Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
BAŞÖRTÜSÜ İLAHÎ BİR BUYRUK MUDUR?
ÖZET: Giyim konusu, Kur’an’da mü’minlere yetecek ölçüde açıklanmıştır. Allah’ın Elçisi de, Kur’an dışında inananları bağlayıcı bir vahiy almamıştır. Allah Resulü, Kur’an’ı inceleyerek bu konuda sonuçlara varmıştır. Rabb’imizin inanan erkek ve kadınlardan özetle şunu istemiştir: Toplumsal ilişkilerde cinsel kimlikle öne çıkma yerine, bu gerçeği reddetmeden, hiçe saymadan, göz ardı etmeden mümkün olduğu kadar insan kimliğiyle birlikte yaşayın, hayatı birlikte kucaklayın. Birbirinizi tahrik etmekten, taciz etmekten ve bir yerlerinizi teşhir etmekten uzak durun. A’raf suresi, 26-27. ayetlerde tüm Adem oğullardan apışaralarını örtmelerini istemiştir. Amaç fitnenin önüne geçmektir. Tek ilahî otorite olan Allah Nûr suresi, 30’da öncelikle erkeklere sonra kadınlara hitap ederek karşıt cinse karşı gözlerini (bakışlarını) dikip kalmamalarını istemiştir. Mü’min erkek ve kadınların toplumda bir arada yaşadıklarını taciz ve tahrik durumlardan sakınmalarını ifade etmiştir. Nur 31. ayetinde ise daha fazla cazibeli oldukları için konu kadınlar açısından ele alınarak onların teşhir ve tahrik etmekten kaçınmaları istenmiştir. Bu ayette vurgu konusu olan “humur” sözcüğü değil “zînet” sözcüğüdür. Amaç tahrik ve teşhir edici durumun önüne geçmektir. “Humur”un amacı da zînet konusunda en fazla öne çıkan göğüs dekoltesidir. Nitekim günümüzde kadınlar bununla daha fazla dikkat çekmektedirler. Nûr suresi, 60’da zînetin göreceli olduğunu kişiye, onun yaşına ve duruma göre değişebileceğini bildirmiştir. Ahzâb suresi, 59. ayette ise yabancı ortamlarda, kadının korunmasız olduğu durumlarda tacize karşı ekstra önlem olarak içinde bulunduğu topluma uygun bir dış giysi(ceket, kaban, palto veya pardesü vb.) alınmasının daha iyi olduğunu tavsiye etmiştir. Ancak bu giysi, bir ulusun başka bir ulusu taklidi olarak anlaşılmamalıdır.
Sami Hocaoğlu takma adlı Mustafa İslamoğlu’nun 01-08.02.2008 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki “Başörtüsünün farziyyeti” adlı köşe yazılarıyla ve 08-09.02.2008 tarihinde Hilal TV’de yayınlanan “Kur’an’da Başörtüsü” konulu bir programla ilgili bir değerlendirmedir.
Konuşmacı Mustafa İslamoğlu, program boyunca gösterdiği saygısız, alaycı ve saldırgan tavır sergilemekle ancak kendi güvenirliğini zedelemiştir.
Öncelikle konuşmacının tavrı diğer sohbetlere göre oldukça farklıydı. Diğer toplumsal gruplarla ve cemaatlerle ilgili değerlendirmesinde sık sık göze çarpan üslubu tamamen değişmişti. Cemaatlere şirin görünmek adına yüzünü ve ses tonunu eğip bükerek esnek olmaya çalışan konuşmacı; Allah odaklı ve Kur’an eksenli anlayışlara gelince genel tavrı hoşgörüsüz, saygısız ve saldırgan idi. Oysa geçmişte, üstadı Said-i Nursi’den söz ederken onun çok değerli eserler ortaya koyduğunu dile getirmiş, onu öve öve bitirememiş, ancak yalnızca bir yerdeki değerlendirmesine katılamayacağını söylerken inanılmaz bir şekilde moddan moda girmiş, alabildiğince sözleri gevelemiş, yetmiş dereden su getirerek, ona bağlılığını ve özrünü beyan etmiştir. Program sunucusu, genelde abartılı bir kişilik olmasına rağmen o gün daha sakin ve konuşmacıya göre daha saygılıydı.
Konuşmacı o gün sanki mutlak ve tek âlim havasına girmişti. Kendisine mektup gönderen 55 yaşındaki emekliyi hafife alması kendisine hiç yakışmadı. Hem de bunu birkaç kere diline doladı. Din işleri konusunda konuşmanın 55 yaşındaki emeklilerin işi olmadığını küçümser bir üslupla yineledi. Oysa bu 55 yaşındaki kişi Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılmış bir emekli olabileceği gibi, bir İlahiyat profesörü, medrese mollası ya da kendini yetiştirmiş bir âlim de olabilirdi. Sormak lazım, bu konularda konuşmak için acaba kaç yaşında ve hangi niteliklere sahip olmak gerekir?
Dürüst insanlar abartılı davranmadıkları gibi yüzlerini ve ses tonlarını eğip bükmezler. Dürüst olmayan insanların sözleriyle özleri, sözleriyle davranışları uyumlu olmaz. Bol laf üretirler ama fiili uygulama onlarda ancak şova dönüşür. Şov yapanlar çevrelerine iyi izleyici toplayabilirler, ama güven veremezler. Şov yapanlar ahirete inanmazlar. Allah yokmuş, edilgenmiş veya devre dışıymış gibi konuşur ve davranırlar. Zaman zaman sözleri doğru olsa bile bu açıkları samimiyetlerini kuşkulu kılar.
Konu başörtüsü iken bu konuda ne kadar yetersiz olduğunu veya hazır olmadığını ortaya koydu. Konuşmacı vaktini konuyu cevaplamak yerine lüzumsuz polemiklerle harcadı. Mektup sahibi Latin harfleriyle yazdığı mektubunu “mikna’a” yerine “mikna” diye ifade etmiş olabilir. Ortada tiye alınacak bir durum yokken birkaç kez bunu alay konusu yaptı. Oysa izinden gittiği âlimlerin karşıt görüşlerini böyle dışlayıcı olmamıştı. Kendisi bir çırpıda Kur’an’ı merkeze alanları “kâfir” ilan etti. Bunu da defalarca tekrarladı. Oysa şimdiye kadar onca aykırı ve yadsıyıcı görüşleri böyle etiketleme cüretini gösterememişti.
Kur’an’da mealen, ahirete inananların kaliteli, tutarlı örnekler vereceğinden söz eder. Eğer ciddi laflar ediyorsanız verdiğiniz örnekler dengeli olmak zorundadır. Bu durum, aynı zamanda dürüst bir insan olmanın gereğidir. İnsan dürüst olmadığı zaman ahlakdışı bir yol izler, uçlardan, kenarlardan, dolambaçlı yollardan manevralar yapar, sözünü yeterince temsil etmeyen ve desteklemeyen örneklere sarılır. Bu yolla ahmakları aldatır, ama dürüst insanları zamanla kendisinden uzaklaştırır, cepheleşmeleri daha da keskinleştirir.
Kur’an’ı merkeze alan, geleneği ve hadisleri hüküm mercii olarak görmeyenlerin, Arapça bilmedikleri için bu sonuca vardıklarını söylemek iddia sahibinin basitliğini ortaya koyar. Biraz insaf ve izan gerekir.
Konuşmacının büyük üstad olarak nitelediği Said-i Nursi’nin ilginç bir sözü var: Risale-i Nur okuyan Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’u anlamasalar bile, anlamadan okusalar bile zamanın büyük âlimidirler” der. Buradan yola çıkarak denilebilir ki, Türkçe okumasını bilen, evinde Kur’an, internet bulunduran ve oradan günde birkaç saat harcayarak araştırma yapan herkes bu zamanın âlimidir. Peki, bunu yapan, yapabilecek kaç kişi var? Belki milyonlar… Bu ifade konuşmacının hoşuna gitmez, evet. Milyon alim. 3 ayet, 3 konuda araştıran ve bilgisini netleştirenler 3 ayetin, 3 konunun âlimidirler. Arapça bilmeseler de… Kaldı ki bu toplumda milyonu aşacak ölçekte okuduğunu anlayacak, Arapça sözlükleri okuyacak ölçekte Arapça bilen insanlar var.
Konuşmacı, Kur’an’ı hüküm koyucu tek kaynak gören insanların namaz kılarken yalnızca, “Elhamdulillah” dediklerini veya birkaç sözcükle bu ibadeti ifa ettiklerini dile getirdi. Şimdi bu doğru mudur? Bu iddia, bu anlayışta olanların ortalama uygulamasını yansıtıyor mu? Hayır. Ortada hak yok, adalet de yok. Çünkü konuşmacı dürüst değil. İzleyicilerine keyfi bir tanıtım yapma gayretinde. Bir meczubun sözünü nasıl genel görüş diye yansıtırsınız. Benzer meczuplukların her tarafta örnekleri bulunamaz mı? Biraz internet kültürünüz varsa, Kur’an merkezli anlayışı savunanların keyfi namaz kılmadıklarını, Kur’an’dan pekala namazın nasıl kılınabileceğini çıkarılabildiğini görürsünüz. Örneğin bir arama motorundan “Kur’an’da namaz” veya “Kur’an’da salat” diye aratırsanız, elinize hem delilli-ispatlı çok sayıda araştırma bulursunuz. Hatta ciddi beyin jimnastiği yaparak. Namaz konusuyla beraber pek çok konuyu kafanızda sorgulayarak. Allah’ın Kitabındaki kanıtlarını bizzat görerek. Peki, konuşmacının savunduğu namazı milyonlar nereden öğrenmektedir? “Namaz Hocası” adlı kitaplardan. Bu kitaplar belirli mezhebe ait, konuyu delilsiz aktaran, namazı yalnızca şekle indirgeyen bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Kendi gözündeki merteği görmeyenler başkasındaki çöple alay etmektedirler.
Pardon konu neydi? Başörtü. Ancak konuşmacı bir türlü konuya gelemiyordu. Kur’an’ı dinin tek kaynağı görenlerin kafir olduklarını, cahil olduklarını, örtenler olduklarını, haddini bilmezlerden olduklarını, Arapça bilmediklerini, kitabına uydurduklarını, İslam’ı teslim aldıklarını iddia ediyordu. Hatta haddini aşıp daha büyük ithamlarda bulunuyordu. Onlara benzeyen Haricilerin hamile kadınları, bebekleriyle birlikte kestiklerini, dillerini doğradıklarını iddia ediyordu. Bunlar ahlakdışı benzetmelerdir. Tüm bunlar haksız bir itham, koca bir iftiradır. Konuşmacının iddialarını yaşatan ve ayakta tutan Emeviler ve Abbasilerin insanları ne tür işkencelerle katlettiklerini neyle açıklayacaksınız? Oysa şu bilinen bir gerçektir ki Kur’an eksenli insanların genel ortalaması ne Haricileri ne Vehhabileri ne şu mezhebi ne de bu tarikatı referans alırlar. Kur’an eksenliler hadisleri dinin temel referans kaynağı kabul etmez iken Hariciler, Vehhabiler, Mutezile ve özellikle Sünniler konuşmacı gibi hadis ve sünneti de dinin temel referans kaynağı olarak görmektedirler. Şimdi kim kime benzemeye daha yakındır, acaba? Kur’an’ı dinin temel referans kaynağı görenler, Kur’an ve vahiy kontrollü bilgiyi aklın ve bilimin ışığında anlamaya ve yaşamaya çalışırlar. Birtakım cemaatlere şirin görünmek için konuşmacı gibi dillerini eğip bükmezler.
Konuşmacının iftiraları bitmiyordu. Bunların arkasında Batı’nın ve oryantalistlerin olduğuyla itham ediyordu. Belli ki mezhepçi, kuralcı gözünü kin bürümüştü. Postundan endişe içindeydi. Gençlik kendisi kadar, Kur’an eksenli insanlara da itibar etmeye başlamıştı. Çıldırması bundandı. Eğer Kur’an eksenli insanlarla tanışıklığınız varsa biraz gözlemlemeniz sonucunda, onların büyük çoğunluğunun ekonomik açıdan pek de varlıklı olmadığını görürsünüz. Oysa konuşmacıya destek veren grup ve cemaatler hem ülke içinde hem de ülke dışında büyük servetlere sahiptirler. Holdingleri, televizyonları, gazeteleri vardır. Batı’nın kimin arkasında olduğu açık değil midir?
Başörtüsü tartışmalarını gündeme taşıyanlar Türkiye’de konuşmacının iddia ettiği gibi Arapça bilmeyen sıradan halk olmamıştır. Bunlar, hem medrese hem akademik eğitim almış insanlardan oluşmaktadır. İşte bunların bir kısmı hem ilahiyat hem de medrese eğitimi almışlardır: Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Beyza Bilgin, Prof. Hüseyin Hatemi, Prof. Mualla Selçuk, Doç. Şahin Filiz, Amerikalı kadın alim Amine Vadud. Diğer taraftan Diyanet İşleri başkanı Prof. Ali Bardakoğlu, eski Diyanet İşleri Başkanları Prof. Süleyman Ateş ve Mehmet Nuri Yılmaz, Prof. Mehmet Aydın, Prof. Salih Akdemir, Prof. Hasan Onat, Prof. Zekeriyya Beyaz gibi şahsiyetler bunun bir gelenek veya görenek anlamında bir dinî gereklilik olduğunu vurgulamışlardır. Prof. Bayraktar Bayraklı başı açık namazın geçersiz olduğunun iddiasının doğru olmadığını dile getirmiştir. Prof. Hüseyin Atay başı açık namaz kılınabileceğini dile getirmiştir. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Müdürü Ayşe Sucu da benzer görüşte olduğunu beyan etmiştir.
Konuşmacı Nur suresi, 31. ayetinde geçen “humur” sözcüğünün “örtüler” değil, “başörtüler” anlamına geldiğinin tartışmasız kabul edildiğini iddia etmektedir. O yüzden “humur” sözcüğüne ek olarak “baş” anlamına gelen “re’s” sözcüğüyle birlikte kullanılmasının gereğini dile getirmenin alaycı üslubuyla cehalet ve haddini bilmezlik olduğunu iddia etmiştir. Şimdi “humur” sözcüğüne tek ve mutlak görüş gibi bir dogmayı dayatan ve aykırı olasılıkları kafirlik, cahillik ve haddini bilmezlikle suçlarken bunun bir hezeyan olduğunu Arap üniversitelerinde öğretim üyesi olarak ders veren, bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Prof. Süleyman Ateş’in Kur’an Ansiklopedisi’nin “Örtünme” bölümünden makaslanmış gibi bir saçmalığa yer vermemek için kendi görüşüyle birlikte alıntılıyorum:
“Humur himârın çoğuludur. Örtmek, anlamındaki hamr kökünden yapılmış isim olan himâr, aslında örtü demektir. Fakat örfte kadının başörtüsünün adı olmuştur. Acaba himâr kelimesi, Kur'ân indiği dönemde bu özel anlamı kazanmış mıydı, yoksa Kur'ân döneminden sonra mı kelimeye bu özel anlam verildi, bilemiyorum. Ceyb, gömleğin göğüs yırtmacıdır. Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar." cümlesinde eğer himâr kelimesi, özel anlamıyla değil de genel anlamı olan örtü mânâsında ise, âyette, kadınların, örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymaları emredilmektedir. Bu durumda saçtan ve saçın örtülmesinden söz edilmemiştir. Buna göre âyette saçların değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur. Ama eğer himâr'a, başörtüsü anlamı sonradan yüklenmemiş de Kur'ân’da bu özel anlamda kullanılmış ise, -ki kanâatimiz böyledir- bu takdirde kadınların, baş örtülerini, yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmaları emredilmiştir. Bu takdirde himâr saçları kapatan başörtüsüdür. Zaten Kur'ân'ın indiği dönemde hür ve özellikle aristokrat kadınların, başlarını örttükleri muhakkaktır. Binaenaleyh kelimenin, Kur'ân'da bu anlamda kullanılmış olduğu ihtimali daha güçlüdür.”
İşte bu, ilmî yaklaşım. Konuşmacının tavrı ise, subjektif, tarafgir, cemaat bağnazlığı, ata kültüne olan bağımlılığını ortaya koymaktadır.
Yine Prof. Süleyman Ateş’in Vatan gazetesindeki yazısı, gerçi bazı alimlerin gazeteye yazdıkları ilmî değer taşırken nedense bazılarınınki taşımamaktadır:
“Hz. Ömer, baş örtülü gördüğü bir cariyenin başından örtüsünü çıkarttırmıştır. Eğer baş örtüsü takmak dinin temel görevi olsaydı, cariyeye de örtünme gereği getirilirdi. Oysa cariyenin örtmesi gereken yerler, aynen erkekler gibi göbekle diz kapağı arasıdır. Yani cariyenin göğüsleri dahi örtünme kapsamı dışında tutulmuştur. Neye göre? Geleneğe göre... Yoksa Kur’ân’da hür ve cariye ayırımı yoktur. O halde bugün takılmasa da olur. Çünkü Kur’ân, “Sözü yani Kur’ân’ı dinleyip onun en güzeline uyanlar”ı övmektedir. “Demek ki Kur’ân’ın da bütün emirlerini uygulama gereği getirilmiyor, zamanın şartlarına en uygun olanına uymak da yeterlidir. Hepsini yapamıyorsak, hepsini terk etmemiz doğru olmaz. Yapabildiklerimizi yaparız” derseniz bu bir yorumdur. Ama “baş örtüsü diye bir şey yoktur” gibi sözler ciddiyetten uzaktır. Benden böyle bir şey beklemeyiniz. 70 yaşımdan sonra insanların hoşuna gitsin diye gerçeklere ters şeyler söylemem, söyleyemem.”
Evet, Süleyman Ateş doğru söylüyor. Başörtü diye bir şey var. Binlerce insan da takmaktadır. Bu da bir gerçektir. Ancak mutla doğru mudur? Onun cevabını veriyor mu? Hayır. Süleyman Ateş cahil midir? Bunu iddia etmek bir hezeyandır.
Bir de konuşmacının alkışlayacağı kaynaktan kanıt vermekte yarar vardır. Eski Diyanet İşleri başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, Türkiye’de dinin temel kaynağı olarak görülen, yoğun şekilde okunan ve temel referans kabul edilen “Büyük İslam İlmihali” adlı eserinin “Namaz- Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek)” adlı bölümünde şu bilgilere yer vermektedir:
“23-Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.
24- Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebû Yusuf'a göre, avret sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz.
Örnek: Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır. Yalnız diz kapağının açık bulunması ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır.
25- Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir durum olsa namaz bozulur.”
Örtünme, genel olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarında “Namaz, setr-i avret(ayıp yerleri örtmek)” bölümünde ele alınmıştır. Namaz bir ibadet olduğundan en sıkı sınırlama ona getirilmiştir. Büyük İslam İlmihali’ne göre, mahrem erkeklerin yanında, namazda bile başın yarısı açık caiz olabilmektedir. Bu ilmihale göre tek başına kılarken başın veya başka bir uzvun açık olması namazı bozmamaktadır. Oysa apışarasının kapalı olması gerekir. Çünkü bu, Allah’ın tüm Adem oğullarına emrettiği bir buyruktur(A’raf suresi, 26-27. ayetler). Yine bu ilmihale göre cariyeler göğüsleri açık namaz kılabilirler ve cariyeler de Müslüman olabilir. Bunlar konuşmacının davasına ters düşmeyen görüşlerdir.
Türkiye Diyanet Vakfı İlmihali, c. IV. S.47, “NAMAZIN FARZLARI ve VÂCİPLERİ” bölümünden alıntı;
Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Setr-i avret, avret sayılan yerleri örtmek demektir. Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir.
Avret kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de terim anlamına yakın bir şekilde iki yerde geçmiş olmakla birlikte (en-Nûr 24/31, 58), avret yerlerinin sınır ve ölçüleri gösterilmemiştir. Kur'an'da geçen "sev'e" (el-A‘râf 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ 20/121; el-Mâide 5/31) kelimesiyle de en dar anlamda avret yani erkek ve kadının cinsel organı kastedilmiştir. Bunun Kur'an'da "sev'e" diye anılması, onların örtülmesinin aklın ve fıtratın da gereği olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan buna galîz avret denilmektedir. Cinsel organların dışında nerelerin avret olduğu hususu büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir. Hz. Peygamber'in bu düzenlemeyi yaparken, o dönemin giyim kuşam tarzını da dikkate aldığı açıktır. O dönemde bugünkü anlamda iç çamaşırının olmadığı, en azından iç çamaşırı giyme âdetinin bulunmadığı dikkate alınırsa, Hz. Peygamber'in erkekler için yaptığı bu düzenlemenin, gerek namazdaki hareketler gerekse namaz dışında oturup kalkmalar esnasında, esas avret yerlerinin (cinsel organ ve makat) görünmemesi açısından ne kadar yerinde olduğu görülür…
Kadın için avret, yüz, el ve ayak dışındaki bütün vücuttur. Onlar, yüzlerini namazda örtmedikleri gibi, ellerini ve ayaklarını da açık bulundurabilirler. Saçlarıyla beraber başları, bacakları ve kolları örtülü bulunur.
İMAM MÂLİK NAMAZDA BAŞÖRTMEYİ ZORUNLU GÖRMÜYOR!
İmam Mâlik, setr-i avretin (örtünme) namaza has olmayan genel bir farz olduğunu, namazda ve namaz dışında uyulması gereken dinî bir emir bulunduğunu dikkate alarak kadınların başlarını örtmelerini ayrıca namazın farzları arasında saymamıştır. Onun bu görüşün bir uzantısı olarak Mâlikî mezhebinde setr-i avret namazın sünnetlerinden sayılır. Diğer üç mezhep imamı ve Mâlikî mezhebindeki öteki görüşe göre, namazda setr-i avret, tıpkı kıbleye yönelmenin farz oluşu gibi farzdır…
BAZI HANEFÎ BİLGİNLER KADINLARIN KULAKLARI VE SALIVERİLMİŞ SAÇLARINI AÇIKLIK OLARAK GÖRMEZLER!
Kadının başının dörtte biri veya uyluğunun dörtte biri açık olarak namaz kılması durumunda, Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre namazı geçersiz olur. Ebû Yûsuf'a göre ise, başının yarıdan fazlası açık olmadıkça namaz geçerlidir. Çünkü bir şeyin yarıdan fazlası çok hükmündedir. Kadın, asgari bir başörtüsü, bir de ayaklara kadar uzanacak bir gömlek giymiş olmalıdır. Başörtüsüz namaz kılacak olursa bu namazını, vakit içinde veya vakit çıktıktan sonra iade eder. Mâlik'e göre ise vakit çıktıktan sonra iade etmesine gerek yoktur. Çünkü İmam Mâlik'e göre kadının başını örtmesi namaza has olmayan genel bir farzdır. Bu sebeple Mâlikîler namazda kadınların başını örtmesini namazın farzları arasında saymaz, âdeta onu namazın sünnet veya müstehaplarından biri olarak görürler. Bu itibarla başörtüsüz kılınan namaz, Mâlikîler'de ağırlıklı görüşe göre sahih olmakla birlikte vakti içinde iade edilmesi tavsiye edilmiştir. Kadının örtünmeyle ilgili genel farzı ihlâl etmiş olmasının dinî sorumluluğu ayrı bir husus olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçlarının avret olmadığını söyleyen Hanefî bilginler de bulunmaktadır.
İMAM MALİK BAŞI HAFİF AVRET(AÇIKLIK) OLARAK GÖRÜYOR!
Mâlikî mezhebinde erkek ve kadının avret yerleri “ağır avret” (avret-i mugallaza) ve hafif avret olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir. Erkek için galîz avret, cinsel organ ile makattır. Bu kısmın kesinlikle örtülmesi gerekir. Göbekle diz kapak arasının ağır avret(açıklık) sayılan bölgesinin dışında kalan kısımları ise hafif avrettir(açıklık). Örtülmesi gerekli olmakla birlikte birincisi kadar ağır değildir. Kadının göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret olup, bunun dışında kalan yerleri galiz avrettir. Bu ayırımın pratik sonucu namazdaki örtünme hükümlerine etki eder. Buna göre, hafif avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan bir kimse genel dinî farzı ihlâl etmiş olmanın günahını yüklenmekle birlikte, bu kimsenin namazı bâtıl olmaz. Mâlikîler’in namazda baş örtmeyi sünnet, açmayı da mekruh saymasının anlamı budur.” ( http://www.diyanet.gov.tr/turkish/weboku.asp?sayfa=47&yi d=33 )
Evet, yukarıdaki satırlar Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı bir yayından. Saçının tek bir kılını gösterenlerin ahirette ağır cezalık olduklarını iddia edenlere göre Diyanet bir anlam ifade etmiyor. Ancak Diyanet onların düşüncesini destekleseydi o takdirde yetkili ağız olacaktı.
Bu ayetin açıklamasında Razî: “Câhiliyye kadınları, başörtülerini, arkadan bağlarlardı. Yakaları (elbiselerinin açılan kısımları) önde idi. Bundan dolayı onların boğazları, gerdanları ve döşleri açık oluyordu. Böylece onlar, boyunlarını, boğazlarını buraları kuşatan saçları, kulak ve gerdandaki takılar gibi zinetlerini ve bunların takıldıkları yerleri örtsünler diye, başörtülerinin uçlarını yakaları üzerine salıvermekle emrolundular.”
Kur’an çevirmeni Muhammed Esed aynı ayetin açıklasında, “Himâr (çoğulu humur), hem İslam'dan önce, hem de İslam'dan sonra Arap kadınlarının kullandıkları geleneksel başörtüsüdür. Klasik müfessirlere göre, bu başörtüsü kadınlar tarafından İslam öncesi dönemde az çok süs giysisi olarak kullanılır ve uçları örtünen kadının sırtına serbestçe bırakılırdı; o günün yaygın modasına göre, kadınların giydiği gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık bulunur ve böylece göğüsler örtülmezdi. Bunun içindir ki, göğsün himâr ile örtülmesinin emredilmesi bu iş için mutlaka himâr kullanılmasının gerektiğini ifade etmez; fakat, sadece kadınların göğüs kısmının, örfen açık bırakılmasında sakınca bulunmayan yerlerden olmadığını ve dolayısıyla örtülmesi, gösterilmemesi gerektiğini ifade eder.” ifade ederek başörtüsünün Arap geleneğinin bir uzantısı olduğuna işaret etmiştir.
Kur’an yorumcusu Seyyid Kutub, “Ayette geçen "Ceyb" elbisenin göğüs kısmındaki açıklıktır. "Khimar "ise; baş boyun ve göğüs örtüsüdür. Bu, kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışları sunmamaları içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah'tan korkanlar bu kasıtsız ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile, meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.”
Diğer bir Kur’an yorumcusu Kurtubî de, “ceyb”den amaç yakalar ve göğüs yırtmacı olduğunu, “humur”un ise hem başörtüsü hem de yaka örtüsü anlamına gelebileceğini ifade etmiştir.
Tüm bunlar, başörtüsünün cahiliyyeden gelen bir örtü olduğunu anlatmaktadır. Evet, uygulamada o örtü, o gelenek terk edilmemiştir, göğüs yırtmacının örtülmesi emredilmiştir. Geleneğin kaldırılmamış olması onun emredildiğini kanıtlamaz. Eğer başörtüsü geleneği olmayan bir ülkede olsaydı, yine göğüs yırtmacına atıfta bulunulacaktı.
Bugün bir televizyon kanalında Prof. Hayrettin Karaman aynı konuda başörtüsünün hükmü hakkındaki sorulara cevap veriyor. Verdiği cevap şu. Bana göre başörtüsü emredilmiştir. Ben İslam’ı böyle anlıyorum. Birisi de İslam’da başörtünün emredilmediğine inanıyorsa, o, onun tercihidir. Ben de onun kadar özgür olmak istiyorum. Sünni anlayışa uygun bir değerlendirme. Sünni görüşe göre açık ve somut bir Kur’anî hükmü reddeden ancak kâfir olabilir. Bu konuda isabetli bir görüş… Ya Mustafa İslamoğlu? Ama hemen basıyor kâfir damgasını, hem de birkaç kez. Her türlü paganlığa karşı lafını, yüzünü ve ses tonunu eğip bükerken sıra Kur’an eksenlilere gelince hırçınlaşıyor, o yapay yumuşak karakter bir anda ahlakî sınırları zorluyor.
Allah’ın Elçisi, Türkiye’de yaşıyor olsaydı acaba nasıl giyinirdi? Allah özel bir giyim çeşidi emretmediğine göre örfe göre giyinecek, içinde yaşadığı topluma bu konuda muhalefet etmeyecekti. Oysa sayın konuşmacının çoğu defa sözleriyle tavırları çelişmektedir. Devrimci tavır yerine giysileriyle, yakasız gömleğiyle hayranı olduğu kitleye nelere özlem duyduğunun mesajını vermektedir. Geleneğe daha fazla Arapça sözcük kullanarak, yüz ifadeleriyle, ses tonuyla, takkesiyle, sarığıyla sakalıyla, tercih ettiği renklerle, giyim tercihiyle sahip çıkmaya çalışanlar yine bir yerlere şirin görünme, bir yerlerden beslenme arzusunu akla getirmektedir. Bu ülkede ayrıntılarda yüzen bu kafalar yüzünden insanlar hala karanlık denizlerde yüzmektedirler. Vücudunda aman bir nokta kuru yer kalmasın, aman kadının saçının bir teli görünmesin, aman küçük su döktükten sonra bir damla daha kalmasın, aman ayakta çış yapmasın, aman abdest alırken ayakları iyice yıkansın, aman Kur’an’ı Arapça okurken harfler mahrecinden çok iyi çıksın, aman namaz kılarken parmaklar doğru yerde bulunsun ve aman namazda parmaklar doğru yerde kalkıp insin diye insanlar psikolojik ve fiziksel sorunlar yaşamaktadırlar.
Sayın İslamoğlu sık sık âlimlik moduna girip başkalarına yol gösterirken programın konusu olan başörtüsü hakkında kendi çevresi için onlara mavi boncuk dağıtma ve saldırganlık kopyaları verme dışında doyurucu bir açıklama getirememiştir. Eğer çevresi bu bilgiye gereksinim duymuyorsa ne diye 2-3 saat zaman bu konuya vakit ayırma gereği duymaktadır? Başörtüsünün emredildiğine inandığı ayetin ne anlatmak istediğini değil, ne anlatmak istemediğini söz dalaşıyla vermeye çalışmıştır. İşte açıkta kalan sorular:
1. Örtüler anlamına gelen “humur” sözcüğü, “baş” sözcüğü ile bir tamlama yoluna gidilmemiştir. Başın bu denli kutsandığı çevreler göz önünde bulundurulursa Allah’ın kitabında onca detay varken bu konuya açık bir vurgu yapılmamıştır. Kur’an’da Yusuf ve Musa peygamberin hayat öykülerine bakarsanız o kadar detay vardır ki demek başörtüsü bu öyküler kadar anlamlı değildir. Saçını göstermemek için kılı kırk yaranlar için kadın saçının gösterilmemesine dair Kur’an’da bir gönderme yapılmaması Allah’ın gaybı(tüm zamanlarda olup bitecekleri) da bilmesindendir. Allah saç kapayıcıların eline sağlam bir kanıt vermemiştir.
2. Bu konuşmayla göğüs yırtmaçları anlamına gelen “cuyûb” sözcüğüyle ne amaçlandığı anlaşılamamıştır.
3. Süsleri anlamına gelen “zînet” sözcüğü de havada kalmıştır. Oysa konunun açığa kavuşması için o kadar sürede ne anladığını pekâlâ anlatabilirdi.
4. Konuşmacı, “kendiliğinden görünenler” ifadesi konusunda kafa karışıklığı içindeydi. İddiaya göre bunlar, abdest alınan organlar idi. Kısa bir süre sonra ona bu gerçek sevimsiz gelmişti. Bir ara baş ile ayakları birbirine karıştırdı. Dili dolaştı. Baş ile ayağı kıyaslayacaktı. Abdest alırken baş gibi ayakların da meshedilmesini, abdest alırken ayakları yıkamanın emredilmediğini söyler gibi oldu. Ancak malum çevreleri ürkütürüm endişesiyle hemen geri adım attı. Tam günün adamı… Bir yerlere şirin görünmek için kendisine ve sözcüklere kaç takla attırdığını sık sık görmek mümkündür.
5. “Ferclerini korusunlar” ifadesini “iffetlerini korusunlar” diye aktardı. Kitaba ve onun literatürüne aşina olmadığını derin(!) Arapça bilgisiyle ortaya koydu.
6. Konuşmacının ikinci iddiası ise şuydu: “Eğer “humur” kelimesi göğüsleri örtme anlamında kullanıldıysa, bu ayet inmeden önce kadınlar göğüsleri açıkta mı dolaşıyorlardı?” Bu sözler konuşmacının bu toplumdan ve o günkü toplumdaki sorunlardan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Şu çok açık bir gerçek ki, günümüzde de omuzları ve yakası açık bir şekilde dolaşan hatta bir de göğüs dekoltesi yapan pek çok kadın vardır. Hatta bu durum bazı çevrelerde çok normal görülmektedir. Yakası, omuzları, göğüsleri kapalı birçok kadın da dapdar kıyafetlerle göğüslerini belirgin hale getirmektedir. Hatta saçının telini göstermemeye özen gösteren pek çok bayan, dar kıyafetlerle göğüslerini ortaya koymaktan ve yırtmaç etekle dolaşmaktan çekinmemektedir. Tabii ne de olsa örtünme demek başı örtmektir, değil mi? Başörtüye ve saçın telini göstermemeye bu çevrelerde öylesine vurgu yapıldı ki diğer organların teşhiri anlamını yitirdi. Ortada bu kadar belirgin bir durum varken, hatta başörtülü kadınlar arasında bile böyle bir sorun varken konuyu göğüsleri açıp dolaşmaya indirgemek çok çirkindir. Saçları açık bir kadın mı daha dikkat çekicidir yoksa saçları kapalı ama göğüsleri dar bir kıyafetle ortada olan bir kadın mı? İşte Allah böyle belirgin bir soruna dikkati çekmiştir,
7. Konuşmacının üçüncü iddiası ki bu iddia bir cehalet örneğidir: “Humur eğer başörtüsü değilse, bunu iddia edenlere göre humur göğüs örtüsüdür. Humurun başı nerde diye soruyorlar, o zaman humur’un göğsü nerde?” Ne kadar cahilce, ne çirkin bir kelime oyunu… Kimse “humur, göğüs örtüsüdür” diye iddia etmiyor, bunu savunmuyor. Ancak konuşmacı “humur, baş örtüsüdür” diye savunuyor. Humur örtüdür, ne baş örtüsüdür, ne göğüs örtüsü… Örtüyü nereye koyarsanız örtü, oranın örtüsü olur. Peki ayete göre örtü nereye konacakmış? Göğüslere, yakaya. İşte humur’un göğsü “cuyûb” oluyor.
8. Konuşmacı Kur’an’ın gökten taş gibi yağmadığını söylüyor. Doğru söylüyor. Çünkü bu kitapta Allah, Elçisi’nin(a.s.) ve dostlarının, şeytan ve dostlarının hayatlarını inananlar için gerektiği ölçüde detaylandırmıştır. Bu kitapta, Peygamber’in ve karşıtlarının tepkileri, söz ve davranışları da anlatılmıştır.
9. Giyim konusu, Kur’an’da mü’minlere yetecek ölçüde açıklanmıştır. Allah’ın Elçisi de, Kur’an dışında inananları bağlayıcı bir vahiy almamıştır. Allah Resulü, Kur’an’ı inceleyerek bu konuda sonuçlara varmıştır. Rabb’imizin inanan erkek ve kadınlardan özetle şunu istemiştir: Toplumsal ilişkilerde cinsel kimlikle öne çıkma yerine, bu gerçeği reddetmeden, hiçe saymadan, göz ardı etmeden mümkün olduğu kadar insan kimliğiyle birlikte yaşayın, hayatı birlikte kucaklayın. Birbirinizi tahrik etmekten, taciz etmekten ve bir yerlerinizi teşhir etmekten uzak durun. A’raf suresi, 26-27. ayetlerde tüm Adem oğullardan apışaralarını örtmelerini istemiştir. Amaç fitnenin önüne geçmektir. Tek ilahî otorite olan Allah Nûr suresi, 30’da öncelikle erkeklere sonra kadınlara hitap ederek karşıt cinse karşı gözlerini (bakışlarını) dikip kalmamalarını istemiştir. Mü’min erkek ve kadınların toplumda bir arada yaşadıklarını taciz ve tahrik durumlardan sakınmalarını ifade etmiştir. Nur 31. ayetinde ise daha fazla cazibeli oldukları için konu kadınlar açısından ele alınarak onların teşhir ve tahrik etmekten kaçınmaları istenmiştir. Bu ayette vurgu konusu olan “humur” sözcüğü değil “zînet” sözcüğüdür. Amaç tahrik ve teşhir edici durumun önüne geçmektir. “Humur”un amacı da zînet konusunda en fazla öne çıkan göğüs dekoltesidir. Nitekim günümüzde kadınlar bununla daha fazla dikkat çekmektedirler. Nûr suresi, 60’da zînetin göreceli olduğunu kişiye, onun yaşına ve duruma göre değişebileceğini bildirmiştir. Ahzâb suresi, 59. ayette ise yabancı ortamlarda, kadının korunmasız olduğu durumlarda tacize karşı ekstra önlem olarak içinde bulunduğu topluma uygun bir dış giysi(ceket, kaban, palto veya pardesü vb.) alınmasının daha iyi olduğunu tavsiye etmiştir. Ancak bu giysi, bir ulusun başka bir ulusu taklidi olarak anlaşılmamalıdır.
10. Mecaz da olsa, elbiselerine bürünenleri, örtülerini başlarına çekenleri(bk. Süleyman Ateş çevirisinden) yüce Allah kınamıştır. Hud suresi, 5. ayet. Nuh suresi 7. ayet. Evet, mecazın anlatmak istediği konu farklıdır. Ancak mecazın gerçek anlamdaki karşılığını, uygulama olmasa da, yadsımak doğru değildir.
Adil Okur
Not: Türban veya baş örtüsü takanların hak ve adalet ilkesi gereği her ülkede özgürce bu giyim biçimini din adına da olsa kullanma hakları vardır. Ancak bundan endişe duyanların da kendilerine yasal güvence aramaları tabiidir.
|