Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Fıtrat ve fetretFıtrat
sevgidendir. Sevgiden de dünya hayatının temel ahlâk ve Tabiî Hukuk
ilkeleri doğar. Başka türlü olması aklen, mantıken imkânsızdır. (Rûm
Suresi, 30/30).
Diğer tarafdan, bu temel ahlâk ve Tabiî Hukuk
ilkeleri; Müsbet İlim kanunları anlamında Tabiat ve Toplumbilim
kanunları gibi değildirler. Araya insanın iradî seçimleri ve bu
seçimler eyleme geçiyorsa bu eyleme geçmelerin sağladığı birikim girer.
(Tebâreke/Mülk Suresi, 67/2). Ahlâk kuralları (normlar), “determinist”
kanunlar değildir, ne var ki bu kurallara uymama eylemleri belirli bir
birikim düzeyine ulaşırsa, bu dünyada devreye girecek olan toplumbilim
kanunu da “determinist” bir kanundur.
İşin özü; bu temel ahlâkî ilkelerin Alemlerin
Rabbi olan Allah'ın normları olduğunu kabul edip etmemektedir.
Etmezseniz, Tabiî Hukukçu değilsiniz, ediyorsanız Tabiî Hukukçusunuz
demektir.
Tabiî Hukuk tarafdarı olduğunu söyleyenlerin
bir kısmı, bilinçli olarak, kayd-ı zihnî ile davranmış olanlardır.
Bunları Kur'an-ı Kerîm “münâfık” olarak niteler. İnsan hakkı ve adalet
tebliğini gönülden kabul etmeyip zahirde bu açıdan aykırı davranışları
olanların, ne var ki şeklen müslüman görünenlerin, İncil'de ve Kur'an-ı
Kerim'de (Maûn Suresi) zikredilen bir diğer adı da “müraî, riyâ
ehli”dir.
Alemlerin Rabbi tarafından konmuş olan temel
ve evrensel normların varlığını kabul etmeyip kabul etmediğini de
açıkça söyleyenlerin, kabul ettiğini söyleyip de iki yüzlülük
yapanların, neye ikrar verdiğinin bilincinde olmayanların, bu normları
pozitif hukuk süzgecinden geçirme ve ancak bu süzgeçten kuşa
benzetilerek geçirilmiş şekli ile ve pozitif hukuk ilkesi olarak kabul
etme gereğini ileri sürenlerin sağladığı birikim gücünün yoğun ve
baskın olduğu yörelerde fetret alâmetleri görülür.
Ülkemiz çok şükür tek lâik ve müslüman ülke
olarak temayüz ettiği için, bu açıdan gözlem ve değerlendirme yapmak
dahî aslâ caiz değildir. Şu halde yukarıdaki genel açıklamayı, İngiliz
askerlerini kaçırdıktan sonra değerli basınımızın dilinden tekrar
“acem” adlandırmasına “müstahıkk” görülen “acemler ve Acemistan
yönetimi”ne ithaf etmeliyim. Belki onların işine yarar da bir daha
böyle birşey yapmazlar! Fransızlar'ın “revenons à nos moutons”
(koyunlarımıza gelelim) dedikleri gibi, bizim sorunlarımıza gelelim:
Ahlâkî ve hukukî sorunlarımızı çözmeye çalışırken, İskenderâne bir
hamle ve darbe ile, sorunsuz yaşamanın sırrını bulduk mu? –Vatandaşlar,
uslu durun, yoksa ağır konuşurum! –Bre siz ne lâf anlamaz şeylersiniz!
“Biz”i kızdırırsanız “siz”in hakkınızdan gelmek boynumuzun borcudur!
Ziya Gökalp “ben/sen yokuz, biz varız!” dedi, dikkat etsene ulan, “biz
ve siz varız” demedi! Bizim demokrasimiz yasal olan tek demokrasi,
sizin demokrasiniz ise yasallık sınırları içine hiçbir zaman girmemiş
ve dahî girmeyecek olan bir safsatadır, düşmanlarımızın bir Troya
atıdır, (367)'ye kadar sayıyorum, sayı ile kendinize gelin, yoksa bizim
demokrasimizi koruyacak zinde güçler jeneratörünü devreye sokar,
jeneratörlü demokrasi döneminde önce ampullerinizin iflâhını keseriz.
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr/Tekdîr ile uslanmayanın hakkı
kötekdir.
Meded, zamanenin gücüne kaldık! Geçenlerde bir
yazımda Vakıflar Genel Müdürlüğü ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin
müştereken irtikâp ettikleri bir “gadr”den yakındım, “haksızlık izale
edilecek, zarar izale edilir kuralına uyulacaktır” diye resmî bir müjde
almadım, ne var ki –kendi nitelemesi ile– bir Molla Kaasım kardeşden
uyarı aldım:
–Sen Hukuk Hocası değil misin? Bu haksızlık
yapanları sizler yetiştirmediniz mi? Yakınacak yerde “kendim ettim
kendim buldum” demelisiniz!
–Eyvallah Molla Kaasım kardeş! Kötü birikimi
ve ortak ölçüt yokluğunu gidermede bütün gayretimi gösterdiğimi elbette
iddia edemem. Ne var ki, elime kalem geçtikçe hiç değilse evrensel ve
temel ilkeler dışında bir ilke savunmadığımı da herhalde görüyorsunuz.
Ben, YÖK Başkanlığı şöyle dursun, rektör, dekan, senatör, idare âmiri
vs. de değilim. Özellikle “1402'lik” olduktan sonra üniversiteye
dönüşümden itibaren de sevgili öğrencilerime lâtife üslûbu ile sürekli
şu öğüdü verdim: –1960'da asistan oldum ve fakültemizden mezun olan
öğrenciler içinden maalesef çok başarılı “üç kağıtçılar” da çıktığını
gördüm. Benim doğrudan öğrencilerim olan sizlerden, inşaallah tek bir
“fire” dahî istemiyorum!
Ey kardeşler, “mîzansızlık” zâhirde
biribirinden ayrı görünen çevreleri birleştiren tek ortak özellik! Oysa
toplumların iflâh olması Mizan'da birleşmelerindedir. –Ne dersiniz?
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Temel değer ilkeleriTemel
değerleri belirleyen ve insanlara bu yolu gösteren; Yaratıcı'dır. Ne
var ki bu gerçeği söylemek; bizim gençliğimize kadar kullanılan bir
deyimle �demode� olmuş, daha doğrusu insanlar bu telâkkîye
�yönlendirilmiştir�. Kullanılan terimler de sık sık değiştirilir ki,
yeni nesiller, �bâtıl�ın değişmeyen yanlış çağrısını sürekli �çağdaş�
görsünler, Hakk'ın çağrısına ise �demode� veya �out� desinler.
�Elleziy kaddere fehedâ�. Değer ilkelerini
belirleyen, bu ilkeleri insanlığa gösteren, Yaratıcı'dır. Yaratıcı;
Rabb'dir. (A'lâ, 87/3).
Yazık ki bugün bu gerçeği düşünmek
unutturulmuş, söylemek de ayıplanmıştır. Söylerseniz, �gerici�
sayılmayı göze almanız gerekir. Oysa temel değer ilkeleri İbrahim ve
Musa'nın da �suhuf�unda belirtilen ilkelerdir. İnsanlık için kurtuluş
bu ilkelerde birleşerek sevgi ehli olmadadır.
Sütten kesilebilmeleri için emziğe
alıştırılmış çocuklar, emziklerini kolay terketmezler. Bazı �okumuşlar�
için agnostisizm böyledir. Hele emzikleri -uyumaları için- haşhaşa
batırılmışsa keyiflerine diyecek yoktur.
Oysa bu tutum insanlığın hayrına değildir.
Temel değerlere ve bunları açıklayan temel ilkelere gelince �bunların
değişmezliklerine ve Rabb'den geldiklerine inanmak bilim ve akıl dışı
bir seçim olur, bunlar değişir, Tabiî Hukuk diye birşey yoktur, herşeyi
insan belirler!� demek, sonra da kendi isteklerini dayattıkları ve
�Pozitif Hukuk�ta dahi temeli olmayan emir ve yasaklara gelince,
�bunlar değişmez, hele değiştirmeye kalkın da, (aman ne olur
değiştirmeye kalkın da) külâhları değişelim, iktıdar tâcına hasret
kaldık, verin şu kaşığı da biraz da biz ölelim!� �mod�una geçmek, çok
ibret verici bir müşahade alanıdır.
Emîr-ul-mü'minîn, �iktıdar�ın amacını şöyle
belirtir: Mazlûmun hakkını zâlimden alıncaya kadar, bu yolda didinmeyi
aslâ bırakmama konusunda, Allah'a olan ahdini yerine getirmek! .....
Ne yapmalıyız? Yine aynı noktaya geldik: Temel
değerlerde uzlaşmalıyız. Bu uzlaşmada “Yaradılmışı hoş
gördük/Yaradan'dan ötürü!” bilincine dayanmalıdır. “İnsanlık onurunda,
insanlık değerinde eşitlik ilkesi”ni benimsemeksizin yapılan hiçbir
uzlaşma da uzun ömürlü olamaz. Uzlaşmalar “Sağlam kaya” üzerinde
kurulmuş olmalıdır.
Bir heyhat daha! Bu sözleri tekrar etmenin bir
yararı oluyor mu? Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryadıma! (M.Akif
Merhum) Ne yapmalıyız ey Azîzan?
-Ne yapabiliriz ki? Gel de bir çay içelim! Bundan başka yapacak birşey var mı? Tee trinken und abwarten!
-Bugün de biraz kısa dertleşmiş olalım! Söylesem te'sîri yok/Sussam gönül râzî değil! Allah encâmımızı hayr eylesin!
hüseyin hatemi...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ahlak geçirmez alanFerdî
ve özel alan da, kamusal alan da ahlâkın denetimi altındadır. Ahlâkın
nüfuz edemeyeceği, yalıtılmış bir alan var mıdır? Hukuk'un yaptırımlı
kurallarının nüfuz edemeyeceği bir "eyleme geçmemiş düşünce alanı"
vardır, bu alana sızan "vesveseler"i Ahlâk da kınamaz. "Vesvese" dışdan
gelir. Bunlar da ahlâkî kınama konusu edilirse, kişi; kendi
seçimlerinden değil, kendi seçimlerini etkilemek için, "kötü"den gelen
yayınlardan da sorumlu tutulmuş olur ki bu da Adalet'e uygun değildir.
"Vesvese"ye karşı "insan" uyarılır, "Vesvese"nin "nefs-i emâre"
basamağında kalmış; insanlık adayı "beşer"i "kötü"nün etkisi altına
almaması için "Rabb-un-Nâs'a, Melik-un-Nâs'a, İlâh-un -Nâs'a, Allah'a
sığınmak öğütlenir (Nas Suresi), bu öğüte uyan kimse, "kötü'nün
vesvesesi"yle, "hayatı koruma içgüdüsünün sesi"ni ayırabilen kimse,
"beşer"den "insan"a "terfi" etmiş demektir. "İnsanlık süreci"ne adım
atmasını önlemek için "beşer"e yöneltilen "kötü'nün vesvesesi"
yayınlarından birisi şudur: -Senin, vesevese geçirmez bir koruyucu
zırhın yok, şu halde boşuna insanlık başvurusu yapma, senin işin
ezelden bitiktir, sen "saîd" değil "şakî" (şakıy)sin, "eşkıyâ"dansın,
sen ölmüşsün arkadaş! Ya bu sefil hayatına derhal son ver, ya da
"kader"den intikam almaya yönelip "kötü"nün hizmetine girerek
"Vesvâslık kariyeri"ne başvur, "iyi"yi "kötü", "kötü"yü "iyi" bil!
İşte bu yayına karşı, derhal "Nâs" suresi
okunmalı ve derhâl "insanlık Rabbi"ne sığınılmalıdır. Resûl-i Ekrem
(S.A.) ve önceki Resûller ile, Ehl-i Beyt ve önceki Resûller'in
velileri dışında, "beşer" doğuştan "kötünün etkisinden bağışık, vesvese
yayınlarını geçirmez" bir "nefs"e sahip değildir, "ma'sûm" değildir.
Aksi geçerli olsa idi, esasen "imtihan" anlamsız olurdu. Allah,
insanlık adayı beşerden, tâkatinden fazlasını istemez. Bu "aslî
vesvese"ye, "iğvâ"ya kapılanın, bundan sonra derhal "kötü'nün
alçaltmaya yönelik süreci"nden "isti'fa" etmedikçe, işi çetin olacağı
için, son sûre olarak Nâs Suresi; ilk sûre olarak "insanlık süreci
başvurusu formüleri" demek olan Fatiha Sûresi belirlenmiştir.
(İhdinâs-sırâtelmustakıym). İnsanlık Rabbi'nin, insanlık adayı olan
beşerden, vermediği "ismet"i, yanılmazlığı ve "vesvese geçirmezlik"
niteliğini beklemediği; tekrarlanmıştır. (Bakare 2/233; 286; En'âm
6/152, 'raff 7/42, Mu'minün 23/62)
"Nefs" (Ego), "vesvese geçirmezlik" özelliğine
sahip olarak yaratılmadığı için, "vesvese"den sorumlu değildir. Ancak;
"vesvese"yi benimseyip özümseyerek "kötü" davranışlara koyulduktan
sonra da, "ahlâk geçirmez bir kamusal alan" bulunduğu iddiası veya
savunmasına da itibar veya savunmasına da itibar edilmez, "ferdin özel
alanı" bile "ahlâkî sorumsuzluk alanı" değil, sadece "sorumsuzluk
alanı" değil, sadece "hukukî yaptırımsızlık alanı" olabilir.
Şu halde, aşağıdaki "ahlâk geçirmezlik"
nitelikleri savunulan alanlardan hiçbiri; bu nitelikte değildir; ahlâk
denetimine tabidir.
a) Hayvanlara karşı tutum: Emîr-ul-mü'minîn:
"Hayvanlardan da (şüphesiz) sorumlusunuz" buyurmuştur. Bunu zikretmekle
yetiniyorum.
b) "Öteki"yle ilişkiler alanı: Hukuken ve
ahlâken hiçbir "beşer" diğerine "öteki" değildir. Mütekabiliyet
(karşılıklılık) ilkesi ancak Pozitif Hukuk alanında bazı "hürriyet
sınırlamaları" ve "siyasî hak sınırlamaları" getirebilir. Ahlâk
alanında, zarar görenin dini veya vatandaşlığı, yahut "ırk"ı
dolayısıyla "öteki" olduğu "ma'zeret"i, aslâ ona zarar verilmesini
haklı ve meşru kılamaz.
c) Siyaset alanı: İç siyaset (Kamu Hukuku)
alanının "ahlâk geçirmez bir kamu düzeni=nizâm-ı âlem alanı olduğu
iddiası da bâtıldır. "Siyaseten katl" ve "müsadere"ye cevaz veren bütün
Pozitif Hukuk kuralları, Ahlâk'ın hükmüyle mahkumdur. Dış
Siyaset=uluslararası ilişkiler alanı da –yukarıda değinildi gibi–
"ahlâk geçirmez" alan değildir.
d) İktısat alanı: Def'-i mefâsid, celb-i
menafi'den evlâdır. Kazanç getiren bir faaliyetin Ahlâk'ın hükmü
karşısında dokunulmazlık kazandığı da aslâ kabul edilemez. "Kalvenist
Müslüman" kardeşlerimiz de uyarılır!
e) Aile Hukuk Alanı: Bu alan da Ahlâkî sorumsuzluk alanı değildir.
"Ahlâk geçirmezlik alanları"nın var olduğu
vesvesesine kapılmanın sonucu; Ahlâk'ın tamamen safdışı edilmesi ve
devreden çıkarılmasıdır.
–Ne demek efendim? "İnsan hürriyeti"
olmaksızın ahlâk olur mu? Nesnel ahlâk kurallarının varlığı savı
"bilem" ahlâka aykırı bir savdır! Türban gibi "dalgalar" da bu savın
simgesidir! Hürriyetsizliğin hürriyeti elbette savunulamaz ve
yasaklanır. Parti bile kapatılır! Hürriyetsizlik ahlâksızlık demektir.
Her birey kendi ahlâk kuralını kendisi koyar! Bu yetki de sadece bize
özgüdür! Siz kendi ahlâkınızı kendiniz koyamazsınız, çünkü ahlâk koyma
hürriyetini kabul etmiyorsunuz. Anladınız mı? Sizin ahlâkınızı da ancak
biz belirleriz!
-Ey Azizan, çilemiz ne zaman dolacak? hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İnancına göre yaşamakİnancına
göre yaşama hürriyetinin varlığından söz edilen bazı ülkelerde, gerçek
anlamda bu hürriyet yoktur, sadece riya ve madrabazlık hürriyeti
vardır. Mâûn'u; muaveneti; Sevgi ahlâkı çerçevesinde yardımlaşma ve
dayanışmayı engellemek isteyenlere, Mâûn'u men'edenlere göre, İslâm'ın
yaşanması demek, riyâkârlık hürriyetinin hiçbir engelle karşılaşmaması
demektir. Riya ve zulm eleştirildiği anda; �ılımlı İslam�dan çıkılmış
ve �Şeriatçilik�e adım atılmış olur!
-Neyi kasd ediyorsun bre? Şeriatçi misin yoksa?
-Örnek vereyim: Yezid devrinde ılımlı
müslümanlar Şam Cami'inde namaz kılarlarken, Kerbelâ'da hem ılımlı, hem
de �militan demokrat� müslümanlar, Huseyn'i susuz şehid etme gayreti
içinde idiler. Huseyn'e de: -Yezid'e biy'at ettikten sonra Medine
Cami'ine cuma namazlarına gidip evine dönseydin, kim sana ne karışırdı?
Üstelik Emîr-ul-müminîn-neuzübillah! - Yezid sana maaş da bağlardı�
diyorlardı. İşte bunu demek istiyorum! Ârif olan anlar!
Din'de dayatma yoktur. Ne var ki riya
dayatmasına da boyun eğmek merdâne bir tutum değil, zillet demektir.
İsa Mesih'in buyurduğu gibi: -İnsan aynı zamanda hem Mammon'a, hem
Allah'a kulluk edemez. Kur'an-i Kerim'de de �Allah bir Sadr'da iki
gönül yaratmamıştır� buyurulur. Gerçek budur, gerisi ya riya ve
münafıklık, ya da hamâkattir. Allah'dan -hâşâ- kötü bir şey sâdır
olabileceğini kabul eden ve savunan kimse, �materyalist� olsa evlâdır.
Çünkü hiç değilse materyalist Allah'ın adını �Doğa� veya �Madde� koyan
bir şapşalcık olduğu için, kurtuluşunda daha fazla ümit vardır. Buna
karşılık, Allah'a iman ettiğini söyleyip de Allah'a kötülük veya acz
isnad eden birisi daha vahîm durumdadır. Yine de kurtulmasını diler,
kurtulacağını ümid ederiz.
İnsanlar, çoğunluk olarak iyi �sınav�
verememişler, Ahd-i Atıyk'in birçok hükmünü bozmuşlardır. Recm
konusunda olduğu gibi. Buna rağmen, bunu söyleyen birisi Batı'da
�antisemit� olduğu ithamıyla karşılaşacağı için, bunu söylemekten
korkar. İkinci derecede de, �mahalle baskısı�ndan korktuğu için,
Hristiyanlık uygulamasını (Ortaçağ'da) eleştirirse de, insan hakları ve
Hukuk Devleti öğretilerinin �Hristiyan değerleri�nden doğduğunu da
hemen belirtir. İslâm'a gelince ve özellikle ABD'de, son zamanlarda da
Avrupa'da, Amerikan sözde protestanlığının etkisindeki çevrelerde,
�anti islamist� olmak tam aksine itibar ve yarar sağladığı için,
ağzından çıkanı kulağı duymaz. İran Devrimi'nden sonra ülkemizde de
gitgide böyle olmuştur.
Hazret-i İsa, Vahye dayanmayan �recm�
uygulamasını önledi ve hiçbir zaman �beni seven; kâfir yaksın!� da
demedi. Yakma cezası; İncil'den tatbikata geçmedi. Toplumda türedi.
Buna rağmen Batı'da bu ceza uygulandı. Bugün hiçbir �hristiyan
demokrat�, �-ben değiştim, ılımlı hristiyan oldum, biz hristiyan
şeriatini savunmuyoz ki zâti!� şeklinde, lâiklik ma'bedi rühbanının
önüne varıp günah çıkartmıyor. Müslümanın işi zor!
-Efenim, Kölelik Hukuku, kadı hukuku ya da
ihtilâl hukuku üreten yapılardan bir hukuk �idea�sına yaklaşan, daha
doğrusu evrensel ortalamaya yaklaşan bir hukuk türemeyeceğini bilelim!
(Radikal 2, 1 Haziran 2008 Pazar'da: Tahir Abacı'nın yazısından,
�efenim�i de Fakıyr'den!)
-Ey gözüm, Kölelik Hukuku Şeriat'den mi
türemiştir? Hangi İhtilâl Hukuku İslam'dan türemiştir? İhtilâl
Hukuku'na da eğri baktığına göre, Fransız Devrimi'ne mi, Ekim
Devrimi'ne mi karşısın? Yoksa her ikisine mi? Yoksa İhtilâl
Hukuku'ndan, bizdeki darbe geleneğini mi kasdediyorsun? Açıkça �ben
patlıcanın değil CHP'nin savunucusuyum� desene! Bütün bu söylediğin
sapmalar Batı toplumunda da görülmüş! Onlar �Hukuk türettiyse� biz niye
türetemeyelim?
Beyhûde ey Azîzan! Bu kez de sizi �İslâm'ı güzel göstermeye çalışmakla itham� ederler! Başıma çok geldi!
Ey Azîzan, Allah'ın dini bu kadar tahkıyr
edilir, hafife alınır, küçümsenirse, Dolmabahçe Cami'inde iki rek'at
namaz kılmanın anısı Allah'a ve Resulü'ne minnet yüklemek için fırsat
bilinirse, elbette Allah'ın sevgi elçilerinin de sözleri dinlenmez
olur, Antalya'da yavru hayvancağızlar, Cahiliyye dönemi kızcağızları
gibi toprağa gömülür, ana-baba cinayetleri de çoğalır. Oysa Kur'an-i
Kerim'in bütün âyetlerini yitirmiş olsaydık dahî, meselâ sadece şu âyet
elimizde kalsa idi, �rönesans�ımız için yetişirdi: Allah size salât
eder (esenlik verir) ve melekleri de! Sizi karanlıklardan Nûr'a
çıkarmak için! Mü'minlere Rahîmdir! (Ahzâb, 33/43)
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tabiî ahlâk ve adalet düzeniDoğru
anlamıyla adalet, Sevgiden doğar. Doğru anlamıyla Sevgi; Allah'dan
gelir. Sevgi Hukuku ve Sevgi Ahlâkı'nın davranış kuralları biribirini
tamamlarlar. “Tabiî Ahlâk” teriminin kullanılması yaygınlık
kazanmamıştır. Ne var ki Tabiî Hukuk'un genel ilkeleri nasıl Allah'dan,
Yaratıcı ve Rabb'den gelmekte ise, bu Hukuk'u tamamlayan (Tabiî) Ahlâk
ilkeleri de Allah'dan gelmektedir. Şu halde “Evrensel Ahlâk” yerine
“Tabiî Ahlâk” diyebiliriz. Hukuk'un temel kavramı, yaptırımlar
(müeyyide) getirebilen “adalet”dir. Adalet, “zorunlu ahlâklılık”
demektir. Ahlâk daha yüceyi hedefler: Sevgi=aşk ahlâkı, İhsan ahlâkı,
îsar=fedakârlık ahlâkı, birr ahlâkı! Huseynî ahlâk! Daha genel bir
ifadeyle Ehlibeyt ahlâkı!
Bu ahlâk ile tâclanan bir dinde insanlık
onuruyla bağdaşmayan âsûrî cezalar olabilir mi? Hâşâ! Hitler devrinde
ırkçılık zulmüne maruz kalan Benî İsrail'in, bu zulümden kurtulduktan
sonra başkalarına ırkçılık zulmü uygulamaları gibi, Benî İsrail, Bâbil
Esareti'nden kurtulduktan sonra, Bâbil'in kötü hukuk örneğinden
kurtulamadılar.
Bu uygulamayı; Bâbil Esareti sırasında
yitirdikleri Kitab-ı Mukaddes' (Ahd-i Atıyk)e de taşıdılar.
Hristiyanlık da Hazret-i İsa'nın “temizleme ve asla döndürme”
hareketinden yararlanamadı. Recm'i reddedip “yakma”yı benimsedi. Oysa
Hazret-i Mesih kimseyi yakmamış idi. İslâm'ın “temizleme ve asla
döndürme” hareketi de uygulamadaki “Adalet (Hukuk) Devleti'nden sapma”
dolayısıyla aynı çizgide sürdürülemedi. Ondokuzuncu yüzyılda tekrar bu
yola girilmesini isteyenler oldu. Ne var ki üzerine Hukuk Devleti'nin
kurulacağı sağlam kayanın üzeri, yüzyılların kumu ve balçığıyla
kaplanmış idi. Bugünkü “uyum kanunları”na benzer bir girişim ile doğru
bir iş yapıldı ve “esir ticaretinin yasaklanmasına ilişkin Nizamname”
çıkarıldı. Sonraları “selefiyye” olarak adlandırılacak olan ve
“temizleme ve asla döndürme”yi, ancak asırların birikimi içinde “Emevi
dönemine, Arap Devleti'ne dönme” olarak anlayan çevrelerden “Türkler
tanassur etti, hristiyan oldu, artık hilâfete lâyık değildirler!”
tepkisi geldi. Akıl ve îman arasında çelişki olamayacağı ilkesini
devreye sokmak isteyenler de şi'î-fundamentalist tepkisiyle
karşılaştılar. Şer odağının düşmanlığı şi'î veya sünnî fundamentalizme
yönelik değildir. Asıl endişeleri sadece kendi güç ve çıkarlarının
tehlikeye girmesidir. Bu açıdan en büyük tehlikeyi de İran'da
gördükleri için, “ılımlı islam” imalatını piyasaya sürdüler. Bu
oyuncakla oynayan uslu çocuklara sonra dönmek ve pestillerini çıkarmak
üzere, önce İran'ın, ardından Hizbullah'ın işini bitirmeyi
tasarlamaktalar.
“Sağlam kaya”ya varılmadıkça, ılımlı İslâm
kumluğunda, elimizde kova-kürekle, pestilimizin çıkartılması zamanı
gelinceye kadar daha çok oynar dururuz ey Azîzan!
Din, bir “boş zaman işi” değildir. Bir taşla
iki kuş vurarak, def, dünbelek ve sazla rakseyleyip neş'esini bulmak,
hele buna “demlenme”yi de terfîk etmek hiç değildir. Din, her şeyden
önce Allah'a bağlanmaktır. Rabbini ve Rabbi'nin Resûlünü bulduktan
sonra işini, eşini, aşını bulan dünyada rahat eder. Rabbini bulmaksızın
gerçek mutluluk olmaz. Rabbi'ni ve Rabbi'nin Resûlü'nü bulamayan
kimsenin de dinî kurallara riayet ediyor görünmesinin yararı olur mu?
Bu kişi mutlu sayılır mı? Ne var ki ne kimseye döve döve helva
yedirilmeli, ne de helva yediği için dövülmelidir.
Nifak ve riya üzerine Hukuk Devleti bina
edilmez. Sağlam kayayı bulmaksızın, yüzyılların balçığı üzerinde de
Hukuk Devleti, Sevgi'nin adaleti düzeni kurulamaz. “Adalet” asgarî
ahlâklılıktır, bir kimsede, yöneticilerde, bu da olmazsa neye yarar?
“Bir kimsenin hristiyan olması, ona zulmedilmesini meşru ve mübah
kılmaz” diyene, “sen hristiyanların ücretli avukatısın” demekle
susturucu cevap verilmiş olmaz, söylenen sözün yanlışlığını isbat
gerekir. Kaldı ki kimbilir kaçıncı kez tekrarlıyorum, ne ben, ne
Refîkam, Patrikhane'nin ücretli avukatı değiliz, Patrikhane ile
ilişkimiz, Âl-i İmrân 3/64 çerçevesinde bir ilişki, Mevlânâ ile
“Eflâtun manastırı” rahipleriyle olan dostluk bağı kabilinden bir
ilişkidir. “Öteki'ne adalet zulüm, Öteki'ne zulüm adalet demektir”
herzesini Yüce Sevgili huzurunda tekrarlayabilir misiniz? Çifte
Standard'dan, çalınan minarelere de, kilise kulelerine de kılıf
hazırlayanlardan, riyadan iğreniyorum, işte bu kadar! Bunun adı
“diyalogçuluk” ise, ben “diyalogçu”yum, beğenmeyenler de “riyalogçu”
olmaya devam etsinler vesselâm! Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm...
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Densizlik ve Dinsizlik farkıDinde
zorlama olmadığı için, dindar bir kimse, dinsizlerin hakkından gelmekle
yükümlü kılınmamıştır. “Tanrı” kavramını dahî reddettiğini ileri
sürenlere de dindar bir kimse ancak “Allah şifa versin” dileğinde
bulunabilir. Dürüst davranmaları şartıyla, kimseden devlet zoruyla
dindar olması istenemez, çünkü dayatılmış dindarlık dindarlık değildir.
Bu iş “kazağını giy, üşürsün!” dayatmasına benzemez. Zorla da olsa
kazak giyen üşütmekten kurtulur, ne var ki beyin üşütmesine kazak kâr
eylemez. Öğüt verdiğimiz kişi “kazak” giymek istemiyorsa, bizim de
ondan beklediğimiz, O'nun da bize karışmaması olur.
Ne var ki beyin üşütmesi tehlikeli ve netameli
bir hastalıktır. Buna tutulmanın a'razı; lâikliğin önce dinsizlik,
sonra aynı zamanda tanrıtanımazlık sanılması ve inananlara mütecaviz
davranılıp onlara tecavüz edilmesidir. Beyin üşütmesinin bu cinsinden
korunanlar da “lâ ikrâhe fid-dîn” (Din dayatmaya cevaz yoktur) ilkesini
bilmezlikten gelme tarzında bir beyin üşütmesine tutulabilirler.
Hastalığın her iki türünden sakınmak için
Rahman, Rahîm, Vedûd olan Rabb'in koyduğu evrensel ilkelere, bu sağlık
kurallarına uymak gerekir.
.....
...
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Pozitivizm Değil, Tabii HukukHukuk
Pozitivizmi; yaldızlı bir ad altında bir aldatmacadan ibarettir.
İnsanlığın derdine deva olmaz. Pozitivizm'e göre, temel norm, merkezi
iktidara bir Anayasa çıkarma yetkisi veren normdur. Bu yetkiyi veren
norm, “adil kanunlar” çıkarma yetkisini veriyor da adalete aykırı
Anayasa ve dolayısıyla kanun çıkarma yetkisini vermiyorsa, esasen Hukuk
Pozitivizmi daha ilk adımda “Tabii Hukuk'a var diyecek iken, dili
varmadığı için”, Tabii Hukuk'un kaynama noktasına pozitivist bir perde
yerleştirmiş demektir. Yok eğer “bu temel norm, nötr bir normdur,
adaletin ne olduğunu belirlemez, sadece Anayasa çıkarma yetkisini
verir, kurucu atalar da yok kanun / yap kanun! kavlince genel kuralları
koyarlar, Pozitif Hukuk bu anayasal pozitif kurallara göre belirlenir,
Anayasa'nın da “âdil” olması talimatını veren bir üst kural yoktur”
diyorsa, o zaman da bu pozitivist anlayışa “normun maraz-ı zulme devâ
eylemedi hiç / Ey Kelsen-i bîçare götür ez de suyun iç!” demek gerekir.
Anayasalar, “bizim de bir Anayasamız olsun!”
diye yapılmamışlardır. Hukuk Devleti'nin şekli güvencesi olsun diye
yapılmışlardır. Hukuk Devleti de Adalet Devleti demektir. Kelsen'in
brundnorm'u, “el-adlu esas-ul- mülk” değilse, Anayasa yapmanın ne
gereği var? Anayasalı zulm daha az mı acıtır? Şu halde “Grundnorm”,
“bir Anayasa çıkarmana izin verdim ey benim bağrımda nüveleşen merkezi
güç!” şeklindeki bir “toplum emri” değildir, “ey kamu gücü! Âdil
olmazsan meşru olmazsın!” mormudur, “el-Adl-u esas-ul- mülk”dür.
Bu brundnorm'un kaynağı da Yaratıcıdır,
Rabb'dir. Çünkü o Âlemlerin Rahman, Rahim, Vedûd, Güzel isimlerin
sahibi olan Rabbi'dir. Vesvâs-ul- Hannâs'dan, Rabb-un-Nãs'a sığınırız.
Lâiklik, “Adalet” değerini, dolayısıyla
“Adalet Devleti”ni ilga etmeye kaadir bir “Grundnorm” değil, tam aksine
ve doğru anlaşılmak şartıyla, o da Adalet Devleti'nin
güvencelerindendir. Adalet Devleti'ni din perdesi altında bertaraf
etmek isteyen dinî görünümlü zulüm tepkilerine karşı adalet devletini
korur. Adalet Devleti'nin özü olan Adalet ülküsüne karşı
kullanılmamaması için de bazı Anayasa metinlerinden “lâiklik” terimine
değil, bu şekli güvencenin doğru özüne yer verilir, Alman Anayasası'nda
olduğu gibi.
Laikliği Sevgi ve Adalet ağacının gövdesine
vurulması gereken bir balta olarak dayatmaya çalışmak, bilerek veya
bilmeyerek, o ülkeye en büyük kötülüğü yapmak demektir. Baltayı Adalet
ağacına sallayan zülüflü baltacıların sarıklı cüppeli veya fraklı
olmaları önemli değildir. Önemli olan, baltanın, sevgi ve adalet
ağacına karşı kullanılmak üzere zulmün eline geçmemesidir. Yazık ki
bazı gaafiller “balta kimdeyse, Süleyman odur” sanırlar. Oysa Yüce
Sevgili Resûl-i Ekrem'den (S.A.) sonra Şecere-i Tayyibe'ye düşman olan
nice teberdâr-i ebter, zahirde ardarda -sonuncusu hariç- bütün Ehl-i
Beyt imamlarını ve onların nice dostlarını şehid ettiler. Bugün de bazı
müslümanlar, Kevser'i ve Ehl-i Kevser'i değil, teberdâr-i ebteri
Süleyman sanmayı sürdürürler. Bunların bu tutumundan İslâm hakkında
tamamen yanlış bir yargıya varmış olan Batı Hristiyan demokratları da
“harda müselman görürem, gorhuram!” diyerek, İslâm'ı, Batı kültürüyle
bağdaşmasına imkân olmayan korkunç, zararlı, “patolojik” bir “olgu”
olarak görürler. Çok yazık! Kendilerini en yüce mutluluktan yoksun
kılmaktadırlar. “Alemlere Rahmet” olarak gönderileni tanımayıp O'ndan
yüz çevirmek bedbahtlık değil midir? Biz İsa Mesih'i Bush'a bakarak mı
tanımaya çalışıyoruz ki, onlar da Son Peygamber'i (S.A.) teberdâr-i
ebtere bakarak tanımaya çalışırlar?
Yüce Sevglli'yi ve Ehl-i Beyti'ni sevenler,
çifte standard ahlâksızlığından kendilerini korurlar. “Adalet'e
susayanlardan” olurlar. Hazret-i Mesih dilinden, “Adalet'e susayanlara
ne mutlu!” denmiştir. Bunlar Sevgi ehlidir. Sevgi ehli olmayanların
adaletden haberleri yoktur ki susasınlar! Adalete susayanları da “en
tehlikeli gericiler” sanmayı veya öyle sanmış gibi görünmeyi
sürdürürler.
Ey Azizan, Sevgili'nin özlemini çekenler
mutludurlar. Mutsuzluk; Sevgili'yi tanımamak, özlemini çekmemektir.
Hukukçular mesleklerinde mutlu olmak istiyorlarsa “adalete
susayanlar”dan olmalıdırlar, Yüce Sevgili sevilmedikçe bu meslek
çekilmez olur, Kelsen Pozitivizmi değil, Makyavelli üç kağıtçılığı da
can boğaza gelince hiçbir işe yaramaz, başucuna Âl-i Mustafası'nın
geldiğini görenlere ne mutlu! Şeb-i Arûs, vaadesi gelene mübarek olsun
erenler!
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hayr'a karşı!Ben,
benden bir önceki neslin veya iki önceki neslin çok kullandığını tahmin
ettiğim bu güzel temennî ifadesini kulaklarımla duyduğumdan emin
değilim. Belki de ellili yılların sonuna, daha az da olsa yetmişli
yılların sonlarına kadar nadiren de olsa duymuşumdur. Daha sonra da hiç
duymamış olacağım ki şimdi sadece Merhum Abdulbaki Gölpınarlı'nın bir
kitabından okuduğumu açık-seçik hatırlayabiliyorum. Ârif ve zarîf
olanlar, “Allah'a emanet olunuz!” diyerek ayrılanlara, sadece “güle
güle!” değil “güle güle, Hayr'a karşı!” dermiş. Tevfik Fikret, yirminci
yüzyıl başlarında “doğruluk dilde; yok!, dudaklarda!/Hayr ayaklarda,
Şer kucaklarda!” derken “Hayr ve Şerr” (iyi ve kötü) ayırımını
yaptığını gösteriyordu. Ne var ki “kizbe ancak riya ve humk ağlar!”
demekle çok hazîn ve esef verici bir çıkmazda olduğunu da gösteriyordu:
Hayr öğretisi bir yalan ve riyadan ibaret ise, “bir kudret-i külliyye
var ulvî ve münezzeh/Kudsî ve muallâ! Ona vicdanla inandım!” ne demek
oluyordu? Hayr ve Şerr ayırımı izafî değil mutlak ise, bu ayırım
nereden geliyordu? Bu ayırım yalan idiyse, o zaman “Hayr ayaklarda, şer
kucaklarda!” demenin anlamı kalır mıydı? Muhatabı olan, eleştirdiği
“beşerler” de O'na “höst! Yavaş ol! Senin hayrın bizim şerrimizdir,
senin şerrin de bizim hayrımızdır, doğal olarak biz de kendi iyimizi
kucaklar, kendi kötümüzü dışlar-bucaklarız, kâtib benim, ben kâtibin,
el ne karışır?” demeye haklı olmaz mıydı?
Hayr Allah'dandır. Arz üzerindeki izafî yön
belirlemeleriyle “Hayr'a karşı” olup olmadığımızı da söyleyemeyiz. Doğu
ve Batı Allah'ındır. Hangi yöne yönelirsek Vechullah oradan da eksik
değildir. Hakk Teâlâ azamet âleminin pâdşehi/Lâ-mekândır, olamaz
Devletinin tahtgehi! (Şinasî) Kıble belirlemek, dünya hayatımızdaki
düzen içindir. Gönlümüzün kıblesi de Yüce Sevgili ve Ehlibeyt'i
olmalıdır. Ancak, Allah'ın tek ve Yüce Yaratıcı ve Rabb,
“Ehabb-ul-Habibîn” olduğunu da unutmamalıyız. Hayr Allah'dandır.
“Hayr'a karşı!” demenin anlamı da “Allah'dan ayrılma!” demektir. Yoksa
elbette Allah'dan gelen Hayr'a “karşı” (muhalif) olma anlamında
değildir. Hayr'a yönelme, Hayr'ın kaynağına yönelme anlamındadır.
Şerr'in, Yaratıcı ve Rabb olan Allah'dan
kaynaklanmadığını biliyoruz. Allah, sonsuz-sınırsız kudretiyle
Yeryüzü'nü cennet, bizleri de “melâike” olarak yaratmaya elbette
kaadirdir. Ancak, Şerr, bu imtihan âleminde, imtihana tâbi olanlara
“irade” ve “ihtiyar” (seçim özgürlüğü) verilmesinden ve yanlış
seçimlerden kaynaklanmaktadır. “Şerrin kucaklarda” olduğu dönem sona mı
ermiştir? Heyhât! Şerr niçin kucaklanır? Bilgisizlikten olabilir. Bunun
sorumluluğu daha hafifdir. “Bilen” kimse şerri kucaklayabilir mi? Şerri
kucaklamada bir çıkarı varsa, “şuna değmiş/buna değmemiş!” yoluna
girerek sonunda “Hayr ve Şerr”i tamamen karşıt anlamda kullanma
“beceri”sine de ulaşabilir. Bilgisizlikten veya çıkarcılıktan doğan
Şerr seçimlerinin terkîbiyle, “Suret-i Hakk”dan zuhur etme görünümünde
olan nice Şerr terkipleri karşımıza çıkar. Doğruyu görenler “emr
bil-ma'ruf ve nehy an-il-münker” (iyiyi öğütleme ve kötüden sakındırma)
ödevlerini -meselâ korku sâikiyle- yerine getirmez iseler, Şerr
büsbütün dallanır ve budaklanır. ...
Ey Azîzan, “Hayr'a karşı” olalım ve “Hayr'a
karşıt” olanların kınamalarına göğüs gerelim. Sâdıklarla, gerçeklerle
aynı yolda, aynı yönde olalım. (Tevbe, 9/119). Hayr'a karşı olasınız ey
Azîzan! Şerr'e karşıt, Hayr'a karşı!
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kur'an
Hâfız-ı Şîrazî "her çi dârem, heme ez devlet-i kur'an dârem" diyor.
(Nem varsa hepsi Kur'an'ın sağladığı devlet, kut ve yom sâyesindedir.)
Böyle dediği ve bunu bilinçli söylediği için de "Hafız'ın kabri olan
bahçede bir gül var" ve "her gün yeniden açar". Hafız bunu da
söylemişti. /Bizim devâmımız âlem cerîdesinde yazılmıştır.
Aynı çağlarda Yunus da "Yunus öldü diye salâ verirler/ Ölen hayvan olur, âşıklar ölmez!" diyordu.
İsa'nın (A.S.) sözünü tekrar hatırlayalım: İnsan yalnızca ekmekle
yaşamaz! Yalnızca ekmekle yaşayan, Yunus'un dediği gibi, "canlı"dır ve
bunun için, ölmesi mukadderdir. Fakat ölüm "kesin son" değil, Yasin
Suresi'nde belirtilen "Vay bize! kim kaldırdı bizi kabirlerimizden?"
gününe kadar -kâbuslu veya rahat- bir uykudur.
"Gönlü sevgi ile dirilenler"in ölümü farklıdır. Sevgi ehlinden
Özemre'nin "Üsküdar'ın üç sırlısı" kitabı'nda nakledilen bir beyitte
dendiği gibi: "Kâmil ölmez, kaptan kaba taşınur". İşte bu kâmiller
"İlahi Kelâm" ile yaşayanlardır.
İlâhî Kelâm'ın âb-i hayâtı ile ebedî hayatı kazananlar, "şehîddirler".
Ölmeden önce "şehîd" olanlar, öldükten sonra da yaşayanlardır (Al-i
İmrân, 3 (169). Şehîd, kelime-i şahâdeti bilinçle ve tam bir îmanla
söyleyip yaşayaşı ile de Hakıykat'e, Hakk'a, Allah'a tanıklık edendir.
Yüce Sevgili; Allah'ın bizim için tanığıdır. Bizim görevimiz de
Allah'ın ve Rasulü'nün tanığı olmamızdır, insanlığa karşı! (Hacc,
22/78).
Ne var ki dünya imtihan âlemidir. Mevt (ölüm) ve hayat da bu imtihan
ile ilgilidir (Mülk, 67/2). Kim Allah'ı ve Rasul'ü sever, onlara tabi
olursa, işte bu insanlar Fatiha suresi'nde Allah'dan dilediğimiz
"en'amte aleyhim"in, Allah'ın nebîlerinin, sıddîklerin, şehitlerin ve
sâlihlerin yolundadırlar, kendileri de bu hallerini sürdürerek
ölürlerse, hayat sınavında en yüksek derecelerden birine nâil olurlar.
Kazanılan derecenin hazzı, sevinci ve değeri artsın diye, sınav
salonuna bir yanlış cevap fısıldayıcısının girmesine izin verilmiştir.
Bu fısıldayıcı, "Doğru cevap öğreticileri"ni değil, ancak sınava
girenleri yanıltabilir. Böyle bir fısıldama ile karşılaştığımızda ne
yapmamız gerektiğini yine sonsuz ve sınırsız sevginin Rabbi olan Allah,
"Doğru Cevap Kılavuzu"nda bize bildirmektedir: "Şeytan, içimize böyle
bir yanlış cevap vesvesesi, karanlığı, kasveti düşürdüğünde, yahut
dışımızdan bâtıl bir" cevap pusulasını "kopya" çekmek için elimize
tutuşturduğunda, derhal "eûzü billah" hatırlamalı, Allah'a sığınmalı,
o'nu çağırmalıyız. Allah duamızı işitir ve derhal bizi bu yanlış
cevabın kasvetinden kurtarır.
Kendilerine "şahit" diyen, fakat Ayartıcı'nın yanlış cevap
fısıldamalarına kanmış insan kardeşlerimizin de kurtulmaları için dua
ederiz.
Yanlış cevap fısıldayanların başlıca ayartma yöntemlerinden birisi de
şu fısıltıdır: "Sen bu sınava boşuna girdin arkadaş! Nasıl olsa
kazanamazsın."
Buna "Allah'ın rahmetinden ümidi kestirme" yöntemi denir. İmdi ey sınav
arkadaşlarım, bu fısıltıya kulak vermememizi esasen Doğru Cevap
Kılavuzu bize söylemiyor mu? Derhal düşünelim ki bu sınavın
"kontenjan"ı bile yoktur. Her sınavı kazanana Cennet'de yer vardır.
Hatta "cehennem" tedavi merkezinin son safhasında telâfî-bütünleme
belgesi ile Cennetin (-cennetlerin) ilk derecesine girme imkânı vardır.
Hemen Doğru Cevap Kılavuzunu açıp, Zumer, 53/39 u okuyalım: "-Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" Hicr, 15/56'yı okuyalım: -Allah'ın
rahmetinden, (bu gibi fısıltılara kapılarak yanlış cevaplar verme
gafletine düşen) yanlışa sapmış olanlardan başka kim ümidi kesebilir ki?
"Siz bu sınavı kazanamazsınız!" ayartmasına kapılanların özel durumuna
göre, ardından gerekçesi de fısıldanır: Sizin genlerinizde bir
farklılık var! Oysa Doğru Cevap Kılavuzu'nda bu gibi yanlış cevapların
genlerdeki bozukluktan değil, yanlış şartlanmaların doğurduğu bir
"sarhoşluk" (geçici, giderilebilir) halinden ileri geldiği
belirtilmektedir (Hıcr, 15/72).
Başka bir gerekçe de "siz/onlar, başka bir soydansınız" fısıldamasında
yer alır. Bu konu üzerinde tekrar durmamız gerekiyor. İmdi ey sınav
arkadaşlarım: Sizin ve benim bu sınavı kazanmamızı Allah ve Yüce
Sevgili ve Ehl-i Beyti istiyor. Doğru Cevap Kılavuzu'nun ve
öğretmenlerimizin değerini hiçbir zaman unutmayalım. Takvâ ümit ile
başlar ve Sevgi ile devâm eder.
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Antisemitizmİsrail
yönetimi Filistin'e son hücumu ile "antisemitizm" şampiyonluğunu başka
hiçbir yönetime bırakmak istemediğini göstermiş oldu. İsterse bütün
insanlık İsrail'i bu zulmünde haklı görsün, Allah'ın ve dolayısı ile
Ahlâk'ın hükmü değişmez: Yapılan barbarlık ve ırkçılıktır, suçtur.
Kur'an-ı Kerim, bugünün haberini yedinci milâdî yüzyılda vermiştir.
(Bakara, 2/85).
Hristiyan ve müslüman Filistinliler "samî" değil midir? Şu halde İsrail
soydaşlarına uyguladığı bu zulümle Hitler'in yanında yer almıyor mu? Bu
zulmün kökeninde, yoksa aşağılık kompleksi mi var? Sami kökeninden
nefret eden bazı yöneticiler, bu aşağılık komplekslerini "samiler"
içinde şamar oğlanı arayarak Araplar üzerinde mi gidermeye, tatmin
etmeye çalışıyorlar? Bilmiş olsunlar ki aslında din ve ırk
özdeşleştirilemez. İsmail'i (A.S.) ve soyunu Kabil (Kain) yerine,
kendilerini de -sevsinler!- Habil yerine koyarak ve Ahd-i Atıyk'e
bakarak uzun bir süre Mesih beklediler. Bu sırada da kendilerine
zulümler, haksızlıklar yapıldı, horlandılar. 1666 yılında bekledikleri
kurtuluşu elde edemeyince "Hakk ve sabr" ile öğütleşmekten vazgeçenleri
imanlarını kaybederek "bâtıl"a "bâtıl" ile karşılık verme yolunu
seçtiler. İşte bu seçim, Dâbbe-t-ul-Arz'ın yeryüzünde ortaya çıkışını
ifade ediyordu. Bu çok kötü bir seçimdi. Benî İsrail peygamberleri,
birer "soy peygamberi" değil idiler. İnsanları hidayete çağırıyorlar,
hidayete erenler de "Yahudi" olarak anılıyordu. Oysa onsekizinci yüzyıl
başlarında, 1666 hayal kırıklığının da öfkesi ile, sevgi maskesi
geçirmiş bir kin örgütü şeklinde örgütlenen Dâbbe-t-ul-Arz, Musa'yı
(A.S.) Kelimullah olmaktan çıkartıp -neûzübillah- bir üstün ırk
"Führer"i derekesine indirgemeye uğraştı. Sağduyulu müslümanlar bu
bâtıldan etkilenmediler. Kur'an-ı Kerim'e îmanı olanlar, Musa'yı,
Süleyman'ı, Davud'u "sevgili sevgi elçileri" olarak görmeyi
sürdürdüler. Buna karşılık Dâbbe-t-ul-Arz örgütü İslâm'a karşı şu
itirazı ileri sürdü: Davud ve Süleyman bizim millî hükümdarlarımızdır,
peygamber değildirler ve sizinle hiçbir ilgileri yoktur! Sağduyulu
müslümanlar, Dâbbe-t-ul-Arz'ın bu dalayıp sokmasından da masun kaldılar
ve Davud ve Süleyman'ı, Musa'yı, haklarındaki yakışıksız isnadlardan
tenzih ettiler ve imanın ikinci ilkesi olan "nübüvvet" inançlarını
bozmadılar. Ortaya çıkışından üçyüz yıl sonra, Dâbbe-t-ul-Arz büsbütün
azgınlaştı ve doğrudan doğruya gerçekleştiremediği: İslâm'ın infazı
ilâmını, Washington infaz savcılığına verdi.
Biz Dâbbet-ul-Arz tahriklerine kapılarak sevgi ve adalet yolundan
ayrılmayız. Bizim kitabımızda hiçbir millet, hiçbir ırk, hiçbir din
için, ters yönlü bir "Armagedon infaz ilâmı" yoktur. Bütün insanlık
için ve âlemler için bir bildiri içeren (Zikru'n-lil-âlemîn) Kur'an-ı
Kerim'de, Dâbbet-ul-Arz tarafından dalanan Yahudiler için sadece genel
bir uyarı vardır: (İki kez Mabed'in yıkılışından sonra) Rabbinizin size
acıyacağı umulur, fakat tekrar (adaletten, sevgiden) dönerseniz, Biz de
(cezalandırmaya) döneriz.. (İsrâ, 17/8).
İsrail Yönetimi'ne tavsiyemiz şudur: Yeterince yoğun bir aşağılık
kompleksine ve silâh gücüne sahip her yaratık; kendi çapında bir Hitler
olabilir. Ne var ki üstünlük Hitler olmada değil sevgi yolunda
olmadadır. Ben de size bu mektubu gönderiyor, sizi İsrâ Suresi'nin 8.
âyeti üzerinde düşünmeye ve zulümden vazgeçmeye çağırıyorum.
Gerçek kitab ehli "öteki İsrail" mensuplarını da göreve çağırıyor,
onlara da şu "tebliğ"i iletiyorum: "Hitler bu cinayetleri işlerken siz
insan olarak neredeydiniz?" (Ademoğlu, neredeydin?) sorusu, sadece
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkıp da Almanlar'a
yöneltildikten sonra unutulacak bir soru değildir. Derhal söyleyeyim ki
şimdi de yalnızca size yöneltilecek bir soru da değildir. Almanlar
"Ademoğlu, neredeydin?" sorusunun bilincine vardılar ve "Tanrı Önünde
Sorumluluk Bilinci"ni Anayasaları'nın bir güvencesi saydılar. Oysa siz
belki de Kötülük Ağacı ardında gizlenebileceğinizi sanarak, "zulümlere
katılmadım" cevabı ile, vicdan azabından ve dolayısı ile
sorumluluğunuzdan kaçamazsınız. Biz de kaçamayız. Kimse kaçamaz!
Dâbbet-ul-Arz dalamasına, saçmasına, sokmasına karşı tek devâ,
Habl-ul-Metin ve Urvet-ul-vuskaa (sakaleyn) eczahanesindedir.
Vampirleşmek istemeyen, buyursun!
hüseyin hatemi
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|