Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Sayın Dr. Suruş, bir süredir
Mutezile’nin eserlerini ve düşüncelerini incelediğiniz konuşuluyor. Bu
maceranın sebebini sorabilir miyim?
Uzun süredir, hatta İtizal tecrübesini ihya etmeyi gündeme
getirmezden de önce bu proje üzerinde düşünüyordum. Hem tarihsel ve
naklî, hem de analitik ve aklî bakımdan Mutezililerin düşüncesi
üzerinde çalışmak niyetindeydim. Mutezile mektebine çok saygı duyuyorum
ve onlara büyük değer veriyorum. Çünkü onlar, İslam kültüründe
akılcılık bayrağını dalgalandıran ilk gruptu. Ne yazık ki İtizal
mektebenin öncülerinden geriye pek eser kalmadı. Onların görüşlerini
muhaliflerinin aynasında bulabiliyoruz. Yani bütün araştırmacılar,
Mutezililerin ne söylediğini öğrenmek için Mutezile muhaliflerinin,
yani Eşarilerin, Mürcielerin vs. kitaplarına müracaat ediyorlardı.
Takdir edersiniz ki bu yol, araştırmacının önüne pek çok engeller ve
sınırlamalar çıkartır. Bununla birlikte ne mutlu ki son elli yıldır,
hatta daha yakın bir zamandan beri -geçen 30 yıl boyunca- Yemen’de ve
başka bazı bölgelerde çok önemli keşifler meydana geldi. Bu sayede
Mutezile’nin bazı temel ve öncelikli eserleri ele geçti. Halen Berlin
Üniversitesi’nde bir grup araştırmacı bu kitapları incelemekle ve
basıma hazırlamakla meşgul. Sabine Schmidt ve başka araştırmacıların bu
projede epey katkıları var. Onların çalışmalarından yararlanmaya
çalışıyorum. Bu sayede sözkonusu bahiste çok sayıda yeni pencere ve
kapı açılmış durumda ve araştırmacılar artık rahatlıkla ve daha fazla
güvenle bu vadide yol alabilmektedirler. Ben de kendi payıma tabii ki
tarihsel-naklî olmaktan çok, analitik-aklî boyutta Mutezililerin
görüşlerini ele almaya çalışıyorum. Eş’ari okulunu ve onun tefsir,
kelam ve ahlak konusundaki görüşlerini okuyor ve bu sahada ders
veriyorken, aynı zamanda giderek Mutezileye ve onların Eş’arilere
verdiği cevaplara da ilgi duymaya başlamıştım. Bu sebeple bu projeyi
seçtim. Elbette ilgimin diğer bir nedeni daha vardı. O da, başka bir
yerde de söylediğim gibi, İran’da gelenek ve modernleşme meselesidir.
Gelenek ve modernleşme meselesi ülkemizde asık suratlı bir biçime
dönüşmüştür. Herkes gelenek ve moderniteden kapalı kutuymuş gibi
sözediyor. Sonra da bunların benzeyen ve farklılaşan yönlerini
açıklamaya çalışıyorlar. Bu yol, bana kalırsa analitik yönteme
aykırıdır. Gelenek ve modernite sandığının kapağını açmak gerekir;
bütün öğeleri dışarı çıkarılmalı ve birbiriyle ilişkisi
gösterilmelidir. Yoksa söz söylemenin bu kapalı şekliyle hiçbir yere
varılmaz. Ben, gelenek ve modernite meselesine yeni bir ruh kazandırmak
için Mutezileyi araştırmaya koyuldum. Mutezile ve okulu, geniş
geleneğin parçalarından biridir ve görüşlerinin yeniden araştırılması,
üzerine düşünülmesi, yenilenmesi ve düşüncelerinin eleştirilmesi
yepyeni sonuçlara varılmasını sağlayabilir. Bu çaba, gelenekten sahici
biçimde yararlanma yolunu ve gelenekten çıkma mecrasını bize
gösterebilir. Ben, Mutezile projesinde böyle bir kabiliyeti görüyorum
ve bundan yararlanmaya bakıyorum.
Gelenek-modernite çatışması
zemininde Mutezile’ye ilgi duyduğunuzu söylediniz. Ama bu İslamî okula
yönelmenizdeki asli sorunuzun ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Acaba
Mutezililerin görüşlerini incelemek için bir zihinsel ön çerçeveniz var
mıydı?Bu incelemenin sizin önceki görüşlerinizle nasıl bir ilişkisi var?
Evet. Tabii ki bu incelemenin benim önceki düşüncelerimle ilişkisi
var. Mutezile’nin kelam ve ahlak ilmine alaka duyuyorum. Bu mektebe
asıl ilgim, onların, vahiyden bağımsız akıl bayrağını dalgalandırmış
olmalarıdır. Sonra bu iki bağımsız şeyin -yani akıl ve vahiy-
ilişkisinin boyutları ve nedenleri üzerine kafa yordular ve yepyeni bir
noktayı gündeme getirdiler. Bu ayırtedici özellik, yani mekteplerinin
akılcı olması özelliği fevkalade değerlidir. Bana kalırsa ilim ve
tahkik piyasasında harcanacak, tedavüldeki en kıymetli akçe budur. Bu
bakımdan benim projem akılcılık projesidir; Mutezile’yi de bu yolda
yoldaşlarım kabul ediyor ve onlarla irtibat halinde olmaya çalışıyorum.
Ahlak felsefesi dersi verdiğim sıralarda Eş’arilerin ve
Mutezile’nin görüşleriyle yüzyüze gelmiştim. Kadı İzzeddin Abdurrahman
b. Ahmed el-Îcî’nin, Eş’ari kelamının klasik kitabı olan el-Mevâkıf
isimli kitabını okutuyordum. Bu kitapta Mutezile’nin de görüşleri
serdediliyor ve sert bir şekilde eleştiriliyordu. Fakat orada
Mutezilenin lime lime edilmiş görüşleri arasından onların önemli görüş
ve yaklaşımlarının bir kısmını bulup çıkarmak mümkündü. Daha sonra ise
doğrudan bu görüşlere ulaşır oldum. Özellikle de yazdıkları tefsirlere.
Sonraları “şeriatın daralması ve genişlemesi” teorisi benim için
meseleyi daha da aydınlık hale getirdi. Anladım ki Kur’an’a giriş için
ve tefsire başlangıç olarak -en azından İslam kültür tarihinde- iki
faraziye vardı. Biri, Eş’arilerin faraziyeleri, diğeri ise Mutezile’nin
faraziyeleri. Bu bakışaçısıyla bu iki kesimin tefsirlerine başvurdum.
Mesela Fahr-i Razi’nin Tefsiri- Kebir’i veya Zemahşeri’nin Keşşaf
tefsirini inceledim. Ayetleri anlamada ve onları tefsir ederken
faraziyelerin nasıl tam manasıyla müdahalede bulunduklarını gördüm. Bu
nedenle Eş’arilik ve Mutezile daha fazla önem kazanıyordu, “şeriatın
daralması ve genişlemesi” teorisinin dayanağı olmuşlardı ve bu teori
için izah, savunma ve teyit kaynağı olarak kullanıldılar. Bu,
Mutezile’ye ilgimin birinci cihetidir.
Öte yandan, Mutezile’nin ‘akılcı ahlak’ hikayesi epey dikkatimi
çekti. Hepimizin bildiği gibi Mutezile ahlakın esas olduğuna inanır.
Günümüzün ifadesiyle, ahlaki değerlerin nesnel, objektif olduğuna
kaildirler. Peygamberler gelmiş olsa da olmasa da ahlakiyatın kendine
özgü bağımsız değeri bulunduğuna inanırlar. Yani insanın aklı, neyin
iyi veya kötü olduğunu söyleyebilir. Allah aklın hükümlerinin altına
imza atar ve onları onaylar. Yani aklın iyi gördüğü veya kınadığı
şeyler, Allah’ın iyi veya kötü saydığı şeylerdir. Ahlak aklının
vahiyden bağımsız olduğunu gösteren bu yaklaşım benim için çok
önemliydi. Eş’arilerin ahlak felsefesi alanındaki görüş ve delillerinin
çoğunu araştırdım. Bazı noktalarda yenilik getirmişlerdir. Ama ahlakın
kaynakları bahsinde sorunlarla karşılaşıyorlar. Bazıları sanıyor ki
“Bilim ve Değer” isimli kitabım baştan sona Eş’ari’dir. Halbuki hiç de
öyle değil. Orada yaptığım şey, en fazla, Hume ve bazı yeni
filozofların görüşlerini izah etmek ve olması gerekenlerin, mevcut
olanlardan çıkamayacağını göstermekti. Yahut, ahlaki değerlerin hakiki
mecralardan çıkarılamayacağını ve böyle sonuç elde edilemeyeceğini
izaha çalıştım. Ama bundan fazla bir tek şey söylemedim. Yani ahlaki
değerlerin nasıl bulunup çıkarılacağı -acaba akıl onları keşfedebilir
mi, yoksa vahiy mi bu değerleri öğretir- meselesi ayrı bir bahistir ve
kendi yerinde ele alınmalıdır. Ben, -Mutezile gibi- insan aklının o
değerleri açıklıkla keşfedebileceğine; bu nedenle de vahiyden bağımsız
bir ahlak inşa edilebileceğine inanıyorum. Tabii ki bazı konularda
Mutezile’den farklı düşünüyorum. Mutezile’ye karşın Eş’arileri
deneyselci buluyorum. Mutezile nispeten daha Aristocudur. Buradaki
emprizmi insan bilgisinin tecrübeden ibaret olduğu manasında
kullanmıyorum. Ama bilgiyi felsefeye hiçbir şekilde kurban etmeyecek
anlamda oldukça empristim. Tecrübenin çok güçlü ve büyük bir payı
olduğunu düşünüyorum. Tecrübe ile bilinmesi gereken çoğu hükmü,
felsefenin kılıcının önüne atmamak gerektiğine inanıyorum.
Bana kalırsa Eş’ariler emprizm açısından Mutezile’den daha
güçlüdür. Mesela fiillerin iyi ve kötü olması hususunda. Fiillerin iyi
ve kötü olmasının akılcılığı, herşeyi apaçık ve birincil akıldan
çıkaracağımız anlamına gelmez. Hatta emprik olması da akılcı olmasıdır.
Bu, bazı yazarların yaptığı bir hatadır.
Devam edecek...
"Kelâm-ı Muhammed"
tartışmaları kapsamında Metin Gaffariyan’ın Suruş’la yaptığı söyleşi
drsoroush.com internet sitesinde yayınlandı. Söyleşi, hazırlığı devam
eden "Kelam-ı Muhammed" kitabında yeralıyor.- Kenan Çamurcu
fikri takip ten alıntı
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Burada ahlaktaki emprizmden maksadınız, ahlakın faydasını göz önünde bulundurmamız mı?
Hayır. güzellik ve çirkinlik (husn ve kubh) hakkındaki tartışma
akılla ilgilidir. Husn ve kubh, rasyonel fiillerdir. Ama bu, tecrübeden
yardım almayacağımız, fiillerin faydalarını pratikte görmeyeceğimiz ve
akılcı olmayı birincil olma sandığımız anlamına gelmiyor. Asla böyle
değildir. Kimilerinin akıl ile tecrübe arasında kurduğu karşıtlık
makbul ve makul değildir. Gerçi Mutezile�nin görüşlerinde bazen aklın
birincil olduğuna ilişkin savunmanın abartıldığını görüyoruz. Bunu
doğru bulmuyorum ve Eş�arilerin emprizmini daha çok beğeniyorum. Bunu
tartışmanın yeri burası değil tabii ki. Ama birkaç yıl önce Kum�da
verdiğim konferansta (ne yazık ki bazı grupların saldırısına uğradık ve
tamamlayamadık) Eş�arilerin emprizmi hakkında konuşmuştum. Meselem
şuydu: Dünyaya düşen gerçek ve hakiki olgulara kelami yargılar
makamından araştırma gözüyle nasıl bakılabilir ve bunu gözden uzak
tutmamak nasıl mümkün olabilir? Örnek vereyim: Eş�ariler şerri dünyada
asla yoksaymazlar. Dünyadaki zulmü inkar etmezler ve emprik bakımdan
onu kabul ederler. Bu kabul, onların kelamına da yansımıştır. Bundan
dolayı Allah�ın şerri de yaratmaya hakkı olduğuna inanırlar ve bunu
izah etmeye de girişmezler. Benim bu tür bir kelamî sonuç çıkarmayla
işim yok. Fakat Eş�arilerin gerçekliğe gözlerini kapamadıklarını
gösteren maceranın özünü oldukça takdir ediyorum. Bir diğer misalde,
Eş�ariler, herkesin elde ettiği şeyin onun rızkı olduğuna inanırlar.
Velev ki haram yolla elde edilmiş olsun. Mutezile ve pek çok kelamcı
karşısında bu meseleyi izah etmeye çalışırlar. Ben Eş�arilerin bu
emprik üslubunu çok beğenirim. Ama Mutezile�nin ahlak, Allah�ın
sıfatları ve Allah�ın kelamı hususundaki akılcı analizlerini daha kabul
edilebilir buluyorum.
Dolayısıyla şu sıralar gündemde olan ve benimle başkaları arasında
bir tür atışmaya dönüşen tartışmanın Mutezile�de derin kökleri vardır.
Ben burada kendimi �yeni Mutezile� olarak görüyorum. Kur�an�ın Allah�ın
yarattığı bir şey (mahluk) olduğuna inanıyorum. Bunu Mutezile de
söylemişti. Ama bu bir adım ileri götürülebilir ve denebilir ki,
Kur�an�ın mahluk (yaratılmış) olduğunu söylemenin anlamı, Kur�an�ı
İslam Peygamber�inin yarattığına inanmaktır. Bu adımı Mutezile açıkça
atmadı. Fakat ben bu adımın, onların mektebinin ve mezhebinin zorunlu
sonucu olduğunu düşünüyorum.
Mutezililerin ve Eş�arilerin
cazip yönlerinden bahsettiniz. Mevlana�dan sözettiğinizde sizi
eleştirenler diyorlar ki, Dr. Suruş�un Mevlana�ya ilgisi, fikrî
projesinin birtakım yönleriyle benzeşmesinden değil mi? Mevlana�ya
şahsi alakanız dışında ona yakınlığınızın ne tür bir fikrî sebebi var?
Mevlana�ya olan şahsi ilgimden sözettiniz ama bunun manasını
anlayamadım. Benim Mevlana�ya ilgim fikrîdir. Yoksa onunla akrabalık
ilişkim yok. Onun tesbih ve ruhani tecrübelere ilişkin düşünce,
yaklaşım ve bakışaçısını çok beğeniyor ve hürmet gösteriyorum. Bunları
bilmekten haz alıyorum. Hatta daha geniş ölçülerde bu tecrübelere
katılmaya çalışıyorum.
Fakat buradaki ikinci nokta şu ki, Mevlana�nın Eş�ari olduğuna
dair görüşünüzde ciddi tereddütlerim var. Onun gibi seçkin insanlar
öyle büyüktürler ki mekteplerin akıl havzalarına sığmazlar. Bana göre
o, bilinen anlamda ne Eş�ariydi, ne Mutezili; ne Sünniydi, ne Şii�
Bunların hiçbiri değildir ve böyle dar elbiseler onun gibi büyük bir
insanın endamına uymaz. Doğrusu şu ki, Mevlana�yı Mevlevi mektebinin
sahibi olarak görmeliyiz. Bence ve onun eserlerini okuyan başkalarına
göre Mevlana hem Mutezile, hem de Eş�arilerden bazı noktaları iktibas
etti. Hatta filozoflara gösterdiği düşmanlık ve ihtilaf, daha çok,
filozofların peygamberlerin mağazasının karşısına mağaza açtığını ve
Allah�a giden yakın yolu uzattıklarını hissetmesinden kaynaklanıyordu.
Mesela zengin olmak isteyen fakir kıssasında şöyle der:
Ey yayı kurup oku atan / Av yakında, sen uzağa düşmüşsün
Felsefe kendisini düşünceyle öldürdü / Koş de, zaten hakka sırtını çevirmiştir o
Koş de. Ne kadar fazla koşarsa / Gönlünün muradından o kadar uzaklaşır
Sultan, �Bizim için savaşanlar� dedi / �Bizden uzaklaşmaya çalışanlar� demedi a kararsız adam!
Görüyorsunuz, Mevlana filozofları kimlere benzetiyor. Koşuyorlar,
ama bu koşu onları Allah�a yaklaştırmak yerine ondan uzaklaştırıyor.
İkincisi, filozoflar rasyonel analizlerle insanı ruhani tecrübelerden
uzaklaştırıyor ve gafil bırakıyorlar. Baş gözünü kapatıyor ve bilgi
gözünü açıyor. İşte bu, Mevlana�nın bazen felsefecilere ve felsefe
meşrepli Mutezililere muhalefet ettiği yerdir. Yoksa Mesnevi�de bir
beyitte Mevlana açıkça akılcı çıkarımı önünüze koyar. Mesela Allah�ın
cömertliğinin kabiliyete bağlı olmadığını, aksine kabiliyet olmaksızın
da bağışta bulunacağını ortaya atmak istediğinde şöyle der:
Bu gönlün ıslah olmasına çare,
insanı halden hale döndüren Tanrının ihsan ve lütfudur / Onun vergisine
de kabiliyet şart değildir.
Belki kabiliyete sahip oluşa şart, onun lütuf ve ihsanda bulunmasıdır / Allah vergisi içtir, kabiliyet deri
Mevlana soruyor: Eğer Allah�ın bağışı kabiliyete bağlı olsaydı
kabiliyeti kim verecekti? Gördüğünüz gibi kabiliyet, öncesinde bir
kabiliyet olmaksızın bağışlanmalıdır. Bu rasyonel çıkarımı Mevlana
açıkça öne sürüyor. Tabii ki Mevlana Mutezili veya Eş�ari bir kelamcı
olarak ortaya çıkmak istemiyor. Nitekim gayet açıklıkla diyor ki:
Eğer soru cevapla meşgul olursam / Susamışlara ne zaman su verebilirim ki?
Mevlana, işinin sakalık olduğunu ve manevi tecrübeye susamış
olanlara su ulaştırması gerektiğini söylüyor. Susamışları kelam
tartışmalarına tutuşturmak istemiyor. Mevlana�da benim için çekici olan
şey; kozmoloji, teoloji ve antropolojideki tecrübelere, dünyaya bu
ferah ve geniş bakışıdır. Mevlana�nın ancak beş altı büyük tecrübe
yaşadığını iddia edebilirim. Mesnevi boyunca ve Şems Divanı�nda işte bu
birkaç büyük tecrübeyi tafsilatıyla anlatıyor ve yorumluyor. Bu birkaç
büyük tecrübe, insanı sürekli olarak kendine bağımlı hale getirebilir.
Tekrar vurgulayayım ki, Mevlana, tıpkı masum olmayan bütün diğer
insanlar gibi sürçmeleri ve sınırları olan biridir. Bu eksikliklere de
eleştirel bakabilmeliyiz. Büyük şahsiyetleri takip ediyorsak onların
kuvvetli oldukları yanları takip etmeliyiz.
Sizin Mutezile hakkındaki
araştırmanıza dönersek; araştırmalarınızın sonuçları bir kitap olarak
mı yayınlanacak, yoksa konferanslarınız ve makalelerinizde bu
araştırmanın izlerini mi sürmemiz gerekecek?
Henüz bir kitap planı yapmış değilim. İnşaallah muhtelif makaleler
yazıp yayınlayacağım. Sonra bu makaleler kitap olarak yayınlanacak.
Görebildiğim kadarıyla proje çok kapsamlı ve en azından birkaç sahada
-eğer yapabilirsem- yeni bir görüş ortaya atabilmeliyim. bu da çok
sayıda kaynağı araştırmaya ihtiyaç duyuruyor. Umarım bunun üstesinden
gelebilirim.
Görünen o ki İran�ın fikrî
atmosferinden bir süreliğine mecburen uzak kalmanız sizin için o kadar
da kötü olmamış. Hatta sizin için yeni bir fırsat yaratmış.
Tabii ki bu bakımdan şansıma şükrediyorum. Halen yetkililerin
yürek genişliğinin bereketiyle bir dizi işi yapma imkanından yoksunum!
Yurtdışında çalışıyorum. Bu işlerden biri araştırmadır. Hamdolsun
zengin kütüphaneler ve fevkalade bilgin araştırmacılar var burada.
Onlarla tartışabiliyor ve bilgilerinden yararlanabiliyorum. Ama elbette
ki İran�ın meselelerinden uzak değilim. Burada bir noktaya işaret etmek
istiyorum. Geçtiğimiz yıl yayın alanında iki önemli kültürel gelişmeye
tanık olduk.
Bunlardan biri, İbn Arabi�nin Fususu�l-Hikem�inin tercüme
edilmesiydi. Diğeri ise Heidegger�in Varlık ve Zaman kitabının
yayınlanmasıdır. Her iki iş de fevkalade önemliydi. Hem bu kitapların
müelliflerinin, Doğunun irfan ve Batının felsefe tarihinde önemli
yazarlar olması hasebiyle, hem kadim ve yeni düşüncemizdeki önemi
nedeniyle, hem de daha mühimi, bu şahsiyetlerin ve eserlerinin
etrafında oluşmuş büyü sebebiyle.
Bu tercümeler uzun gayretlerin sonucudur. Ne mutlu ki bu çabaların
kaynağı kurumamıştır. Bu işlerin en önemli etkisi, bu tür şahsiyetlerin
yarattığı büyünün bozulmasını sağlamasıdır. Yani hem İbn Arabi
kutsallık halesinden kurtulmuş oldu, hem de Heidegger.
Özellikle de Heidegger olsa gerek. Çünkü siz ve taraftarlarınız İran�da bu konuda epey tartışma yaptınız�
Gerçek şu ki, tartışma yaptıklarımın çoğu aslında Popper�e sövüp
durdular. Burada değinmem gereken nokta şu ki, tarihsel bir hata
yapılıyor. Bu yanlışı hem Babek Ahmedi�nin makalelerinde gördüm, hem
Cemadi�nin (Heidegger�in Varlık ve Zaman kitabının değerli mütercimi)
yazılarında, hem de başkalarının konuşmalarında. Bunlar sanıyorlar ki
ülkemizde devrimden sonra Popper ile Heidegger ve onların takipçileri
arasında bir çekişme var. Bu tamamen yanlış bir bilgidir. Ama ne yazık
ki sürekli de tekrarlanıp duruluyor. Gerçek şudur: Vuku bulan şey, bir
tarafın politik mülahazalarla Popper�e hakaretler etmesi ve kendi
çıkarlarını kollamaya devam etmesidir. Eğer bir tartışma olduysa da çok
küçük bir tartışmaydı ve Batıda Heidegger�in hayatta olduğu zamanlarda
ortaya atılmış bir şeydi. O da Heidegger�in Nazilerle işbirliği yapıp
yapmadığı meselesiydi. Bugün artık güneş gibi apaçık ortadadır ki
Heidegger Nazilerle işbirliği yapmıştır. Cemadi, büyük bir insafla
eserlerinde Heidegger�in Nazilerle yaptığı işbirliğini tarihsel ve
üzücü bir gerçek olarak zikrediyor. Burada söylenebilecek olan şey şu
ki, acaba Heidegger�in felsefesi, onun politik işbirliği ve tutumuyla
münasebet halinde midir, değil midir? Ben ilişki içinde olduğuna
inanıyorum. Ama biri çıkıp Heidegger�in felsefesi yerine Popper�inkini
ikame etmek gerektiğini veya aksini söylerse bu başka bir tartışmanın
konusu olur. Başlangıçta Popper�e muhalif olanlar tabii ki ona
saygısızlık ediyor ve onu, felsefeye ahmaklık bulaştırmakla
suçluyorlardı. Bunlar, sanırım, ilim ve tartışma alanında yakışık
almayan sözlerdi. Hulasa söylemek istediğim o ki, Heidegger�in Varlık
ve Zaman isimli kitabının tercümesi çok önemli ve mübarek bir iş oldu.
Söylediğim gibi, herşeyden önce Heidegger ve eseri üzerindeki büyü
bozulmuştur. İkincisi, yıllardır Heidegger�in dükkanından yiyen
birilerine alındaki ar damarının yerini göstermiş olmalıdır. Bunlar,
Heidegger�in eserlerinden yarım satır bile tercüme etmemiş kimselerdir.
Ve nihayet, bu işi üniversite dışından biri yapmıştır. Kendisine bravo
demeliyiz.
Dr. Muvahhid�in Fususu�l-Hikem tercümesi de övgüye layık bir
iştir. Tercümeyi gördüm. Birinci sınıf ilmî bir çaba nitelemesini hak
ediyor. Arapça, İngilizce ve tabii Farsça�ya olan hakimiyeti övgüye
değerdir. İbn Arabi mektebine büyük hizmeti dokunmuştur.
Bu büyük şahsiyetlerin eserlerinin tercüme edilmemesi gerektiğine
inananlara bir noktayı belirtmeme gerek. Tercümede insan sadece bir
şeyi kaybetmez, bazen de bir şeyi kazanır. Yani tercüme etmek, müellife
hizmettir. Örnek vereyim. Heidegger, hiçbir zaman Almanya�da Heidegger
olmadı. Eserleri İtalyanca ve Fransızca�ya çevrildiğinde Heidegger önem
kazandı. Hâlâ da o Almanya�da değil, Fransa�da çok önemlidir.
Heidegger�in eserlerini başkaları önemli hale getirdi. İbn Arabi de
şimdi artık kutsallık surlarının ardından çıkmıştır. Okuyucular artık
onun sözlerini daha iyi anlayabilecekler. Farsça okuyanlar onunla daha
iyi irtibat kurabilecekler.
Şahsen inancım odur ki, Kur�an biz İranlıların arasındaki yerini
aldığı ilk başlarda eğer Farsça�ya iyi ve okunabilir bir şekilde
tercüme edilseydi ve İranlı Müslümanlar Arapça Kur�an�ın yanısıra daima
Farsça Kur�an�ı da okuyup inceleyebilselerdi kesinlikle Müslümanlığımız
bugünkünden farklı olurdu. Kur�an�ın İranlı Müslümanların ulaşabileceği
yerden uzakta olması ve Arapça�nın kafesinde tutulması,
Müslümanlığımıza da etkisi olan bir mesafe meydana getirdi. Bugün
yapılan Kur�an tercümeleri mübarek işlerdir ve ne kadar çok yapılırsa o
kadar iyidir. Bunların inançlarımıza, kelamımıza ve dindarlığımıza
geniş etkileri olacaktır. Bütün bu gelişmelere hoşgeldiniz demek
gerekir. Araştırmacıları, Doğu ve Batı klasiklerini Farsça�ya çevirmeye
teşvik etmeliyiz. Bu, Bilimler Akademisi�ne verdiğim bir projeydi ama
ne yazık ki raflarda unutuldu gitti. Bu nedenle, Bilimler Akademisi
dışında yapılan bu tür işler kültürseverlerin takdirini almalıdır. Ben
buradan, Dr. Muvahhid ve Cemadi�yi tebrik ve takdir ediyorum.
Yaptıkları işi, kalıcı bir çaba olarak görüyorum.
Bitti
fikri takip
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Reformcu düşünür ve filozof Abdülkerim Suruş, İran'da açıkça insan
haklarını ve laikliği savunan ilahiyatçılardan. İranlı muhalif aydının
bir portresi. Katajun Amirpur
Soruş, İslamın katı bir çerçevede değil, daha liberal yorumlanmasından yana. İslam'ın radikal bir şekilde yorumlandığı İran İslam Cumhuriyeti, birçokları için köktendinci bir devlet.
Ancak
İranlı ilahiyatçılar arasında bu yorumlamaya karşı bir hareket oluştu:
Bu hareket, İran toplumundaki toplumsal reform yandaşlarına destek
olurken, İran'ın sınırlarını aşarak İslam dünyası için büyük önem
teşkil etmektedir.
Değişim geçiren dini anlayış
Bu hareketin baş aktörlerinden birisi Abdülkerim Suruş. Suruş'un ana bilimsel tezinin içeriği, dini anlayışın değişkenliği.
İnsanların
anlayışı değişken olduğu için, insanların dini anlayışları da
değişiyor, çünkü anlayış zamana ve bilime bağlı. Suruş, zaman içinde
inancın da hep farklı yorumlandığını, bu yeni bakış açılarının da,
yorumcuların içinde bulundukları şartlara uydurulduğunu belirtiyor.
Suruş,
Müslüman, ama aynı zamanda da demokratik bir siyasal sistemi
kanıtlamaya çalışıyor. Çıkış noktası ise şu: anlayışın sonuca
yakınlaşabilme özelliği. İnsan, Allah'ın kendisinden tam olarak ne
istediğini hiçbir zaman öğrenemeyecek. Allah'ın kanunu gerçekte nedir
ve neyi amaçlamaktadır, insanoğlu için bu hep bir bilinmeyen kalacak.
"Allah'ın işine akıl ermez."
Kuranıkerim – Yorumlara açık
İnsan,
Allah'ın sadece hedefini görüp anlayabilir. Daha fazlası mümkün değil.
Ve dinin hedefi ile hümanist konseptler kesinlikle birbirleriyle
çelişki içine giremezler. Kuranıkerim metni, diğer tüm metinler gibi
açık bir metin ve yoruma davet ediyor.
Suruş, inancın katı
yorumlanmasının modern çağa özgü bir olgu olduğunu söylüyor ve eskiden
dini anlayışın hep bir değişkenlik içinde olduğundan yola çıkıldığını
kaydediyor. Bu değişkenliğin yeni yorumların önünü açtığını belirten
Suruş, bu nedenle de demokrasi, İslam ve insan haklarının
bağdaştırılabileceğini savunuyor.
Bu duruş, tartışmaların
gidişatını hala devlet kurucusu Ayetullah Humeyni'nin görüşünün
belirlediği İran'da, tabii ki, hoş karşılanmıyor. Humeyni'nin insan ve
Allah'a yaklaşımına göre, sadece Allah'ın hakları var, insanın ise hiç
hakkı yok. Bunun ana sebebi de insan olması.
Fakat insanın
Allah'a karşı yükümlülükleri var. Allah veya yeryüzündeki temsilcileri,
gerektiğinde insanlara haklar verebiliyor, ama verilen bu hakları aynı
şekilde geri de alabiliyor, çünkü bunlar Allah'ın takdiri. Yani doğal
haklar değil.
Humeyni'ye göre, insandan önce ümmetin esenliği
ve refahı geliyor. Bu anti-liberal dünya bakışı, kişisel hakların ümmet
için ihlal edilmesine de izin veriyor. Çünkü, ümmetin her zaman için
önceliği var. Eğer ümmetin esenliği için gerekirse, sansür, zorlama ve
insan hakları ihlalleri haklı kabul ediliyor.
İnsan hakları ile din ahenk içinde
Suruş
ise buna karşı çıkıyor: onun için insan hakları, insan aklının
kuralları. İnsan haklarının din ile çelişki içine düşmesi imkansız,
çünkü, prensipte akla uymayan hiçbirşey Allah'ın iradesi olamaz.
İnsan
haklarının din dışı bir çerçevede oluşmuş olması, Suruş'u, bu hakların
İslami bir devlet sisteminde de hayata geçirilmesini mümkün ve hatta
gerekli olarak görmekten alıkoymuyor. Suruş'a göre insan haklarını
insanların düşünmüş olmasına rağmen, bu haklar dinle çelişmediği için,
Allah'ın hukuku da korunmuş oluyor.
Bu akıl yürütmeden çıkan
mantıksal sonuç ise şu: Hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gibi, birçok
şeriat kanunu, artık geçerli olamayacak. Suruş zaten, tüm İslami
kanunların en ince ayrıntısına kadar uyulmasına gerek olmadığı
görüşünde.
Bunu kanıtlamak için, değerleri birinci ve ikinci
derece olmak üzere ikiye ayırıyor. İkinci derece değerler sadece,
inancın ayrıntılarına yönelik kurallar ve böylece dinden dine
değişiyor. Adalet gibi birinci derece değerler ise gerçekten önemli
olan değerler.
Dogmalar yerine öz arayışı
Yani
İslam'daki ceza hukuku veya kılık kıyafetler hakkındaki kurallar gibi
ayrıntılar, o kadar önemli değil. Bunlar dini dışarıya karşı bir bütün
olarak tutmaya yarayan bir "çerçeve", ve dinin özü ile ilgileri yok.
Suruş, Allah'ın birliğine, peygamberlere, 12 imama, Ahiret Günü'ne ve
hayrın ve şer'in Allah'tan geldiğine inanan herkesin Şii olduğunu
belirtiyor. İnanç kurallarına katı bir şekilde uymanın ise mutlaka
gerekli olmadığını savunan Suruş, bu nedenle İslami bir sistemde de
insan haklarına uyulabileceği kanısında.
Suruş böylece temelde,
insan hakları konusunda sadece laikler tarafından savunulan bir bakış
açısına sahip, çünkü o da insanın – sadece insan olduğu için – dini
haklar dışında da haklara sahip olduğunu kabul ediyor.
Böyle
bir tasarım, Kuranıkerim'in yorumlanmasını geçip, Yaratan'ın asıl
iradesine odaklanıyor ve böylece diğer liberal İslam söyleminden farklı
bir yere oturuyor.
Liberal İslamcı düşünürler, savunmacı bir
akıl yürütmede, Müslümanların aslında tarih boyunca diğer dinlerin
mensuplarına ne kadar hoşgörülü davrandığını göstermeye çalışıyor. Bu
arada da Müslümanlıktan çıkanlara yapılan müdaheleler hasıraltı
ediliyor, konu edilirse de bu müdahelelerin pek seyrek olduğu ve dini
olmayan, siyasi gerekçeleri ön plana çıkarılıyor.
Suruş ise,
İslam'ın tarih boyunca hoşgörülü olup olmadığı sorusuna hiç eğilmiyor
bile. İspanya'daki Yahudiler'in durumunun Müslümanların
hükümranlığında, Hristiyanların iktidarına oranla daha iyi olduğu
yönündeki popüler argüman, Suruş tarafından kullanılmıyor.
İranlı
ilahiyatçı, gayrimüslimlerin daha yüksek vergi ödemek zorunda
kaldıkları ya da aldıkları kan akçesinin daha düşük olduğu
gerçeklerini, olumlu göstermeye çalışmıyor. Din anlayışını, modern
insan hakları konseptine uydurmaya çalışması nedeniyle, Suruş'un akıl
yürütmesi için bu noktalar önemsiz.
Bunun modern dünyada bir
zorunluluk olduğunu söyleyen Suruş, alternatifinin olmadığını
vurguluyor ve İran'daki İslamcı deneyin başarısızlığa uğradığını
göstermek için başka kanıta gerek olmadığını söylüyor.
İslambilimci
ve gazeteci-yazar Katajun Amirpur'un "Gott ist mit den Furchtlosen –
Schirin Ebadi, Nobelpreisträgerin und der Kampf um die Zukunft Irans"
(Allah Korkusuzların Yanındadır – Nobel Barış Ödülü Sahibi Şirin Ebadi
ve İran'ın Geleceği İçin Mücadele) 2003 yılında Herder Yayınevinde
yayınlandı.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Katılma Tarihi: 31 temmuz 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 201
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
selam
abdulkerim suruşun bakışı Adil aciz olmayan bir tanrı anlayışından yola çıkarak fıtri pencerede akli ayrıştırma uygulayarak verileri sorgulayıp doğruluğunu tespit ettikten sonra inancı oturtma anlayışı yolunu tercih etmiştir.
Bence bu anlayış üstün bir meziyettir. gerçi adil aciz olmayan bir tanrı anlayışı otomotikmen peygamberlik kurumunuda ortadan kaldırır ,şöleki
Tanrı ,Bir çok yeti ve meziyetle donattığı insanı başıboş amaçsız yaratması bırakması akla terstir ve bir koca boşluktur ,öyleyse bu yetiler meziyetler ve varlıklar üzerindeki yetkiler onu sorumlu kılmalı peki sorumluluklarını ona bildirildimi veya nasıl bildirildi/nasıl bildirilir .
Birincisi: adil ve aciz olmayan bir tanrı, sorumlu tutacağı varlığın sorumluluklarını direk ona bildirir/yapısına yerleştirir ki bu asıldır ve şüpheden uzak en güvenli olan bildirimdir.ki tanrı, herkesin sorumluluklarını onlara bildirmekten aciz değildir bu adaletininde gereğidir
İkincisi:sosyal bir varlık olan insana sorumluluklarını hem yapısına yerleştirir hemde içlerinden bir önder/imam seçer ,seçtiği önderi onlara önderiniz budur önun önderliğinde bir yaşayış sergileyin diye bildirir oda insanların sorumluluklarını hatırlatır ve reis olarak onları yönlendirir sevk eder önderde hiç bir kesinti olmadan devamlı tekerrür eder
üçünçüsü: bu iddiada bulunanın sadece kendi iddiasıdır tanrıdan olduğunu bilemezsin bu tür bir iddiaya karşı bir sorumluluğun yoktur adil bir tanrı anlayışında .Muhammedin peygamberlik iddiası bu üçüncü katagoriye giriyor .itizal/ayrılan(mutezile) burdan yola çıkarak peygamberlik iddiasını üçüncü katagoride ele alır ortaya koyduğu verileri değerlendirir fıtratla uyumlu akla uygun olanları alır gerisini reddeder
nitekim bu konuda bir çok tenkit yapılmıştır ta o dönemden bu döneme kadar devam etmiştir işte o dönemdeki bir tarihi veriyi ele alıp yorumuyla muhammedin peygamberlik iddiasını tenkit eden bir mürted
Muhammed kendi güvenirliliğini sarsan ya da kendisini en ufak bir şekilde bile eleştiren insanları öldürtmüştür. Muhammed'i eleştiren ve bu eleştirilerin bedelini hayatları ile ödeyen insanlar hakkında geniş bilgi için lütfen bu konuyu okuyunuz..
Muhammed'in zamanında eğer bir kişi müslüman olmuşsa, o kişinin sonra İslam'i terketmesi neredeyse imkansızdı. Buna rağmen İslam'i terkeden bazı kişiler olmuştu. Bunlardan birisi ise Ebi Sarh'tir.
Kimdir Ebi Sarh?
Ebi Sarh, Muhammed'in vahiylerini kaleme almış, Ku'ran katipliği yapmış ve daha sonrasında (esrarengiz bir şekilde) İslam'i terketmiştir. Ebi Sarh ayrıca Hz. Osman'in süt kardeşi ve halasının oğludur.
Ebi Sarh İslam'i terkettikten sonra tıpkı diğerleri gibi öldürülmemek için kaçar ve halasının oğlu, süt kardeşi Hz. Osman'a sığınır.
Peki Ebi Sarh'in bir anda kaçmasına neden olan olay neydi?
Koskoca Allah'in sözlerini kaleme alma mevkisine sahip bir adam, peygamberin sözlerini Kuran'a aktarma şerefine ermiş bir insan deli mı bir anda tüm bunları reddedip neden kaçsın?
Nedeni ise şudur;
Ebi Sarh Kuran katipliği yaptığı için muhtemelen zamanın eğitimli kişilerinden biri idi. Ebi Sarh, Muhammed'ın en uzun süreli ve en tecrübeli katiplerinden biri olduğu için vahiy anlarında Muhammed'e indirilen ayetlerin yazılış şekli hakkında Muhammed'e tavsiyelerde bulunuyordu. Muhammed'de çoğu zaman Ebi sarh'in tavsiyelerini onaylıyor ve akabinde Kuran Muhammed'in değil, Ebi sarh'in dile getirdiği şekilde yazılıyordu..
İşte kanıt;
“İbn-u Ebi Sarh diyor ki: “Eğer Muhammed’e vahyolunuyorsa bana da vahyolunuyor. Eğer Allah indiriyorsa ben de onun indirdiğinin mislini indiririm. (İbn Kesir, Tefsir, Sabuni muhtasarı, I/600)
Ebi Sarh, iste bu yüzden Muhammed'in uydurukçu olduğunu anlamış ve derhal İslam'i terkederek Osman'in yanına sığınmıştır.
Olayı duyan Muhammed ateş püskürüyordu..Ardından hemen bu olay hakkında ayetler inmeye başlamıştı;
“Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine karşı bir şey vahy edilmemişken “bana da vahyolundu” diyenden ve “ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir?” (El-En’am, 93)
Muhammed bu olaydan sonra yine her zaman olduğu gibi insanları cehennem azabı ile korkutmaya çalışmıştır.
"Gonlu imanla dolu oldugu halde, zor altinda olan kimse mustesna, inandiktan sonra Allah'i inkar edip, gonlunu kafirlige acanlara Allah katindan bir gazap vardir, buyuk azab da onlar icindir" (Nalh, 106)
Yani üstteki ayette Muhammed'in anlatmaya çalıştığı şudur;
Sakın ola ki Ebi sarh hakkında çıkan dedikodulara inanmayın. İnananlar için "Allah katından bir gazap vardır, büyük azab da onlar içindir".
Bu olay hakkında dedikodular hızla yayılıyor ve Muhammed'in güvenirliliğini sarsılıyordu. Muhammed olayı örtbas edebilmek ve kendisi hakkında çıkan dedikodulara ve kişilerin kafalarındaki soru işaretlerine son verebilmek için şu ayeti indirmiştir;
"Rabbin, turlu eziyete ugratildiktan sonra hicret eden, Allah ugrunda savasan ve sabreden kimselerden yanadir. Rabbin suphesiz bundan sonra da bagislar ve merhamet eder." (Nahl, 110).
Muhammed böylelikle peygamberliği hakkında şüpheye düşen müslümanlarının gönüllerine su serpiyordu.
Tabi "şeytan ayetleri" olayında da olduğu gibi Muhammed'in her zaman imdadına yetişen şeytan, suçu üstleniyor ve Ebi Sarh'i yoldan çıkarttığını itiraf ediyordu;
Ibnu Abbas (radiyallahu anhuma) anlatiyor: " Sa'd Ibni Ebi s-Sarh Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e katiplik yapiyordu. Seytan ayagini kaydirdi; adam irtidad ederek kafirlere sigindi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Fetih gunu, onun oldurulmesini emretti. Ancak, Hz. Osman (radiyallahu anh) onu himayesi altina aldi. Resulullah da bu himayeyi tanidi."
Ebi Sarh Mekke'de Muhammed hakkında beyanatlarda bulunuyor kişilere Kuran ayetlerinin Allah tarafından değil, Muhammed tarafından uydurulduğunu söylüyordu. Artık Ebi Sarh ölmeden Muhammed'e rahat uyku yoktu.
Daha sonra Ebi Sarh, Muhammed'in eline düşmüştür. Muhammed Mekkelilere teslim oldukları halde kimseyi öldürmeyeceğine dair söz vermişti. Buna rağmen Ebi Sarh'in kellesi için buyrukta bulunmuştur.
Bunu duyan Ebi Sarh'in süt kardeşi Hz. Osman;
Ortalık durulunca Nebi’nin huzuruna getirdi, affedilmesini istedi, Biat’ının kabulü için yalvardı. Bu rica üç kez tekrarlandıktan sonra ancak Rasulullah(sav) İbn Ebi’s-Sarh’ın biatını kabul etti.Onlar gittikten sonra Ashabına dönerek: “Biat etmeden evvel içinizden bu adamı katledecek doğru biri çıkmadı mı? Diye sordu. Onlar da: “Biz işaretinizi bekliyorduk” cevabını verdiler. Bunun üzerine Rasulullah(sav): “Bir Peygamber ima ile adam öldürtmez, açık konuşur.” ( İbn-i Sa’d, E.Davut, Nesei, Hakim, İbn-i Hişam, İbn-i Hacer)
Muhammed yukarıdaki hadiste “Bir Peygamber ima ile adam öldürtmez, açık konuşur.” diyerek kendisinin ne derece tehlikeli narsisist mafya babası olduğunu gözler önüne sermektedir. Muhammed madem açık konuşmayı sever, o halde neden Osman'in önünde Ebi sarh'in öldürülmesini emretmedi? Neden Osman yanından çıkıp gittikten sonra çapulcularına konuştu?
Osman, süt kardeşi Sarh'in affedilmesi için Muhammed'e yalvarmıştır. Muhammed iki arada bir derede kalmıştır. İstemeyerekte olsa Osman'in sefaatını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fakat her ne kadarda zoraki kabul etse de, yüzündeki rahatsızlığını tetikçilerine fark ettirmeye çalışmış ve yanında bulunan müslümanların Ebi sarh'i oracıkta katletmelerini istemiştir. Bunuda başaramayan Muhammed daha sonra müridlerine şu şekilde sert çıkışmıştır;
“Benim o şahsı bağışlamaktan imtina ettiğimi gördüğünüz zaman neden onu öldürmediniz?” el-İsabe, c. 2, s. 38.
Aynı olay, biraz farklı bir şekilde şu kaynakta da mevcut;
"Icinizde, elimi bey'at icin vermekten imtina ettigimi gorunce kalkip oldurecek akli basinda bir adam yok muydu?" Ebu Davud, Cihad 127, (2683); Nesai, Tahrimu'd-Dem 14, (7, 105, 106).
Yazar: Sexy Huri
__________________ ALLAH'IN EVRENSEL HAK DİNİ = Aklı doğru modda kullanarak yaratıcının bizde yarattığı yaratma yetisini işleterek yapımızdakileri sistematize edip ,kendimizle ve doğayla uyumlu bir yaşam sürmektir
Sayın hatırlatıcı, siz,Kuran'da "kendimizle ve doğayla uyumlu bir yaşam sürmektir" ilkesine ters, uyumsuz örneklermi gördünüz?Bu tür "bulgular"ınız varsa yazın konuşalım.Selamlar..
Kur'ana Yönelik Şüphelerin Sebepleri: 1-Arap dilini iyi anlayan Hz. Muhammed ve o zamanki sahabe diye adlandırılan Arap müslümanların bu anladıkları Kur'ana rağmen bize doğru bir salat,doğru bir savm,doğru bir hacc ve doğru Kur'an kavramları bırakmamış olmaları ve üstelik Muhammed vefat ettikten bir müddet sonra birbirlerine kılıç çekmeleri onların beslendiği Kur'ana yönelik ciddi şüphelerin oluşmasına sebep olmuştur. 2-müteşabihlerin varlığı(tanrı insanlara sözlerinin anlaşılmasını istememiş gibi veya başka başka anlamlara yönlendirilsin istemiş gibi Kur'ana karşı olumsuz fikirlerin oluşmasına sebep olmuştur. 3-ayetlerde konu bütünlüğünün yeterli olmaması 4-Kıraaat farklılıkları 5-Mezheplerin varlığı(yani farklı algılamalarla oluşan onlarca mezhebin türemesi ve bir türlü vahdetin sağlanmamış olması) Bence bütün bunlar Kur'anın tamamen insan ürünü olduğunu ispatlamaz ancak seçiciliğin faydalı olacağı kanaatindeyim.Bence çok açık olmayan ayetler üzerinde fazla yorumlarla zaman kaybı yapılmamalı,aklın ilkeleri ön plana getirilmelidir.Fakat hükmü açık ayetlerde de aklın süzgecinden geçirilmeli.Akla tam uyum güstermeyen veya kapalı ayetler varsa bunlar üzerinde de fazla yoruma girilmemeli ve aklın ilkeleri devreye sokulmalı.yalnızca hükmü açık olan ayetlerle ve akılla Kur'an tefsir edilmelidir hurafelerden kesinlikle kaçınılmalıdır diye düşünüyorum. 6-Bakara106da ifade edilen,nasih ve mensuha delil olarak gösterilen:''Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.''bu ayetle ilgili de şu şüpheler ortaya çıkmıştır.Allah madem en iyisini biliyorda niye başından bunu söylemiyor,insanları daha kötüsüyle idare ettirmek rahmet sıfatıyla uyuşur mu?gibi şüpheler tezahür etmiştir.En doğrusunu Allah bilir. selamlar,sevgiler
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma