak şey” anlamıyla “miracle” olarak geçmiştir.
Dinî terminolojide ise “mucize” sözcüğü; “peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, bu davasının doğru olduğunu ispat için Allah’ın izin ve kudretiyle gösterdiği harikulâde (olağanüstü, tabiat kanunlarına aykırı) şeyler” anlamına gelmektedir.
Mucizenin şartları
Kur’an’a göre mucize, peygamberlerin kişisel hünerleri değil, sadece Allah tarafından verilip, ancak O’nun izniyle gösterilebilen şeylerdir:
Ra’d; 38:Ant olsun, biz senden evvel de elçiler gönderdik, onlara da eşler ve evlâtlar verdik. HİÇBİR PEYGAMBER ALLAH’IN İZNİ OLMADAN HERHANGİ BİR MUCİZE GETİREMEZ, GÖSTEREMEZ. Her süre için bir yazı vardır.
Mü’min; 78: Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. HİÇBİR PEYGAMBER, ALLAH’IN İZNİ OLMADAN BİR MUCİZE GETİREMEZ. Allah’ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar.
Akaid bilimine göre, bir şeyin mucize sayılabilmesi için şu şartlar gereklidir:
Mucize, peygamberlerden başkaları tarafından yapılamaz.
Mucize, harikulâde ve şaşırtıcı nitelikte olmalıdır.
Mucize, bilinen sebep-sonuç ilişkisi ile izah edilememelidir.
Mucize, bir amaca yönelik ve o amacı doğrular mahiyette olmalıdır.
Mucize, peygamberlerin peygamberlik süreci içinde vuku bulmuş olmalıdır.
Mucize, herkes tarafından görülebilecek şekilde, herkesin gözü önünde yapılmalıdır.
Kur’an’da, Yüce Allah’ın elçilerine verdiği mucizelerden pek çok örnek verilmiştir.
İsa peygambere verilmiş mucizeleri;
Âl-i Imran; 45–50: Melekler demişti ki: "Ey Meryem, Allâh seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu Îsâ Mesih'dir; dünyâda da, âhirette de yüzde (şerefli) ve (Allah'a) yakın olanlardandır." "Beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır." Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" "Allâh, böylece dilediğini yaratır, dedi, bir şey(in olmasını) istedi mi ona 'ol' der, o da oluverir." Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrât'ı ve İncil'i öğretecek." "Onu İsrâil oğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: "Ben size Rabbinizden bir mu'cize getirdim: Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allâh'ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allâh'ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır." "(Ben), Benden önce gelen Tevrât'ı doğrulayıcı olarak ve size harâm kılınan bazı şeyleri size helâl yapayım diye gönderildim. Size Rabbinizden bir mu'cize getirdim, Allah'tan korkun, bana itâ'at edin!"
Maide; 110: Allâh demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ, sana ve annene olan ni'metimi hatırla, hani seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitabı, hikmeti, Tevrât'ı ve İncil'i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâil oğullarını da senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: "Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!" demişti.
Musa peygambere verilmiş mucizelerin anlatıldığı ayetler ise şunlardır:
İsra; 101: Andolsun biz, Musa'ya açık açık dokuz âyet verdik. Haydi İsrailoğullarına sor. Musa onlara geldiğinde Firavun ona, «Ey Musa! dedi, senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum!»
Bakara; 53–60: “Ve bir vakit Musaya o kitabı ve fürkanı verdik, gerekti ki doğru gidecektiniz .Mûsâ, kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah da onların tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.”
Hani siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız” demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.
Sonra, şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.
Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik ve «Verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz» (dedik). Hakikatta onlar bize değil sadece kendilerine kötülük ediyorlardı.
Şöyle demiştik: "Girin şu kente; orada, dilediğiniz yerde bol bol yiyin. Kapıdan secde ederek girin ve 'Affet bizi!' deyin ki, hatalarınızı bağışlayalım. Biz güzel davranıp, güzellik üretenlere daha fazlasını da veririz."
Derken o zâlimler, onu, kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulmedenlerin üzerine gökten bir azâb indirdik.
Hani, Mûsâ kavmi için su dilemişti. Biz de, “Asanı kayaya vur” demiştik, böylece kayadan on iki pınar fışkırmış, her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti. “Allah’ın rızkından yiyin, için. Yalnız, yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın” demiştik.”
A’râf; 106–108:(Firavun), “Eğer bir ayet ile geldiysen, getir (ortaya koy) hemen onu, tabi eğer doğrulardan isen” dedi.
Bunun üzerine, (Musa) asasını yere bıraktı, o da birdenbire apaçık bir ejderha kesiliverdi. Elini de sıyırdı (koynundan çıkardı); birdenbire eli, bakanlar için bembeyaz idi.
A’râf; 115–122: (Sihirbazlar Musa’ya): “Ey Musa! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım” dediler.
(Musa), “Siz atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir sihir getirdiler (gösterdiler).
Biz de Musa’ya “Sen de asanı bırakıver.” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor.
Böylece hak yerini buldu ve onların (Firavun ve ileri gelenlerin) bütün yaptıkları batıl oldu (boşa gitti).
(Firavun ve ileri gelenler) Artık orada mağlup olmuşlar ve küçük düşmüşler olarak geri döndüler.
Sihirbazlar ise secde edenler olarak (yere kapanmış olarak) bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik.” dediler.
A’râf; 13: Ve onlar (Firavunun kavmi), “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, biz de sana inananlar değiliz,” dediler.
A’râf; 133: Biz de ayrı ayrı ayrılmış (belirli aralıklarla) ayetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular.
A’râf; 160: Ve Biz onları on iki torun ümmete (liderleri olan oymak topluluğa) ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa`ya, “Asan ile taşa vur.” diye vahyettik. Hemen o taştan on iki pınar kaynayıp akıverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bal / bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize zulüm yapmadılar, lâkin kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Ta Ha; 17-23: "Sağ elindeki nedir ey Mûsâ?" dedi: "O, asâ'mdır. Ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onda benim daha birçok ihtiyaçlarım var (onunla birçok ihtiyacımı gideririm)." (Allâh) buyurdu; "(Yere) at onu ey Mûsâ!" Mûsâ) attı, bir de ne görsün o, koşan kocaman bir yılan! Allâh): "Al onu, dedi, korkma biz onu yine ilk durumuna sokacağız. "Elini böğrüne sok; bir hastalık olmadan, ayrı bir mu'cize olarak bembeyaz bir durumda çıksın." ki sana en büyük âyetlerimizden gösterelim.
Ta Ha; 65-70 : (Sihirbazlar) “Ey Musa! Ya sen atacaksın, yahut ilk atan kişiler biz olalım.” dediler. (Musa) “Bilakis, siz atın.” Bir de ne görürsün! Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihirden ötürü onlar kendisine, koşuyorlar hayal ettirdi.Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti.Biz: “Korkma, şüphesiz sen, üstün olan sensin. Sağ elindekini de atıver, o, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, her nereye giderse gitsin başarıya ulaşamaz.” dedik. Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: "Hârûn'un ve Mûsâ'nın Rabbine inandık!" dediler.
Şuara; 29–35: (Fir'avn ey Mûsâ): "Andolsun ki benden başka tanrı edinirsen, seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım" dedi. (Mûsâ, peki): "Sana (doğruluğumu) kanıtlayan apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" dedi. (Fir'avn): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)," dedi. (Mûsâ), asâsını attı, bir de (baktılar ki) o apaçık bir ejderha! Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için 'parlayıp aydınlanıvermiş'. (Fir'avn), çevresindeki ileri gelenlere: "Bu dedi, bilgin bir büyücüdür." "Büyüsüyle sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?"
Şuara; 60–65 : (Fir'avn ve adamları), güneş doğarken onların ardına düştüler. İki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce Mûsâ'nın adamları: "İşte yakalandık!" dediler. (Mûsâ): "Hayır, dedi, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir." Mûsâ'ya: "Değneğinle denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) yarıldı, Her bölüm, kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Mûsâ'yı ve beraberinde olanları tamamen kurtardık.
Neml; 7-12: Mûsâ, âilesine: "Ben bir ateş gördüm (gidip) size ondan bir haber getireyim, yâhut size bir ateş koru getireyim de ısınasınız." demişti. Oraya gelince (kendisine) seslenildi: "Ateşin içinde bulunan da, çevresinde olan da mübârek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allâh, eksikliklerden münezzehtir." "Ey Mûsâ, gerçek şu ki ben, güçlü, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allâh'ım!" "Asânı at!" (Mûsâ attığı) asâsının küçük bir yılan gibi titreştiğini görünce (korkudan) arkaya dön(üp kaç)dı, geri dön(üp bak)madı (bile). "Ey Mûsâ korkma, çünkü ben (evet), benim huzûrumda elçiler korkmaz(lar)." "Ancak zulmeden, sonra yaptığı kötülüğün yerine iyilik yapan olursa ona karşı da ben bağışlayıcı, esirgeyiciyim." Bir de elini koynuna sok çıksın bembeyaz hiç bir afetsiz, dokuz âyet içinde, Fir'avne ve kavmına, çünkü onlar fasık bir kavm oldular
Kasas; 29–32: Mûsâ, süreyi bitirip âilesiyle yola çıkınca Tûr'un (sağ) yanında bir ateş gördü. Âilesine dedi ki: "Siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir haber getiririm, yahut bir ateş koru (getiririm) de ısınırsınız." Oraya gelince o mübârek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ, âlemlerin Rabbi Allâh benim, ben!" Asânı at!" (Mûsâ attığı kocaman) asâ'sının küçük bir yılan gibi titreş(ip hareket et)tiğini görünce (korkudan) öyle dönüp kaçtı (ki) arkasına bile bakmadı: "Ey Mûsâ, dön, korkma, sen güvende olanlardansın." "Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. Ve kanadını korkudan kendine çek. İşte bunlar, Fir'avn'a ve onun adamlarına (göstermek için) Rabbinden sana verilen iki delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır."
İnsanlar, geçmiş peygamberler hakkında duydukları mucizelerin aynılarını ya da benzerlerini peygamberimizin de yapmasını istemişler ve cevaplarını Allah’tan almışlardır:
Ankebut; 50, 51: Dediler ki: “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” De ki: “Mucizeler Allah katındadır. Bense açıkça uyaran birisiyim. Hepsi bu.”Karşılarında okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız onlara kâfi gelmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum için elbette bir rahmet ve bir öğüt vardır.
Görüldüğü gibi, Rabbimizin cevabı gayet açık ve nettir: “Senden mucize bekleyenlere söyle; MUCİZE OLARAK KUR’AN YETMİYOR MU?”
Gerçekten de Kur’an, içerdiği edebî sanatlarla eşsiz bir güzellik sergilemesi yanında, bilgi verdiği konularla da tam bir mucizedir.
Değişik alanlarda yapılan bazı bilimsel buluşlar, Kur’an’ın o konuda verdiği bilgileri doğrulamış ve bu mucizeliğin devamlı olmasını sağlamışlardır.
Kur’an’ın; bugün hâlâ anlayamadığımız (ama bundan sonraki keşiflerde anlayabileceğimizi düşündüğümüz) bir takım konular içeriyor olması;
“19 mucizesi” gibi henüz tam olarak çözülememiş bağıntılar ihtiva etmesi,
sözcük anlamları ile ilgili olan ve son yüz senede ortaya çıkarılan matematik özellikleri,
sözcüklerin tekrar sayıları ile ifade ediyor olduğunun yeni anlaşılması,
bu mucizeliğin kıyamete kadar süreceğine delâlet etmektedir.
Rabbimiz, kitabının sürekli eşsiz ve sürekli en büyük mucize oluşunu ve onun bir benzerinin meydana getirilemeyeceğini meydan okuyarak dile getirmiştir:
Bakara; 23: Eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, HAYDİ ONUN BENZERİNDEN BİR SURE GETİRİN. Allah’tan başka tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kişilerseniz.
İsra; 88: De ki: Ant olsun eğer insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya toplansalar, birbirlerine de destek olsalar, onun bir benzerini yine de ortaya getiremezler.
Bu meydan okuyuşa on beş asırdan bu yana cevap verilememiştir ve kıyamete kadar da verilemeyecektir.
Bu demektir ki; peygamberimize verilmiş olan mucize (Kur’an), diğer peygamberlerin göstermiş olduğu ve küçük bir zaman diliminde olup biten mucizeler gibi değil, kıyamete kadar sürecek, tabiri caizse canlı bir mucizedir.
Rabbimiz, “mucizelerin en büyüğü” olarak nitelediği Kur’an’ı peygamberimize vermişken, bunun önemini kavrayamayanlar, diğer peygamberlere verilen mucizeleri de peygamberimize uyarlama ve hatta peygamberimiz için yeni mucizeler uydurma gayreti içinde ifrat boyutunu geçmişler, ilâhî sıfatları peygamberimize yakıştırarak işi sapıklık boyutuna taşımışlardır.
Ki,Allah Razı olsun.Alperen Kardeşimiz bununla ilgili bir örnek vermişti.
Kaynak: İşte Kur’an (Hakkı Yılmaz)
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
En doğrusunu bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam...
Dost1 Allah senden razı olsun. İçime biraz su serpildi doğrusu... Sofra meselesini yahut Yunus ve balığın karnı meselesini farklı veya yanlış yorumlamış olabiliriz. Sizin söylediğiniz de doğru olabilir. Ama "...bu güne kadar okuyup durduğunuz ve mucize dediğiniz şeyler aslında güce dayalı mucize değildir. Bütün peygamberlere aynı son peygamberde olduğu gibi sadece söze dayalı delil verilmiştir. Mucizeyi ancak basit bayağı insanlar ister, kafirler de hep böyleydi zaten..." tarzında bir yazı okuyup bu hususta yeterli bir yorum da gelmeyince bi tuhaf oldum.
Yazdığınız yazının noktasından virgülüne kadar katılıyorum. Allah razı olsun. İlmimizi arttırsın.
Selam ile...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
emre Uzman Uye
Katılma Tarihi: 04 kasim 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 137
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam,
Anlatım Sanatları İle İlgili:
“Edebiyatta bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir mesele benzeterek örneğe ait bir şekilde ifade etmeye "temsil" adı verilir ki teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.”
Elmalılı Hamdi Yazır “Bakara Suresi 17” :
"Mesel", aslında "misil" ve "nazîr" yani bir şeyin benzeri, eşi mânâsınadır ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş" (eş, akran) diye göstermiştir. "Şebeh","şibih", "şebîh" denildiği gibi, "mesel", "misil", "mesîl" denilir.
İkinci olarak vaktiyle bir olay ve bir tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup, "atalar sözü" diye dilden dile dolaşan güzel sözlere, "darb-ı meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların kaynağı denilen ilk hadiseler, üzerine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak temsil edilmiş bulunur. "Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi.
Üçüncüsü şaşılacak ve garib bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata veya bir kazıyye (önerme)ye ve hikayeye de "mesel" denilir ki, darb-ı mesel gibi, dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu cihetle ondan istiare edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gibi her söylenişinde bir teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakikat de olabilir, bir temsilî istiare de olabilir, buna "destan" da denir. "Dillere destan oldu." deriz. Destan şiirleri bundan alınmıştır. Bu mânâdan, delil ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nadir hakikat olsun ve gerek bir tahyil (akla getirme) ve temsil, yani sırf bir masal olsun bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir. Mesela "Bu iş, kurt ile kuzu masalına benzer." denilir. Biriyle diğerine temsil edilerek delil getirilir. İşte edebiyatta bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir mesele benzeterek örneğe ait bir şekilde ifade etmeye "temsil" adı verilir ki teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır.
Edebiyatta anlatma ve cazibe nokta-i nazarından temsilin, beyan ile ilgili büyük önemi vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar, kuruntuların müdahale ve saldırılarına maruz olduklarından, gizli düşünceleri iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil ise, kuruntuları akla bağlar da, hakikati, cahil ve anlayışı kıt kimselere bile anlatmaya sebep olur. Çünkü temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin perdelerini atarak, onları açık hissedilen şeyler kisvesi içinde açıklar, tanınmadık şeyleri tanınmış, görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır ve anlatır. İş bunun yerini bilmek ve güzel kullanabilmektir.”
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam,Aşağıda alıntıladığım yazı Ahmet Baydar
Kur`ân-ı Kerim`de, birden fazla bölümde Hz. Musa`nın elçi olarak Firavun`a gönderildiği anlatılır. Elinde, yere bırakıldığında yılana dönüşen bir değnek vardır. Yılan kıvrak hareketler yapar, koşar ve irileşir. Hz. Musa, bu dönüşümlerden korkar. Bunun üzerine elini cebine sokar. Çıkarınca da kusursuz beyaz görülür. Daha sonra Hz. Musa yine bu değnek sayesinde denizi geçer ve taştan oniki kaynak fışkırtır.
Bir değnek yılan gibi canlanmış, denizi yarmış, taştan su çıkartmıştır. Oysa tabiatta aynı şartlarda, her zaman aynı sonuçlar izlene gelmektedir. O zaman, kuru bir ağacın canlanması, denizin insanlara yol verecek şekilde ayrışması, bir taştan su fışkırması nasıl izah edilebilir?
Bu sorunun muhtemel üç cevabı vardır. Birincisi, bu olaylar harikulade göründüğü için mucize kabul edilmesi gerektiğidir. Çünkü tabiatta izlene gelen olayların işleyiş seyriyle çelişmiştir. Başka bir deyimle, Allah, fiillerinde bulundurduğu adetlerini geçici olarak iptal etmiştir.
Mucize kabulü, akli açıdan çelişkili dursa da iman açısından "mümkün" görülür. Akli bir çelişkidir çünkü bir olayı mucize olarak adlandırmak, evrendeki sebep-sonuç ilişkili düzeni zımnen kabul etmiş olmaktır. Bu da neticede, az deneyle verilmiş bir yargıyı, deneye dayanmayan bir yargıyla iptal etmek anlamına gelir. Mucize kabulü iman açısından ise mümkündür. Çünkü bir ressamın, yaptığı resme her an müdahale edebileceğini kabul etmek gerekir. Eşyayı istediği şeye dönüştürmek, ona ilk özelliklerini dilediği gibi verenin elindedir. Taşı taş olarak yaratanın bir anda onu su yapmaya da kudreti yeter.
Ancak meselenin imani bakışla birlikte düşünülmesi gereken Kur`ânî boyutları vardır. Önce bu tür bir kabulün, Kur`ân`ın genel üslubuna ve ön doğrularına uyup uymadığını düşünmek gerekir.
Mucize, bir anlamda, tabii süreçlere yapılan bir müdahale ile varlığın cezbeye gelmiş olduğunu kabul etmektir. Bu ise eşyayı "meleki" yapısından çıkarır. Ayrıca, aynı sebeplerin bazen farklı sonuçlar vereceği beklentisi, dilediğince faydalanma yetisi (teshir) verilen insanoğlunun halife olarak atanmasıyla ve denenmek için yaratılmış olduğu hikmetiyle çelişir.
Ayrıca Kur`ân, Allah`ın zaten evrendeki işleyişe her daim müdahil olduğunu belirtmiştir. Bu müdahalenin de bir adet üzere bulunduğu izlenmektedir. Kur`ân, bu düzenli işleyişten bir istisna yapmamıştır. Bu şekilde meydana gelen her olaya da ayet demiş, toplumsal olanlarına uygulana gelenlerinin (sünnetullah) değişmeyeceğini de açıkça belirtmiştir. Yaratıcının kudretini daha fazla hissetmek isteyene de, daha fazla akli izah isteyene de; bu ayetlerin açık, açıklayıcı ve kesin kanıtlar olduğunu söylemekle yetinmiş, iman ve inkârı açığa çıkaracak şeyin de bu ayetler olduğunu dile getirmiştir.
Bu ayetlerin dikkat çekilen yönleri de, sarsıcı ve şaşırtıcı oluşları, insanı acze düşürücü oluşları yahut izlenen âdete muhalif oluşlarından daha ziyade yinelenen oluşlardaki ibret verici karakterleridir. Daha önemlisi ise Kur`ân`ın, peygamberliğin mucizeyle ispat edilmesini isteyenlere karşı kullandığı şu üsluptur:
"Yâhut senin altından bir evin olsun yâhut semaya çıkasın, ona çıktığına da aslâ inanmayız, tâ ki üzerimize okuyacağımız bir kitap indiresin! De ki: Sübhanallah! Ben sadece beşer bir elçiyim."
Kur`ân-ı Kerim, elçilerin peygamberliklerini, nesnel ayetlere işaretle ve sözel ayetleri tebliğ ederek ispat ettiklerini söyler. Sarsıcı, hayret verici, meydan okuyucu, acze düşürücü doğal olay anlamında bir mucize sözcüğü kullanmaz. Müminlerin peygamberlere inanmalarının gerekçeleri de mucizeler değil, kendilerindeki sakınma duygusu ve elçilerin ilettikleri vahiydir. Nitekim gerçek peygamber Hz. Muhammed (a.s.) ile peygamberlik taslayan Müseylime`nin arasını ayıran şey de bir mucize değil vahiy olmuştur.
Hz. Musa`nın değneğinin dönüşümlerinin nasıl izah edilebileceği konusunda muhtemel ikinci cevap ise şudur. Bunlar, gerçekte fiillerin seyrine uygun olarak cereyan ede gelen; kasırga, volkanik patlama, taş yağmuru, deprem, med-cezir ve benzeri nadir görülen tabiat olaylarıdır. Allah, peygamberlerine tam yerinde ve zamanında vahyederek bu olaylarla onları desteklemiştir. Ancak devrinde izleyenler, sebeplerini kavrayamadıkları için onları mucize telakki etmişlerdir. Haberin bize mucize şeklinde gelmesinin sebebi de onların algılama biçiminden kaynaklanmıştır.
Yukarıdaki sorunun muhtemel üçüncü cevabı da şudur. Bu anlatımda dile getirilen hususlar, gerçekleşmiş doğal hadiseler değildir. Anlatım temsilidir. Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken de sebep ve sonuçları açısından doğa değil, bu hadiselerin gündemi ve anlatımın edebi açıdan değerlendirilmesi olmalıdır.
Son iki ihtimalin hangisinin daha doğru olabileceğini elbette Musa (a.s.) ın gündeminde ve hadiseleri nakleden metnin üslubunda aramamız gerekecektir.
"Hz. Musa`nın Gündemi" ile devam edecek.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|