Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR’AN - FITRAT İLİŞKİSİ
Fıtrat,
varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve
gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder[1]. Göklerin, yerin, insanların,
hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi buna göredir.
Bilimde, teknolojide ve insan ilişkilerindeki temel kanunlar da
bunlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Şunu görmen gerekmez mi:
Göklerde ne var, yerde ne varsa; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar,
hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah'a boyun eğmektedir. Bir çoğu da
azabı hak etmiştir. Allah kimi aşağılık saymışsa ona değer verecek biri
çıkmaz. Allah ne dilerse onu yapar. (Hac 22/18)
Bir çok insan fıtrata aykırı davranışa girer ve dengeleri bozar. Bu, onu suçlu duruma sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Insanların
kendi elleriyle yaptıkları yüzünden hem karada, hem denizde düzen
bozukluğu ortaya çıktı. Bunun böyle olması, Allah onlara, yaptıklarının
bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.“ (Rum 30/41)
İnsan,
fıtrata aykırı davrandığının farkında olur. İçten içe bunun
rahatsızlığını duyar. Onu bu davranışa iten, menfaatleri, beklentileri
veya duyduğu özentilerdir. Sonra alışır ve rahatsız olmamaya, hatta
zevk almaya başlar. Ama biraz düşününce içinde gizlediği rahatsızlık
yeniden ortaya çıkar. Böyle kimseler, yaptıklarını düşünüp bir iç
muhasebesi yapmaktan kaçarlar.
Kur’an’da sıkça, zikir kökünden
türemiş kelimeler geçer. Zikir, bir bilgiyi kullanıma hazır olarak
zihinde tutma, onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama anlamlarına
gelir[2]. Bir şeyi anlamak için kendinde var olan bilgiyi harekete
geçirmeye de tezekkür denir. Peygamberler insanları tezekküre
çağırmıştır. Mesela İbrahim aleyhisselam puta tapanlara, “... tezekkür
etmez misiniz?[3]” demiştir. Yani “Fıtrattan edindiğiniz bilgilerle
benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınızın yanlış olduğunu görmez
misiniz?” demiş olmaktadir.
Allah’ın indirdiği kitapların
ortak adı da zikirdir. Çünkü onlar kişiye, kendi benliğinden ve
çevresinden edindiği bilgileri hatırlatmakta, fıtratına uygun
düzenlemelerle onu rahatlatmaktadır. Zira her insan, varlık aleminin ve
çevresinin öğrencisidir. Oradan sürekli bilgi edinir ve hayatını o
bilgilerle sürdürür. Bu bilgilerle Allah’ın kitapları arasında hiçbir
çelişki olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bilin ki kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri ile olur.” (Ra’d 13/28)
Allah’ın zikri Kur’an’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İşte o Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)
Bu sebeple Kur’an ayetleri, fıtratın Allah tarafından bildirilmiş şeklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sen
yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O İnsanları ona göre
yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte
sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
Bunun kesin sonucu şudur: Fitrat Islâm’dır.
Öyle
ise Allah’ın ayetleri yalnız Kur’an’da olanlar değildir. Tüm
varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde hasılı her yerde
onun ayetleri vardır[4]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Biz onlara
ayetlerimizi, hem dış çevrede hem de kendi içlerinde göstereceğiz,
sonunda Kur’an’ın doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır.
(Fussilet 41/52)
Bu ayetlerin, yalnız uzmanları tarafından görülebilecek olanları da vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Sağlam bilgisi olanlar için[5] yeryüzünde ayetler vardır;
Kendinizde de vardır; hala görmeyecek misiniz? (Zariyât 51/20-21)
Fen
ve teknik bilimciler, fıtrata uymak için gayret gösterirler. Onlar
kanun koymaz, var olan kanunları keşfederler. Bu da fıtrata uymayı
kolaylaştırır. Sosyal bilimcilerin keşfettikleri kanunlar da vardır.
Ama onların bir çoğu kanun koymayı tercih eder. Böyleleri toplumu
kendilerine göre şekillendirme arzusu taşırlar. Bu sebeple sosyal
alanda fıtrata aykırı kanun ve uygulamalar çok görülür. Bunun kötü
etkisi zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur. Zarar, oldukça büyük
ve uzun süreli olur.
Fen ve teknik bilimlerle ulaşılan
sonuçları, fıtrata aykırı kullanıp insanı ve çevreyi bozmak da
mümkündür. Şimdi dünya böyle bir felaketi yaşamaktadır. Fıtrata uymak
için Kur’an’ın koyduğu sınırları aşmamak gerekir.
Sonuç olarak
Kur’an ile fıtrat arasında tam bir uyum bulunmasından dolayı, fıtratı
anlamak için Kur’an’dan, Kur’an’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak
gerekir.
Kur’an, İslamın ana kaynağı olduğu için onun hiçbir
hükmü fıtratla çelişmez. Eğer bir çelişki varsa, Kur’an’a gereği gibi
uyulmamasından kaynaklanır. abdülaziz bayındır
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
fetrete karşı fıtrat
BUGÜN,
HAYATLARINI Rablerinin rızası doğrultusunda yaşamak isteyen insanları
kuşatan bir gerilim mevcuttur. Muhtemelen, geçmiş asırlardaki
mü’minleri de kuşatan bir gerilimdir bu. Bir yanda doğruluğu bilindiği
halde yapılamayanlar vardır, öte yanda yanlışlığı bilindiği halde
yapılanlar... Doğruluğunu bildiğimiz nice güzel fiili tatbikte
kendimize söz geçirmekte zorlandığımız gibi, bu doğrulardan kendilerini
haberdar ettiğimiz sair insanlarda da benzer bir zorlanmayı görür
gözlerimiz. Yanlışlardan el çekme noktasında da benzer bir zorlanma
sözkonusudur. Bu durumun bir dizi sebebi vardır, ve bu durumu aşmak bir dizi unsurun varlığını gerektirir. ‘Emr-i
bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’ diye hâfızalara yer etmiş bir
Kur’ânî ölçüyle ilgili gözlerden kaçan bir nüans da, işte bu sebepler
ve unsurlar arasındadır. Bu emir ve nehiy,
Kur’ân’da sıklıkla vurgulanan bir keyfiyettir. Birşeyin emr-i ilâhî
sınıfına dahil olması için tek bir âyette zikredilmesi kâfi geldiği
halde, ona yakın âyette mü’minlerin ‘mârufu emr ve münkeri nehy’e davet
edildiğini görür insan. Bu, elbette, ilgili hususa âlemlerin Rabbi
nezdinde ne derece büyük bir önem atfedildiğinin göstergesidir. Ancak,
bu önemli hususun dünyalarımıza taşınması hengâmında bir nüans gözden
ırak kaldığında, bu davetin sonuçları da dünyamızın uzağına düşmekte;
sonuçta, bilip de yapmama, duysa da uymama ve uygulamama keyfiyeti
ortaya çıkmaktadır. İlgili nüansın gözden
kaçması, ‘maruf’ ile ‘münker’ kavramını basite indirgeme sûretinde
gerçekleşir. Bu yönde her iki kavrama yüklenen anlam yanlış değildir;
ama eksiktir. En önemlisi, en can alıcı noktayı buharlaştırmaktadır. Sözkonusu
âyetler, meselâ Âl-i İmran sûresinin 110. âyeti “Siz insanlar için
çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere vücuda getirildiniz.
Marufu emreder, münkerden nehyedersiniz” derken, meallerin büyük kısmı
bunu ‘iyiliği emr, kötülüğü nehy’ sûretinde vermekte; anlamın
buharlaşması, işte bu basitleştirmenin akabinde gerçekleşmektedir. Maruf,
elbette iyiliğe ve iyi şeylere delâlet eder; münker ise kötülüğe...
Ancak, çıktığı köke dikkat edildiğinde, her iki kelimenin bunlardan da
fazlasına delâlet ettiği görülür. Mevdudî gibi bazı müfessirlerin
dikkat çektiği üzere, mâruf, kök anlamından hareketle tarif edilecek
olursa, tanınan ve bilinen şey demektir, insanın fıtratında karşılığı
olan şey demektir. Münker ise, fıtratın kabul etmediği, bilakis red ve
inkâr ettiği, içine sindiremediği, beğenmediği ve benimsemediği
şeylerin ifadesidir. Dolayısıyla, hem kendi nefsimize, hem sair
insanlara karşı âyetin defaatle davet ettiği ‘emr-i bi’l-maruf, nehy-i
ani’l-münker’ vazifesi, ancak emredilen şeyin ‘maruf’luğu ve nehyedilen
şeyin ‘münker’liği bihakkın ortaya konulduğunda hakkıyla ifa edilmiş
olmaktadır. Örnek olarak, namazı ele alalım.
Kendimize veya başka birilerine “Namazı ihmal etmeyin, beş vakit farz
namazı muhakkak kılın!” dediğimizde, ‘maruf’u indirgenmiş ve
daraltılmış ‘iyilik’ anlamıyla alırsak, vazife tamamlanmış demektir.
Ama aslî ve geniş anlamıyla alırsak, bu sözle namaz hususunda ‘marufu
emr’ vazifesinin ifa edildiğini söylemek kesinlikle imkânsızdır. Zira,
bu aslî anlama göre, bu vazifenin namaz noktasında tahakkukundan söz
edebilmek, herşeyden önce, namazın tebliğe muhatap olan kişi nezdinde
‘maruf’luğunun sağlanmasıdır. Bu ise, düz bir ‘Namazı kılmak lâzım’
sözüyle olup bitmez. Bilakis, varoluşumuza dair bir izah silsilesiyle
başlayıp gelişen uzun bir çizgiyi izlememezi gerektirir. Meselâ,
kendisine yapılan en küçük bir iyiliği bile karşılıksız bırakmayan
insanın onu yaratan ve böylesi bir dünyada yaşatan bir Rabbe olan
teşekkürünün ifadesi olarak anlatılmalıdır ki, namaz o kişi için maruf
hale gelsin. Yahut, bu dünyaya boş yere gönderilmediğini algılayıp bu
dünyada varoluş amacını sorgulamanın akabinde, Yaratıcının insanı bu
dünyaya göndermesindeki amacın tahakkukunun ancak namazın beraberinde
mümkün olduğu ortaya konmalıdır ki, o kişi için namazın marufiyeti
gerçekleşsin. Aynı durum ‘münker’ noktasında da
geçerlidir. ‘Şu kötüdür, yapma!’ demekle ‘münkerden nehy’ vazifesinin
yerine getirildiğini söylemek mümkün değildir. Öncelikle, nehyedilen
şeyin münkerliği kişinin iç dünyasında netleşmeli; kişi, ilgili fiilin
münkerliğine dair fıtratın şahitliğine kavuşmalıdır ki, münkerden
sakındırma vazifesi tahakkuk etmiş olsun. Münkerden
nehyin gerçekte nasıl olması gerektiği noktasında, gıybet yasağını
getiren âyet beliğ bir örnek hükmündedir. Hucurat sûresindeki ilgili
âyet, “Gıybet etmeyin” der, ama sözü orada bırakmaz. Gıybeti, ‘ölü
kardeşinin etini yemek’le eş tutar, ve “Sizden kim ölü kardeşinin etini
yemek ister?” sorusunu yöneltir. Cevabı, âyetin kendisi verir:
“fekerihtumûh!” Evet, böyle birşeyden ikrah eder insan, iğrenir. Ölü
kardeşinin etini yemek ona iğrenç geliyorsa, bilmelidir ki, mü’min
kardeşinin gıybetini etmek de bunun gibidir. Çünkü, ilgili mü’min hâlâ
daha ölmüş, geçmiş gitmiş bir anıyla tarif ve tavsif edilmekte; o
mü’minin ruhu, el’an üzerinde taşıdığı onca güzel niteliğe rağmen, o
ölmüş anında işlediği yanlışa dayanarak didiklenip durmaktadır. Hz.
Peygamberin tebliğinde de, hem mârufu emr, hem münkerden nehy
noktasında, bu Kur’ânî tavrın bir tezahürünü bulur insan. O, meselâ,
kendisine gelip zina için izin isteyen bir gence, işlemek için izin
istediği bu fiilin çirkinliğini anlamasını mümkün kılacak bir yaklaşım
göstermiştir. O gencin annesini ve kızkardeşini hatırlatmış; kendisi
yerine başka bir genç böyle bir izin talebiyle gelmiş olsa, ve o genç
böyle bir izni alıp onun annesi veya kızkardeşi ile böyle bir fiili
gerçekleştirse, bunun onun hoşuna gidip gitmeyeceğini düşündürmüştür.
Cevap, elbette, ‘hayır’dır. İlgili fiilin ‘münker’liği böylece ortaya
konduktan sonra, genci bu talepten alıkoymak ve onun bu noktada nefsini
tutmasını sağlamak artık zor olmamıştır. ‘Marufu
emr’ ve ‘münkerden nehy’e dair Kur’ânî nüansın, ve bu nüans paralelinde
Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın sergilediği nebevî irşadın,
bugünün mü’minlerine söylediği şey şudur: Yaşadığımız ve
gözlemlediğimiz, ve de razı olmadığımız fetret halini aşmak, fıtratın
uyanışıyla mümkün olacaktır. metin karabaşoğlu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Allah’ın İnsanı Üzerine Yarattığı Fıtrat
Mehmet Fudayl Erkoç
Allah
Teâlâ bütün mahlukâtı ve insan cinsini en güzel surette
yaratmıştır.Birçok araştırma insanın vücut yapısını, yaratılışını
keşfetmede yoğunlaşsa da yaradılış meçhullüğünü korumaktadır. İnsanoğlu
dünyaya birçok özellik, duygu ve programlarla donatılmış olarak
gelmiştir ki buna fıtrat diyoruz. İnsanı
tanımak, özelliklerini, karakterini ortaya çıkarmak, var olan
kabiliyetlerini geliştirmek, onu yönlendirmek, hem dünyasını hem de
ahiretini pâyidar eylemenin yolu fıtratı bilmekten geçer. Bu da Allah’a
ve Rasülü’ne kulak vermekle mümkün olacaktır. İnsanı yaratan Allah;
kâinatı da yaratmıştır. Her şeyin Rabbi olan Allah insanın da Rabbidir.
İnsan Allah ve Rasülü’ne uyduğu sürece fıtratını ve temizliğini koruyacak ve cennet yoluna dünyada iken girecektir. Fıtraten
yani yaratılış özellikleri olarak bütün insanlar eşittir. Her çocuk süt
içer, yavaş yavaş sürünür, yürür… Her insan konuşur, koşar, yemek yer,
aklını kullanır…Her insanın ağzı, iki kulağı, iki gözü, kalbi, midesi
vardır. Her insanda güçlüye, yaradana inanma arzusu vardır. Ancak
kalıtımın ve çevrenin etkisiyle var olan bu özellikler ya geliştirilir
tohumluktan çiçeğe, güle dönüştürülür ya da köreltilir tohum çürütülür.
“Doğuştan gelen ve her insanda bulunan bu özelliklerin tümüne birinci
fıtrat (fıtrat-ı evvel) denilir ve birinci fıtratın üzerine belli bir
yaştan sonra yapılan her türlü çaba ve gayret sonucunda şekillenmeye de
ikinci fıtrat (fıtrat-ı sani) denir. Birinci fıtrat çekirdek ikinci
fıtrat ise o çekirdeğin sümbül, gül haline gelmesidir, bireysel çiçek
açmadır. Bazen o çekirdek kaktüs de olabilir, bazen de meyve veren koca
bir ağaç…” [1] İkinci
fıtrat, büluğ çağıyla belirginleşiyor. Kişinin sahip olduğu özellikler,
edindiği alışkanlıklar bu yaşlarda oturmaya başlıyor, kişiliği yavaş
yavaş oluşuyor ve bu oluşum hayatının sonuna kadar devam ediyor. Birinci
dönemde elest bezminde verilen ahid sıcaklığını korumaktadır. Allah
Teâlâ ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti de ruhlar: ‘Evet sen
bizim Rabbimizsin’ demişlerdi.[2]
Ruh dünyaya tüm güzel özelliklerle, tek olan Allah’a inanma eğilimiyle
gönderilir. Kötülük düşünemez, hele yalan, riya, hırsızlık nedir hiç
bilmez. Nereden geldi, nasıl yaratıldı merak eder. Bunlara cevap
aramaya koyulur. Allah ile yakınlığını sürdürür, suçsuz, günahsızdır.
Büluğ çağına kadar olan bu döneme dînî literatürde fıtrî iman deniyor.
Bütün çocuklar, ikinci fıtratın yani dînî, şuurî imanın başlangıç
zamanına kadar bu fıtrî imana dahildir. Bu
fıtrî iman ana-babanın etkisiyle korunup geliştirilerek
İslâmlaştırılıyor ya da bozularak hristiyanlaştırılıyor,
yahudileştiriliyor, mecusileştiriliyor. Bu fıtrî iman bülûğ çağına
kadar ancak idare edebiliyor kendisini. Hristiyan, yahudi… ana- babadan doğan çocuklar öldükleri zaman bu imanın sayesinde cehennemden kurtulabiliyor. İnsanoğlu
fıtrat yolculuğuna çıkıyor. Ya dünyaya gönderiliş amacını
gerçekleştiriyor; şuurî, kesbî imana sahip oluyor ya esfel-i safilîne
yuvarlanıyor. İnsan olarak görevimiz; temiz olarak bulduğumuz bu ruhu,
bedeni temiz olarak muhafaza etmek ve temiz olarak da Yaradana teslim
etmektir. Her insan, insanî yaratılış özelikleri
dışında ferdî özellikleri ile diğer insanlardan ayrılır. Herkes aynı
şeylerden zevk almaz, herkesin ilgi, uğraş alanı farklı farklıdır.
Birinin kızdığına öbürü kızmaz. İnsanlar kendilerini ve etrafındaki
insanları tanırlarsa daha iyi ilişkiler kuracak, bunları geliştirecek,
mesleklerini bunlara göre seçecek, bilim, sanat, ticaret… gibi
mesleklerde de önemli gelişmeler olacaktır. İnsanoğlu ne zaman fıtratından gelen sesi dinlerse her daim huzurlu olacaktır. |
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ey
Azizan, siz de bilirsiniz ki biyolojik kökenimizi biz seçmiyoruz.
Aklımız gelişince de Rabbimiz bize şöyle diyor: -Dillerinizin ve
renklerinizin çeşitliliği (Allah'ın) âyetlerindendir. (Rum Suresi,
30/22). Şu veya bu halk topluluğuna mensup olmak, insanlık onurunda
ayrıcalık vesilesi yapılamaz. (Hucurat, 79/13) Seçilmiş kavim, üstün
ırk kuramları bâtıldır.
İnsanlık,
“beşer” olmaktan bir türlü yükselemediği, ayağını bu saplantıdan
kurtaramadığı için, musibetler biribirini izliyor. Oysa insan her
istediğini yapma iznine sahip değildir. Yaradılış kanunlarını koyan
Yaratıcı; ahlâki normları da belirlemiştir. Ödevimiz “insan” olmaktır.
Bu da ancak Sevgi'den kaynaklanan eşitlik adaleti ve oran adaleti
(somut olay adaleti) ile dürüstlük ilkesi'ne, kimseye zulmetmeme ve
zarar vermeme ilkesine riayetle olur. Tabii Hukuk'un temel ilkeleri
evrensel ahlâk ilkeleri ile bir bütün oluşturur ve Kur'an-ı Kerim'de bu
uyulması gereken temel davranış normları bütünü Hanif Din, Gerçek ve
Değişmez Din (Fıtrat dini, Kayyım Din) adı verilir. (Rûm, 30/30)
Bu
temel ilkeler üzerinde sağlanmayan uzlaşmalar, kum üzerindeki yapılar
gibidir. Niçin “milletlerin dostlukları yok, çıkarları vardır” sözü
rağbet görür? Çünkü bu düşünceyi yayanların temel düşünceleri “insanlık
onurunda eşitlik ilkesi” değil, tam aksine; “hayat kavgası”dır, “üstün
ırkın yaşama hakkı”dır. Üstün ırk da tektir. “Allahu ahad” gerçeği
yerine, “üstün ırk tektir” görüşü getirilmiştir.
Bu
bâtıl din; bu kin; hased ve bencillik öğretisi; Sevgi özünden
boşalttığı gerçek din kalıplarına yerleşir. “Bâtıl hemişe bâtıl-u
beyhûdedir”. Ne var ki zaman zaman nasıl sahte hekim, sahte hâkime
rastlanabiliyorsa, zamanında farkına varılmazsa, bu bâtıl sirkesi;
küpüne de zarar verir ve sahtekâr “dâbbe-t-ul-arz”in, Mesih-i Deccal'in
zulmüne uğramış olan kimseler de yâ “asıl üstün ırk biziz!” bâtılına,
yâhut “ateizm” bâtılına saplanırlar, bâtıla karşı bâtıl bir tepki
gösterirler.
Bu
bataklara saplananların, Rum Suresi'nin otuzuncu âyetini okuyarak
yüzlerini “Hanif ve Kayyım din”e, Evrensel Ahlâk ve Tabii Hukuk'a,
Âlemlerin Rabbi'ne döndürmeleri gerekir. Bu bilince sahip olmayan
toplulukların sırtına binerek “havuç politikası” uygulayabilen
Ayartıcı; Allah'a doğru yönünü başka bir yöne döndürmeyen er ve dişi
arslanlara “havuç politikası” uygulayamaz. Bu sebeple de, onların
ardından canavarlaştırılmış köpek salmaktan başka çâre yoktur. Yaşları
yirmibeşi geçmiş Azizan, sadece son çeyrek yüzyıllık Dünya ve Ülke
Tarihi'ne ibret gözüyle bakarlarsa, zannederim ki Fakıyr'i doğrularlar.
Ey
Azizan, Deccal (usta hilebaz) kandırdığı her topluluğun boynuna bir
mavi boncuk taktıktan sonra havuçlu oltayı sarkıtır. Kürdü, Türk'ü,
Ermeni'yi vs. çeşitli inanç topluluklarını ve etnik toplulukları
biribirine düşürür. Sırtlarına da bir Karşı-Sözlük yükleyerek, bu
Sözlük'ü ezberlemenin, “çağdaş kültür ve uygarlığın onsuz olmaz koşulu”
olduğunu telkıyn eder.
Bâtıl,
bâtıldır ve yıkılıp gidicidir. Ne var ki “sûret-i Hak'dan zuhur eden”
bâtıldan kurtulmak da, hele mavi boncuk, havuç ve Karşı-Sözlükle
donatılmasına itiraz etmeyip de bu donanımla gönenen ve öğünenler için
zordur. Ne var ki Felâh'ın bundan başka yolu da yoktur. “Bâtıl hemişe
bâtıl-u beyhûdedir”, ancak “müşkil budur ki sûret-i Hakk'dan zuhur
ede!” Aslında bâtıl, Hakk'ın eşsiz güzelliğinin tecellisini taklîd
edemez. Ne var ki Hakk'a yabancılaştırılmışların gözbağcılık ve
tebdîl-i kıyafet yöntemleriyle kandırılmaları, ne imkânsız, ne de çok
zordur. Hüseyin HATEMİ |
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FITRAT DİNİ
Nurullah Toprak
İslam fıtrat dinidir ifadesini duymayanımız yok. Fıtrat, bozulmamış,
değiştirilmemiş yaradılış özelliği anlamına geliyor. Demek ki İslam,
doğuştan içimizde. O halde bir ömür bu imandan uzak yaşayabilenler
varken, müslüman olarak doğmanın izahı nedir?
Kainatın varoluş gayesi, Yüce Yaratıcıya iman, itaat ve sevgi. Bütün
kainat bunun için yaratıldı. Alem, bu gerçeği ispat eden delillerle
dolu. İnkara sebep olacak tek bir delil dahi yok.
Allahı inkar edenler ,biz Allahı tanımıyoruz derken, Allahu
Tealanın yokluğunu değil, kendi gaflet ve cehaletlerini ispat
ediyorlar. Kainatta temeli ve zemini mevcut olmayan küfrün kaynağı,
şeytanın batılı süslemesi, nefsin vesvesesi, hilesi ve insanı
yanıltmasından ibaret. Hakkı gören kalb gözü, gaflet ve isyanla
kapanınca, kalp geçici olarak şaşırmış, inkara sapmış; eğriyi doğru,
sakatı sağlam, faniyi baki, kulu sahip sanmıştır. Kalp, hidayet nuru
ile aydınlanır, tevbe suyu ile yıkanır veya ölüm şokuyla uyanırsa, işin
doğrusunu anlar ve inkar ortadan kalkar.
İnsan, Allaha iman ve sevgiyi vicdanında hissedip, tadacak kabiliyette
yaratıldı. Bütün hücrelere ve zerrelere tevhid, yani Allahın varlığı
ve birliği işlendi. Canlı cansız her şey, Yüce Yaratıcının birliğine,
azametine, rahmetine, kudretine ve sonsuz ilmine şahittir. Bütün
bunları idrak edecek akıl, şuur, his ve sevgi insana verilmiştir. İdrak
ettiğini ilan ve ifade edecek dil de insanda var. İnsanı iyi tanımalı
ve kalbine girecek bir yol bulmalı. Çünkü o kalbte, önceki sayımızda bu
köşede değindiğimiz ruhun Elest Bezminde Rabbine verdiği söz
yankılanmakta; ruh, o hitabın sahibini aramakta, gönül halâ
Mevlâsından ayrı kaldığına yanmakta.
Yüce Yaratıcı bütün ruhlara: Ben sizin rabbiniz değil miyim? diye
sorunca, bütün varlığı ile insanlar: Evet, sen bizim Rabbimizsin
dediler, demek zorunda kaldılar. Çünkü, henüz gafletle perdelenmemiş
ruh, bu hakikatı itiraftan başka bir şey yapamazdı. İlahi sevgi, bilgi
ve şuur insan vicdanına yerleştirildi. Böylece insanın ruhu, fıtratı,
benliği ve vicdanı hakka ayna görevi yaptı. Onun vücudundaki harika
intizam ve kainattaki hayret verici nizam, Allahu Tealânın Rablığına
ve birliğine en büyük delil oldu. İnsan ve kainat, ilahi tecelli ve
kanunların uygulandığı bir mahal yapıldı. Bundan sonra insan, zaruri
olarak Allahu Tealânın kanunu üzere doğup büyümekte, yaşayıp ölmekte
ve ilahi huzura gitmektedir. Bu, zaruri bir itaat; bizden istenen ise,
kendi irademizle severek, isteyerek ilahi emirlere uymak.
Ayette belirtildiği gibi, yerler ve gökler zaten Yüce Yaratıcının
koyduğu tabii ve fıtri kanunlara uymaktadır. Hem de severek ve
isteyerek. (Fussilet/11) Kainat insanın değil, Allahu Tealânın sevk ve
idaresindedir. Onun emrini dinler, Onun hükmüne boyun eğer. Gel derse
gelir, git derse gider, yıkıl derse hemen yıkılıverir.
Din, Allahın gösterdiği yol ve uyulmasını istediği edebler bütünü.
İslam dini, Allahu Tealânın insanlardan uymalarını istediği ilahi
emirler, hükümler ve edeblerden oluşuyor. Bütün bunlar, temiz bir
akılla anlaşılır ve bozulmamış bir fıtratla yaşanırsa, insanın kalbini
güldürür, vicdanını rahatlatır ve bütün ihtiyaçlarına cevap verir.
Yeter ki, vicdanla din buluşturulsun. Yüce Yaratacımız, Peygamberine
(A.S.) ve onun şahsında ümmetine şöyle emrediyor: Rasulüm! Sen, Allaha
hiçbir şeyi ortak koşmadan dine sarıl, Allahın insanları yarattığı
fıtrata yönel. Allahın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte dosdoğru
din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum/30)
Bu yaratılışın gereği, sadece Ona kulluk yapmak ve yalnız Ona
bağlanmaktır. Ayet şöyle devam ediyor: Hepiniz Rabbinize yönelerek,o na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın.
Rasulullah (A.S.) Efendimiz, insanın asli halini şöyle anlatır: Her
doğan çocuk, fıtrat üzere (Allahın dinini anlayacak ve yaşayacak
kabiliyette) doğar. Ne var ki, anne babası onu ya Yahudileştirir, ya
Hıristiyan yapar veya Mecusiliği aşılar (böylece insan asıl halinden ve
safiyetinden çıkar). (Buhari, Müslim)
Allahu Tealâ, bir kudsi hadiste de, insan fıtratının nasıl bozulduğunu
şöyle belirtmiştir: Ben, bütün kullarımı sadece bana kulluk edecek
özellikte yarattım. Fakat onları şeytanlar kandırıp dinlerinden
uzaklaştırdılar. Benim kendilerine helal kıldığım şeyleri onlara haram
yaptılar, onlara bana şirk koşmalarını ve yarattığım şeyleri
değiştirmelerini emrettiler. (Müslim, Nesai)
Hadiste belirtildiği gibi, insan fıtratının aslı temiz ve sağlamdır.
Ancak, insan ve cin şeytanlarının müdahalesi ile insan aslından
uzaklaşıp bir başka hale giriyor. Olumsuz çevre, kalbi hak yoldan ve
hayırlardan çeviriyor. İnsan fıtratına ve ahlakına ilk etki aile. Aile
reisi, önce kendi kalbini ve nefsini fitnelerden korumakla görevli.
Sonra anne-babanın, çocuğun güzel şeyleri öğrenmesi, taklitle de olsa
Yüce Yaratıcısını tanıması, onun adını anması için ilk adımı atmaları
gerekir. En azından onlara kötü örnek olmaktan kaçınmaları lazım.
Çocuk, dini öğrenmek için delile değil, örneğe bakar. Gördüklerini
taklit ederek ibadete başlar. Sonra bazı sorular sorar; mesela ben
nereden geldim, bu güneş kimin, yağmur nasıl yağıyor? gibi. Varlıklar
ve yaratılış hakkında hem düşünür, hem soru sorar. İçindeki gizli Allah
sevgisi ve kulluk hissi, bu şekilde bir derece açığa çıkar. Anne ve
babanın, çocuğun Allah ve kainat hakkındaki sorularına çok kolay
cevaplar vererek onunla ilgilenmeleri; sus, sen bunları bilemezsin,
anlamazsın, sen önündeki yemeği ye, bunlar senin neyine! gibi kalbi
soğutucu söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmaları gerekir.
Din, insanı zora sokmak, fıtratını bozmak için değil, kalbini huzura
kavuşturmak, müşkülünü gidermek ve insandaki kabiliyetleri geliştirmek
için gönderildi. Kalbi dine ısındıracak en güzel yol, Allahu Tealânın
hidayetinden sonra sevgidir. Allahın rahmeti, insanları Allah için
sevenlerle beraberdir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
FITRAT
Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah. Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir. Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ´nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü´l-Arab, Beyrut, (t.y.), V, 55).
Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar. Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar. Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir. Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir. Kâinatın Allah´ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd.; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur´an Dili, III, 1889 vd.; Ali Ünal, Kur´an´da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, 198 vd).
Fıtratın geniş anlamları Kur´an-ı Kerîm´de şu ayetlerde açıklanmaktadır:
"Sen Hakka yönelerek kendini Allah´ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver. Zira Allah´ın yaratmasında değişme olmaz. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30).
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir´´ (en-Nahl, 16/78).
"Allah´ın kanununda bir değişme bulamazsın " (el-Fâtır, 35/43; Ayrıca bk. el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Mümin, 40/85; el-Feth, 48/23).
"Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanlandı... Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" (eş-Şems, 91/7-14).
"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (el-Beled, 90/10).
"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur" (el-İnsân, 76/3).
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" (Tâhâ, 20/50).
"Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir´´ (el-A´lâ, 87/14).
"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese, 80/7).
"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir"? (el-İsrâ, 17/84).
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zariyât, 51/21).
"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah´ın kanununda bir değişiklik bulamazsın" (el-Fâtır, 35/43)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer" (el-Kasâs, 28/68).
"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (el-Ankebût, 29/20).
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah´ın şanı ne yücedir" (el-Mü´minûn, 23/14).
"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez" (er-Ra´d, 13/11).
Kur´an-ı Kerîm´deki bu ayetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar. Hz. Peygamber (s.a.s.)´in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 251-252).
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar. Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur" (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25; İman, 264; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233, 435).
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak" (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49; Ebû Dâvûd, Tereccül, 16; Tirmizî, Edeb, 14).
´´Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lailaheillallah olsun " (Abdurrezzak Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" (İbn Hibban. Hakîm).
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir. Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de. " (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194).
"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" (Dârimî, Buyû, 2). "Ameller niyete göredir" (Buhâri, Itk., 6).
"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" (Hanbel, Nesâî, Taberânî), "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" (Müslim, Birr, 14).
"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162).
Bütün bu açıklamalar fıtratın anlamını belirlemektedir:
Her doğan Allah´ın en güzel yaratması ile doğar.
Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır.
Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır.
Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir.
Allah´ın yaratılış kanunu kevnî ve şer´î şekillerde değişmeyen bir yasadır.
İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir. Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah´ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir. İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar.
İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür. İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm´ın rehberliği şarttır.
-İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler.
Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır. "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır.
Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah´ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yasamaktadırlar. İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah´ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz."(el-A´râf, 7/132). Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir. Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir. Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah´a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır (bk. el-İnsân, 76/3; et-Tîn, 95/4; el-Beled, 50/10; en-Nisâ, 4/28; el-İsrâ, 17/51; el-Mülk, 67/3; el-İnfitâr, 82/7-8).
Yine Kur´an-ı Kerîm´deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki ayetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah´a dua etmektedir. Bu, insanın fıtraten Allah´ın bilincinde olduğuna bir delildir. Bu manevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır (Münâvî, Feyzu´l-Kadir, Beyrut 1972, V. 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur´an Dili, İstanbul 1978, VI, 3822).
Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb. yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir. Halbuki Allah: "Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir. Allah´ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır. Allah´ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30) buyurmaktadır.
Buna göre bütün insanlar Allah´a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Yoksa Allah´ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah´ın azabına da müstahak olurlar. Çünkü fıtratı bozmak, Allah´a karşı gelmek demektir. Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan´ yavrularının kulağını keserlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe´de Allah´a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu. Hiç kimse Allah´ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı.
İslâm´a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Yeryüzündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır. Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir. Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir. Bu boşluk Allah´ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (et-Talâk, 65/1). Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm´dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar. Çünkü: "Kalpler ancak Allah´ı sanmakla huzur bulur" (er-Ra´d, 1 3/28).
M. Emin AY
Sait KIZILIRMAK
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Evet,
devam edelim...
"FÂTIR"...?
Bu kelimenin anlamına
girmeden önce, hemen iki ayeti hatırlayalım; ve bu âyetler
ışığında “HANÎF” ve "FÂTIR"
kelimelerinin işaret ettiği mânâyı farketmeye çalışalım...
Anlattıklarımıza kaynak
olarak Diyanet işleri'nin bastırtmış olduğu Hamdi Yazır
merhumun "Hak Dini Kur’ân Dili" isimli
tefsirinden yararlanıyoruz...
"-Feakım
vecheke liddiyni HANÎFA... Fıtratallahilletiy fetaran nâse
aleyha!.. Lâ tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım... Ve
lâkinne ekseren nâsi lâ ya'lemun. “ (30-30)
-O halde yüzünü
dine bir HANÎF olarak tut; o ALLAH FITRATINA ki, insanları onun üzerine
yaratmıştır, ALLAH yaratışına bedel bulunmaz, doğru ve sabit
din odur, velâkin insanların ekseriyeti bilmezler!...
Bu mefhum ile örfte
İbrahim milletine ismolmuştur ki, “HANÎF”, başka
dinlerden, batıl mabudlarda çekinip, yalnız Allah’a eğilen
muvahhid demektir..
-Sen yüzünü dine HANÎF
olarak tut...
-Allah'ın
FITRATINA!.. yani; FITRAT OLAN ALLAH DİNİ’NE; ALLAH’ın o fıtratına,
o yaratışına sarıl.
FITRAT DİNİ, ALLAH
DİNİ, HANÎFLİK, İSLÂM'dır!...
DIN, FITRATI DEĞİŞTİRMEK
İÇİN DEĞİL, FITRATTAKİ UMUMİ SELÂMETİ İNKİŞAF ETTİRMEK
iÇİNDİR...
Velâkin insanların çoğu
bunu bilmezler, dini fıtratta değil,
âdette ararlar veya hevâlarına uyarlar...
Dinin iki kaynağı vardır;
Biri fıtrat, biri kesib...
Fıtrat, sırf ilâhidir.
Bir sevki Hak'tır!....Kesb, enfüsi
âfâki muhtelif şerait içinde hissin teheyyücleri, zihnin tefekkürleriyle
alâkadar olduğundan fıtratın istikametine muhalif hevâlara,
zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir...
-Her doğan fıtrat
üzere doğar.....
hadisi
Ebu Hureyre' den...
-Fâtır Allah insanları o
fıtratla oluşturmuştur ki, hepsi de yaratılışları itibariyle
Allah dini üzeredirler...
hadisi Enes radıyallahu
anh’ten bize naklolmuştur...
FItrat, ilk yaratmak demek
olan yaratılışın ilk tarz ve heyetini ifade eder"
Şimdi bu açıklamalar
ışığında geniş planda olayı görmeye çalışalım:
Acaba niçin âyette "HÂLİK"
kullanılmamıştır da "FÂTIR" kullanılmıştır...
Aradaki fark nedir?. Özellikle bu âyette niçin "FÂTIR"
seçilmiştir?
"HÂLİK"
Türkçe’deki karşılığıyla "YARATAN" anlamınadır...
“Öyle bir şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan”
anlamınadır...
Ama, nasıl, hangi ölçüde,
hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada karşımıza "FÂTIR"
çıkar...
"TAKDİR, tasarım,
planlama, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama"
gibi "yaratma" öncesi kavramlarla birlikte "yaratma"
sözkonusu olduğunda, hep aynı anlama işaret eden şu isimle yüzyüze
geliriz... "FÂTIR" !..
"FÂTIR",
dilediğini gerçekleştirmek üzere, birimleri o gayeyi oluşturacak
biçimde yaratandır!...
"Fıtrat dini"
ise, yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!...
-Duman halindeki semâya
iradesini yönelterek ona ve yeryüzüne dedi: isteyerek veya
istemeyerek hükmüme gelin!... ikisi de, isteyerek geldik;
dediler.. (41-11)
Göklerin ve yerin
"FÂTIR"ının ALLAH " olup; onları “fıtrat”
üzere yaratmış olduğunu düşünürsek; elbette ki, onların,
fıtratlarına göre yaratılış görevlerini, yerine getirmemeleri
düşünülemez!...
Nitekim, aşağıdaki âyet
de, her şeyin, “fıtratları sonucu olarak kendi varoluş
programları doğrultusunda fiiller ortaya koyduğuna”, işaret
eder..
-"Kul, küllün
ya'melu alâ şâkıletihi !..." (17-84)
-De ki: HEPSİ DE
PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDE FİİLER ORTAYA KOYARLAR!.
Yani,
"ALLAH"ın "FÂTIR" olması, tüm,
canlı ve cansız diyerek bize göre ayırım yaptığımız varlıkların,
yaratılış programları gereği olarak "kulluk" etmekte
oldukları sonucunu ortaya koymaktadır....
Bu konuya en büyük açıklığı
getiren şu âyeti hemen hatırlayalım:
-"Kada rabbüke
ella ta'büdu illa iyyahu" .... (17-23)
-RABBIN HÜKMETTİ
Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE! (17-23)
Şimdi burada dikkat
edelim;
-"RABBIN HÜKMETTİ
Kİ"; denilmekte....
Peki, "RAB"bın
"HÜKMÜ", yani, " KAZASI " değişebilir
mi?
Hemen Hazreti Rasûlulllah
Aleyhisselâm’ın duasını hatırlayalım:
-Allahumme lâ mânia
lima a'teyte, ve lâ mutıe limâ manâ'te, ve lâ râdde limâ kadâyte!
-Allah’ım, verdiğine
mâni olamaz; vermediğini verecek de yoktur; KAZÂNI yani HÜKMÜNÜ
reddedecek, yani değiştirecek, bir güç de mevcut değildir...
(hadîs)
Yani, "RAB"bın
"KAZÂSI"="HÜKMÜ" asla değişmez!.
Ve kesinlikle yerine gelir!..
-Semâda ve yerde
ne varsa hepsi O'nundur!... HER ŞEY HÜKMÜNE BOYUN EĞMEKTEDİR! (30-26)
Eğer, Allah,
kendinden gayrıya kulluk edilmemesini hükmetmiş ise, -ki böyledir-,
artık hiç bir birimin, O'ndan gayrına kulluk etmesi mümkün
olmaz!..
Ki, geçmişte yaşamış
değerli “öze ermişlerden” birisi bu konuda şunu söylemiştir:
-Allah, kendisinden gayrına
kulluk edilmemesini KAZA ettiği içindir ki, bütün varlıkları
kendi esmasıyla yaratmıştır!... Tâ ki, kim, neye kulluk ederse
etsin, gerçekte, hep, daima, bütün kulluklar O'na yapıla!...
İşte "FÂTIR",
gökleri ve yeri hangi gaye uğruna, hangi işlevi yerine getirmek için
programlayarak yaratmış ise, o yaratılmış olanların da o
gayenin dışına çıkan işleri yapması asla mümkün olamaz!...
Şimdi İbrahim
Aleyhisselâm’ın "ALLAH"a yönelişindeki
bilinci ifade şekline dönelim:
-Şuurumu (vechİmİ)
semânın ve arzın FÂTIR'I olan Veche döndürdüm! (6-79)
Yani, "farkettim
ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi
bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!... Bu
sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana
getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR'a
yöneldim..."
-HANÎFEN...
(6-79)
“HANÎF” olarak!.
Yani, göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı”
bilinci içinde!.. Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idrâka
ermiş olarak... Tüm varlığı, tüm evreni, tüm sistemi, tüm düzeni
dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir şekilde var eden sınırsız
ilmi ve Gücü idrâk ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı
olmadığı bilincinde olarak!...
-Müşriklerden değilim!...
“ALLAH,
VÂHİD-ül AHAD” olduğu halde; ben “Allah yanısıra
tanrı kabul edenlerden” değilim!... Mutlak varlık, "
ALLAH" olduğu halde; ben, tanrı kavramını kabul
edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!... "ALLAH"
yanısıra TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini
kabullenmek şeklinde olur, ya da firavun. Nemrut, Deccal gibi kendilerinin
TANRI , RAB olduğunu iddia edenlerin, bu iddialarını kabul
etmek suretiyle olur.
ahmed baki
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yazan Prof. Dr. Mehmet ERKAL
|
Cuma, 08 Haziran 2007 |
Bugün yeryüzündeki din inanış ve sistemler incelendiğinde
onların ya o din, inanış ve görüşleri duyuran, tebliğ eden veya onlar
hangi,kavim millet içinde ortaya çıktı ise o kavmin, milletin adı ile anılmakta
olduğu görülür. Mesela Hristiyanlık (Mesihiyye), christianity ismini
Hz. İsa (Mesih), Jesus Christ (a.s.)'den almıştır. Budizm, kurucusu Buda
Gautama Budha 'dan almış onunla meşhur olmuştur. Yahudilik (Judaism) ise bu
dinin içinde doğduğu kavmin yani Yahudi kavminin adı ile tanınmıştır.
İslam dini her yönüyle diğer din ve inanışlardan ayrı olduğu gibi isim olarak
da ayrı bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir. İslam kelimesinde onu tebliğ eden
bir beşer bir insan görülmez. O bir şahsa, bir kavme, bir millete nisbet
edilmez. İslam Allah tarafından son dine verilen özel bir isimdir.
"Hak din Allah katında İslam'dır…" (Ali İmran, 19)
Bu dinin gayesi, hedefi bütün insanları İslam sıfatı ile süslemektir. Bu
sıfatla vasıflananlara Müslim, Müslüman denir.
İslam'ın kelime anlamı "Emredenin emrine uymak, boyun eğmektir".
İslam dininde esas olan Allah'a mutlak itaat, onun emirlerine boyun eğmek,
teslim olmaktır. Bunun için son din olan dinimiz İSLAM diye isimlendirilmiştir.
Düşünelim, tefekkür edelim, kainatta var olan her şey belli bir sistem ve
kanuna tabidir. Güneş, ay, yıldızlar, canlı, cansız, bitki, nebat her şey bu
kanuna boyun eğmişlerdir. Gök cisimleri belirli bir zaman içinde ve belirli bir
hesapla yörüngelerinde dönüşlerini tamamlarlar.
"Güneş de ay da hesapladır." (Rahman Suresi,5)
Yer küre ekseni etrafında dönüşünü kendisine verilen zaman, tanınan hızla
yapar. En küçükten en büyüğe kadar her varlık kendilerine mahsus kanunlara
tabidir. Onlara uyarlar. Canlılar, bitkiler hepsi hepsi bu kanun gereği doğar,
büyür, gelişir, ve ölürler.
Kainatın bütün kadrosuyla teslim olduğu bu ilahi kanuna yaratılmışların en
şereflisi olan insan da – istemese de – bir yönüyle uymaktadır. Onun da
doğması, büyümesi, ölmesi hücrelerinden organlarına kadar her parçası kendileri
için konmuş değiştirilemez
ilahi kurallara uymaktadır. Bunlar onun elinde değildir. Nefes alışı, kalbinin
atışı, damarlarındaki kanın akışı, kalbinin bütün iç organlarının çalışması bu
kuralların hükmü altında olmaktadır. Buna "sünnetullah" diyoruz.
"Daha evvel geçenler hakkında da Allah bu adeti koymuştur. Allah'ın adetini
asla değiştiremezsin." (Ahzab Suresi,62)
"Allah'ın öteden beri ola gelen sünneti, adeti budur. Allah'ın sünnetinde
asla değişiklik bulamazsın." (Ahzab Suresi,62)
Bütün yaratılmışlar kendileri için konan sünnetullaha teslim oldukları için
İslam'ın kelime manası içinde müslimdirler. Çünkü ilahi kurallara teslim olarak
yaratılmışlar, büyümüşler, gelişmişler ve yaşamlarını bu kurallara uyarak
sürdürüp yitirmişler, bitirmişler veya
bitireceklerdir. Yaratılmışların durumu budur; Halık'ın koyduğu kurallara
itirazsız teslimiyet ve boyun eğme.
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk onun, hamd
ona mahsus, o her şeye hakkıyla kadirdir. (Teğğabun Suresi,1)"
İnsan, yaratılmışların en şereflisi, zübdetü'l-alemdir. Siret ve surette en
güzel yaratılışlara sahne kılınmıştır. O bir küçük alemdir. Aynı zamanda
nüsha-i kübra'dır. Yaratanı tarafından başına kerem tacı giydirilmiş, en güzel
surette yaratılmıştır. Yaratanı katında ve yaratılmışlar kadrosunda farklı bir
yeri vardır. Bu itibarla ona iyiyi kötüden seçme gücü verilmiştir. O bu serbest
seçme hürriyeti ile ya kendi vücudu, organları dahil yerde ve gökdeki bütün
yaratılmışların uyduğu teslim olduğu ilahi kanuna uyar, yaratıcısının
emirlerine boyun
eğer, teslim olur. Böylece fıtratı ile canlı cansız, bitki, hayvan, nebat bütün
yaratılmışlarla uyum, ahenk içinde yaşar Allah'ı Rab, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.s.)'nın getirdiği, Allah tarafından haber verdiği her şeye inanır. İşte o
insan, islam'ın terim anlamının ifade ettiği Müslüman olur. Veya iç ve dış
dünyasının teslim olduğu Allah'a inanmaz, bu haliyle kainat ile ters düşer,
uyumsuzluğa mahkum olur. İç ve dış çatışmalarla geçen bir hayat yaşar, mutsuz
olur. İki dünya saadetini kaçırır.
İşte İslam'ın fıtrat dini oluşu budur. Yaratılışa, yaratılanlara uygun, onlarla
ahenk içinde bir hayat geçirip yaratanını tanımak, ona karşı gereken ödevlerini
yerine getirmek, dünya ve ahrette mesut olmaktır.
İslamın bir başka özelliği de şudur: Bakara suresi 286.ayette Yüce Allah şöyle buyurur;
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez."
Şayet yaratılış kapasitemiz ve imkanlarımız ölçüsünde yapmamız gerekenden
sorumlu tutulmuş olsaydık halimiz ne olurdu. Bu ayette belirtilen gücümüz
dahilinde yaptıklarımızdan sorumlu tutulmamız zayıf yaratılışlı insan için
büyük bir nimettir ve son dinin musamaha dini
kolaylık dini olduğunu göstermektedir.
Aynı sure 285. ayette "O peygamber Rabbı tarafından kendisine indirilene
iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri
arasında ayırım yapmayız, işittik, uyduk, ey
Rabbimiz affına sığındık, dönüş sanadır dediler.
Bu ayeti kerimede "Kitabına, peygamberine inandılar denmiyor, kitaplarına,
peygamberlerine inandılar deniyor.
Eğer sadece kitabına denmiş olsaydı, bundan Kur'an, yalnızca peygamberine
denseydi bundan efendimiz kast edilmiş olurdu.
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanmamız gerektiği buyuruluyor.
Bu, İslam'ı diğer dinlerden ayıran en önemli vasıflardan biridir. Mesela bir
yahudi için Hz.Musa ve Tevrat'la her şey tamamlanmıştır. Bir hristiyan için de
Hz.İsa ve İncil'le her şey son
bulmuştur. Bunların dışındakilerin bir kıymeti yoktur.
İslam'ı kabul eden müslüman, Hz.Adem'den Hz. Peygambere kadar gelmiş geçmiş
bütün peygamberlere inanır, aralarında fark gözetmez, onlara indirilen
kitapların asıllarına inanır.
Medeni açıdan, mevcut imkan ve fırsatları değerlendirme açısından, psikolojik
açıdan böyle bir öğretim metodunun dini tebliğ etmedeki önemi çok büyüktür.
İslam'ı başka dinde olanlara takdim ederken senin peygamberine ben de inanıyorum
ama benim peygamberim seninkinden sonra gelmiştir.
Allah Teala bütün alemlerin Rabbı'dır.. Hz. Adem vasıtasıyla ilk olarak
emirlerini bize gönderen de O'dur. Hz.Nuh, Hud, İbrahim, Musa, İsa ve son
peygamber Hz.Muhammed Mustafa (a.s) vasıtasıyla emir ve yasaklarını bize O
göndermiştir. Bize düşen görev son emirlere uymaktır.
Böylece bütün insanlığın en küçük bir vicdan sızısı çekmeden, üzüntü duymaksızın
bu ilahi son dini kabul etmeleri mümkündür.
Bu son derece hoşgörülü bütün insanlığı kapsayıcı bir davet şeklidir.
Not: Bu vesile ile merhum hocamız Muhammed Hamidullah'a Rabbımızdan
mağfiret dilerim.
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
|
Din ve fıtrat uyumu |
|
|
İnsanlık
tarihinin hangi noktasına inilirse inilsin, dinsiz bir topluma
rastlamak mümkün değildir, demiştik. Evet, bir kez daha diyoruz ki, en
ilkel toplumdan tutunuz da en gelişmiş topluma kadar, hepsinde dinin
tezahürlerini görmek mümkündür. Bergson da, “Geçmişte olduğu gibi
günümüzde de ilimsiz, sanatsız, felsefesiz toplum vardır, fakat dinsiz
toplum asla yoktur”, demek suretiyle, bir doğrunun altını çizmiş
bulunmaktadır.
Din, insan ruhunun en ücra köşesine öyle sinmiştir ki, yok
olup hiçliğe karışmaktan korkan insana bir çıkış kapısı; bütün
ümitlerin bitip tükendiği yerde bir ümit kaynağı; yıkılmış gönüllere
taze kan, doğruluk, iyilik, güzellik ve samimiyet gibi, insanı insan
yapan değerlerinruhlarda filizlenmesi için güçlü bir iksirdir.
Fırsat ise, sözlük bakımından yaratılış anlamına gelmekle
birlikte, terim olarak; İslam Dini ve bu dinin özünü kabul etme
yeteneğidir. Bu durumda fıtrat, dinin aslı ve insanın özü olarakta
tanımlanabilir. Diğer bir ifadeyle fıtrat, yüce Allah tarafından
insanın içine yerleştirilmiş olan hassas bir düzen, din de bu düzenin
kurumsallaşmış halidir.
Cenab-ı Hak, insanı islam dini’nin prensiplerini kabul edecek
şekilde yaratmış ve bu dinin öğretilerini de insanın yaratılışına uygun
olacak şekilde göndermiştir. Bundan dolayı din ile fıtrat arasında
herhangi bir uyumsuzluk söz konusu değildir. İslam dini’nin emir,
yasak ve tavsiyelerinin tümü, insanın akıl ve mantığına uygun hükümler
içermektedir. İlahi kaynaklı iki durum arasında bir çelişki olabilir
mi? Her alanda mutabakat ve her prensipte tam bir uyum vardır.
Kur’an’ın ifadesiyle bu bir sünnetillah gereğidir. Nitekim birçok
ayet-i kerime ile bu husus:
“Siz, Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsınız.” anlamıyla da açıklanmıştır.
Eğer bir çelişki varsa bu, ya bilgi eksikliğinden veya
bağlantıyı iyi kuramayan bireylerden kaynaklanmaktadır. Yoksa dinle
fıtrat arasında bir uyumsuzluk asla düşünülemez. Çünkü insanı yaratan
ve onun fıtri özelliklerini tayin ve tespit eden de Yüce Allah’tır;
insanlığa hem dünya hem de ahiret saadeti kazandırmak için Kur’an-ı
Kerim’i gönderen de yine O’dur. Yarattığı insanın bütün özelliklerini
en kamil anlamda bilen Cenab-ı Hak, gönderdiği ilahi prensipleri de
insanın bu özelliğine göre göndermiştir. Bunun için “Kuran’ın yüce
prensipleriyle, insanın fıtrı özellikleri arasında tam bir uyum
vardır.” sözü gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir. Aksi
takdirde düşünülen çelişki ise, en azından Yüce yaratıcıya acziyet
isnat etmek olur ki, bu da mümkün değildir.
İslam Dini evrensel özellikleriyle bütün insanlığa hitap
etmekte ve insanların huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri için, onlara
gerekli yolları göstermiştir. Bunu yaparken de herşeyin doğal seyrinde
devam etmesini istemiştir. Zira islam’da sadelik, kolaylık ve
tedricilik esastır. Rahmet dini olan İslam’ın emir ve yasaklarının hiç
biri, insanlara zorluk, sıkıntı ve meşakkat vermek için değil, aksine
kolaylık, hafiflik ve sadelik getirmek için konulmuştur. Nitekim bu
konuya ayetler şöyle dikkat çekmektedirler:
“Ey Muhammed, biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.”
Burada kur7an’ın gönderilmesindeki hikmet, açıkça
görülmektedir. Bu da insanlara zorluk çıkarmak değil, aksine zorlukları
bertaraf etmektir. Başka bir ayette de şöyle denilmektedir:
“Allah, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi.”
Yani dinin amacı, insanları zorluklar içinde bunaltmak değil, tam
tersine, onlara dünya ve ahiret mutluluğu için yol göstermektir. Bunun
için de insanlara kavli leyyin ile yaklaşmayı, hikmet ve güzel öğüt
esaslarına göre nasihat etmeyi ve kolay olandan işe başlamayı, aynı
zamanda müjdeleyip nefret ettirmemeyi ön görmektedir. konuyla ilgili
ayetler dizisinden birkaç ayet daha zikretmek istiyoruz:
“Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır ve ya korkar.”
“Ey Muhammed, sen hikmetle, güzel öğütle Rabb’inin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”
“Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.”
“Allah sizin yükünüzü hafifletmek istiyor.”
Görüldüğü gibi, insan psikolojisini insandan çok daha iyi bilen
Yüce Allah, yaratılmışların en nazik, en kibar ve en anlayışlı insanı
Hz. Peygamber (s.v.s.)’i davetçi olarak insanlara gönderirken, nasıl
bir dil ve nasıl bir üslup killanmasının gerektiğini de bu ayetlerle
belirtmiştir. Çünkü tatlı dil, güler yüz, yumuşak üslup ve kolay
yöntem, her ne olursa olsun, bütün insanlar üzerinde olumlu etki eder.
şunu mutlaka iyi bilmek gerekir ki, insanoğlu her zaman sevgi, saygı ve
kolay yöntemle ikna edilmeye daha müsaittir. daha doğrusu, insanın
anladığı tek dil vardır, o da tatlı dil ve yumuşak üsluptur. Bazı
istisnalar çıksa da genel kaide böyledir.
Din ve fıtrat uyumunda önemle üzerinde durulması gereken diğer
bir nokta da, fıtratın değişmezliği prensibidir. Hz. Ademle başlayan
insanlık tarihinin hangi noktasına bakılırsa bakılsın, insanın
doğasında bir değişiklik görülmez. O günkü insan ne ise, bugünkü
insanında aynı olduğu görülür. Zira ilk insandan günümüze gelinceye
kadar insanlarda hiçbir değişiklik söz konusu olmamıştır. Günümüze
kadar gelen zaman dilimi içerisinde zaman dilimi içerisinde hiçbir
insanın gözü karnında veya kulağı kolunda, burnu bacağında doğmuş bir
insana rastlamak mümkün değildir. Hepsinin yapısı aynı ve aynı düzen
içinde geliştiği görülmüştür.
Hatta bırakınız değişmeyen insan şeklini bir tarafa, özü ve
ruhi yapısı itibariyle deilk insanla günümüz insanı arasında genel
anlamda bir farklılık yoktur. Hassasiyetleri aynı, ihtiyaçları,
özlemleri ve eksiklikleri tarihin her devrinde aynı insan olarak
yaşayagelmiştir. Örneğin, barınma, yeme-içme, savunma, cinsellik, mal
tutkusu ve barınma isteği gibi özellikler, ilk insanda da vardı,
günümüz insanında da aynı özellikler devam etmektedir. Ancak bu
özelliklerin ortaya çıkış şekilleri ve ihtiyaçların karşılanma
durumları tarihin akışı içinde bir takım farklılıklar göstermiştir.
Tabii bu farklılıklar özel değil, detayda ve araçlardadır. İnsan
fıtratının değişmezliğini öne süren bilim adamları, değişen şeyin
insanın tabii özellikleri değil, insanın kullandığı araç ve gereçlerde
olduğunu belirtmişlerdir. İşte islam dini de insan fıtratının bu
değişmez ihtiyaçlarını karşılamak üzere planlanmış ve insan doğasına en
uygun hayat tarzı olarak gönderilmiştir. Bundan dolayı Kur’an’da insan
fıtratına aykırı hiçbir hüküm yoktur. Kur’an’ın bu özelliği nedeniyle
de, İslam’a “Fıtrat Dini”de denmektedir.
İhsan Caner / Beypazarı Müftüsü |
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
öğrenci98 Ayrıldı
Katılma Tarihi: 21 kasim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 432
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Merhabalar
Rabbimizin değişmez ve eskimezi, insanlık aleminin değişmez değerleri olan islam dini, ademoğullarının yaratılış/yarılıp ortaya çıkarılış amacıyla mükemmel bir bütünlük/insicam içerisindedir.
"O halde sen yüzünü, bir hanif olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmiyor." 30/30 (y nuri öztürk)
Muhabbetle...
__________________ Benliğin galebe çaldığı hiçbir yerde, vahiyden, adaletten ve merhametten bahsedilemez.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|