HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Kur'an Hükümleri ve Kavramları
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Kur'an Hükümleri ve Kavramları
Konu Konu: Bedevîlik - Allah Arapları Kötülüyor mu? Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
Furkan
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 17 haziran 2005
Gönderilenler: 47
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Furkan

Bedevîlik

İktibas'tan alıntıdır.

Türkçe sözlükte bedevî, çölde çadırda yaşayan göçebe Araplar olarak tanımlanmaktadır. Arap dilinde bedevî, bâdiyede, çölde yaşayan kimse anlamına gelir. 'Bâdiye' ve 'el-bedvü' çöl; 'büdüvvü' yerleşikliğin (hadar) zıddı, göçebe hayatıdır. Bâdiyede ikamet edene 'bâd' (bâdiü) denir. (22/Hac, 25). Kelimenin kök fiili olan 'be-dâ' (yebdû) bir şey zahir/açık oldu anlamına gelmektedir. Çölün serâpâ düzlük oluşu, engellerin olmayışı nedeniyle böyle denmiş olmalıdır. el-Bedâtü, bedevât, geçici heves demektir. 'Bedâve'/bidâve çöl hayatı, çöl sakinlerinin hali, bedevîlik anlamına gelir. 'Bâdiye'r-re'y' 'uzak görüşlülük' yani fikrî bakımdan geri, cahil kimseler demek olup, Nuh kavminin ileri gelen müstekbirleri Nuh (a.s)a tabi olan fakir Müslümanları bu şekilde niteliyorlardı. (11/Hud, 27).
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nde bedevî, "çöl ve vahalarda develeriyle birlikte konar göçer olarak yaşayan Araplar" diye tanımlanmaktadır.

Kur'an'da 'bedevî' kelimesi geçmemekte fakat, 'a'râbî' kelimesiyle 'bedevîlik' mefhumu anlatılmaktadır. Rağıb el-İsfehani'nin açıklamasına göre, İsmail'in soyundan gelen Araplara 'el-Arabu' (Arap) denir. 'el-A'râb' aslında 'Arab'ın çoğuludur, fakat zamanla isim olmuş ve 'bâdiye' manasında kullanılmıştır. Böylece örfen, çölde (bâdiye) iskan edenlere a'râbî ismi verilmiştir. Gerek Arab, gerekse arabın mevalisinden bedevî olanlara, yani, bir karye ya da kasabada ikamet etmeyip, çölde (bâdiye) dolaşan göçebelere bedevî denmektedir.

'Arab' ve 'arabî' kelimelerini 'a'rab' ve 'a'râbî'den tefrik etmek gerekir. Arab, bilinen manada Arap soyunu ifade eder. Aynı zamanda fasih konuşan Arap anlamına da gelir. Arabî, Arab'a mensup demektir. Bir de 'arabî' (arabiyyun) kelimesi 'Arapça' anlamındadır ve Kur'an'ın Arapça bir kitap (Kur'anen arabiyyen) olarak indirildiğini beyan etmek için on kadar ayette kullanılmıştır. 'Arabî' ile 'a'râbî'nin arasındaki farkı şöyle de izah etmek mümkündür: Dilbilimcilerin belirttiğine göre, bir 'a'râbî'ye, 'yâ Arabî!' diye seslenmek ona iltifattır, memnuniyetini sağlar; fakat bir 'arabî'ye, 'yâ a'râbî' diye seslenmek hakarettir ve öfkesini celbeder. Bir anlamda 'a'râbî' Arab'ın yürüğü sayılmakta, çöl şartları ve bedevilik gereği huylarının daha sert ve kaba mizaçlı oldukları belirtilmektedir.

Bedevîler yalnızca yeme-içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmiş insanlardır. Hadarîler (medenî) ise, nispeten oturmuş, yerleşik ve lüks denebilecek eşyayı ve kurumları kullanan kimselerdir. Bedevîlik ve hadarîlik, tüketim, alış-veriş, barınma, mimari, eğitim gibi alanlarda birbirinden belirgin şekilde ayrılır. Bedeviler geçimlerini daha ziyade hayvancılık, ticaret, av ve çapul gibi vasıtalarla sağlarlar. Bedevî deyince akla gelen ilk şey çöl ise, ikincisi de devedir. Başka kavimlerin bedevîleri, kendi iklim ve coğrafi şartlarına göre, koyun, at ve sığır gibi hayvanlar besleyebilirler. Arap bedevilerinin belli başlı besin kaynağı et, süt ve hurmadır.

Bedevî anlayışında suçlara şahsî değil, kabilevî bakılır. Aynı kabileye mensup bedevîler arasındaki dayanışma ve şeref duygusu asabiyeti doğurur. Bedevî asabiyetinde kim suçlu, kim suçsuz (dolayısıyla 'adalet') kaygısı yoktur; bunun yerine, "kim, kabilemizden birine saldırdı?" tarafgirliği vardır. Kabileyi her durumda savunmak ve kabileden birinin işlediği suça arka çıkmak ise neticede kan davasını davet etmektedir. Çölde kabile, şehirdeki 'devlet'in yerini alır.

Bedevî hayatında erkek çocuk üstünlük ve itibar vesilesidir. Kur'an'ın dikkatimize sunduğu, kız çocuğu olduğu kendisine müjdelenince yüzü simsiyah kesilecek kadar hiddetlenen, bu haberi çevresinden gizlemeye çalışıp, kızı olduğu için aşağılık duygusuna kapılan ve o biricik yavrusunu bu 'utanç'la yanında mı tutacağına, yoksa toprağa mı gömeceğine bir anda karar veremeyen kimselerin (16/Nahl, 58-59; 43/Zuhruf, 17) hali, işte tipik bir bedevî davranışıdır. Halbuki iyi bir insanın düşüneceği şey bellidir: Kişi için erkek çocuğu mu daha hayırlıdır, kız çocuğu mu, bunu sadece Allah bilir, başka kimse bilmez!

Bedevîler her ne kadar şehirlilerden daha sert mizaçlı olsalar da, sahip oldukları şey daha sınırlı olduğu için, ihtirasları daha azdır ve İbni Haldun'a göre hayra, iyilik ve fazilete şehirlilerden daha yatkındırlar. Bedevilerin Arapça'yı en düzgün ve fasih konuşan kimseler oldukları bilinir.

Kur'an bedevîleri tamamen kötü görmez ama bedevîlerde eleştirecek çok hususiyetler bulur. Kur'an'ın bu eleştirilerinin altını çizdiğimizde, bedevîliğin makbul bir şey olmadığı anlamı kendiliğinden çıkmaktadır. Kur'an'da 'bedevilik' konusu bizzat bedevî kelimesiyle değil, 'a'rab' sözcüğüyle ifade edilmektedir. Kur'an'ın bedevî (a'râbî) tanımını, günümüzdeki şehirli-köylü ayrımına benzetmemek gerekir. Bu tam olarak, İbni Haldun'un tezinden de esinlenerek ileri sürüldüğü gibi bir köylü-şehirli karşıtlığı değildir. Kur'an'ın ileri sürdüğü bu değildir. Küfürde inat etmeyi, Peygamber'e düşmanlık yapmayı ve İslam'a karşı durmayı, yalnızca çölde yaşayanlara mahsus bir inkarcı tutum sanmak, İslam'ın en büyük düşmanlarının Mekke'de bulunduğu gerçeğiyle çelişir. Sadece Muhammed (sav) değil, diğer peygamberlerin en amansız hasımları da, bizzat kendileriyle beraber şehirlerde yaşayan müstekbirlerdi.

Konuya şöyle açıklık getirmek mümkündür: Kur'an'ın anlatımından hareketle diyebiliriz ki, bir insan sırf çölde yaşadığı için küfürde daha şedîd değildir. Fakat çöl yaşamının 'bedevîliği' doğuran bir yapısı vardır ve bu yapı gereği çöl insanı 'bedevî' olmaktadır. Sözün özü, bir insanın 'bedevî' olması için, çölde yaşıyor olmaktan ziyade, Kur'an'ın eleştiri konusu yaptığı vasıfları taşıyor olmak gerekmektedir.

Kur'an bedevilerin küfür ve nifakta daha ileri, Allah'ın, rasulüne indirdiği sınırları tanımamaya daha yatkın ve yakın olduklarını haber vermektedir. (9/Tevbe, 97). Kur'an'ın bu açıklaması, bedevilerin daha kaba ve sert mizaçlı oldukları tezini desteklemektedir. Bu ayette bedevîler 'eşedd' (daha şiddetli) ve 'ecder' (daha yatkın) kelimeleriyle başka insanlarla kıyaslanmaktadır. Tevbe suresi Medine'de nazil olduğuna göre, bedevîler Medine gibi bir şehrin halkıyla kıyaslanıyor olmalıdır. Bu kıyaslama, şehir halklarının küfür ve nifakının daha 'mülayim'(!) olduğundan ziyade, bedevinin küfür ve nifakının daha katı olduğunu vurgulamaya yöneliktir.

Medine civarındaki bedevîler içinde birtakım münafıklar bulunduğuna, Tevbe suresinin 101. ayetinde de dikkat çekilmektedir. Bu sefer bedevîler yalnız anılmamış, Medine halkından olan münafıklar da birlikte zikredilmiştir. Ayete göre bu iki zümre münafıklıkta epey maharetli, azgın ve küstahtırlar.

Allah'ın, rasulü Muhammed'e indirdiği sınırları tanımamaya daha yatkın oluşları, bedevîlerin itaat altına girmeye elverişli olmamaları, hırçın, âsî ve başına buyruk yaşamayı sever bir tînete sahip olmaları dolayısıyladır. Bedevî, kendine göre bir yücelik duygusuna sahiptir ve bir otoriteye boyun eğmeyi zül sayar.

Bedevîler, Allah rızası için tamamen karşılıksız bağış demek olan infakı, bir hiç uğruna borçlandırılmak (angarya) olarak görmektedirler. (9/Tevbe, 98). Bedevî, sadaka vermesi istenen kimselerin, o malı kendisiyle kazanmadığını düşünmekte, infak etmek için 'haklı' bir neden bulamamaktadır!

Bedeviliğin en belirgin vasıflarından biri, Müslüman olmasını bir minnet sebebi saymasıdır. Bedevîye göre, Müslüman olmasının kıymeti bilinmelidir! Bedevî Araplardan bir kısmı Rasûlullah'a gelerek, kendilerinin, felanca kabileler gibi kendisiyle savaşmadıklarını, zorlama olmaksızın iman ettiklerini söyleyerek, ondan bağış yapmasını istemişlerdi. Bu meyanda birçok kabilenin ismi anılmakla birlikte, bilhassa Esed oğulları üzerinde durulmaktadır. Bu kabilenin Rasûlullah'a gelerek, savaşmadan iman etmelerinin karşılığı olarak, kendilerine bağış yapılmasını istediği rivayet edilmektedir. Kur'an tam yerinde ve zamanında müdahale ederek, bu kimselerin 'iman ettik' iddialarını çürütmekte ve özet olarak şöyle demektedir:

İman ettik iddiasıyla Peygamber'e gelen bedevîler, kendi zanlarının aksine, henüz iman etmiş değildirler. Onların 'teslim olduk' (eslemnâ) (49/Hucurât, 14) demeleri, kendi durumlarına daha uygundur. Kur'an'ın bu ayetine istinaden, iman ve İslam kavramları arasında ayırım yaparak, İslam'ın 'derinliksiz teslim olma', imanın gerçekten inanma anlamına geldiğini ileri sürmek kesinlikle doğru değildir. Bedevîlere 'teslim olduk deyin' emrinin anlamı şudur: Sözü geçen bir kısım bedevî Arap kabileleri, 'yükselen İslam'ın gücünü fark etmişler, düşmez sandıkları güçlü/savaşçı Arap kabilelerinin ve Yahudilerin birer birer teslim olduğunu görmüşler, cesaretleri kırılmış ve Rasulullah'a gelerek, bağlılıklarını bildirmekten başka çare bulamamışlardır. Peygamber'e karşı beyaz bayrak kaldırmışlar, 'darul harp' olmadıklarını, sulhten yana olduklarını ızhar etmişlerdir. Bu bir nevi zoraki bey'attır. Bedevilerin 'İslam' olmaları işte bu anlamdaydı. Henüz gerçek birer Müslim ve mü'min olmamışlardı. Bir 'mü'min', Allah'a ve rasulüne iman edecek, imanında hiçbir kuşkuya düşmeyecek, Allah'a ve rasulüne itaat edecek, Allah yolunda malını ve canını seve seve ortaya koyacaktır. İmanın kalpte iyice yerleşmesi bu demektir. (49/Hucurât, 14-15). Bedevî (a'rabî) olmayan mü'minler işte bunlardır.

İman etmek ve teslim olmak, Allah'ı ve Rasulünü her şeyin önüne geçirmeyi gerekli kılar. Bedevîlerde bu henüz oluşmamıştı. Onlar için Allah mefhumu, kabile reisinden öte bir anlam ifade etmiyordu. Peygamberi, günlük hayatta itaat edilmesi gereken bir otorite; sevgi ve saygı duyulması gereken bir dinî önder olarak telakki etmiyorlar, kabalık üstüne kabalık yapıyorlardı. Kur'an, bu bedevî telakkisini, "Allah'ın rasulünden geri kalmak ve kendi canını Peygamber'in canından daha çok düşünmek" olarak isimlendirmektedir. (9/Tevbe, 120). Halbuki Din şu ilkeyi vaz etmektedir: İman ettiğini ikrar eden bir kimse için babası, çocukları, kardeşleri, eşleri, hısım akraba, ticaret, bakımlı evler, hasılı her şey Allah'dan ve rasulünden asla daha değerli olmamalıdır. Allah ve Peygamber'e duyulan sevgi ve saygı her şeyin önüne geçmek zorundadır. (9/Tevbe, 24).

Peygamber'e gereken saygıyı tam göstermek, bedevî değil de medenî kişiliğin, İslamî edep ve terbiyenin, haddini bilmenin göstergesidir ve çok önemlidir. Peygamber'e tâzim ve hürmette aşırı gitmek nasıl onu şerikleştirmekse, ona saygıda kusur etmek de, imansızlığın bir çeşididir. İslam'ın edep ölçüsüne göre mü'minler Allah'ın olduğu gibi, Peygamber'in de önüne geçmemek, peygamberi sıradanlaştırmamak zorundadırlar. (49/Hucurât, 1-2). Konuşurken sesini peygamberin sesinden fazla yükseltmek, sanki bir Peygamber'e değil de, hizmetçisine hitap ediyormuş gibi konuşmak, onun önemsenmesi, ciddiye alınması gereken bir kişi/lik olduğunu hesaba katmamak asla İslam ahlakıyla bağdaşmaz. (49/Hucurât, 4-5; 24/Nur, 63). Peygamber'e, sıradan bir insana bağırır çağırır gibi seslenmek, insanın amellerinin boşa gitmesini sağlayacak bir bedevî tutumudur. (49/Hucurât, 1-2).

Peygamberle bir iş yapmaktayken, ondan izin almaksızın sıvışıp gitmek de bedevîce bir tutumdur. Mü'min ahlakı, böylesi bir durumda peygamberden izin almayı gerektirir. (24/Nur, 62). Görüldüğü gibi, mü'min ve müslim olmanın yolu, Peygamber'e saygı ve hürmetten geçer. Sadece peygamberle savaşmayı göze alamayan bedevînin boyun eğmesi Müslüman olmak anlamına gelmemektedir.

Bedevîler hem Allah'dan yeni görevler talep etmekte, hem de onları yerine getirmekten kaçınmaktadırlar. Allah henüz savaşı farz kılmamışken, mü'minler eğer namazı kılar, zekatı verirlerse, bunun iyi bir dindarlık sayılacağının, savaş mefhumunu gündeme getirmemeleri gerektiğinin açıklandığı dönemde, işgüzarlık yapıp, "neden savaş emredilmiyor?", "bir savaş ayeti gelse de savaşsak!" gibi, cesaret ve aksiyon görüntüsü veriyorlardı. Oysa bu, tamamen gösterişe yönelik bir tutumdu ve ilk fırsatta sahteliği anlaşılmıştı. Allah savaş ayetini indirdiğinde, Allah'dan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla korkuya kapılmışlar ve "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın?" demeye başlamışlardı. (4/Nisa, 77 ayrıca bkz. 47/Muhammed, 20).

İslamî tebliğ ve nebevî hareket sürecinde Peygamber içlerinde iken, Allah'ın emrini ve Peygamber'in o emirlere göre hareket etmesini beklemek, hakikî mü'min olmanın gereğidir. Peygamber'in güzel örnekliği demek olan sünnetini gereği gibi anlayamayan bedevî zihniyet, aynı tabansız aceleciliği her zaman sürdürecektir. "Haydin, neden çıkmıyoruz?" diyecek, kimilerini oturmakla suçlayacak fakat o kastettiği gün gerçekten geldiğinde ise canı ve malı pek kıymetlenecek ve ortada gözükmeyecektir. Fakat her zaman ısrarla ister göründüğü cihada, korktuğu için katılmadığını itiraf etmek yerine, bu sefer de Müslümanlara değişik biçimlerde töhmetler yöneltmeyi tercih edecektir.
Biz bir kul olarak öncelikle, Allah'ın bizi yükümlü tuttuğu ödevlerimizi hakkıyla yerine getirmeli, o alanda kendimizi ispatlamalıyız ki, ardından, bir kat daha ağır bir sorumluluk yüklendiği zaman onu yapmakta zorlanmayalım. Yap/a/mayacağımız şeyleri söylemeyi Rabbimiz Müslümanlıkla bağdaştırmamaktadır. Böyle bir müraîlik Allah katında büyük bir vebaldir. (61/Saf, 2-3).

Bedevîlerin savaş esnasındaki kaypak tavırları çok meşhurdur ve Kur'an bu konu üzerinde ciddiyetle durmaktadır. Peygamber (a.s)ın komutasında savaşa gidilirken, bedevîler asılsız özürler beyan etmek suretiyle savaştan kaçınmışlar (9/Tevbe, 90), bunu da açıkgözlülük, uyanıklık, bilinçli hareket olarak telakki etmişlerdir. Bedevî, savaştan uzak durarak, canını tehlikeye atmayacak kadar uyanıktır(!) (4/Nisa, 77). Bunlar, yalan yere uydurdukları mazeretleri inandırıcı olsun diye yalan yere yemin de etmekteydiler. (9/Tevbe, 94-96). Bunun yanında, binekleri olmadığından dolayı savaşa katılamadıkları için üzülüp ağlayan mü'minlerin gözyaşları, bedevîlerin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkartan önemli bir ayrıştırıcı idi.

Bedevîlerin mazeretleri malları ve aileleriydi. Hem mallarının ve ailelerinin kendilerini alıkoyduğunu söylüyor, hem de Peygamber'den, bağışlanmaları için Allah'a dua etmesini istiyorlardı. (48/Fetih, 11). Ama Kur'an onların ikiyüzlülüklerini açığa vurmuş, dilleriyle söyledikleri şeyin kalplerinde olmadığını, yani inanmadıkları şeyleri söylediklerini yüzlerine vurmuştur. (48/Fetih, 11). Oysa bedevî korkusunun ecele faydası yoktu; eğer Allah onlara bir fayda ya da zarar vermek dilemişse kimse bunun önüne geçemezdi! (48/Fetih, 11, 16).

Bedevî ikiyüzlüler, cihada katılmadıkları gibi, cihada katılan Peygamber'in ve mü'minlerin bir daha dönmeyeceklerini düşünmekte, kendi aralarında bunu konuşarak, kendilerinin ne kadar şanslı ve selamette olduklarını düşünmenin dayanılmaz hazzını yaşamaktaydılar. (48/Fetih, 12; 9/Tevbe, 50, 81). Cihada giden Peygamber ve mü'minler güzel sonuçlar elde ederlerse bu, münafık bedeviler için üzüntü, aksi ise sevinme sebebiydi. (9/Tevbe, 98). Medine'de münafık zümresi ile, Kur'an'ın "kalpleri hastalıklı" diye nitelediği (ki bunlar bedevîler olmalı) kimseler Hendek savaşı esnasında, Müslüman askerlerin çok zorlandığı bir demde yine aynı fesadı icra etmişler, hem cihada çıkmış bulunan Yesrib'li Müslümanları ayartıp savaş meydanından kaçmaları için fitne yaymışlar, hem de kendileri, "evlerimiz emniyette değil" diyerek Peygamberden izin istemişlerdi. (33/Ahzap, 13). Ne yapsınlar, "yıkılası hanede evlâd ü ıyâl var"dı! Halbuki evlerinin emniyette olmadığı doğru değildi. (33/Ahzap, 13). İstedikleri, sadece savaştan kaçmaktı. Bu sebeple de ebedî azabı hak etmişlerdi. (48/Fetih, 12-13).

Bedevîler cihada giden müslümanları fitneye düşmüş olarak görüyorlar (9/Tevbe, 49), mücahidlerin ardından, ahlaksızca dedi-kodu yaparak, "eğer yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyerek (3/Al-i İmran, 156), modern cahiliyye bedevîliğinin de yaptığı gibi, inanç ve din uğrunda savaşmayı 'enayilik' sayıyorlardı. Halbuki, düşmekten korkmaları gereken asıl 'fitne' cehennem olmalıydı. (9/Tevbe, 50, 81).
Bedevilerin ve münafıkların, savaştan uzak durarak, canlarını emniyet altına alacakları inancı tam bir kuruntudur. Ölmekten ya da öldürülmekten güvende olacakları varsayımı çok tuhaf bir duygudur. Zira, kim nerede olursa olsun, en sağlam kaleler içine bile sığınmış olunsa, ölüm gelip herkesi bulacaktır. (4/Nisa, 78; 33/Ahzap, 16).

Bedevîler benzeri, yine savaş ortamında savaşın şiddetlendiği bir anda hem kendilerine, hem de çevreye yılgınlık veren, "niye geldik ki buraya?" diye oyun bozanlık eden kimseleri Kur'an şu sözlerle uyarmaktadır: "Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi." (3/Al-i İmran, 154).

Bedevî ahlakına, savaşa davet edildiği zaman icabet etmek yaraşmamakta, fakat sıra ganimet toplamaya geldiğinde en önde koşmak çok yaraşmaktadır. (48/Fetih, 15). Savaş kaçkını, ganimet düşkünü bu insanlar, mü'minler aleyhinde her fırsatta asılsız haberler yaymayı (33/Ahzap, 19; 9/Tevbe, 98) ise ihmal etmemektedirler.

Kuşkusuz, yazının başında da belirttiğimiz gibi, Kur'an bütün bedevîleri aynı kefeye koymamaktadır. Mesela Hucurât suresinin 14. ayeti bütün bedevileri, kalplerine iman yerleşmemiş, sadece ismen teslim olmuş kimseler sınıfına koymamaktadır. Ayet, belirli bir 'bedevî' portresi çizmektedir. Bedevîlerin hepsinin aynı olmadığını Kur'an sarahaten belirtmekte ve şöyle demektedir: "Bedevîlerden (minel a'rab) öylesi de var ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, yaptığı infakı Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (infak) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir." (9/Tevbe, 99).
Kur'an, muhacirlerle ensara tabi olan mü'min bedevileri münafıklardan ayrı tutmaktadır. (9/Tevbe, 100-101).

Sonuç olarak bedevîlik, İslam'ın yetiştirmek istediği nezaket sahibi, aşırılıklardan kaçınan, haddini bilen, edep denilen ahlaki sınırlara riayetkarlığın kendisine çok iyi yakıştığı İslam cemiyetine aykırı düşen bir tutum ve davranışlar yumağıdır. İslam her türlü kabalıkla ve haddini bilmezlikle mücadele eder. Bedevîlik, İslam'ın olmadığı yerlerde ve İslam'ın yer edinmediği kalplerde hayat hakkı edinebilir. İslam'ın varlığının hikmeti, bütün bedevîlikleri ortadan kaldırmak, yeryüzünü mâmur ve medenî bir hayata inkılap etmektir.

www.iktibas.info

Yukarı dön Göster Furkan's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Furkan
 
iblissavar
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 06 subat 2007
Gönderilenler: 363
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı iblissavar

 Bedevî anlayışında suçlara şahsî değil, kabilevî bakılır. Aynı kabileye mensup bedevîler arasındaki dayanışma ve şeref duygusu asabiyeti doğurur. Bedevî asabiyetinde kim suçlu, kim suçsuz (dolayısıyla 'adalet') kaygısı yoktur; bunun yerine, "kim, kabilemizden birine saldırdı?" tarafgirliği vardır. Kabileyi her durumda savunmak ve kabileden birinin işlediği suça arka çıkmak ise neticede kan davasını davet etmektedir. Çölde kabile, şehirdeki 'devlet'in yerini alır.

 Çağdaş ırkçı bedevilerde bunlar gibimidir acep?


__________________
ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
Yukarı dön Göster iblissavar's Profil Diğer Mesajlarını Ara: iblissavar
 
Alperen
Admin Group
Admin Group
Simge

Katılma Tarihi: 09 nisan 2005
Gönderilenler: 2974
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Alperen

HANİF MÜSLÜMAN, IRKLAR ARASINDA

HİÇBİR AYRIM YAPMAZ

     Bazı kimselerin iddiasına göre ARAPLAR Allah tarafından aşağılanmışlardır. YAHUDİLER de lanetlenmişlerdir. ‘Araplar lanetsiz aşağılık, Yahudiler lanetli ama ÜSTÜN diye gösterilmiştir Kur’anda’ deniyor. Acaba gerçek öyle mi?

     Neden Allah yarattığı ırklardan  birisini lanetler, diğerine de aşağılık damgası vurur?

     Bu ırklar içinde bazı –kendi emrine muhalafet eden kullarını değil de- komple o ırkın tümünü neden lanetler yada aşağılar? Bu ne kadar mantıklı?

     Acaba gerçekten Allah yarattığı bu iki kavmi Kur’anda lanetlemiş ve aşağılamış mıdır? Tabiki HAYIR…

     Bektaşiye neden namaz kılmadığını sorduklarında Allah’ın ayette ‘sakın namaza yaklaşmayın’ buyurduğunu söylemiş. Ayetin devamını da okuması söylendiğinde ise ‘ben hafız değilim’ diyerek işin içinden sıyrılmış. Malumunuz ayette ‘ne söylediğini bilmez haldeyken sakın namaza durma’ şeklinde bir beyan var.

     Bu şahısların yaptığı da bundan farksız.

   Araplar yada Yahudiler hakkındaki bir ayet ortaya koyuluyor ama peşisıra gelen ayet görmezlikten geliniyor. Örneğin Tevbe 97'yi söyleniyor fakat konuyla alakalı sonraki 3 ayet atlanıyor. Alenen bir çarpıtma yapılıyor. Amacın ne olduğu ise ayrı bir konu.

      Allah Kur’anda bizim Türkçede kullanmadığımız bir üslup, bir anlatış tarzı kullanıyor.

     Önce bir genelleme yapıyor. Sonra istisnaları belirtiyor. Örneğin Asr Suresinde ‘Bütün insanlar hüsrandadır’ diyor. Eğer siz ayetin devamını okumazsanız bütün insanları hüsranda sayarsınız ama devamı olan ayette ‘ancak iman edenler, hayra ve barışa dönük iş yapanlar, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna’ diyerek birinci ayette yapmış olduğu genellemeden sonra bu dört özellik kendisinde olan insanların ziyanda olmayacağını, bunların istisna olacağını belirtiyor. Neden böyle bir üslup kullanılmış olabilir? Söylemi kuvvetlendirmenin Arap dilindeki bir inceliği olsa gerek. Normalde Türkçede bu tarz bir cümle kullanmıyoruz malum. Bir diğer örnek Tin suresinden. Allah bu surede ‘Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da onu düşüklerin en düşüğüne/aşağıların en aşağısına çevirip attık’  buyurmakta. Eğer siz yine bu ayeti okuyup diğer ayete bakmazsanız insanların hepsinin esfeli safiline atıldığı/atılacağı kanaatine varırsınız. Fakat diğer ayette bu ilk ayetteki genellemenin istisnalarından bahsedilmekte. Esfeli safiline gitmeme şartları sıralanmakta. Ayetin devamı; ‘İman edip hayra ve barışa yönelik iş üretenler müstesna. Bunlar için kesintisiz bir ödül vardır’. Bu ayeti şöyle de okumamız mümkün: ‘İman edip hayra ve barışa yönelik iş üretenler için kesintisiz bir ödül vardır. Bunların haricindeki insanlar ise aşağıların en aşağısına atılacaktır.’  Peki neden istisna olarak iman edip Salih amel işleyenler söylenmiş? Demek ki bunlar sayıca insanlar içinde azınlıkta.

      Gelelim Araplarla ilgili ayetlere:

     Araplar inkarcılıkta ve ikiyüzlülükte en aşırıdırlar. ALLAH'ın elçisine indirdiğini tanımamaya da en yakındırlar. ALLAH Bilendir, Bilgedir. Bazı Araplar, yardımlarını bir kayıp ve angarya sayar ve sizin için felaketler gözetlerler. En kötü felaketler onlar içindir. ALLAH İşitendir, Bilendir. Araplardan, ALLAH'a ve ahiret gününe inananlar da vardır. Harcadıklarını ise ALLAH'a yaklaştıracak bir vesile ve elçiye destek sayarlar. Gerçekten o, onlar için bir yaklaşma vesilesidir. ALLAH onları rahmetine sokacaktır. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. Göç edenlerin (mühacir) ve yardımcıların (ensar) öncülerinden ve onları güzelce izleyenlerden ALLAH razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Onlara, içlerinde ırmaklar akan ve ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük zafer budur. (Tevbe 97-100)

     Tevbe Suresindeki bu ayetlerde üstte belirttiğimiz gibi önce bir genelleme yapılıyor. Sonra hangi Arapların Allah'ın rahmetine hak kazanacağı, cenneti hak edeceği, ecir kazanıp Allah’ın rızasını elde edeceği anlatılıyor. Burada Arap ırkını aşağılama yok. Yapmış oldukları yardımı angarya sayıp müminlerin felaketini arzulayanlara inkarcı ve ikiyüzlü diyor Allah. Arapların böyle bir temayülü olduğunu belirtiyor.(Aslında tüm insanlarda bu temayül yok mu?) Ama sonra bu bozuk haller kendisinde olmayan Arapları da övüyor ve onlara sonsuz ecir vaad ediyor. Aşağılama nerede?

     Bu şahısların, Allah’ın Arap ırkını aşağıladığına delil gösterdiği diğer ayette Hucurat Suresinde.

     Araplar "İnandık," dediler. De ki, "Siz inanmadınız, fakat inanç kalbinize girinceye kadar, 'teslim olduk' deyin. ALLAH'a ve elçisine uyarsanız yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.  İnananlar onlardır ki, ALLAH'a ve elçisine inandılar, sonra kuşku beslemediler ve ALLAH yolunda paraları ve canlarıyla savaşım verdiler. Onlar doğru olanlardır. (Hucurat 14-15)

     Rabbimiz yine aynı üslubu kullanmış. Önce bir genelleme var. Arapların, pratikte hiçbir faaliyette bulunmadan, gereklerini yerine getirmeden sadece sözle/sözde iman ettik demelerinin onları mümin değil müslüman (teslim olmuş) yapacağı vurgulanıyor. Fakat Arapların içinden ALLAH'a ve elçisine inanıp sonra da kuşku beslemeyenlerin ve ALLAH yolunda paraları ve canlarıyla savaşım verenlerin gerçekten inanmış olduğunu belirtiliyor. (Bu gerçek sadece Araplar için değil tüm insanlar için geçelidir.) Zira Ensar ve Muhacirinden seçkin sahabeler Resullah ile birlikte nice zorluklara katlanmış, çetin savaşlara katılmışlar ve Allah’tan bu konuda övgü ve takdir almışlardır. (Tevbe Suresi 100. ayet)  Görüldüğü gibi 14. ve 15. ayeti bir arada değerlendirdiğimizde Allah’ın yine üstte belirttiğimiz tarzı kullandığını anlıyoruz.

     Eğer Arap bir Elçi değil de Türklere Türk bir Resul göndermiş olsaydı Allah. Acaba durum nasıl olurdu? Türk Irkının çoğunluğu iman mı ederdi inkar mı? Allah savaşmayı emrettiğinde Din uğruna savaşır mıydık yoksa yan mı çizerdik? Zora geldiğimizde iman ettik diyerek paçayı kurtarmaya çalışıp, hiçbir kuşku beslemeksizin mallarımızla ve canlarımızla Allah yolunda savaşım verir miydik acaba? Hz. Muhammed (ss)  zamanındaki aşırı derecedeki zor ve sıkıntılı durumları düşünün. Kaçımız Resule her şeyimizle tabi olurduk?

     Burada şunu söylemek istiyorum. Elçi hangi millete/ırka gelmiş olursa olsun karşılaşacağı durum aşağı yukarı aynı. Türk bir peygamber gelseydi bu sefer Kur’anda peygambere destek vermeyen biz Türkler mevzu bahis olacaktık. Allah Kur’anda biz Türkleri mallarımızla ve canlarımızla resulüne destek olmadığımızdan ötürü kınayacaktı. Yani bu işin hiçbir ırkla alakası yok. Hangi ırk Resulüne zulmetmedi? Hangi ırk resulünü öldürmek istemedi? Hangisi ciddiye alıp saygı duydu ve onunla birlikte savaşım verdi? Tabiki bu ırklar içinde istisna/güzide insanlar daima oldu ve Rabbimizin mağfiretini onlar kazandı. Ama genellikle bütün ırklar aynı yanlış tavrı kendi Resullerine karşı gösterdi.

  Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.İbrahim'in kavmi ve Lut'un kavmi de:   (HAC SURESİ / 42-43)

   Seni yalanladılarsa, senden önce de resuller yalanlandı. Açık-seçik deliller, kutsal sayfalar ve aydınlatıcı Kitap'ı getirmişlerdi onlar. (Ali İmran 184)

   Sonra birbiri peşi sıra elçilerimizi gönderdik; her ümmete kendi elçisi geldiğinde, onu yalanladılar...(Müminun Suresi, 44)

   Biz insanlar Rabbimize karşı oldukça nankörüz ve O'nun bize gönderdiği elçileri -ekseriyetle- yalanladık ve ya öldürdük, ya ateşe attık,  ya memleketinden kovduk, ya aç bıraktık, ya da dalga geçip saygı duymadık. 'O bahsettiğin azabı Rabbine söyle de göndersin' dedik. Ve azap geldi yok olup gittik. Biz insanlar böyleyiz, yok birbirimizden farkımız. Bu işin ırklarla alakası asla yok. Hangi ırka elçi gelse o ırkın elçiye ve mesaja yapacağı muamele aynı Allah tarafından göreceği hitap aynı.

   İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür! (Adiyat Suresi 6)

   Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! (Abese Suresi 17)

(Nankörlükle alakalı ayetler )
(Yalanladıklamız hakkında ayetler)
    

     Sözün özü ayetlerde Allah Arapları -özellikle- aşağılamıyor. Hitap Arapların şahsında bize, hepimize... Onların da her ırk gibi ikiyüzlülüğe ve inkarcılığa meyilli olduklarını belirtiyor ve onlardan da razı olup cennetine alacağı kulların vasıflarını sayıyor. Eğer muhatap Türkler olsaydı bu sefer Araplara olan hitap Türklere olacaktı. O zaman da Araplar bizim hakkımızda ayetlere bakarak yanlış yorumlar yapacaktı.

     Peki Yahudiler Lanetlenmiş midir? Tabiki hayır. Komple bir ırkın lanetlenmiş olması kadar saçma birşey olamaz. İsrailoğulları içinden Allah’ın lanetini hak etmiş ve şu anda da hak ediyor olanlar vardır ama Allah’ın tüm İsrailoğullarını lanetlemiş olması akıllara ziyan bir yorum. Bir insanın ne kabahati olabilir Yahudi olarak yada Arap olarak doğmuşsa. Kişi, Allah yanında ırkına ve kabilesine göre değil takvasına göre muamele görür. (Bakara 62 ve Aliimran 113’e bakınız)

     İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir.   (MAİDE SURESİ / 78)

     Ayette de görüldüğü gibi İsrailoğullarından inkar edenler isyan ettiklerinden ve haddi aştıklarından dolayı lanetlenmişlerdir.

     Bu zümreye soruyorum, Kur’anda Nerede Yazıyor Tüm Yahudilerin Üstün ama LANETLİ  ve Arapların Lanetsiz ama AŞAĞILIK olduğu?

     Ey insanlar, sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi ırklara ve boylara ayırdık. ALLAH yanında sizin en değerliniz en erdemli olanınızdır. ALLAH Bilendir, Haberdardır. (Hucurat 13)

     Ayette de görüldüğü gibi Allah için değer ölçüsü ERDEMdir, Takvadır. Irkların birbirine hiçbir şekilde üstünlüğü yoktur. Hiçbir ırk Allah tarafından lanetlenmemiş veya aşağılanmamıştır. Irkların bu bağlamda hiçbir önemi yoktur. Ne Arapçılık yapılmalı nede Arap düşmanlığı. Ne Yahudi taraftarlığı yapılmalı nede Yahudi düşmanlığı. İkisi de sapmadır. (İsrailoğullarından değil onların içlerindeki Siyonist ve Din Düşmanı unsurlardan insanlık adına zarar görmekteyiz. Karşı olmamız gereken Yahudi ırkı değil, bu zararlı kesimdir.)

Allah'ın lanetini hak edenler
Yahudiler Hakkında
İsrailoğulları Hakkında



__________________
Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
Yukarı dön Göster Alperen's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Alperen
 

Eğer Bu Konuya Cevap Yazmak İstiyorsanız İlk Önce giriş
Eğer Kayıtlı Bir Kullanıcı Değilseniz İlk Önce Kayıt Olmalısınız

  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats