Yazanlarda |
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
DÜCANE CÜNDİOĞLU YAZILARI :
Bir serçenin kanatları altınla kaplanırsa...
Paris'te bir Türk ailesinin evine davet edilmiştim.
Yemek sırasında, babası, içeride annesine yardım eden 11-12 yaşlarındaki küçük
kızını işaret ederek, biraz da gururla, “Amcası” dedi, “Kızım çok başarılı.
Okulunun birincisi. Bütün derslerinden 10 alıyor. Fransızlar bile hayran
kendisine!”
Ben hiç düşünmeden, “Eyvah!” dedim; “çocuğunuzun ne sorunu var?”
Masadakilerin tuhaf tuhaf baktıklarını görünce de ilâve ettim:
- “Bu yaşta bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duyduğuna göre, muhakkak bu
çocuğun kendisini başa çıkmak zorunda hissettiği ciddi bir sorunu olmalı!”
Masadaki sessizlik uzun sürmedi, baba, “Ne sorunu olsun beyefendi? Hiçbir
sorunu yok, gayet normal bir çocuk!” diye cevap verdi.
Huysuzluğum tutmuş olmalı ki “Mümkün değil!” diye mukabele ettim: “Değil bir
çocuk, bir yetişkin bile, normal olduğu takdirde, yüksek başarıların peşinden
koşmak ihtiyacı hissetmez. Mutlaka fark etmediğiniz bir sorunu olmalı.”
“Meselâ” dedim; “arkadaşlarıyla arası nasıl? Çok arkadaşı var mı? Oyun
oynamayı seviyor mu?”
Baba önce nasıl cevap vereceğini bilemedi, sonra “Var tabii ki” deyû bir
şeyler söylemeye çalışırken, eskiden beri ailenin yakını olan doktor arkadaşım,
“Hay Allah, nasıl da farketmemişim. Dücane Bey haklı. Gerçekten de '...'nın
doğru dürüst arkadaşı yok. Pek oyun oynamayı da sevmez. Ben ne zaman çocukları
lunaparka götürmek istesem, o gelmek istemez, odasına kapanır, televizyon
seyretmeyi tercih ederdi” diye açıklamalar yapmaya başladı.
Hikâyenin devamı o kadar önemli değil. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki beni
şaşırtacak farklı bir neticeyle karşılaşmadım.
Eskiden beri, göz alıcı başarıların öykülerini hep kuşkuyla karşılarım. Ne
zaman başarıyla övünen biriyle karşılaşsam, “Acaba bu zavallının ne sorunu var
ki bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duymuş?” diye düşünürüm.
Başarının türü önemli değildir. Bedeli zor ödenmiş her başarı, her yükseliş,
gerçekte bir kaçıştır. Kimsenin kuşkusu olmasın ki başarıların yegâne yararı,
geride/içte saklı bir şeyleri örtmeye matuftur.
Başarmak kolay değildir! Başarı kazanmak zordur! Her başarının bir maliyeti
vardır!
Bu cafcaflı açıklamaları duyunca sormak gerekmez mi: İnsan niçin bu maliyeti
öder? Zorluklara katlanmayı gerekli kılan nedir? Kişi niçin durup dururken
zorluklarla uğraşmak ister?
Cevap acaba şu mu: Başarılı olmak istiyorsan, bedelini ödemelisin!
Başarılı olmak için ne yapmak, hangi sıkıntılara katlanmak gerektiğini
konuşuyor olsaydık, hiç değilse “kolay başarılar”dan söz etseydik, belki bu
cevabın bir mânâsı olurdu. Oysa bizim cevabını merak ettiğimiz sorular şunlardı:
- “İnsan niçin başarılı olmaya ihtiyaç duyar?”
- “Başarı arzusunu ortaya çıkaran eksiklik duygusu acep ne ola ki?”
Başarıya ihtiyaç duymuş olan birinin, arzusuna ulaşmak için gerekli maliyeti
ödemeye yanaşıp yanaşmaması farklı bir şey, bu maliyeti göze alabileceği
başarılara talip olmak zorunda kalması ise başka bir şey!
Başarı, basitçe eksikliğin giderilmesi değil, eksik olanın ihtiyaç fazlası
olacak kadar biriktirilmesidir. Bu bakımdan yeterince eksiklenmeyen insan yüksek
başarılara ihtiyaç duymaz! (Tırmanmanın istikameti doğal olarak aşağıdan
yukarıyadır. Aşağıda olmayan, niçin yukarıya tırmansın?)
Azim, irade, gayret, çaba, vb. faaliyetleri küçümsediğimi sanan akl-ı
evveller, bu sözcüklerin yerini, hem de bir çırpıda “hırs, ihtiras, tamâ” gibi
sözcüklerin alabileceğini de hesaba katmalıdırlar.
Bu yer değiştirme, eylemin türüyle değil, amacıyla ilgili olup kabaca “çok
çalışma” olarak tanımlanabilir. Siyasî hırslar, sanatsal ihtiraslar, ticarî
tamahkârlıklar, kolaylıkla azim ve gayret'le ilişkilendirilebilir.
“Başardım, başarılıyım” gibi boş lâfları bırak da söyle bakalım mutlu musun?
Ben başarılı ama mutsuz çok insan gördüm; keza bir o kadar da başarısız ama
mutlu insan... Başarı insanı memnun eder, nefsine haz verir ama eğer aptal
değilse aslâ mutlu olmasını sağlamaz!
Yanlış anlaşılmamak ümidiyle, yeri gelmişken Sezen Aksu'yu misâl olarak
verebilirim. Kendisi zekî, başarılı ve iyi kötü hâlinden memnun bir sanatçı.
Fakat göründüğü kadarıyla mutlu değil. Olsaydı, olabilseydi, başkaları nezdinde
başarılı olmaz, aslâ bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duymazdı.
İyi ama kişi hem başarılı, hem mutlu olamaz mı?
Olamaz, çünkü bir serçenin kanatları altınla kaplanırsa, o serçe artık
semâlarda yükselemez!
Unutmayınız, başarı altın gibidir. Çökertir. Mutluluksa her halûkarda toprağa
ihtiyaç duyar; bir vasata yani.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Baş olmayı bırak, adam olmaya bak!
Bir zamanlar 'muvaffakiyet' diye bir sözcük
kullanılırdı Türkçemizde. Nedense, şimdilerde pek iltifat görmüyor; zira eskimiş
sayılıyor. Onun yerine 'başarı' veya �başarılı olmak� ifadeleri daha revaçta.
Her fırsatta karşımıza çıkan 'başarı' sözcüğünün kısa bir zaman diliminde
'muvaffakiyet'in veya �muvaffak olmak� tabirinin yerini alması aslâ bir tesadüf
değil.
Zihinde değişmeler olunca, çaresiz dilde de değişmeler oluyor. Dünyaya,
olaylara bakışımız, ister istemez kullandığımız 'simge'leri de dönüştürüyor;
öyle ki, ya eldekilerin içini boşaltıp onları yeni anlamlarla dolduruyor, ya da
çok daha kullanışlı, elverişli yepyeni 'simge'ler üretiyor.
Niçin 'muvaffakiyet' sözcüğünü ihmâl edip, yerine 'başarı' sözcüğünü ikame
ettik dersiniz?
Sırf eskimiş olduğu için veya telâffuzu güç olduğundan mı?
Hayır! Bilâkis bu sözcük, kökü/kökeni itibariyle zihnimizle/zihniyetimizle
uyuşmadığı için onu bir köşeye fırlattık. Eskiyen, gerçekte sözcüğün kendisi
değil, ait olduğu dünya idi; 'muvaffakiyet'in o dünyada işgal ettiği mevkî idi.
Dilerseniz, şu eski dostun, 'muvaffakiyet'in anlam dairesine biraz
yaklaşalım; yakınında başka hangi tanışlar varmış, göz ucuyla bir seyredelim.
Kökü: 'vefk'. Hemen yanına 'vifak'ı da ekleyelim, lâzım olacak çünkü.
Önce eski bir âşina: 'tevafuk-muvafık'... Bir şeyin bir şeye muvafık olması
(tevafuk), gerçekte onların birbirleriyle münasib/mütenasib olması demekti; iki
şey birbirine denk gelirse, tesadüf ederse, birbirleriyle uyum içerisinde
olursa, sonucun 'muvafık' olduğu söylenirdi. ('Muvafakat'ı hatırlatmaya gerek
var mı?)
Bir diğeri: 'ittifak'... Bu sözcük de aynı kökten gelir; �anlaşma, uyuşma�,
hatta 'rastlantı' demektir; 'müttefik' de pek tabii ki �ittifak eden�...
Eh, bir de 'tevfik' (�başarıya ermek� değil, �başarıya erdirmek�) tabiri
vardı ki o dünyanın insanları, ellerindeki bütün gayret ve çabayı gösterdikten
sonra, inançlarının gereği �tevfik Allah'tandır!� demeyi bir âdet ve itiyad
hâline getirmişlerdi. Çünkü 'tevfik' ve 'teveffuk', kişinin kendi elinde
değildi; gayret ve çaba tek başına yetmezdi; aksine bu bir nasip işiydi. Talibin
nasibi varsa, yani taleb ettiği ile kendi arasında bir nisbet mevcutsa, vücuda
gelirse, ancak o zaman, istediğinin olacağına, maksadına ulaşabileceğine
inanırdı. Gayret, bu nisbeti meydana getiremezdi. Nisbeti olmadığı hâlde gayret
edene �kifayetsiz muhteris� denirdi.
O insanlar nasiblerinin ne olduğunu, kendilerine münasib ve muvafık olanı
gerçek anlamıyla bilemeyeceklerini bilirler, öyle inanırlardı. İyi bildikleri
kötü, kötü bildikleri iyi çıkabilirdi. Tüm nisbetleri bilmek imkânsızdı.
Bütünüyle nisbeti bilmek, her şeyi bilmekti.
Eskiler, bir şeyi isterler ve gayret edip, istedikleri şey ile aralarındaki
nisbetin gerçekleşmesini umarlardı sadece. Onca gayretlerine rağmen, olmazsa,
gerçekleşmezse, 'nasip değilmiş!� derler ve kendilerini üzmezlerdi. Her işin bir
sahibi vardı. Tevfik O'ndandı. Başarıya erdirmek O'nun elindeydi. Dilerse
olurdu, dilemezse olmazdı. Nisbetlerin Rabbi, her şeye bir nisbet (isim) vermiş,
kullarını bu nisbete riayet etmekle, o nisbete muvafık hareket etmekle mükellef
kılmıştı. Kısacası, nisbetlerin (âlemlerin) Rabbi, her ismini, bir nisbet
hâlinde kullarına birer �rabb-i has� (ayn-ı sabite) olmak üzere tayin etmiş;
diğer nisbetleriyse, gayretleri nisbetinde lütuf ve ihsan edeceğini bildirmişti.
'Muvaffakiyet' demek, işte bu yüzden münasib olanın, yani nisbetin,
tenasübün, münasebetin gerçekleşmesi (başarıya erdirilmek) demekti.
Peki ya başarı?
'Başarı' sözcüğünün geçmişi uzun değil, kadîm dünyayı terkedişimizle yaşıt.
Köküyse 'başarmak'tan, yani �baş'a erme�ye, �baş'a varma�ya, �baş olma�ya
dayanıyor. Kısacası, 'başarı' demek, �baş'a çıkmak�, �baş'a tırmanmak� demek.
Ey talib! Başarılı olma isteğinden ötürü seni kınadığımı düşünüp sukût-ı
hayâle uğradığını yazıyorsun. �Baş(arılı) olmaya değmez� dediğim için
üzülmüşsün.
Niçin? Ermediğin bir 'baş'a, çevrendekileri erdirmeyi bir marifet zannettiğin
için.
Ey talib! Marifetin anahtarını, kaybettiğin yerde aramıyorsun; zira kendini
aramıyorsun! Aradığın, sadece 'başarı'nın, 'baş'a ermenin, 'baş'a çıkmanın,
'baş' olmanın anahtarı.
Peşinden koştuğun dünyanın senden yüzçevirmesinden yakınıyorsun. Peki ya
yüzünü sana çevirirse, söyle bakalım, hâlin nice olur sanıyorsun?
Sen baş olmayı bırak, benim yaptığımı yap, önce adam olmaya çalış!
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İşiniz iyi maşaallah, peki içiniz?
“Zihnimiz, zihniyetimiz değişince, ister istemez
dilimiz de değişiyor” demiş; bu nedenle de dünkü yazımızda 'muvaffakiyet' ile
'başarı' sözcükleri arasında bir karşılaştırma yapmıştık.
Muvaffakiyet “başarıya erdirilmiş olmak” demek, 'başarı' ise, “baş olmak,
başa ermek, başa varmak” demek. Bir kişinin muvaffak olduğunu söylediğimizde,
onun başarıya erdiğini değil, aksine başarıya erdirildiğini, başarılı
kılındığını söylemiş oluruz; başarılı olduğunu söylediğimizdeyse, tam aksini.
Eskiden kitapların önsözleri, meâlen “Gayret ve çaba bizden, tevfik
Allah'tan!” cümlesiyle sona ererdi. Yani müellif demek isterdi ki: “Ben doğruya
ulaşmak için elimden geleni yaptım, ama beni bu konuda başarıya ulaştıracak,
başarılı kılacak olan O'dur; başarıya ermek benim elimde değil; erdirecek olan
O'dur!”
Sanırım burası açık.
Açık olmayan şurası: Mutluluk, nasıl oluyor da başarıya tercih edilebilecek
bir mahiyet taşıyor?
Nedir şu mutluluk, ki kendisine yöneldiğimiz takdirde, siz, başarıyı,
başarılı olmayı önemsemeyebileceğimizi söylüyorsunuz?
Şöyle düşünelim:
Derslerinde iyi notlar alan veya işinde çalışkanlığıyla, yeteneğiyle
yukarılara tırmanmış olan ve fakat arkadaşları arasında şımarık, acımasız,
kibirli davranışlarıyla sevilmeyen birini pekâlâ dışarıda 'başarılı'
sayabiliriz. Çünkü yaptığı işlerde o işlerin tepesine (başa) çıkmayı
başarmıştır. Çıkabileceğinin alâmetleri belirmiştir en azından.
Peki içeride? Sanırım, keyfi ne kadar yerinde olursa olsun, böyle birinin
aynı 'kötü' davranışları tekrarladığı sürece, 'mutlu' olamayacağı tahmininde
bulunabiliriz.
Acaba arkadaşlarını (çevresini) kaybedeceği için mi?
Hayır! Hilim, merhamet, tevazu gibi insana özgü 'iyi' vasıfları baştan
kaybettiği/kaybedeceği için. Dahası, bu yoksunluk, o kişiyi, sadece
arkadaşlarıyla değil, ailesiyle, eşiyle, çocuklarıyla olan münasebetlerinde de
'başarısız' kılacağı için.
“İyi bir çocuk” olmak ile “başarılı bir çocuk” olmak arasındaki farkı da
düşününüz isterseniz.
Sizce, hangisi mutluluğun hüznüne lâyıktır, başarılı olan mı, iyi olan mı?
Başarının size vereceği mükâfat en nihayet hazdır; iyiliğin mükâfatı ise,
mutluluğun hüznü.
Başarınızın keyfini çıkarabilir ve fakat aynı zamanda mutsuzluktan neredeyse
nefes alamayacak raddeye gelebilirsiniz.
Önemsemeniz gereken, gerçekte iyi olmak, iyiye uygun davranmaktır. Eğer
muhakkak bir başarıdan söz edeceksek, bu başarı, her şeyden evvel iyi olmayı
başarmaktır. İyi olamazsak, iyi olmayı başaramazsak, hiç kuşkusuz ki mutlu da
olamayız. Hüzün bizden uzak olsun o zaman!
İyi olmak, erdemli olmakla mümkün. Erdemli olmaksa, itidal sahibi olmakla,
ortayı bulmakla. Demek ki önce itidali arayacak, itidali buldukça erdeme
yaklaşacak, hatta erdemli olacak; erdemli oldukça iyiliğe ulaşacak, iyi olmayı
başarınca da mutluluğun hüznüne erişeceğiz.
Misâllerimin ve analizin seviyesini düşürdüğüm için mazur görülmeyi
bekleyerek soruyorum:
— Başarı, bir itidalin ifadesi midir?
Küçük yaşlardan itibaren başarılı olmak zorunda bıraktıkları (aptalcasına
yarışa soktukları) çocuklarının mizac ve karakter olarak itidallerini
kaybetmelerine neden olan anne ve babalar, sonuç itibariyle, çocuklarını nasıl
bir keşmekeşin içine atmış oluyorlar acaba?
İp atlamak veya seksek oynamak yerine odasına kapanıp gece gündüz demeden
çalışan ve sonunda da matematik dersinden 10 alan bir kız çocuğu, belki okul ve
iş hayatında başarılı olabilir; peki ya özel hayatında, iç dünyasında?
Sivilceleriyle (!) başa çıkamayan bir delikanlı, okul birincisi gelip başa
erse, başarılı olsa n'olur, olmasa n'olur? Anne babanın vazifesi, çocuğa sadece
dersleriyle (dışıyla) değil, sivilceleriyle (içiyle) de başa çıkmanın yollarını
öğretmek; çocuklarının işleri kadar, onların içlerini de önemsemektir.
Ey talib! İnan ki hayat, böylesi başarıları küçümseyecek kadar uzun, hayatın
cilveleriyse insanın başarılarına kanmayacak denli acımasız. Bu nedenle, özel
hayatlarında mutsuz olan yetişkinlerin, iş hayatlarındaki başarılarıyla
gözlerinin kamaşması bir hata; bu kamaşmayı güya “kutsal bir dâvâ” adına
katmerleştirmen ise çok daha büyük bir hata.
En iyisi, “Nasib ya HU!” de, yola revan ol! Başarının canı cehenneme, sen
asıl seni mutlu edecek hüznü ara!
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Sen hiç istemedin ki dostum!
“Çok istiyorum ama olmuyor” dedi delikanlı. “Ne yapsam olmuyor. İnanınız, elimden geleni yaptığım hâlde olmuyor.”
“Sen istemek nedir hiç bilmiyorsun ki!” diye
cevap verdi yaşlı adam, hafifçe sesini kısarak. “Gerçekten isteseydin
olurdu. Evet, hiç boşuna yorma kendini! İsteseydin, eğer gerçekten
isteseydin, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre
sen henüz istememişsin demektir.”
“İstemek, birşeyin olmasını istemek, gerçekten istemek nedir o hâlde?” diye saf saf sordu genç.
VE suâlinin cevabı hemen geldi:
— “İstemek, olmayı istediğin, olmasını
istediğin şey için ölmeyi göze almak, ölecek kadar istemek, hatta olmak
için, olması için ölmek demek.”
İstemek, birşeyin olmasını istemek, onu
dilemek, onu arzulamak: tutkuyla, hırsla, ihtirasla onun olması için
yanıp tutuşmak demek.
Ah ne zordur istemek? İstek sahibi olmak...
tutku sahibi olmak... tutmak için tutuşmak... tutmak uğruna tutuşmak...
tutuşmak pahasına tutmak.... tutarken ve sırf tuttuğu için tutuşmak...
yanmak yani... olmak için ölmek... ölmedikçe olmayacağına,
olunamayacağına inanmak...
İstemek... birşeyin olmasını istemek... olmayı istemek...
Yani?
İstemek 'bedel ödemek' demek. Bedelini hesap
etmeksizin istemek demek. Bedeli ne olursa olsun istemek demek. İsteğin
şiddeti arttıkça ödenecek bedelin miktarının da artacağını bilmek
demek. Bedeli büyük olduğu için olması istenenden kaçmak değil, bedeli
büyük olduğu için olması istenene koşmak demek. O hâlde istemek demek,
herşeyden evvel bedeli büyük olanın olmasını istemek demek. İstemek
bedeli seve seve ödemek, bedeli göze alınan şeyin olmasını istemek
demek.
Gönül cenneti istiyor imiş ammâ günahlar bırakmıyormuş.
Söylesene sevgili dostum, günahlar da kim
oluyormuş? Gönlümüze ket vuracak, gönlümüzün isteklerini, istediklerini
engelleyecek günah mı varmış bu dünyada?
Gönül bir kere istese, gönlün kendisi cennet
olmaz mı? Bir kere, evet bir kere gönül cenneti istese dağlar tepeler
düzlük, denizler yol olmaz mı insana?
Günah adam gibi istememenin, isteyememenin adı
değil mi zâten? Günah istemesini bilmeyenlerin, istemek nedir
bilmeyenlerin içine yuvarlandığı çukur değil mi?
Evet günah: olmayanlara, olmayı adam gibi
istemeyenlere verilmiş bir ceza. Günah bir sebep değil, bilakis günah
tamıtamına bir âkibet, bir sonuç, hem de istemeyi bilmemekten hâsıl
olan bir sonuç. Günah, istemeyenlerin, istemesini bilmeyenlerin,
istemek nedir bilmeyenlerin ağına düştükleri avcı... tutkusunu
kaybetmişlerin kucağında uyumayı tercih ettikleri yosma... ölmeyi göze
alamayanlara kurulan darağacı... çeşm-i siyahın ta kendisi günah.
Ağlayan değil ağlatan, sızlayan değil sızlatan. Günah tutkusuzlara özgü
bir ceza... tutmaktan vazgeçenlere... —ağzım kurusun— tutmaktan değil,
tutulmaktan korkanlara musallat olan belâ. Evet, isteyenlerin değil,
istemekten çekinenlerin belâsı hem de.
— “İsteseydin, eğer gerçekten isteseydin,
olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz
istememişsin demektir.”
İsteseydin eğer, isteğinin şiddetinden,
istemenin muhabbetinden yer yarılır, gök parçalanır, ma'dum mevcud'a,
adem vücûd'a inkilâb ederdi. İsteseydin eğer, günahların yok olurdu.
Bir kere isteseydin, evet bir kere gerçekten isteseydin olan olurdu;
olacak olan olurdu. İsteseydin olmaz bile olurdu...
Sen hiç istemedin ki dostum! İstemek nedir
bilmedin ki! Hiç tutulmadın sen! Tutkuların için ölmedin ki! İsteseydin
ölürdün, ölseydin olurdun! Sen hiç olmadın ki! Evet, olmadın, çünkü sen
hiç ölmedin! Ölecek kadar istemedin, ölümün pahasına istemedin, ölümüne
istemedin! İsteseydin ölürdün. Ölseydin olurdun. Ne öldün ne oldun.
Çünkü sen istemedin. İsteğini, istediğini aslında dile bile getirmedin.
Öyle ya, bir kere dile getirseydin, olurdun. Bir kez adam gibi aklından
geçirseydin hemen orada olmuş ve ölmüş idin.
Sen hiç istemedin ki dostum! İstemesini bilmedin. İstemek nedir bilmedin. Çünkü sen ol deyince olduranı hiç tanımadın.
Not: Bu yazı, 6 yaşındadır.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yoklukta niçin var olur insan?
Muhabbet yoksuluyuz, yani muhabbete muhtacız, burası kesin. Yoksuluz, çünkü muhabbetten yoksunuz.
Bir şeyin yoksulu (fakir), o şeye ihtiyaç
duyandır. Kim neye ihtiyaç (fakr) duyuyorsa, onun yoksuludur; yoksun
olduğununun yoksuludur.
Peki bu, muhabbetten bütünüyle bir yoksunluk, tam anlamıyla bir muhabbet yoksulluğu mudur?
Hayır! Elbette muhabbetin de türleri var; yoksunu ve yoksulu olmadığımız muhabbet türleri...
İmdi, maksadımızı açık kılmak amacıyla biraz derinlere doğru kazalım:
İnsanoğlunun davranışlarına yön veren üç ilke
var: 1) haz ilkesi, 2) fayda ilkesi, 3) iyi ilkesi. İnsan en az üç
amacı gözeterek bir şeyi eyler, eylemeyi ister; yani bir şeyi ya
vereceği hazzı elde etmek amacıyla yapar; ya yarar elde etmek amacıyla,
ya da o şey iyi olduğu için...
Muhabbet (sevgi) duygusunu işte bu üç amaçla açıklamayı deneyebiliriz.
Muhabbeti, "bir şeyle birleşmek isteği" olarak
tanımladığımız takdirde, insanın hazzı, faydayı, iyiyi veya üçünü de
birden seviyor olmasını, muhabbetin dört biçimi olarak yorumlamış
olmakla kalmayız, böylelikle eylemlerimizi yönlendiren daha üst bir
ilkeye de atıf yapmak imkânını elde etmiş oluruz.
Bazıları hazzı, zevki, lezzeti sever; yaptıklarını sadece hazz elde etmek kasdıyla yapar.
Bazıları yararı, faydayı, menfaati sever; yaptıklarını sırf menfaat elde etmek kasdıyla yapar.
Bazılarıysa sadece iyiyi sever; haz ve
menfaatten çok yapacakları işin iyi olmasını ister. Böyleleri bir şey
iyi ise o şeyi yapmak isterler, hazz verdiği veya yarar sağladığı için
değil.
Hiç kuşkusuz, bazıları da —azınlıkta kalsalar
bile— üçünü birden sevecekler, üçünü de birden elde etmeyi
isteyeceklerdir; yani hazz ve fayda veren şeyin aynı zamanda iyi
olmasını da gözeteceklerdir.
Kim neye talipse, talep ettiği şeyin
mahiyetini bilmeli. Çünkü tek başına hazza duyulan muhabbet, tez gelip
tez gider. Buna mukabil menfaate yönelik muhabbet, geç gelip tez gider.
İyiye düşkün kimsenin muhabbeti ise, özü gereği tez gelip geç gider.
Üçü de bir arada olursa, muhabbetin hâli nice olur?
Cevabı basit: Üçüne birden duyulan muhabbet, kimsenin kuşkusu olmasın ki geç gelip geç gidecektir.
Özetlersek, bazıları "tez gelip tez gidenlere"
(haz), bazıları "geç gelip tez gidenlere" (menfaat), bazıları "tez
gelip geç gidenlere" (iyi), bazıları da "geç gelip geç gidenlere"
(haz+menfaat+iyi) talip olduklarından, muhabbetleri de ister istemez bu
niteliklerle sınırlı olur.
Aralarında en kolay edilenin, "tez gelip tez
giden" hazlar olduğu çok açık. Hazların yenilenmeye, tekrar tekrar
talep edilmeye ihtiyacı vardır. Hazlar, bilhassa duyusal hazlar
(lezzat-ı hissiye) süreklilik vasfından yoksundur. Hazza talip olan,
hazzı seven kimselerin kolaylıkla "haz düşkünü" haline gelmelerinin
temel nedeni de budur. Kolay elde edileni ve o oranda da kolay
kaybedileni elde etmek isteyenin elde etmek istediğine muhabbeti uzun
sürmeyecektir.
Hazzın elde edilmesi, haz düşkünü olanların
kudret ve iktidarıyla bağıntılı olduğundan, hazza talip olan,
kaçınılmaz olarak menfaate de talip olacak, haz muhabbeti, kendisini
ister istemez bir süre sonra menfaat düşkünü hâline de getirecektir.
Peki ya iyi? Haz ve menfaat, insanı iyi
karşısında pervasız hâle getirir; böyleleri iyiyi, güzeli (hayr u
hasenat) önemsemezler; sürekli olanı değil, geçici olanı tercih
etmekten kendilerini alamazlar.
Sözün özü, sayıp sıraladığımız muhabbet türlerinin tamamı da tez veya geç geliyor, tez veya geç gidiyor.
Ey talib, bana, "Muhabbetin kalıcı olanı, yani hiç gitmeyeni yok mu?" diye soruyorsun.
Ne diyebilirim ki? Sorunun cevabı, sonucu değiştirmeyecek.
Öyle ya, yoksa, yoksuluz. Burası kesin. Varsa,
yine yoksuluz. Burası da kesin. Yani ilkinde yokun, ikincisinde varın
yoksuluyuz. Demek ki biz her iki hâlde de hem yoksun, hem yoksuluz; hem
de sadece muhabbetten değil, aşktan da yoksun ve yoksuluz.
Bu vesileyle ben de sana bir soru armağan
edeyim: Yoksa yok, varsa var olabileceği bir hakikatin peşinde değilse,
bu yokluk denizinde niçin var olmayı ister insan? (Dücane Cündioğlu- Yeni Şafak)
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Korkmaktan korkarsan eğer...
İştah ve şehvet... Her iki sözcük de hâlâ
bugün Türkçe'de kullanılmakta. İkisinin de anlamı esasen aynı:
'şiddetli istek, arzu'...
Kullanımlarında küçük bir fark var: iştah
(iştiha) umumiyetle 'midevî', şehvet ise 'cinsî' istek karşılığında
kullanılıyor. Nitekim “iştahı açılmak” veya 'iştahsızlık' —kolaylıkla
anlaşılacağı üzere— “yemek yeme”yle (midenin istekleriyle) ilgiliyken,
“iştahın kabarması” tabiri, Türkçe'de daha genel bir mânâ taşır ve mala
mülke düşkünlüğe de delâlet eder.
Şehvet her ne kadar yaygın olarak cinsel istek
ve arzuları ifade ediyorsa da bu sözcük —tıpkı iştah gibi— farklı istek
ve arzuları anlatmak için de kullanılır.
Gerek midevî, gerekse cinsî istek ve arzuların
tamamının, canlılara özgü “kuvve-i şeheviyye”nin mahsulü olduğu nazar-ı
itibara alınırsa, mezkur istek ve arzuları ifade etmek amacıyla niçin
aynı kökten türeyen iştah-şehvet sözcüklerinin seçildiğini anlamak
kolaylaşır sanırım. (İnsan nefsindeki üç temel yetiden biri olan
kuvve-i şeheviye, kabaca, 'celb-i menfaat'i mümkün kılan, yani 'bir
şeyin elde edilmesini sağlayan güç' olarak tanımlanabilir.)
Bir canlının nefsinin idamesi için iştahının,
neslinin devamı içinse şehvetinin olması gerektiği kuşkusuzdur. Bu
açıdan bakıldığı takdirde iştah da, şehvet de bedenîdir, yani maddîdir.
Lâkin mecaz tarikiyle bedenî ve maddî olmayan (manevî, zihnî) nesnelere
yönelik şiddetli arzu ve istekleri ifade etmek için de kullanılmıştır.
(Nitekim yıllar önce yaşlı bir neyzen'in, kendisinden ders almak
isteyen bir talebe hakkında, “Bu çocuğun şehveti eksik, imkânı yok, ney
üfleyemez!” dediğini bizzat işitmiştim.)
“Lezzet ve Elem” bahsinde zikredildiği
vechiyle lezzât-ı hissiye'ye (duyusal hazlara) verilen başlıca
örnekler, yemek-içmekten ve cinsî münasebetten hasıl olan hazlardır.
Kişiyi bu hazlara yönelten, dolayısıyla bu hazları ve bu hazların
yokluğu hâlinde ortaya çıkan elemi idrak eden yeti de kişinin kuvve–i
vahimesinden ibarettir.
Kuvve-i vahime (veya 'mütevehhime'), bir
zamanlar Klasik Psikoloji'nin kullandığı en önemli terimlerinden
biriydi ki işlevi, din dilinde 'Şeytan'ın fiilleriyle eşleşir.
Hatırlanırsa, bugün bile “vehmin akla galebe çalması” bir tabir, hatta
haklı bir tesbit olarak —hem de tüm canlılığıyla— mevcudiyetini
sürdürmektedir; yani aklî yargılar genellikle vehmî yargılar karşısında
güçsüzdür; akıl ne derse desin, kişi yine de aklından çok vehimlerinin
peşinden gider; aklının gösterdiği gerçekleri ve doğruları umursamayıp
vehminin aradığı arzu ve istekler için kendini tehlikeye atmaktan
çekinmez.
Sözgelimi, kişinin, sıhhati gereği perhiz
(diyet) yapabilmesi için aklına dayanması, hiç değilse öncelikle
aklından yardım alması gerekir; fakat kuvve–i vahimesi, kendisinden
kaçınması gereken yiyeceklerin lezzetini ısrarla talep etmesi hâlinde,
aklın o ünlü idrak gücü (irade) bir işe yaramaz ve akıl, lezzetin
yokluğundan hâsıl olan elemi tek başına gideremez. Keza, tüm
zararlarını aklen idrak ettikleri hâlde, tiryakilerin, sigara içme
alışkanlıklarından, oburlarınsa çok yeme huylarından kolay kolay
vazgeçememeleri, aklın tek başına engelleme gücünün bulunmadığına iyi
bir örnektir. Kısaca irade (akıl) yetmez, ayrıca kudret de gerekir.
Tam da yeri gelmişken bir ara-soru: Niçin sigarayı bırakan kimselerin iştahı açılır?
Cevabı çok basit: Kişi, sigaradan elde ettiği
vehmî hazdan mahrum olunca, bu hazzın yokluğunu, yani elemi, ister
istemez en kolay şekilde elde edeceği başka bir hazla telâfi etmeye
çalışır. Aklının değil, vehminin buyruklarını dinler; zira kuvve-i
vâhimesi, kendisini, fayda (sağlık) yerine hazza, dolayısıyla elem
yerine zarara (hastalığa) yönlendirir.
Fayda yerine hazzı talep, elem yerine zarara
tahammül eden kişi, aklı noksan veya iradesi zayıf olduğu için bu
hatalı yolu seçmez. Sadece idrak etmesi değil, idrakinin gereğini
yapması; daha doğrusu, yapmayı değil, yapmamayı istemesi gerekir;
meselâ sigara içmemeyi, meselâ çok yemek yememeyi...
Soru şu: Arzuladığı bir şeyi elde edebilmesi
(celb-i menfaat) için kişiye kuvve-i şeheviyesi yardımcı olurken,
istemediği bir şeyi yapmaktan kaçınması (def-i mazarrat) için,
kendisine, acaba, aklının dışında hangi kuvvesi, hangi yetisi yardımcı
olacaktır?
Kuvve-i şeheviyenin etkisini azaltan, hatta
yok eden en önemli duygunun 'korku' olduğunu farkeder ve korkan kişinin
hem de bir çırpıda iştihanın da, şehvetinin de kesiliverdiğini
hatırlarsak, sanırım, yukarıdaki sorunun cevabını bulmak bakımından
önemli bir ipucu elde etmiş oluruz.
Nefsinin kemale ermesini istiyorsan ey talib, demek ki korkmaktan korkmayacaksın! (Dücane Cündioğlu)
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Her şey bahane
Eylemlerimizle istek ve amaçlarımız arasındaki mesafe
hemen hemen hiç kapanmaz; zira elde ettiklerimiz kadar elde edemediklerimiz de
vardır; ayrıca bir de elde ettiğimiz hâlde elde tutamadıklarımız.
Gerçekleştirmek isteğimiz şeylerin bir kısmını belki gerçekleştirebiliriz;
fakat çoğunlukla isteklerimizin büyük bir kısmı gerçekleşmemiş olarak kalır.
İsteriz ama olmaz.
Buna mukabil bazen de istemediğimiz şeyler olur; olması için hiçbir şey
yapmadığımız, yapmayı istemediğimiz hâlde, bizim dışımızda gelişen hâdiselerin
etkisi altında oradan oraya savruluruz. Sadece irademiz yoktur; iradeler vardır.
Dahası bütün iradelerin üstünde bir başka irade! Öyle ki kendimizi etken değil
edilgen, fail değil münfail hissederiz. Olup bitenlerin ardından âdeta rüzgârda
uçan bir yaprak gibi sürüklendiğimizi duyumsarız. İstemediklerimizin
gerçekleşmesine engel olamayız; engel olmayı istemediğimiz hâlde değil,
istediğimiz hâlde engel olamayız.
Kader inancının devreye girdiği aralıktır burası. Kendi kişisel irademizin
yetersizliğini, güçsüzlüğünü görüp işin içinde daha büyük iradenin olduğunu
farkederiz. Nitekim küllî irade, cüzî irade ayrımı, yapıp ettiklerimizden bizzat
kendimizin sorumlu olduğu bir alanın geçerliliğini isbat etmeyi amaçlar.
Yaptıklarımdan ben sorumluysam, sırf bu sorumluluk nedeniyle yaptıklarımın
karşılığını (ceza ve mükâfatı) hak ederim. Bu yüzdendir ki iyi davranışlarımın
iyilikle, kötü davranışlarımın kötülükle karşılık göreceğine inanırım.
Buraya kadar sorun yok gibi.
Peki ya iyi davranışlarım kötülükle, kötü davranışlarım iyilikle karşılık
görüyorsa. İyilerin başına, iyi davranmalarına rağmen kötülük, kötülerin başına
kötü davranmalarına rağmen iyilik geliyorsa? İnsanın niyet ve eylemleriyle, bu
niyet ve eylemlerin sonucunda ortayan çıkan tablo arasında giderilemeyecek
tezatlar varsa? Kısacası, hayır bildiklerimiz şerre, şerr bildiklerimiz hayra
dönüşüyorsa?
Ne garip değil mi, hızlı akışı içinde yaşamımızı küçük tesadüflerin
belirlediğini çokluk farketmeyiz bile. Yaptıklarımızı isteklerimizin
belirlediğine inanırız. Olanların, biz onların öyle olmalarını istediğimiz için
olduğunu zannederiz. Hele hele gençlik dönemlerinde.
Yeterli yaşam tecrübesine sahip olduğumuz yıllardaysa, iş tersine döner; bir
bakarız ki tesadüflerin yaşam çizgimizdeki belirleyiciliği, kişisel irademize
nisbetle çok daha baskın imiş.
Fatih türbedarı Amiş Efendi, küllî irade-cüzî irade ayrımının mecazen kabul
edilebileceğini, hakikatte irade'yi cüzî ve küllî şeklinde ikiye bölmenin ise
O'na ortak koşmak (şirk) olacağını söyler; zira O'ndan gayrı mevcud olmadığı
için, haklı olarak O'nun iradesinden gayrı irade de olmayacağını kabul eder.
“Bir şeyin olup olmaması nezdinde müsavi değilse nakıssın evlâdım!” sözü ona
aittir. Yani bir şeyin olup olmaması senin için aynı değilse, isteklerinin olup
olmamasını eşit görmeyi beceremiyorsan henüz kemâline erememiş ve eksik
kalmışsın demektir.
Rıza ve teslimiyet makamıdır burası. Söylemesi kolay, yapması zordur. Ne
garip değil mi, tam da iradesizlikle, iradesizliği seçmekle, kendimizi suyun
akışına bırakmakla suçlanacağımız makam. Hani Yunusumuzun, “ne varlığına
sevinirim, ne yokluğuna erinirim” dediği şu makamların makamı: sırr'ul-esrar.
Gerçekleşmesini şiddetle istediğimiz arzu ve hayallerimiz varsa, ister hırs
ve ihtiras denilsin, ister azim ve gayret, peşinden koşmaya değer bulduğumuz
'şeyler' (!) uğruna yanıp tutuşuyorsak, böylesi bilgece öğütleri onayacak gücü
kendimizde nasıl bulabiliriz? Bulabilir miyiz? Üstelik bahanelerden,
vesilelerden çok bizzat vehmimizce değer atfettiğimiz bahaları gerçek kabul
ediyor, tesadüf olarak adlandırdığımız o mini mini nedencikleri görmeye tenezzül
bile edemiyorsak? Kaybedeceğimiz için korku, kaybettiğimiz için üzüntü
duyduğumuz şeylerin çokluğuyla büzüşmüşken ruhlarımız, sahip ve malik
olduklarımızın ve olacaklarımızın yokluğunu nasıl içimize sindirebiliriz? Hâl
böyleyken, hâlimiz böyleyken, Amiş Efendi'nin bilgece öğüdünden nasıl
yararlanabiliriz?
Ey talib! Hakikaten talib-i hakikat isen eğer, henüz yolun başındayken,
âlemde her ne olup bitiyorsa 'Kün!' (Ol!) emrinin tezahüründen ibaret olduğunu
anlamaya çalış! Yapmayı değil sadece, yapmamayı da iste!
En nihayet ne olmuşsa, o olana razı ol; olduktan sonra değil, olmadan önce de
razı ol! Çünkü isteyen veya istemeyen sen değilsin, sen sadece istiyor ve
istemiyor görünensin!
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
|
|