Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır." Tolstoy
Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusun- da eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim ya- şantımda da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm. An- cak on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğ- renimimi yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşle- rin hiçbirine inancım kalmamıştı. Geçmişte yaşadığım olay- lara ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında çok da inançlı biri sayılmazdım. Fakat buna rağmen çevrem- deki insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğreti- len bilgilere inanıyor, itimat ediyordum. Aslında işin gerçeği, bu itimat çok da kalpten inanarak değildi. Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristok- rat tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl ol- muşsa ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuş- tu. Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip et- mektedir. Yani çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan da öyle yaşıyor. İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere bağlı olarak yaşıyorlar. İnanç öğretisinin yaşantımızda pek yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz olu- yor. İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz. O, herhangi bir zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirme- yen ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz. Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda ol- duğu gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışların- dan anlayabilmek oldukça güçtür. İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskı- larla ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer vere- memişlerdir. İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıy- la ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir ve erimiştir. İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuk- lukta öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozul- madan varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir. Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanı- rım aynıdır. Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan, yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bah- sediyorum; yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına alet eden insanlardan değil. Aslında bu tip insanlar gerçek inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî amaca ulaşmak için araç durumundadır. Bu ise şüphesiz ki asla inanç değildir. Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş, bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir. Evet, Allah'a inanıyordum; daha doğru söylemek gere- kirse Allah'ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah'a inanı- yordum, işte bunu anlatamazdım. Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara öğretiyordum. Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı olduğunu anlatıyordum insanlara. Yaşantım böyle sürüp gi- diyordu. Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl son- ra tuhaf bir şeyle karşılaştım. Bazı anlarda zihnimi birdenbi- re kuşkular sarıyordu. Sanki yaşam böyle anlarda duruyor, zaman akmıyordu. Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini bilmiyor gibi oluyordum. Dengemi yitirdim ve melankoliye düştüm. Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti. Yaşantımı kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamış- tım ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı. Hayatımın dur- duğu bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu: Niçin? Peki, ya sonra ne olacak? Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu düşündüm. Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım. Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda me- selenin ortadan kalkacağını düşünüyordum. Fakat bununla uğraşacak zamanım yoktu. Eğer günün birinde canım isterse cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum. Ancak sorular gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar; üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu so- rulardı. Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevap- sız sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim hâlim de öyleydi. Önce hastanın önem vermediği küçük işa- retler belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline gelir. Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz olur. O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde ya- şarken pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür. Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içi- yor ve uyuyordum. Ancak bunları yapıyorum diye yaşadı- ğımdan bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu ra- hatlatacak ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu. Aslın- da şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda, onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir şey değişmeyecekti. Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksi- yonlarımı sürdürmekten ibaretti. Bir uçurumun başına gel- miştim ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok iyi görüyordum. Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkân- sız olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı. Yaşadı- ğım tam bir perişanlıktı. Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya atar. Tam o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını açmış bekleyen bir ejderha görür. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy ver- miş bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Az sonra elleri uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâke- tin kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutun- maktadır. O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür. Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadı- ğını anlar. Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yap- raklarında bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yala- maya başlar. İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim; ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu. Bana o güne kadar teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal ar- tık tat vermez olmuştu. Ölüm ejderhası ağzını açmış beni yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutun- duğum dalı kopartmaya çalışıyorlardı. Bense artık sadece kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor, gözümü onların üzerinden ayıramıyordum. Üstelik bu bir masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi. Bu, aksinin ispatlana- mayacağı ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Soru: "Ne için yaşıyorum?" Cevap: "Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde, sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayama- mışsan, yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışın- dır." Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle di- yordum: "Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve ideallere dayanarak gelişiyor. Bu idealler dinlerde, bilimler- de, sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor. Bu ide- aller gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yük- sek mutluluğa tırmanmaktadır. Ben de insanlığın bir parçası- yım. Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğren- mek ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır." Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetin- dim. Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi. Bilimlerin, in- sanlığın küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vur- dumduymazlığı ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felse- fenin birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu: Her insanın karşısına çıkan "Ben neyim?" ve "Ben niçin yaşı- yorum?" ya da "Benim görevim ne?" sorularını cevaplandır- mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; "Bizim yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir par- çasını bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı nedir?" İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi ge- çen sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavraya- mamış insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavra- mak zorundadır. Kendine "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu samimiyetle soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği "Sonsuz evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?" şek- lindeki cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevap- la da yetinemeyecektir: "Başlangıcını ve sonunu hiç bilmedi- ğimiz ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!" Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir ge- zinti sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları akan bir ihtiyara rastlar. O zamana kadar ihtiyarlığın ne ol- duğunu bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale düştüğünü sorar. Bunun bütün insanların ortak kaderi oldu- ğunu, kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gel- mesinin de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister. Tek başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anla- şılan sonunda bir teselli bulur. Çünkü yine keyifli ve mutlu olarak geziye çıkar. Bu defa karşısına vücudu şişler içinde, güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar. O gü- ne kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve arabacıya bunun ne olduğunu sorar. Bunun hastalık olduğu- nu, herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi emreder. Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak te- selli arar. Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezinti- ye çıkar. Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır. Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür. Arabacıya sorar: -Bu nedir? -Bir cenaze efendim. -Cenaze ne demek? -Bu herkesin sonudur. Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar. -Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar. -Onu gömecekler. -Niye? -Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte on- dan sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey kalmayacak. -Ve bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek? -Evet. -Geri dönelim. Artık gezmek istemiyorum ve bir daha da bunu istemeyeceğim. Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en büyük dert olduğu sonucuna vardı. Bütün gücünü, kendini ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı. Yaşamdan öy- le kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrar- lanmasın ve yaşam kökünden kazınmış olsun. Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliği- nin kesin cevaplan bu doğrultudadır. Sokrates: "Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüz- den maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz." der. Schopenhauer: "Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur." der. Hz. Süleyman: "Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik, zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur, hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz. Ve bu saçmadır." der. Buda: "Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan ken- dini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorunda- dır." der. Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtara- madığı gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı. Bu bilimlerden biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi. Bir başka bilim ise diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyve- si değil. Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı. Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok daha iyi. İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması ge- rek. Hiç doğmamış olana ise ne mutlu.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bilinmeyeni Bulmak Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşam- da aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insan- larda bulabilmekti. Böylece insanları gözlemlemeye başla- dım. Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer in- sanların nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum. Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana ben- zeyen bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki, benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bul- muşlardı. Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamak. İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu. Bu düşünce- nin esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, o- nun sunduğu nimetleri tatmaktır. Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânı- nı ancak böyle buluyordu. İçinde bulundukları şartlar onla- rın dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyar- sızlıkları sayesinde unutma imkânı buluyorlardı. Bu ahlâk- sızlık ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise sadece bir rastlantıdır. Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşün- mekte, böyle hissetmektedir. Bu insanlardan bazılarının dü- şünce ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmele- riyse bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz. Benim bu in- sanlara uymam da mümkün değildi. Onların hayal gücü- nün duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bu- nu sağlayamazdım. Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremez- dim. Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu. Esası şuy- du: İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu yok etmelidir. Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sür- dürmeye son vermez. Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bi- lirler. Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek ken- dilerini öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadık- ları için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar. Bu zayıflı- ğın yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve bu- na gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım. Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çeliş- kiden çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı. Aklımı ne kadar zor- lasam da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol koyamıyordum. Sadece bazı çareler vardı. Bu çarelerden biri, yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavrama- maktı. Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi. Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözleri- mi bundan çeviremezdim. İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği düşünmemektir. Ancak ben bunu da yapamazdım. İhtiyar- lık, acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni gibi ava gidemezdim. Yaşam gücümün çok güçlü olmasına rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüfler- den hoşlanmıyordum. Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti. Bunu kav- ramıştım ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi hiç denemedim. Dördüncü çare ise, Hz. Süleyman'ın ve Schopenhauer'in durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan ap- talca bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yı- kanmak, giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap yazmaktır. Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap do- luydu ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm. Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmiş- ti. Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiç- bir şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşu- munu meydana getirir. Akıl olmasa, benim için yaşam da ol- maz. Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl in- kâr edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim ak- lım da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır. Yaşam her şey- dir. Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr et- mektedir. Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğu- nu hissediyorum. Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir akıllılık değil. Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getiri- lir; hem de en basit insanlar tarafından bile. Fakat bu insan- lar yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar. Herkes nasıl oluyor da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum. Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptal- caydı. Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu, dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en u- fak bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı. Fakat sonuçta bu in- sanlar yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uy- gun şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı. Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: "Ya he- nüz bilmediğim bir şey varsa?" Cehalette işte aynen böyle çalışır. Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler. Aslında in- sanlık bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm in- sanlar sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar. Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı. Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın an- lamını öğrenmeyi bahşetmedi bize. Yaşayan bütün insanlar, milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor. En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri ta- nıyan tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama yine de bir anlam vermişlerdir. Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgileri- nin meyvesidir. Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetleme- me yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafın- dan meydana getirilmiştir. Ben doğdum, eğitildim, büyü- düm. Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantı- mızı sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşma- yı ve yazmayı öğretti. Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp eğitilmem onlar sayesinde oldu. Onların eseri olan ben, yine onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki, bunların hepsi boş ve anlamsızdır. "Bunda bir yanlışlık var!" diyordum kendi kendime. Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu bulamıyordum. Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktı- ğımda, o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm. Soru- yu anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın sarhoşluğu içinde onu susturmuştu. Diğer yandan onu anla- yan ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalış- salar da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı. Bu tahsilli, zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı için- de yaşamıştım. Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hay- vandı.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir. İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırıl- mamış bilgide görmektedirler. Akla dayandırılmamış bu bil- gi ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı'ya, dünyanın altı günde yara- tılmış olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetme- diğim sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç. İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi. Biliyordum ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan başka bir şey bulamayacaktım. Akla dayalı bilgiden çı- kan sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bi- lirler. Yaşamamak, insanların kendi elindedir. Fakat onlar yi- ne de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben de hayatın anlamsız bir şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve ya- şıyorum. Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıl- dan. İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu. İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündü- ğüm kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen şey düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım.
Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve so- nuçlarını kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıy- la doğru buldum. Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz olarak karşıma çıkıyordu. Ben niçin yaşayayım? Benim bir gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölüm- süzlüğe dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak için hayatı araştırmaya kalkışıyordum.
Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üze- re beni tatmin etmiyordu. Çünkü benim sorum ilk bakışta her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluy- la açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu. Kendime so- ruyordum: "Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı anlamı nedir?" Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden sonra cevabım her defasında şu oluyordu: "Hiç!" Gözlemle- rimde hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşı- laştırmıştım. Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bun- dan başka yapılabilecek bir şey yoktu. Bundan dolayı vardı- ğım sonuç olması gerektiği gibiydi: "Kuvvet kuvvettir, son- suzluk sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir." Bundan başka bir so- nuca ulaşmam mümkün değildi. "Nasıl yapmalıyım?" soru- sunu nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı "Allah'ın yasasına göre!" olacaktır. "Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?" "Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk." "Ölümün mahvetme- diği anlam nedir?" "Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cen- nettir." Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi vardı. Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek im- kânı veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı. İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım. Çün- kü yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu so- rulara cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama im- kânı sağlıyordu.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaş- mış ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsan- lara, bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insan- lar yaşıyorlardı. Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia ediyorlardı. Sonra kendime baktığımda görüyordum ki ben yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti.
Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum. İnsanlığın başlangı- cından itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını ve iradesini inanç veriyordu. İnancın ana çizgileriyse her yerde hep aynıydı.
İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları ki- me verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakâr- lıklarla ve ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki, yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir. Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülme- yen varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir. (Bu, inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır.) İnsanın Allah ile ilişkisi değildir. (Önce inancı sonra Allah'ı tanımla- mak gerekir. Yani, Allah aracılığıyla inancı değil.) Dinî kabul, inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylen- miş olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır. Oysa inanç, insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir. O sayede insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü şeydir. İnanç, yaşamın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere de inanıyordur. Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine inanmasa, o zaman yaşayamaz. İnsan, ölümlünün bir gölge- den ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inan- mak zorundadır. Çünkü inançsız yaşanamaz. Bugün bütün o iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda ürperiyorum. İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir. Benim böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona ihtiyaç duymuyordum. Akılla onu sınamaya başladığımda, aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim zaman geldi artık. Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açık- lama çıkarmaya başladım. Fakat bir açıklama bulmak müm- kün olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla aynı sonuca ulaşıyordum: Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım? Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Farklı konu- larda pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duydukları- ma dair hiçbir şey bulamamıştım. Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulama- yan yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım. Tabiî ki ken- dimin de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, in- sanın hiçbir şey bilemeyeceğini. "Ben neyim?" Cevap: "Ölümlü olanın bir parçası." İşte, bütün mesele bu kelimelerde saklı. İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dö- külebilecek bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sor- mamış gibi kendine soruyordu. Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorul- muş ve cevap aranmıştır. İnsanlar var edildiği andan, daha en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir. İn- sanlık, yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs.- hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim. Bu kavramlar ak- lın eleştirisini kaldıramazlar. Çok korkunç değilse bile, bizim kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembere- ğini bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da "Saat artık niye çalışmıyor?" diye şaşıran çocuklar gibi.
Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınıl- maz ve çok önemlidir. Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan, yaşama dair soruların cevabı da öyle. Her yerde, her za- manda ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözü- mü -bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağı- mız kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yı- kıyoruz. Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; in- sanî şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah'la bir- likteliği; ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan ta- sarımları, işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk son- suzluğunda ortaya getirilmiş kavramlardır. Onlar olmazsa yaşamın kendisi de olmaz. İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak, her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak is- tiyordum. O zamanlar böyle düşünüyordum. Bu düşüncele- rin temelleri içimde zaten mevcuttu. Şunu artık iyice kavra- mıştım ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bil- geliği saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım yoktu. Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna ce- vap veriyordu. Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım. Ancak bu kabulleniş bana pek huzur vermiyordu. Bir inancı kabulle- nirken ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememe- si ve bir yalan olmamasıydı. Budizm'i ve İslâmiyet'i kutsal kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey- den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyul- dum. Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı insanlara yöneldim. Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyat- çılara, papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâ- hiyatçılara ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yö- neldim; hani şu "Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlı- dır." diye vaaz edenlere. Bu dindar insanlara bağlandım ve onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının ne- lerden ibaret olduğu konusunda sorguya çektim. Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insan- ların inancını kabul edemiyordum. Onların inanç diye nite- lendirdikleri ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, da- ha ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu gördüm. Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevap- lamak adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağ- lanmışlardı. Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliği- min içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyo- rum. İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatı- yorlarsa, ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapla- rı bulma ümidimi tamamen kaybediyordum. Bana itici ge- len, inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki gibi olması beni itiyordu. Onlarla benim aramdaki tek fark, inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de uymuyor olmasıydı. Çok net olarak görüyordum ki, onlar da yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam an- lamına sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin u- laştığı her şeyi almak. Bunu çok iyi kavramıştım. Çünkü, eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok ede- cek bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Sonuç- ta benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte. İşlerini büyütmeye ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan, ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı. Hiçbir görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı. Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların sa- mimiyetine inandırabilirdi. Fakat bu türlü davranışları be- nim çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum. İlginçtir ki, bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insan- larda görüyordum. Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu. Bu in- sanların inancı benim aradığım inanç değildi. Onların inancı inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi. Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki an- cak ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilir- di. Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getire- mezdi; yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insan- lara bir fayda getirmesi mümkün değildi. Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca in- san, bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine sahip olmak zorundalar. "Yaşamın anlamı nedir?" şeklindeki sorum ve "Bir dert!" şeklindeki cevap tamamen doğruydu. Yanlış olan şuy- du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama aktarıyordum. Kendi kendime "Yaşantımın anlamı nedir?" diye sormuş ve cevabı almıştım: "Bir dert ve bir anlamsız- lık!" Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten. Bu yüzden "Yaşam kötü ve anlamsızdır." cevabı genel olarak in- san yaşamına değil, benim yaşamıma aitti. Daha sonraları Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan nef- ret ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım.
Açık ve net olan bir gerçek vardı: "Yaşamın anlamını kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü ol- maması gerekiyordu." Ben ne diye uzun bir süre böyle apa- çık bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum. İnsan eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak is- terse, birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşa- mı üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır. Bu gerçek 2x2=4 gibi bir gerçektir. Bunu ben görememiştim. Çünkü 2x2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını kabul etmek zorunda kalacaktım. Oysa kendimi iyi hisset- mek benim için 2x2=4'ten daha önemli ve daha gerekliydi. Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum. Be- nim için her şey artık açıklığa kavuşmuştu.
Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece yaşamını sürdürür. Kuşların bu yaşam çabalarını görünce onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum. Keçi, tavşan, aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını besle- mek zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının için- de bulunmaktalar. Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlar- sa mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde tutarlı ve mantıklıdır. Peki, insan ne yapmak zorunda? O da yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun- da. Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek başına alt etmek isterse mahvolur. İnsan, yaşamı sadece ken- disi için değil, herkes için alt etmek zorunda. Eğer bunu ya- pıyorsa mutludur, yaşamı da mantıklıdır.
Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi, kendim için bile mücadele etmedim. Bir asalak olarak yaşa- dım ve kendime "Yaşamanın amacı nedir?" diye her sordu- ğumda şu cevabı aldım: "Amaçsız!"
Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmek- tedir. Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla ken- dine özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamı- nı kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden ön- ce onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak zorundayız. Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda benden istenen şeyi asla kavrayamam. Bunun sonucunda da hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavraya- mam. Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşme- mem noktasında bana yardımcı oldu. Gerçeğin bilgisinin an- cak yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşa- mın doğruluğundan şüpheye çağırdı. Beni kurtuluşa götüren yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek ya- şam olduğunu anlamam olmuştu. Anladım ki, ben eğer haya- tı ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım.
Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi. "Yaşamıma bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?" diye dü- şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu. Eğer bu duyguya bir isim vermek gerekiyorsa "Allah arayışı" diyebilirim. Bunu en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşün- ceyle değil duyguyla ilişkili bir arayıştı. Bu bir korku, bir ter- kedilmişlik, bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde, belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygu- suydu. Allah'ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna iyice inanmışbm. Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Yine de her şeye rağmen Allah'ı arıyor, onu bulacağımı umuyor- dum. Aradığım ve bulamadığım Allah'a, âdet olmuş bir dua ile yönelmekten de geri kalmıyordum. Bazen Kant'ın ve Schopenhauer'in seslendirdiği Allah'ın varlığının ispatlana- mazlığı hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu gerçekleri çürütmeye çalışıyordum. Bunun sebebinin, mekân ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünü- yordum. Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen şeydi. Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum. Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim. Fakat kendime sorular sormaya devam ettim: "Bu sebep, bu kuv- vet nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dedi- ğim şeye karşı nasıl davranmalıyım?" Sorduğum tüm bu so- ruların karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi aklıma: "O yaratandır, yaşatandır." Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi. Yaşamak için ihtiya- cım olan şeyi kaybettiğimi hissettim. Ruhumu bir korku sar- dı ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yar- dım etmesini diledim. Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anla- dım ki, o beni duymuyordu. Kalbim, Allah'ın olmayabilece- ği şüphesiyle dolmuştu. O anda yine dua ettim: "Efendim, bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah'ım, bana yol göster!" Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen durduğunu hissettim.
Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyor- dum: Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş ola- mazdım. Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuva- dan düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım. Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuş- cağız yüksek çimenlerin arasında ötüyordu. Ötüyordum; çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp besle- diğini, sevdiğini biliyorum. Nerede o anne? Ben eğer doğu- rulmuşsam, kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu bi- risi kim? Yine Allah. 'Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim' O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da görüyordu. "O var!" dedim kendi kendime ve bunu kabul etmem yetti. O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlı- ğın imkânını, sevincini hissettim. Ancak kısa bir an sonra, Allah'ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgi- yi aramaya geçtim. Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı. Bu dünyadan ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözleri- min önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı. Ya- şam pınarının yine kuruduğunu hissettim. Beni yine kuşku ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol olmadığı duygusu. Fakat en kötüsü, bunu becerecek durum- da olmadığımı hissediyor olmamdı. Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım. Ormanın sesine kulak vermiştim. Dinliyor ve tek bir şeyi dü- şünüyordum. Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi dü- şünmüştüm. Yine Allah'ı arıyordum. "Pekâlâ, Allah yok!" dedim kendi kendime. Benim hayal gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi gerçek biri yok. Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize böyle bir şeyi ispatlayamaz. Çünkü, mucizeler benim hayal gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı. "Ya benim aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geli- yor?" diye sordum kendi kendime. Bu düşünceyle birlikte içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı. Çevremdeki her şey yaşam gücü ve anlam kazandı. Fakat sevincim yine uzun sürmedi. Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan "Allah tasavvuru Allah değildir!" diyordum kendi kendime. Sonra da "Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir. Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadı- ğım bir şey. Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyo- rum." diyordum. Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum.
Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay ha- tırladım. Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşı- yordum. Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diri- liyordum. O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşam- la ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah'ı bulmak konusunda az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim. Fakat yaşıyordum. O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım za- man yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O'nsuz yaşanmayan şeydir. Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah yaşamdır. Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Al- lah'sız olmaz." Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çev- remdeki her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha hiç terk etmedi. Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez- dim. Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunlu- ğunun ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şe- kilde yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü. Bana geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günle- rinde bana eşlik eden en eski güçtü. Her bakımdan en eski- ye, çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni mey- dana getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya geri dönmüştüm. Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak ol- duğu düşüncesine dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, ben- den saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dön- müştüm. Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlâkî bir mükem- melleşmeye ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dön- müştüm. Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bi- linçsizce kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşa- yamayacağımın farkındaydım. Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kü- rekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça be- ni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu. Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyor- dum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçi- nin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakar- ken, bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının orta- sında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyor- dum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdı- ğım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz ol- dum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anla- yamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremi- yordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman ge- riye doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yön- de, kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım. Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen öz- gürlüktü. Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Al- lah'la birleşeyim diye verilmişti.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır." Tolstoy
Evrensel Tavsiye
Tolstoy'un İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'e açık hayran- lığını önceki bölümlerde dile getirmiştik. Ona bu hayranlığı Hz. Muhammed'in hadislerini okuması kazandırmış ve bunun üzeri- ne Hindistanlı İslâm düşünürü Sühreverdi'nin hazırladığı hadis kitabını incelemiştir. Okurken not alıp, Hz.Muhammed'den mah- rum olan Rus halkına ve kendisini hemen her konuda örnek alan diğer okuyucu kitlesi ile dost ve arkadaşlarına da Hz. Muham- med'i tanıtmak ve sevdirmek istemiş olmalı ki, "evrensel tavsiye ve uyarılarla" dolu bu hadis kitapçığını veya risalesini hazırla- mıştır. Hz. Muhammed'in sevgiye ait sözleri ve davranışları, hoşgörü, ahlâk, adalet, doğruluk ve daha birçok evrensel de- ğerin yine Tolstoy'un ifadesiyle "aklı başında" bir insanı celp ve cezp etmemesi zaten düşünülemezdi. O da bu inceliği ya- kalamış, cihanın görüp göreceği en zeki ve duru vicdanlı in- sanlardan biri olarak, bu teşhis ve tespiti yapmış ve insanlar- la paylaşacağını umut etmişti şüphesiz. İşte, dâhi yazarın bu dileği de bugün elinizde onun seçtiği bir demet hadisle ve bu kitapçıkla gerçekleşmiş oldu.
işte tolstoyun seçtiği hadislerden bir demet...
"Allah'ım! Sana olan sevgimi, bana bağışla. Sevdikleri- nin sevgisini de kalbime koy. Öyle yap ki, ben senin layık bildiğin, sevdiğin işlerin uygulayıcısı olayım. Öyle yap ki, senin sevgini benim için, bana, aileme ve servetime olan sev- gimden üstün eyle."
"Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söy- leyin!"(3).
"Allah Teâlâ'nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi ça- lışmasıyla elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere yardım etmesidir."
"Hiçbir kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki iç- memiştir."
"Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz."
"Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenme- yin."
"Kimseyi kırma. Biri seni kırar ve ayıplarını, kötülükle- rini açığa vurursa, sen de onun kötülüklerini açıklayıp yay- ma."
"Kim Allah'ın yarattıklarına karşı merhametli olursa, Allah da ona merhametli olur. İnsanların iyilik ve kötülükle- rine bakmayarak onlara iyilik et. Başkalarına iyilik yap ki kö- tülüklerine engel olasın"
"Hz. Muhammed'den sordular ki: "Dinin esası ne üzerine kurulmuştur?" O da şöyle cevap verdi: "Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin; ken- diniz için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin." .
"Şehvetle bakmak zinadır. Erkek olan meclise bir kadı- nın kendini göstermek için süslenip gitmesi ve ihtirasla bak- ması da zinadır."
Vâbisa İbni Ma'bed diyor ki, Resul-i Erkem'in huzuruna varmıştım. Bana: "İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?" dedi. "Evet" dedim. O zaman şunları söyledi: "Kalbine danış." "İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandı- ran şeydir."
"Zalimlerle birlikte olmaktansa, kendi başına, yalnız kal- mak daha iyidir. Kendi kendine olmaktansa hayırlı insanlarla birlikte olmak daha iyidir. İlim öğrenmek isteyene ilim öğret- mek susmaktan iyidir. Boş konuşmaktansa susmak iyidir."
"Öfkesini açığa vurmaktan çekinip, onu boğanları Allah daima mükâfatlandırır."
"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla yaşayanları, kendisine dost yapar."
"Gerçek tevazu, bütün iyiliklerin başıdır."
"Tevazu ve anlayış olmadan iman olmaz."
"İyilikleri paylaşma konusunda ısrarlı olun."
"En mukaddes savaş, insanın (nefsine) kendine galip gelmesidir."
"Bir saat çalışmak, bir yıl keyif çekmekten iyidir."
"İbadet, dua eden mü'minin ruhunun yükselmesi ile Al- lah'a kavuşmasıdır."
"Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur."
"Mü'min, Allah'a sadık olarak, onun hükmüne ve rah- metine razı, ümitle yaşar."
"Allah Teâlâ'nın en sevmediği şey, erkek veya kadınların ibadetlerinde gösteriş yapmasıdır."
"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla geçinenlere merhamet eder, dilenerek geçinenlere değil."
"Kadın erkeğin ikinci parçasıdır."
"İlim, unutulursa kaybolur, liyakatsizlerin elinde yok olur. Gerçek âlim odur ki, bilgisini hayata tatbik eder."
"Mü'minler ölmezler. Onlar yalnız fani dünyadan ebedi âleme göçerler."
"Gerçek mü'min, iyi günleri için Allah'a şükreder, başı- na bir belâ geldiği zaman da Allah'a sığınır."
"Allah'a tevekkül et (güven), ancak deveni sağlam kazı- ğa bağlamayı da ihmal etme."
"Dünya ve dünyanın bütün nimetleri değerlidir. Ancak o- nun nimetleri içinde en değerlisi, Saliha (iyi) kadınlardır."
"Doğruluğa sığının, yalandan kaçının!"
"Gerçek mü'mine, kimseyi rezil etmek, yaramaz işler yapmak, bir kazanç sağlamayan sözler söylemek yakışmaz."
"Konuşunca doğru söyleyin; söz verince yerine getirin; borçlarınızı ödeyin; kendi fikir ve işlerinizde sapıklığa düş- meyin; ellerinizi israftan ve kötü şeylerden koruyun."
"Allah Teâlâ, halim selim, saygılı ve mütevazı olmayı emrediyor ki, kimse başkasına zulmetmesin."
"O kimse ki, bizi zulmetmeye çağırır, o bizden değildir. Kendi halkını cehalette, yalan içinde bırakanlar da bizden değildir. Kendi halkını zorluğa ve sıkıntıya maruz bırakanlar da bizden değildir."
"Kendisi için istediğini, mü'min kardeşi için de isteme- yen gerçek mü'min değildir."
"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve malla- rını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."
"Diliyle insanları kıranları, ibadetleri temizlemez.
"Namaz kılıp oruç tutmaktan ve iyilik etmekten daha güzeli nedir bilir misiniz? Dargınları barıştırmak. Çünkü kin, nefret ve düşmanlık insanı Allah'ın vereceği her mükâfattan mahrum eder."
"Allah Teâlâ, akıl ve zekâdan daha güzel, daha iyi bir şey yaratmamıştır. İnsanlara verdiği serveti de onların hatırı- na veriyor. Allah'ı anlamak da zekâdan doğar."
"Allah Teâlâ, kendisi mülayimdir ve mülayim davranır. O, mülayimlere verdiğinden, sert ve haşin kimselere ver- mez."
"Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğu- dur.
Abdullah İbnu Mes'ûd şöyle dedi: "Rasülullah bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uyku- dan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırak- mıştı. Biz: "Ya Rasülallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bu- nun üzerine Resul-i Ekrem: "Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bi- nitli bir yolcu gibiyim" buyurdular.
"Kendinizden fazla zengin ve güzel insanları seyreder- ken, kendinizden aşağıda olanları da unutmayın."
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görme- meniz için gereklidir."
"Yerin sürtünme kuvvetiyle demiri temizlediği gibi, Allah Teâlâ'yı bilip iman etmek de insanın kalbini temizler."
"Her bir maruf (iyilik) sadakadır."
"(Bir keresinde) Rasülullah'a (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulundu- ğu bir esir grubunu getirdiler. Resul-i Ekrem çevresindekile- re (o kadını işaretle): "Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir mi- siniz?"diye sordu. "Asla, atmaz!" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir" buyurdu.
"Herkes için yaratılan bir şeyi yalnız kendi hesabına kulla- nan kimse, suçlu ve kanun karşısında sorumludur."
"İşçinin hakkını alnının teri kurumadan (yorgunluğu geçmeden) veriniz."
"İnsanlara nezaketli ol, kabalık etme. Onlarla iyi geçin, onlardan nefret etme. Sana Yahudiler ve Hıristiyanlar rast ge- lip cennetin anahtarını sorsalar, onlara anlat ki, cennetin anah- tarı, 'Allah'ın varlığına ve birliğine, şahadet etmektir' de."
"Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sa- kat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, ke- mik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan karde- şinin kovasına su boşaltman sadakadır."
"İnsanlara merhamet edin ki, Allah da size merhamet et- sin!"
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Asım,
Beni 15 sene, belki daha fazla, öncesine götürdün. Bir iş için gittiğim Tula'da Tolstoy'un çiftliğini kısa süre de olsa gezme imkanım olmuştu. Çok büyük bir çiftlikti. Yeterli vaktimiz olmadığı için tamamını gezememiştik. Evi ve çiftliğin bazı bölümlerini gezebildik. Bu muazzam çiftliğin yazarlığına katkısı olduğunu düşünmüştüm. Mezarı çiftlik içinde iddiasız basit bir tümsek. Bölgede gelenek olmuş yeni evlenen çiftler kabrini ziyaret ediyor.
Orada bize inançsız olduğunu söylemişlerdi. Seneler sonra yukarıda alıntı yaptığın kitabı görünce, ilk düşüncem, acaba gerçek mi demiştim. Keşke Kuranı inceleyebilme imkanı da olsaymış.
Muhabbetle.
__________________ O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine, gerçeği apaçık gösteren ayetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
tolstoyun bir kitabı var okurken hayretler içinde kalmıştım...
adı içimizdeki şeytan...
bu kitap küçük hikayelerden oluşuyor tadından yenmez bir eser...
tolstoyun veli bir zat olduğunu düşüne düşüne okudum ...
şiddetle tavsiye erim...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|