Baştan sona okumanızı tavsiye ederim...
BENİM GÖZÜMDE ATATÜRK
R.İhsan ELİAÇIK
Taha Akyol’un “Ama hangi Atatürk” kitabını bitirdiğimde, sonuna “Keşke böyle kitaplar daha çok yazılsa” diye not düşmeden edemedim.
Bu tür kitapları önemsiyorum. Çünkü dogmatik değil; analitik (çözümlemeci) bakıyorlar.
Portre çalışmalarında bu tarz çök önemli.
Bir şahsı “göklere çıkaran” veya “yerin dibine batıran” kitaplar bu nedenle bilgilendirici olmaktan ziyade, yüceltme, olmadık vasıflar atfetme, uçurma veya aşağılama ve haksız ithamlarla dolu oluyor.
Oysa “gerçeği sadece gerçeği” öğrenmek isteyenlerin bunlara iltifat etmemesi gerekir.
Ben de bir süredir iltifat etmiyorum ve doğrudan doğruya kendi okuma ve araştırmalarımı esas alıyorum.
***
Türkiye’de söz konusu aşırı göklere çıkarmalar ve yerin dibine batırmalar yüzünden, bir insan olarak 1881’de doğup 1938’de vefat eden Mustafa Kemal Paşa gerçeği üzerine sağlıklı çalışmalar yapılamamış ve yapılamamaktadır.
Böyle olunca bir gerçeklik ya göklere çıkarılarak ya da yerin dibine batırılarak orada öylece duruyor.
Seviyor musun sevmiyor musun gibi gayet naif ve duygusal bir zeminde ele alınıyor. Oysa analitik (gerçekçi, çözümlemeci) yöntemde bunun yeri yoktur.
Oysa yeni nesillerin bu tarz “gerçekçi” yaklaşımlara ihtiyacı vardır.
***
Bu yazıda amacım, Atatürk hakkında derin araştırma sonuçları sunmak, belgeler ortaya dökmek, dönemin kavgaları, hırsları, rekabetleri, politik/ideolojik karşıtlıkları etrafında taraf olmak, onları aynı hırsla sürdürmek ve böylece yüceltmek veya aşağılamak değil...
Amacım “gayr-ı şahsi egemenliğin” ne demek olduğunu yakın tarihimizin en esaslı “egemenlik figürü” haline getirilmiş bir örneği üzerinden gösterebilmektir.
Ebedi ve evrensel olanla, ölümlü ve tarihsel olanın nasıl ayırt edilebileceğini örneklemektir.
Kördüğüm haline gelmiş bir tıkanmanın dışına çıkarak olaya bakabilmenin nasıl olabileceğine dair bir perspektif sunabilmektir.
***
Ben ki “Ben de sizin gibi bir insanım” (Fussilet; 41/6) diyen peygamberimizin “kamu otoritesi” sıfatıyla yaptıklarına dahi eleştirel gözle bakmak gerektiğine inanan birisiyim. “Ben de sizin gibi bir insanım” demek, “Ben de sizin gibi eleştiriye açığım, sorumlu olduğum tüm kamu işleri eleştiriye ve denetime açıktır” demektir.
Çünkü peygamberimizin kamusal görevi “İnsanlar arasında adaletle hükmetmek”tir: “Onlar arasında (beynehum) adaletle hükmet.” (Maide; 5/42)…
“İnsanlar arasında (beyne’n-nâs) Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için kitabı sana gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.” (Nisa; 4/105)…
“İnsanlar arasında (beyne’n-nâs) hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin.” (Nisa; 5/58)…
Dikkat ediniz! “İnsanlara hükmet” değil; bilinçli bir kullanımla “İnsanlar arasında hükmet” deniliyor.
Bu şu demektir: Peygamber veya siz insanlar üzerinde “egemen” değilsiniz. Onlardan birisisiniz. Bu nedenle insanların kamu işlerini üzerinize aldığınızda, onlar arasında adaletle hükmetmekle sorumlusunuz. Bu hakemlik sorumluluğunu bırakıp insanların hayatları üzerinde egemen olmaya kalkmayın…
Kamu idaresinin temeli budur. Bunun için Hz. Ömer’in dediği gibi adalet mülkün (kamunun, devletin) temelidir.
Demek ki…
Halkın vergilerini emanet ettiği, evlatlarını askere yollayarak emrine verdiği her makam ve mevki sahibi yani “kamu otoritesi”, o makam ve mevkiye kim oturursa otursun eleştirebilirdir. Kamu idaresinin doğası bunu gerektirmektedir.
Şu halde…
Türkiye hazinelerinin başına geçen herkes, kim olursa olsun bulunduğu makamın doğası gereği eleştiriyi göze almak durumundadır. Çünkü ortak hazine emrine verilmekte ve insanlar arasında adaletle hükmetme anlamında egemenlik hakkını kullanmaktadır. Velev ki başımızda Abdülhamit, Vahdettin, Enver Paşa veya Mustafa Kemal Paşa olsun…
***
Buradan bakılınca Türkiye hazinelerinin başına geçmiş herkese eleştirel gözle bakacağım ortadadır. Entelektüel namusum ve bağımsızlık karakterim bunu gerektirmektedir. Çünkü param, vergim, gençliğim vs. üzerinde emir verme ve tasarrufta bulunma yetkisini kullanmaktadırlar.
Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa benim gözümde bir “egemenlik” figürü değildir. Hiçbir faniyi “mutlak egemen” görmem. Gayr-i şahsi egemenliğe inanırım. Diğerleri gibi o da İçimizden birisiydi ve aramızda adaletle hükmetmek zorundaydı.
Bu kadar değil tabi…
Bir millet zaman zaman tarihi badireler atlatır. Dibe vurduğu zamanlar olur. Böylesi dönemlerde “kendinden zuhur diyalektiği” ile içinden öncüler çıkarır. Bu öncüler ma’şeri vicdanda yer ettiği an “kahraman” olurlar. Kahramanlar “devlet tanrısı” haline getirildiği an gayet itici bir hal alırlar. Kahraman odur ki milletin gönlünde yaşar. Onu koruyup kollayan milletin engin sağduyusudur. Esasında kahramanın koruma kanunlarına ihtiyacı yoktur. Arkasında silahlı kuvvetlerin veya bir donanmanın durmasına gerek de gerek yoktur. Aksi halde “devlet tanrısı” haline gelir. Kahraman, milletin gönlünü fethederek yaşayandır; gözünü korkutarak değil…
***
Benim gözümde Mustafa Kemal Paşa, yaşadığı tarihsel şartlar nedeniyle yıkılış ve yok oluş dönemi millet ve devlet aklının bir ürünüydü.
Altı yüzyıllık bir imparatorluğun dağılacağı görülünce, millet ve devlet aklı harekete geçmiş ve “kendinden zuhur diyalektiği” ile kendi rahminde yeni bir doğum var etmiştir. Bu doğumu bütün imkanlarını seferber ederek besleyip büyütmüştür.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin esas anlamı” bana göre budur.
Bu nedenle kimsenin tekelinde değildir.
Millet ve devlet aklının ortak ürünüdür. Sahibi cumhurdur, halktır, kimsesizlerdir.
Bu sebeple Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kopmaz bir bağ vardır. Bundan dolayıdır ki Osmanlı devlet genetiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bünyesinde sürüyor. Bunun dönüştürülmesi mümkün ama tümden yok edilmesi mümkün değil. Esas dönüşüm ise genellikle ilk nesilden sonraki ikinci hatta üçüncü nesillerde ortaya çıkar.
“Kendinden zuhur diyalektiğinde” hesapta olmayan tek değişiklik saltanattı. Cumhuriyet döneminde yapılan değişikliklere, saltanatlarına dokunulmaması kaydıyla padişahlar da taraf olabilirdi. Nitekim Sultan Vahidüddin İtalya’da sürgündeyken bir takım devrimler yapıldığını duyunca “Zaten savaştan sonra bunları biz de yapacaktık” demiştir.
***
Bu coğrafyada saltanat İngiltere (1648), Fransa (1798) veya Rusya’da (1917) olduğu gibi ayaklanma ve iç savaş sonucu yıkılmamıştır.Her üç devrimde de krallar idam edilmişti. (I. Charles 1649’da, 16. Lui 1793’de, Çar Nikola 1918’de)
Osmanlı saltanatı, içerden bir ayaklanma ile değil; dışarıdan gelen işgal yoluyla yıkılmıştır. ABD’nin 2003’de Irak’ı işgal edip Bağdat’ta Saddam’ın heykelini canlı yayında devirerek yıkması gibi, İngilizler de İstanbul’u işgal etmiş, sarayı basmış ve sultanı esir alarak saltanatı “fiilen” yıkmıştır. Eğer o dönemde medya bu kadar gelişmiş olsaydı, belki de, İstanbul’a girişlerini ve Vahidüddin’i esir alışlarını canlı yayında dünyaya seyrettireceklerdi.
Bu nedenle, içeride, zaten işgalcilerin elinde esir olan saltanatın “hukuken” de kaldırılması kolay olmuştur.
Şurası bir gerçek ki bu coğrafyada değişiklikler içeriden devrim yoluyla değil; ya dışarıya doğru fetih veya dışarıdan gelen işgal, baskı ve telkinler yoluyla oluyor. Bunun, bazıları olgunluk olarak görse de olumsuz bir durum olduğunu düşünmekteyim. Çünkü devrim yapmamış bir halk benim gözümde rüştünü ispat edememiştir.
Bizde başta kurtuluş savaşı ve Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya çıkışı olmak üzere, cumhuriyete geçiş dahi esasında bir devlet operasyonudur.
***
Benim gözümde Mustafa Kemal bir Osmanlı paşasıydı. Askerdi; bir fikir adamı veya filozof değildi. Tarihin geldiği o noktada devletin derinliklerinden “realist” ve “pragmatist” özellikleriyle bir kişiliğin çıkması, yeniden doğuşu ateşlemesi ve örgütlemesi gerekiyordu. Bu özellikler Mustafa Kemal Paşa’da vardı ve tarih onu öne çıkardı.
Enver Paşa’da bir Osmanlı paşasıydı. Tarihin geldiği o noktada devletin derinliklerinden “idealist” özelikleriyle bir kişiliğin çıkması ve gelecek kuşaklara çekildiğimiz yerlerden esasında vazgeçmediğimizi, büyük muhayyilenin bu milletin hafızasında ilelebet yaşayacağını hatırlatması gerekiyordu. Bu özellikler Enver Paşa’da vardı ve tarih onun idealini öne, kendisini geri plana çekti.
Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nı ateşleyen ve örgütleyen kadroya bakarsınız, daha çok Osmanlı Erkan-ı Harbiyesi (Kara Harp Okulu) 1900-1905 arası mezunları olduğunu görürsünüz. Ben bunları başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere saygı ve minnetle anmakta ve kendi aralarında her insanda olabilecek hırslarını, rekabetlerini kendilerine bırakmaktayım. Çünkü bu tür kişisel rekabetlere taraf olmanın bir anlamı olmadığı gibi evrensel bir yanı da bulunmuyor.
Evrensel olan, o dönemden çıkaracağımız ve gelecekte de bize lazım olmaya devam edecek olan değerlerdir.
Bu açıdan bakılınca Enver Paşa benim için şu demektir: İdealizm, büyük muhayyile, nizam-ı alem, direniş, serdengeçtilik, büyüyerek kurtulma, imparatorluk vizyonu…
Mustafa Kemal Paşa da şu demektir: Realizm, taktik düşünme, derlenme, toparlanma, tutunma, akılcılık, bağımsızlık, özgürlük, çağdaşlık…
***
“Gayr-ı şahsi egemenlik”e inandığım için, bu tür dönemlerden daha çok alacağım evrensel değerlere bakarım, tarihsel olay ve şahsiyetleri kendi döneminde bırakırım.
Mesela devrimlerden alacağımız şu beş şeydir: TBMM’nin açılışı (1920), yeni anayasa (1921 Teşkilat-ı Esasiye), saltanatın kaldırılması (1922), cumhuriyetin ilanı (1923), Hilafetin kaldırılması (1924)…
Bunlar milletimizin büyük kazanımları olup evrenseldirler. Bunlardan daha geriye dönülemez. Bunların ifade ettiği mana şekil bakımından değişebilir ama esastan değişmesi gerçekten geriye dönüş yani irtica olur. Mesela her ne surette olursa olsun TBMM’yi kapatmak, anayasayı rafa kaldırmak, saltanatı geri getirmek, cumhuriyeti lağvetmek veya peygamberin makamı adına kendini halife ilan etmek 1920 öncesine dönüş olacağından olacak iş değildir. Halifelik, ihya çağlarının yani Müslüman askeri tarım imparatorlukları döneminin birleşme formülü idi. İnşa çağında illa öyle olmak zorunda değildir.
Bunlardan gerisine ise ne siyasi ne de sosyolojik açıdan devrim diyemeyiz. Olsa olsa dönemin hükümetlerince çıkarılmış bir takım kanun veya kanun hükmünde kararnameler olabilirler ve tarihseldirler. Yani zamana, mekana ve şartlara göre yeniden düzenlenebilir veya değişebilirler.
Aynı şekilde cumhuriyetin temel değerlerinden alacağımız şu beş şeydir: Hakimiyet-i milliye, istiklâl-i tam, misâk-ı milli, müdafâ-ı hukuk, muâsır medeniyet… (Bunların ayrıntılı yorumu için bkz. “Cumhuriyet değerleri ve irtica” başlıklı makale).
Bunlar evrenseldir; vizyon oluşturucu ve misyon belirleyicidir. Bunlardan daha geriye dönülemez. Gerisine ise temel değerler veya nitelikler diyemeyiz. Şu ankiler tek parti dönemi CHP’sinin parti proğramı olup tarihseldirler.
Bizim o dönemden alacağımız esas itibariyle bunlardan ibarettir. Buna gayr-ı şahsi egemenliğin sürdürülmesi, şahısların bunların önüne geçirilmemesi diyoruz. Yani herhangi bir şahsın, kurumun, hanedanın, silahın, sermayenin, sınıfın vs. değil; üstün değerlerin ve kimsenin tekeline giremeyecek olan soyut kavramların egemenliği…
Bu değerler herkesten üstündür.
Bunların içini ülkenin oluş halindeki dinamik temposu dolduracaktır.
Şu halde içimizden birini veya kendi ellerimizle oluşturduğumuz bir kurumu taparcasına yüceltmek, devlet tanrısı haline getirmek, aşılamaz ve sorgulanmaz yapmak ve böylece putlaştırmak o şahsa veya kuruma karşı cinayet işlemek demektir.
Keza içimizden birini veya kendi ellerimizle oluşturduğumuz bir kurumu lanetler yağdırarak aşağılamak, şeytan, deccal vs. yerine koymak da aynı şekilde cinayetle eşdeğerdir.
Her insanın olumlu veya olumsuz yönleri vardır. Ölümlü “naciz vücutlardan” hiç birisi bundan muaf değildir. Bir döneme, zamana veya mekana saplanıp kalmamak lazımdır. Peygamber dönemi, zamanı ve mekanı da buna dahildir. Çünkü onda da evrensel ve tarihsel olanlar vardır. Evrensel olanları sürdürmeli, tarihsel olanları kendi dönemlerinde bırakmalıyız.
Bunları soğukkanlı bir şekilde, bilimsel metotlarla, herkese hakkını vererek, dogmatik değil; analitik yöntemlerle ve ideolojik mülahazalardan uzak durularak tespit, teşhis ve teslim etmek lazımdır. Gerçeğin ta kendisinden ve adaletten asla kopmamalıyız zira bizi yükseltecek olan bunlardan başkası değildir.
Sonuç alarak şöyle bitireyim:
Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’in ölümü sırasında “gayr-i şahsi egemenlik”in ne olduğunu bize çok iyi öğretmişti: “Her kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah hayyu la yemuttur. Allah ölmez!”
Aynı şekilde “Her kim Atatürk’e tapıyorsa bilsin ki Mustafa Kemal Atatürk ölmüştür. Her kim Hakka tapıyorsa, bilsin ki, Hakk (gerçek, adalet) ölmez! Ve hakkıdır Hakka (gerçeğe, adalete) tapan milletimin istiklâl…”