erdemli Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 06 temmuz 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 96
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
VAHİY KURAN’DIR
Kur’an, Allah’ın Resulü vasıtasıyla kullarına gönderdiği vahiyden meydana gelen kitabın adıdır. Peygambere gönderilen vahyin hiçbiri bu kitabın dışında kalmış değildir. Yani vahiy klasik tabiriyle tilavet olunan vahiydir. Ve bu vahyin tümü de Kur’an’ın içindedir. Kur’an’a girmemiş, dışında kalmış (tilavet edilmemiş) vahiy yoktur. Her ne kadar sonrakiler tilavet olunmamış vahiyden bahsetmiş ve geleneksel kültürümüzün içinde bu «vahy-i gayri metluv = tilavet olunmamış vahiy» bulunmakta ise de Kur’an’a bakıldığında böylesi bir vahyin mevcudiyetini gündeme getirecek herhangi bir işarete, bir gönderiye rastlamak mümkün değildir.
Zaten vahiy, dini oluşturan şey ise -ki öyledir-vahyin tümü Kur’an’da toplanmıştır. Kur’an dışında herhangi bir vahiy kalmamıştır. Daha sonrakiler metni baki, manası kaldırılmış veya manası baki, metni kaldırılmış olarak adlandırdıkları türden vahiy mevcudiyeti ile ilgili elimizde herhangi bir ciddi delile rastlamak da mümkün değildir. Bütün bu ve benzeri şeyler sonrakilerin ortaya attıkları ve müslümanların giderek Kur’an İslamı’ndan uzaklaşmalarında büyük rolü bulunmuş şeyler olarak günümüzde dahi ciddi şekilde meselenin üzerine gitmeyenlerce etkinliğini sürdüren ve Kur’an’a dayalı bulunmayan şeylerdir.
Kur’an, Allah’ın kullarına elçisi vasıtasıyla gönderdiği mesajların-toplandığı kitabın adı olduğuna ve bu adı da ona Allah verdiğine göre Allah dinini bu kitapta toplamış, bu kitapla anlatmıştır. Kendisine yine o kitapta ‘iman nedir, kitap nedir bilmezdin’ (Şura 42/52) buyuran Allah, elçisinin de Allah’ın dinini bu kitaptan öğrendiğini görüyoruz, biliyoruz. 23 Kameri yılda yaşanan bir hayatın içinde zaman zaman indirilen ayetlerin gösterdiği istikamette Allah’ın dinini kişiliği ile teşekkül ettirmede baş rolü oynadığını bildiğimiz Peygamber bu kitabı ahlak edinmiş; akide ve amellerine bu kitapta bulunan mesajları esas alarak ümmetinin de aynı şeyi yapmasını onlara Allah’ın emirleri istikametinde göstermiş, öğütlemiştir.
Kur’an ahlak edinilsin için gönderilmiş bir kitaptır. Kur’an önce Peygamberin, onu takiben de ona inananların dünya görüşlerini (akidelerini) ve buna bağlı olarak da amellerini düzene koymalarını âmir bir kitaptır. Peygamber de ona tabi olanlar da bu kitabı ahlak edinmeye özen göstermişler, bu kitabı düşünce ve davranışlarının düsturu (esas temeli) kabul etmiş ve etmeye çalışmışlardır.
Diğer bir deyimle Kur’an sünnet edinilsin diye gönderilmiş bir kitaptır. Sünnet deyimi üzerinde kısaca durursak şunları söyleyebiliriz: Sünnet kişinin yapmayı adet haline getirerek kendisinden sapmayı düşünmediği düşünce ve yaşam biçimidir. Bu genel tanımın -özellik kazandıracak olursak Sünnetullah- Allah’ın yapmayı adet haline getirdiği ve kendisinden şaşmadığı esaslar bütünü anlamında iken ve bunu Kitab’ında vurgulayarak belirtmiş iken, kullarına gönderdiği vahyin toplamı olan Kur’an’ın da başta Resulü olmak üzere ona tabi olanlardan da bu Kitabta bulunan esasları düşünce ve yaşam tarzı haline getirmelerini, bir diğer tabirle sünnetleştirmeleri gerektiğini belirttiğini biliyoruz.
Bu manada sünnet fıkıhta kullanılan ve bir ayrı manası da nafile anlamını taşıyan sünnetten kesin olarak farklıdır ki nafile manasında kullanılan sünnetin istenilip yapılan, istenilip vazgeçilen ve yapılıp yapılmaması insanın ihtiyarına ve isteğine bağlı bulunan davranışlar manasına geldiğini biliyoruz. Bizim konumuz olan sünnetin ise nafile manasındaki sünnetle alakası bulunmamakta olduğu bilinmelidir. Bizim burada üzerinde durduğumuz ve açıklamaya çalıştığımız sünnetin farz anlamına, yani yapılıp yapılmamasında insanın muhayyer bırakılmadığı ve zorunluluk taşıyan keyfiyet manasında bulunduğunu belirtmeliyiz.
Sünnet bağlamında bizi burada ilgilendiren ‘Sünnet-i Resulullah’tır.
Resulullah’ın sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey; Resulullah’ın Allah’ın Kitabı Kur’an’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu tarifin kapsamında kalan ve bulunan sünnetin ise bütün müslümanları ilzam ettiği (bağlayıcı bulunduğu) bilinmelidir. Zira Resulullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dininin ilk kabul edeni ve ilk uygulayanıdır. Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması, gerekse bu vahyin içerdiğini düşünce ve ameller haline getirmede ilk uygulayıcı olması bakımından peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas itibariyle Kur’an’ın bağlamasıdır. Zira peygamberi de bağlayan Kur’an’dır.
Bizim Resulullah’a bağlanmamız da Onun Kur’an’a bağlanmasına bağlanmamız manasındadır, ki O kendiliğinden bir din koymayan, kendiliğinden bir söz uydurup da Allah’a isnat etmeyendir. Resulullah din adına ne demiş ve ne yapmış ise Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiği ve bilahare Kur’an’da toplanan vahiy ile demiş ve yapmıştır. Kur’an dışında vahiy bulunmadığına göre Onun söyledikleri ve yaptıkları esas itibariyle vahye dayalıdır. Kendisine gelen vahyi din edinmiştir Resulullah. Zira din vahiyden oluşmakta ve vahiyde bulunmaktadır. Bütün vahiy de Kur’an’da bulunmaktadır.
Kur’an’ın dışında vahiy aramanın hiçbir anlamı yoktur. Zira Vahiy dini oluşturduğuna göre, bu vahiylerin bir kısmının Kur’an’a alınması ve Kur’an olarak Allah’ın korumasında bulunması, diğer bir kısmının (vahy-i gayr-ı metluv denilegelmiş kısmının) da Kur’an’a alınmayıp, Allah’ın korumasına da alınmamış bulunması izah edilemez bir husustur. Böyle olsa idi bu takdirde dinin bir kısmı korunmuş, diğer kısmı ise korunmaya alınmamış ve bu yüzden de şunun bunun rivayetine bırakılmış, insanların aralarında ihtilafa sebep olacak şekilde bırakılmış olması anlamına gelirdi ki işte bunu açıklayabilmek ve savunabilmek gerçekten mümkün değildir.
Bunu savunanların esası bulunmayan ve esastan yanlış bir şeyi savunduklarını burada açıkça belirtmekte zaruret görüyoruz. Eğer din vahiyden oluşuyorsa ve vahiy de korunmaya alınmışsa -ki öyledir- bu takdirde korunmaya alınmamış vahiyden söz etmek mümkün bulunmamaktadır.
Vahiy denildiğinde anlaşılması gereken Allah’ın gereğinin yerine getirilmesi için yarattığına verdiği talimat olmalıdır. Bu cümleden olarak Kur’an’da bahsi geçen vahiylerle ilgili bazı değiniler yapalım.
Allah hem eşyayı yaratmış, hem de bu eşyanın her birine kendine has özellikler vermiş ve bu özellikleri eşyanın tabiatı yapmıştır. Örneğin ateşin yaratılması Allah’tan olduğu gibi, yakması da Allah’tandır ve bu yakma özelliğini de ateşe Allah vahyetmiş (vermiş)tir. Güneşi yoktan yaradan Allah olduğu gibi, güneşe ısı ve ışık saçması ve belli bir mekanda yerini değiştirmeden durması talimatını veren (vahyeden)’de Allah’tır.
Yine üzerinde yaşadığımız dünyayı üzerinde yaşayanlarla birlikte yoktan vareden Allah olduğu gibi, dünyaya 23 derece eğiklik vererek hem kendi ekseni etrafında 24 saatte bir devir tamamlamayı, hem de bir yörünge üzerinde güneşin etrafında dönerek 365 günde bu devrini tamamlamayı emreden (vahyeden) yine Allah’tır.
Kısaca bu demektir ki Allah hem eşyayı (bütün şeyleri) yoktan varetmiş ve hem de bu yarattıklarının herbirine özellikler (görevler, nitelikler) vererek bu nitelikleri üzerlerinde taşıma görevlerini vermiştir. İşte bu görevleri eşyaya veren (vahyeden, uyulması zorunlu emirler olarak veren)de Allah’tır. Kur’an bizlere bu anlamda vahiyden söz etmektedir. “Arı’ya vahyettik” ifadesi de bunu açık olarak anlatan vahiy türü ile ilgili Allah’ın açıklamasıdır. Bu anlamdaki vahiy, uyulması zorunlu bulunan vahiydir ki bu vahye uymanın sorumlulukla, sevab veya ceza ile ilgisi bulunmamaktadır.
İkinci olarak yine Kur’an peygamberlere vahyden bahsetmektedir. Allah kendisi ile kulları arasında elçilik görevi için seçtiği (meb’us) kişilere kullarına iletilmesi gereken mesajını bildirmektedir. Bu tür vahiy, ilk vahiy gibi insanların seçimine bırakılmamış vahiy değildir, yani zorunlu olarak ve irade dışı uyulacak vahiy olmayıp, insanın gerek kendisine gönderilen elçi, gerekse elçinin tebliğ ettiklerinin ihtiyarı ile uyup uymamakta zorlanmadığı vahiydir.
Adem’den bu yana, seçilmiş hiçbir elçinin kendisine vahyedilmesini reddetmediğini bildiğimiz bu vahiy, kendisine bildirilenin isteği ile kabul etmesi esasına dayalı vahiydir. Kendisine vahyedilen Yunus’un, vahyin kendisine yüklediği görevden bir bakıma bıkkınlık göstermesi ve görevini ihmal eder tavrı sonuç olarak bize göstermektedir ki insanların bu tür vahiy söz konusu olduğunda ihtiyarı ön plandadır. Görevi ile ilgili tavrı yüzünden Yunus (a.s.)’ın hesabı ahirete bırakılmayıp bu dünyada yakasına yapışılmıştır. Yani görevi kabul ettikten sonra onu ihmal etmesine müsaade edilmemiştir.
Peygamberlerle gönderilen vahiy, insanlara açıklanmakta ve insanların bu vahye tabi olması istenilmektedir. Fakat insanların bu vahye uyması zorunlu bulunmamaktadır. Allah, insanlara doğruyu ve eğriyi bildirmekte ve doğruyu seçmelerini öğütlemekte, tavsiye etmektedir. Doğruyu kabul etmeleri halinde kendileri için iyi olanı seçmiş olacaklarını belirtmektedir. Ama yine de insanları bu seçimlerinde zorlamamaktadır. Ve kendisi insanları zorlamadığı gibi, insanların da diğer bir insanı bu konuda zorlamaması gerektiğini belirterek “Dinde zorlama yoktur” (2/256) buyurmaktadır.
Kısaca özetlersek bu tür vahiy insanların seçimlerinden sonra, bu seçimlerine bağlı olarak uymayı kendilerine sorumlu kıldıkları türden vahiy olur. Allah’ın kullarını birinci türdeki vahiyde olduğu gibi zorlamadığı vahiydir.
Bir diğer vahiy ise insanların tümünü ilgilendirmeyen, insanlara tebliği gerektirmeyen, kişiye özel diyebileceğimiz vahiy türüdür. Bu tür vahyin en belirgin örnekleri ise Musa ve İsa’nın annelerine gönderilen vahiydir. Kur’an bu konuda açıklama yapmaktadır. İsa’nın annesi Meryem temiz ve iffetli bir bakire olarak ibadet için mescide çekilmiş ve insanlarla ilişkide bulunmamaktadır. Derken günün birinde karnının şiştiği ve giderek büyüdüğünü görerek üzüntüye kapılır ve ‘Ben namuslu bir bakire olduğum, evli bulunmadığım ve hiçbir erkekle de ilişkide bulunmadığım halde benim bu halim nedir? Bunu insanlara nasıl açıklarım ne derim insanlara bu halimle ilgili olarak diye üzülür ve bu halden kurtulmak için belki de çocuğu düşürmeyi düşünür.
İşte bu durumda Allah Ona vahyederek kendisinin korktuğu gibi olmadığını, bu çocuğu Allah’ın gönderdiği elçinin ilka ettiğini, üzülmemesi ve teskin olmasını isteyerek ona teminat verir ki Meryem bu çocuğa birşey yapmayı düşünmesin ve çocuğu doğursun. Ki Allah bu çocuğu (İsa) elçi olarak seçecektir. Nitekim Allah’ın murad ettiği olmuş ve Meryem teskin olarak çocuğu düşürmeyi aklından çıkarmış ve üzüntüsü son bulmuştur.
Zira Allah kendisine gönderdiği vahiyle bu konuda onu teskin etmiş, sakinleştirmiştir. Neticede bildiğimiz gibi çocuk doğar ve annesinin kucağında iken de topluma karşı annesine edilen vahiy istikametinde konuşarak toplumun bu konuda Meryem’i kınamasına meydan verilmemiş olur. İşte Meryem’e vahyedilmesi bu sebebledir ve bu vahiy Meryem ve İsa ile ilgili olarak işlevini görmüştür. Fakat insanlara tebliği ve onların bu tebliğe uyması (Peygamberlere gönderilen vahiyde olduğu gibi) değildir bu olaydaki görülen vahiy.
Yine Musa’nın annesine de yakın sebeblerle, yani çocuğunun elçi olarak görevlendirileceği sebebi ile çocuğun korunması ve annesi tarafıdan çocuğa zarar verilmemesine yönelik olan bu vahiyde de Allah, çocuğu korumak için Musa’nın annesine yapması gereken şeyi vahyetmiştir.
Bilindiği gibi Musa’nın doğduğu günlerde Mısır’daki Fir’avn rüyasında topraklarında yaşayan Benî İsrail’den birinin doğacak veya doğmuş bir erkek çocuğunun kendi başına iş açacağını görmüştür. Bu (Fir’avn’a göre) beladan kurtulmanın tek yolu ise doğmuş ve doğacak bütün Benî İsrail çocuklarının öldürülmesi olarak kafasında yer eder ve bunu kanunlaştırarak emri verir ve bütün çocuklar kapı kapı dolaşılarak, evler aranarak öldürmek için alınır ve öldürülür.
Bu durumda Musa’nın annesi Fir’avn’ın askerleri tarafından hunharca öldürülmesine tahammül edemeyerek ne olsa öldürülecek olan çocuğuna kendi eliyle belki de daha güzel bir ölümle onu öldürmeyi düşünebilir. Zira anne şefkati çocuğunun ölmesine razı olmadığı gibi, öldürülmesine hiç razı olmayacak boyutlardadır. İşte burada Allah Musa’nın annesine vahyederek çocuğu ile ilgili talimat verir ve onu bir sepete koyarak Nil’e bırakmasını bildirir. Nil, Mısır’da çok durgun akar, adeta bir göl suyu gibi görüntüsü vardır ve aktığı sezilmez. Ama Akdeniz’e doğru da akmaktadır. Nil’e bırakılan Musa’nın içinde bebek olarak bulunduğu sepet akıntı ile, daha sonra büyüyeceği ve emin olarak büyütüleceği Fir’avnın Nil kıyısındaki sarayının yakınlarına kadar yüzer ve bu sepeti adamlarına getirterek onun sarayında Musa (a.s.) öldürülmekten emin olarak büyür, büyütülür ve sonunda Allah bu çocuğa elçilik görevi verir, ki bu çocuk Musa (a.s.)’dır.
İşte Musa’nın annesine de çocuğu ile ilgili olarak ‘kişiye özel bir vahiy’ göndermiş ve bu kişi de bu vahye uymuştur.
Bu iki örnek vahiyden sonra herhangi bir kimseye ve herhangi bir nedenle vahiy gönderildiğine dair elimizde bir delil bulunmamaktadır. Allah, Kitabı Kur’an’da yukarıda bahsettiğimiz vahiy türlerine değinmekte bu konuda biz kullarını bilgilendirmektedir. Bizim bilgimiz de O’nun bildirmesinden ibaret bulunmaktadır. Bu bilgilere ekleyecek herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır vahiy konusunda.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi ‘Vahy-i gayr-ı metluv’ diye bir şeyin söz konusu olmadığı, böylesi bir vahiy türünü peygamberden sonra gelenlerin zorlama sonucu gündeme getirip, gündemde tuttuklarını ve üzerinden geçen asırlarla da söylemlerine sanki kesinlik kazandırdıklarını görüyoruz. Hiçbir yanlış, üzerinden asırlar geçtiği için doğrulaşmaz. Putlara tapılması, onların Allah’a eş koşulması da üzerinden asırların geçtiği bir vakıa olduğu halde asla gerçek değildir ve bir sapıklık kıdemlendikçe gerçek haline dönüşemez, dönüştürülemez. İnsanlar bunu bilmelidirler.
Günümüzdeki kavram kargaşasında vahy-i gayr-ı metluv söyleminin en temeldeki sebeb olduğunu görüyor ve biliyoruz. Müslümanlar böylesi esassız Kur’an dışı söylemlerden vazgeçmedikçe, her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur’an’a dönmedikçe kavram kargaşasından asla kurtulamayacaklardır. Aralarındaki ihtilafların en temeldeki sebebi ise Kur’an İslam’ından uzaklıklarıdır.
Bu uzaklığı yakınlığa dönüştürmedikçe, Kur’an’a yaklaşarak Kur’an ile kendi aralarındaki mesafeyi yok etmedikçe bu tür ve benzeri ihtilaflardan kurtulamazlar. Kurtulmanın tek yolu ise bu mesafeyi kaldırmaktır. Asırlardan beri böyle söylenegelmesi, böyle bilinegelmesi gibi hiçbir değer bulunmayan şeyleri yeniden gözden geçirmeliler ve Kur’an’ın tuttuğu ışığın aydınlatması ile gerçekleri görmelidirler.
Kendisine bakılan Kur’an, hiçbir ayetinde vahy-i gayr-ı metluv’dan bahsetmemektedir. Biz kimi vahyi yazdırır ve koruruz, kimini de yazdırmaz ve insanların hafızalarına teslim ederiz denilmemektedir. Allah, elbette dinini koruyandır. Dininin yazılı bulunduğu Kitab’ı indiren ve korumasına alandır. Allah gerçekten Külli şeyin kadirdir’. Şayet hadisler de vahiy olsa idiler, bu takdirde Allah’ın gücü onları da korumasına alacak güçte olduğundan onları da korur ve insanların üzerinde ihtilaf edip durdukları kiminin reddettiği, kiminin kabul gösterdiği şeyler olmaktan çıkarırdı. Ki böyle olmadığını, yani hadislerin Allah’ın korumasına alınmadığını Kur’an açıkça bize göstermektedir.
Zaten hadis, peygamberin sözü değil, Onun sözleri denilen sözlerdir. Ki bu yüzden daha peygamberin sağlığından beri hadis diye işitilen sözler hep eleştiri konusu olmuş, duyulan şahıstan işitildiğinde hemen kabul görmemiştir. Muhaddislerin de aynı eleştiriyi yaptıkları kitaplarında yazmaktadır ki bunlar yüz binlerce hadisi attıklarını, kitaplarına almayı uygun görmediklerini söyleyegelmişlerdir.
Müslümanlar, kavramlarını Kur’an ışığında gözden geçirmek ve farklılıklarını gidermek zorundadırlar. Bunu yapmamaları halinde ne bu dünyada Tevhid üzerinde bir vahdet oluşturabilirler, ne de ahirette hesabı kolay verebilirler. Bu açık olarak bilinmelidir. Kur’an’ın baz aldığı din İslam’dır. Ki Resulullah da Kur’an’ı baz alarak İslam olmuş, risâletini yürütmüş ve Rabbi Allah’ı razı etmiş, edebilmiştir. Zannına ve hevasına uyarak Allah razı edilemez. (İnanmak ve Yaşamak III, Ercümend Özkan)
__________________ Allah temiz akıl sahiplerini sever!
|
hasanoktem Admin Group
Katılma Tarihi: 10 eylul 2006 Gönderilenler: 2837
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
VAHYE YÖNELTİLMİŞ BİR TEHDİT VEYA VAHY-İ GAYRİ METLUV ÜZERİNE...
Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne).
1. |
zâlike |
: işte bu, bu |
2. |
el kitâbu |
: kitap |
3. |
lâ |
: yok, değil |
4. |
reybe |
: şüphe |
5. |
fî-hi |
: onun hakkında, onun içinde, onda |
6. |
huden |
: hidayet, hidayete erdiren |
7. |
li el muttekîne |
: takva sahipleri için
İşte sana o Kitap! Kuşku,çelişme, tutarsızlık yok onda. Bir kılavuzdur o, korunup sakınanlar için. |
İşte bu kitap, işte O'nda yok şüphe...
Vahy-i Metluv = Tilavet edilmiş, okunan vahiy, vahy-i celi( açık, zahir vahiy)
Vahy-i Gayri Metluv = Tilavet edilmemiş, okunmamış vahiy( vahy-i hâfi, gizli vahiy)
Selam,
Şayet Vahyin işte bu şekilde parçalanma kabul ettiğini, parçalandığını, kısımlara bölündüğünü kabul edersek, bu durumda:
Yüce Allah'ın, Rasulüne hem Kur'an'ı indirdiğini, bize tilavet etmesini emrettiğini, fakat bunun yanında da ( Kur'an'ın, nakıs, tam olmayan, yetersiz, malûl, problemli, kusurlu olduğu düşünülmüş olacak ki...) Kur'an'ın dışında Kur'an'ın eksikliklerini tamamlayacak, kusurlarını izale edecek, yetersizliğini yeter hâle getirecek 2. bir vahiy daha gönderdiğine inanmamız gerekecek...
Yüce Allah, Rasulüne ayriyeten başka bir 2.vahiy daha gönderiyor, bize bildirmediği bazı haberleri o'na bildiriyor, bazı sırları ifşa ediyor, bu 2. tür vahiyle işleri şöyle şöyle halletmesini emrediyordu...demek ki Rasulün hayatının tüm bölümleri veya dine müteallik işlerinin tümü bu yolla yönlendiriliyordu...işin ilginci ve anlaşılmazı, Kur'an'dan sorumlu olan bizlerin bu 2.vahye(!) kapalı olmamız...Allah Rasul'ü bizim Kur'an ile sağlıklı bir tanışıklık gerçekleştirebilmemiz için bu 2. tür vahyi tıpkı Kur'an gibi yazdırtıp zaptu rapt altına alacağı, dolayısıyla ahiretimizi ilgilendiren çok önemli bir kaydı gerçekleştireceği / gerçekleştirmiş olduğu gelir akla bu durumda öyle değil mi...fakat bunu değil, tam tersini görüyoruz...Kur'an dışında hiçbirşey yazdırmaması bu yönde hiçbir hareketin olmadığını , böyle bir şeyin Rasulün ne gündeminde ne de bilgisi dahilinde bile olmadığını göstermektedir bize...Yok öyle bir 2.3.vahiy çünkü...Olmayan bir şeyi nasıl yazdırsın Allahaşkına...
Hem, hiçbir Rasül, gizli ve insanların ulaşamayacağı bir gündem ile insanları Yüce Allah'a davet etmemiştir...etmez de...Kendisinin sahip olmadığı bir gizli /gayri metluv bir bilgiye kendisi bile sahip değildir ki, tutup o gizli bilgi ile insanları Yüce Allah'a davet etsin/ çağırsın...Bu olacak bir şey değildir...
Ortak koşmaya, ikilemeye ,üçlemeye, parçalamaya epey meraklı olan şirk mantığı ; Hz.Muhammed'in " mecnun ", " şair ", " kahin" "öğretilmiş mecnun" olduğunu söylüyor ve bu şekilde vahye saldırıyordu. 2. vahiy türü icad etmek isteyenlerce bolca istismar edilen Necm Sure'sinin ilk Ayetleri işte bu konuda müşriklere cevap vermekte - düşünülenin tam tersi istikamette- " Muhammed'e şiirler öğretiliyor " , " kahindir ", " cinlenmiştir " vb.ithamlarını red etmektedir...Rasulün asla gizli / saklı / kendi kafasıyla / kendi yanından birtakım şiirsel çeşnileri düzmeceleri vahiydir diye arzetmediğini açıklamaktadır bu Ayetler...ve bize şunu demektedirler açıkça :
O'nun size okuduğu Ayet'ler Yüce Allah'ın kelamıdır, Kur'an'dır!..."O" size Ayetleri heva veya hevesinden söylemiyor..." la raybe fih" olan Kur'an, vahyedilmiş bir vahiy'dir...
Hicr 9'da Yüce Allah, " zikri biz indirdik ve o'nu koruyacak olan da biziz" diye buyurmuştur. 2.ayrı bir vahiy var ise o halde bu 2.vahyi de " zikir" kapsamında değerlendirmemiz ve bu 2.vahyin de korunmuş olduğunu teslim etmemiz icab eder...Halbuki çok iyi bilinmektedir ki ne kutsi hadis(!) ne de diğer hadisler korunmamışlar...Korunmadıklarına göre o halde bunları " zikr " kapsamında değerlendirmek yanlış olacaktır bir kere...
Bununla birlikte şayet Peygamber'e vahy-i hafi gelmiş olsaydı, Peygamber bu vahiy'leri yazdırmamakla, korunması için önlem almamış olmakla Peygamberlik görevini ihmal etme, vazifesini tamamlamama zaafiyetine düşmüş sayılacaktı...Vahy-i gayri metluv'un var olduğunu iddia etmek Allah Rasulüne de bir saldırı anlamındadır...Çünkü Yüce Allah Rasulüne risaletinden herhangi bir şeyi gizlemesi, duyurmaması halinde Elçiliğini yapmamış sayılacağını duyurmaktadır...(Maide67)Yani Allah Rasulünün söz, fiil, takrir, eylemlerinin vahiy ürünü olduğunu söyleyip de, bunların aynı zamanda korunmamış ve tilavet edilmemiş bilgi kapsamında olduğunu söylemek vahyin korunmamış ve insanlardan gizlenmiş olduğunu düşünmek anlamına gelecektir...böyle bir ifade Hicr 9'u yalanlayacak mahiyettedir...
Sahi, Allah Rasulü ile Mekke'li müşriklerin arası hangi tür vahiy nedeniyle açıktı?...Hangi vahyi kulaklarıyla duydularda o'nu katletmeye kalktılar?...Onunla savaştılar...vahy-i gayri metluv'u, vahyi hafi olması ve tilavet edilememe sorunu olması nedeniyle onu duyamadıkları aşikar olduğuna göre herhalde ve tek ihtimal/ tek seçenek olarak vahy-i metluv'u duymuş olmalılar demek ki..." Sana AĞIR bir söz vahyedeceğiz!..", " Seni gönderdik ki sana VAHYETTİĞİMİZİ ONLARA OKUYASIN !...(11/30) Bakara 2, Şura 7, İsra 88 gibi ayetlerde Kur'an'ın niçin indirildiği ve önemi hassaten vurgulanmaktadır. Bu ayetlerdeki vurgulardanda Rasulullah'a Kur'an'ın dışında ayriyeten 2. bir vahiy daha indirilmemiş olduğunu "görmemek " mümkün değildir...İşte Rasule inen son vahiy= Bu Kur'an'dan, bu açık vahiy'den başkası değildi yukarda açıkça vurgulanan, gösterilen...Öyle bir Vahiy ki ağırlığından Peygamber ve beraberindeki Mü'minler :" Allah'ın yardımı ne zaman? " (2/214)diyecek duruma gelmişlerdi...Mü'minlerle bu derece savaşan ve cehennemi hakkeden bu müşriklerin tilavet olmaması nedeniyle hafi kalan 2. bir vahiy türünden habersiz olup cehennemi boyladıklarını söylemek adalet mefhumuyla uyuşur mu? Kendilerine ulaşmamış bir bilgiden sorumlu tutulabilerler mi?...yalnız o müşrikler için demiyorum, ( 2. vahiy türü(!)nden hâliyle sorumlu olacak olan...)tüm insanlık alemi içinde aynı sual sözkonusu olacaktır, bu durumda...
Peki ya bu Kur'an vahyini beğenmedik, bize 2.bir başka türlü bir Kur'an getir, veya bunu değiştir...diyenlere ne cevap veriyor Sevgili Rasul: O, bu istedikleri şeyin gayri meşru ve imkansız olduğunu, kendisinin bile Rasullüğüne rağmen yalnız ve ancak kendisine indirilen bu vahiy'den sorumlu olduğunu , sadece herkesin önünde bulunan bu vahye uyacağını söylemiştir cevab olarak...peki ya Kur'an yetmez, biz bu Ayet'leri yetersiz görüyoruz, bize 2. bir başka vahiy getir! diyenlerle muhattap olsaydı...aynı sorunun farklı varyantlarına farklı bir cevap vermezdi herhalde...Sonuçta aynı olan iki soruya veya aynı isteğe neden farklı cevap versin ki...
Allah'IN Rasulü elbette Yüce Allah'ı odak, Kur'an'ı merkez edinecek;çağına şahidlik edip içtihad edecek, Kur'an'ı doğru bir biçimde önyargısız, objektif , yalın bir anlayışla, hikmetle anlamaya ve yaşadığı gün itibariyle hayatındaki karşılığını bulmaya, pratize etmeye, güncellemeye çalışacaktı...Bu anlamda bir Rasül olması hasebiyle risaleti elbetteki kontrol altında olmalıydı...nihayetinde kendisi de bizim gibi bir beşerdi...Hâta ve nisyan ile mâlul'du...Bir beşer Peygamber olarak risaletini ilgilendiren bazı konularda hâliyle hâta'lar yapmış ve fakat Yüce Allah tarafından derhal bu hatalar düzeltilmişti...Çünkü, insanoğlunu Yüce Allah'a çağıran( dâiyallahe) Rasul'ün bu davetinde ne bir eksik, ne fazlalık, ne ivecenlik(eğrilik) , ne çelişki,ne batinilik ne de gizli bir yön bulunamazdı...burada yapılan ilahî düzeltme de hedef, Rasulün kişiliği değil RİSALETİN bizzat kendisi idi...Risalet idi kurtarılmak istenen Yüce Allah tarafından Rasulullah bizzat Kur'an Ayetleri ile gizli bir vahiy veya gayr-i metluv yoluyla falan olmaksızın uyarılmış , te'kid edilmiş ve hatta azarlanmıştır...böylelikle Risaletine bir zarar gelmesi engellenmiştir...bütün bunlar göz önünde, herkesin açık açık görebileceği bir şekilde Yüce Allah tarafından yapılmıştır...eğer ki, vahy-i hafi yani vahy-i gayri metluv türünden 2. bir vahiy türü olmuş olsaydı, Yüce Allah'ın bu tür vahiyle Rasulünü yönlendirmesi beklenirdi halbuki...demek ki yok öyle bir gizli ve 2. bir tür vahiy...Örneğin Bedir'de esirlerden fidye alınması(8/67), helal bir evlilik durumu kendi kendisine haram etmesi ( Tahrim ), sefere katılmak istemeyen münafıklara izin vermesi(9/43), Abese olayı( Abese suresi) ve Zeyd ile ilgili olayda Yüce Allah'dan değilde insanlardan çekiniyor durumda olmuş olması(33/37) olayları göz önüne alındığında açıkça görülecektir ki, demek ki Allah Rasulünün elinde Kur'an vahyi'nin dışında 2. bir tür ayriyeten bir başka vahiy aramak beyhude bir arayıştır...yoktur böyle bir 2. vahiy... Rasülullah, açık vahiy'den elde ettiği kazanımlarla, sosyal, kültürel, toplumsal, siyasi ve askeri vb. türü ilişkilerden edinmiş olduğu tecrübeleri örfün uygun düşeni ile birleştirdiği zaman doğru ve isabetli karar vermesi kolaylaşırken, hata yaptığında da Yüce Allah o'nu -risaletini korumak adına -hemen ve açık bir biçimde düzelttiriyordu...Böylelikle risaletini açık ve net bir biçimde yine apaçık Ayetler ( vahy-i metluv) ile koruyordu...bütün bunlar olurken vahy-i gayr-i metluv'dan bir eser veya bir koku bile göremiyoruz...çünkü yok öyle bir şey, 2. bir ayrı veya 3. bir ayrı vahiy türü falan...Tek bir vahiy görüyoruz Rasulullah'a vahyedilen: O'da Kur'an vahyi...yoksa yetmedi mi?...
Yetmedi mi daha onlara ki sana Kitab indirdik, KARŞILARINDA OKUNUP DURUYOR ? Şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve ilahî bir uyarı var!...( Ankebut 51)
Peygamber bizim için üsve-i hasene(33/21) olduğuna göre bizim O'nu takip edebilecek bir imkana , bir potansiyel duruma , bir ilahî bilgi dağarcığına sahip olmamız icab eder....Aksi takdirde bizim Sevgili Rasulü takip etmemiz, taklid etmemiz, örnekliğini benliğimizle örneklendirmemiz ta en başından ınkıtaya uğrayacak demektir...Öyle ya bizim asla ulaşamayacağımız 2. bir ayrı tilavet edilmemiş vahiyle desteklenen bir Rasül bize nasıl üsve-i hasene olacak ki? Yürürken İZ bırakmayan, gizli gizli İZ'leri olan bir Rasulün İZ'lerini kimse takip edip, gittiği yoldan gidemez ki...İZ'i yok ki İZinden gidilsin...adı üzerinde İZ...Hiç görünmez İZ olur mu? Görünmeyen İZ, iz olmaktan çıkmaz mı? Yüce Allah, hiç bu görünmeyen İZ'i neden takip etmedin diye cehennem'e atar mı? " Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim..." (18/110) diyen ve " Ancak kendisine vahyolunana uyduğunu " ( Yunus 15) bildiren ve açıkça İZ'i gözüken bir elçi Peygamber İZ'lenebilir ancak... Örnek olunmaya müsaade etmeyen(!) , yürüdüğü İZ'i gizli olup, belli olmayanbir Peygamberin örnek edinilmesi , İZ'inin takip edilmesi nasıl gerçekleşecek ki? Hem ,Allah Rasulü ile aramızda kapatamayacağımız bir farklılığımız var iken biz hiçbir zaman da bu duruma erişemeyeceğimize göre yani hiçbir zaman Gayri metluv vahiy alamayacağımıza göre o halde "üsve-i hasene " emri butlan ve hükümsüz kalmayacak mı bu durumda? Hiç Yüce Allah'ın emri geçersizliğini yitirir mi?
Elbetteki Allah Rasulü bir postacı değil, bir elçi idi...Yüce Allah'ın elçisi idi hemde...Bunda şüphe yok, fakat "O" bir postacı olmadığı gibi, bir motor ya da bir makina da değildir...Kur'an dışında ne idüğü belirsiz 2. bir tür vahiyle yönlendirildiği iddia edilen Peygamber'e bu durumda ( farkında olunsun veya olunmasın...)Postacı kelimesinden daha ağırı olan " robot " luk(!)yakıştırmış olunmaktadır böylelikle...Yani bir yanda ifrad, bir yanda tefrid ile karşı karşıyayız...Ne ifradı seçmek zorundayız, ne de tefridi...Şayet kendisine Kur'an dışı bir 2. vahy geliyor idiyse " ifk " hadisesinde neden gelmedi bu 2. tür vahy...Neden gelmedi de uydurma iftiralar ortalıkta yaşam alanı bulabildi? Birde önemli bir nokta şudur burada :
Şayet Peygamber'in 2. bir vahiy türü aldığı biliniyor olsaydı insanlar arasında, bu durumda kimse kat'iyyen uyduruk bir haber veya " ifk" hadisesi gibi ( 24/11-12)bir iftira ile Mü'minlerin yanına yaklaşmazdı, çok istese bile...çünkü Peygambere gelecek 2. tür vahiy ile derhal enseleneceğini bilirdi bu durumda...iftiraların rahatlıkla yapılıyor olması, kimsenin böyle bir 2. bir vahiy türünden haberdar olmadığını, böyle bir vahiy çeşidini hiç duymadıklarını ispat etmektedir...Eğer Peygamber'in en yakınında bulunan insanlar vahy-i gayri metluv'dan habersiz ise, biz nereden haberdar olacağız/ olmuşuz böyle bir vahiy(!)den...tabiki uyduruk hadislerden...ne mutlu bize olmayan bir şeyden haberimiz olmuş oluyor uyduruk hadisler sayesinde...
2.bir vahiy türü olduğuna inanıp bu inançlarına mesnet arayanların delil(!) olarak sunmaya çalıştığı Rasullullah'ın evliliği ile ilgili(33/37), kıblenin değiştirilmesi (2/144) ve tahrim mes'elesi ile ilgili yorumlarının mesnetsiz, Ayet'lerin ne lafız ne mana ne de maksadı ile alakası olmayan zorlama yorumlar olduğunu objektif ve ön yargısız bakabilen herkes görebilir...Kur'an dışı bilinç ve görgüleri kendine gözlük yapmamışlar kolaylıkla anlayabilir...Bu yorumların referansının Ayet'ler değil tamamen uyduruk rivayetler olduğu açıktır...Bu delil ve mesnet yoksunu yorumlar, tamamen "2. bir ayriyeten farklı bir vahiy var!..." cümlesini ispat(!) etmeye yöneliktir..."Yüce Allah bize ne emrediyor, Kur'an'da ne buyurmuş" cümlesine özenle cevap aramaya yönelik değil..." De ki arınmağa gönlün var mı? Ayeti geldi aklıma birden...Kur'an dışı vahiy iddiasının gerekçelerinden olan yukarıda sayılan ve sayılmayan Ayet'lerin nasıl zorlama yoluyla yanlış değerlendirildiği ile ve bu değerlendirmelerin aslında belli bir amaca matuf olduğu, aslında bu Ayet'lerin objektif ve yalın bakıldığında rahatlıkla nasıl okunduğu ile ilgili konuları uzun uzun detaylı ayrıntılarıyla ihtiva eden bir mesaj değildir bu yazı...Bu konuda bu Ayet'ler ile ilgili detaylı ve ayrıntılı cevap arayanlar için şu adresteki cevab'ların yeterli geleceğini düşünüyorum...
SIKÇA SORULAN SORULARA CEVABLAR...
Esasen Hicrî 30'dan sonraki yıllar sahabelerin birbirlerini boğazlamaya başladığı, birbirlerini kafirlikle, fasıklıkla suçlamaya başladıkları yılların başlangıcına işaret ediyordu maalesef...Aklın havsalanın almakta güçlük çektiği bu iç savaşlarda binlerce Müslüman birbirini kılıçtan geçirmiştir...Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesai'de geçen bir rivayete göre Rasulullah'ın " Ya Rabbi ! ashabım ashabım " diyeceği, buna mukabil " Senden sonra, onların neler yaptıklarını sen bilmiyorsun; sen onlardan ayrılalıberi onlar, ( dinden) gerisin geriye dönmeye başladılar" denilerek ikazda bulunulur...( Bu rivayet, kütüb-i sitte'yi 2.kaynak olarak kabul edenlerin sorumluluğundadır, " Allah'ın Rasulüne tek Kur'an vahyedilmiştir..." diyenlerin değil...) Her ne yaparlarsa yapsınlar bu insanlar yine de kendilerini Müslüman isminden başka bir isimle vasfetmediklerinden ötürü bu kimlik dejenere olmuş, yamultulmuş, erozyona uğramıştır...Müslüman isminden vazgeçmeleri halinde maddi manevi birçok kazanımlarından ve sahip olduklarından vazgeçmiş olacaklarını bilen bu insanlar, TÜM yapmış oldukları İslam dışı fiil ve davranışları yine de İslam'ın çatısı altında bulmaya, illaki ve billaki de olsa bulmaya..., yine de bulamazlarsa zorla icad etmeye çalışmışlar ve bilmeyen çoğu insanı İslam referansı ile kandırmışlardır...Bunu yaparken ya Ayet leri kendi durumlarını meşrulaştıracak veya karşıt görüştekileri İslam'dan dışlayacak tarz ve biçimde yorumlamışlar/ yorumlattırmışlar ya da Rasulullah adına söz, fiil, takrir iddia etmeye başlamışlardır...Kendi aralarında tenakuzlu/ çelişkili; Kur'an ile çakışmayan , hatta Kur'an ile çatışmaya giren birçok mesnedsiz sözleri zanni olduklarına bakmaksızın konumlarına ve konjonktüre uyan şekilde yorumlamışlar ya da Allah Rasulünü kendi Rasulleri yerine koyup(!) YENİDEN KONUŞTURMUŞLARDIR...
Bugünlerde Tunus, Mısır ve benzeri Tağutî ülke yönetimlerinde de örneklerini müşahade etiğimiz gibi gücü elinde bulunduranların en büyük problemi, topluma sahip oldukları bu gücün meşru olduğunu anlatabilmekti. Toplumun meşru görmediği yönetimlerin ömrünün kısa olacağı açıktı...Dolayısıyla zorba yönetimlerini meşrulaştırıcı en güzel ilaç " din " olduğuna göre din üzerinden deliller icad ederek, seslenerek Ayetlerin muhtevasını /içeriklerini yeniden kendi konumlarına uyarlıyarak, buna göre anlamlandırarak, Allah Rasulünü bu doğrultuda yeniden konuşturarak durumlarını/ konumlarını tesis edip sağlama aldılar...Kur'an ile çelişen iddialarına " tamam kardeşler, bunlar Kur'an da geçmiyor ve hatta Kur'an ile çelişiyor olabilir ancak, bunlarda vahiy'dir " şeklinde cevap veriyorlardı. Seri üretim tesisleri 24 saat vardiya ile çalışıp üretmiş oldukları rivayetler Allah Rasulünü " üsve-i hasene " olmaktan çıkartıp, izlenmesi / takip edilmesi / taklid edilmesi imkansız bir efsane kahramanına dönüştürüyordu hızla...Rasulullah tüketiliyordu bu şekilde saygısızca...Ay'ı ikiye ayırmıştı O..." , Miraç'ta Allah ile konuşmuş, bizim için Yüce Allah ile pazarlık dahi etmişti(!), O'nun doğumu, çocukluğu, gençliği sürekli olarak meleklerin destek ve kontrolünde gerçekleşmişti...öldükten sonra neler neler olacağını da tek tek saymıştı üstelik(!)...O halde Kur'an dışında 2. bir ayriyeten bir başka vahiy daha gelmişse O'na, ne vardı bunda?...Yani böyle bir varlık 2. bir vahiy türü daha alamaz mıydı, gizli ve tilavet edilmeyen...Pekâla alırdı(!)...İşte bu şekil ve minvalde 2. bir farklı vahiy icad edilmesi metodu ile Sevgili Peygamberimiz O'nu çok çok(!) sevenler tarafından katledilmiştir maalesef...Vefatından sonra katledilmiştir, sağlığında değil...Cevap veremeyeceği zaman dilimi seçilmiştir...Cevab veren Kur'an ise 2. bir vahiy türü ile susturulmak ve sulandırılmak istenmiştir...Kur'an beğenilmediği, eksik, yetersiz ve mâlul olduğu ART düşüncesiyle " Bu Kur'an'ı değiştir veya beddelhu/ yeni bir vahiy ile değiştir söyleminin/ isteğinin/ hasretinin aynısı farklı ifadelerle ortaya konmuştur..."Ben ancak Vahy'e uyarım, o'nu değiştirmek de benim elimde değildir !..." diyen Sevgili Peygamberi vefatından sonra " gömen " bu insanlar " kafalarına uyan " " konumlarını teyid eden/ meşrulaştıran..." " maddi ve manevi rantlarına karışmayan hatta destekleyen bir misyona sahip, Kur'an'daki tarifiyle çatışan yeni bir Peygamber profili ÜRETİLMİŞTİR...Yeniden üretilen bu 2. 'Rasulünün(!) ilk yapacağı şey ne olacaktı? Elbetteki bu 2.Peygamber ilk iş olarak farklı bir 2. vahiy getirecekti TÂLİP'lerine...Bu zulüm yönetimlerini gayri meşru kabul eden kişi ve grupları susturmak ve zulümlere destek verebilmek, din'i yamultabilmek ve şirki meşrulaştırabilmek için Kur'an ile alakası olmayan ve hatta zaman zaman Kur'an vahyi ile çatışmaya giren yeni bir 2. vahiy getirecekti...Getirdi de(!)...Başardılar sonunda...En azından insanların çoğunluğu nezdinde de olsa bu yeni versiyon Peygamberin üretilmesi, hakiki Peygamberin tüketilmesi sağlanmış oldu...( en azından aldatanlar ve gönüllü aldananlar nezdinde...)Yoğun istek üzerine üretilen bu yeni Peygamber'e söylettirilen hadislerden birine bir örnektir " erike " hadisi...:
Bu hadis(!)'te Peygamberin söz ve davranışlarınında tıpkı Kur'an gibi vahiy olduğu ifade ediliyor, ayrıca otorite olarak yalnızca Kur'an'ı kabul edenlerde suçlanıyordu...
Elde böyle bir hadis(!) olduktan sonra( hadis üretim merkezlerini ve seri üretim mühendislerini kutlamak lazım...) yalnız Kur'an vahyine dayananların vay hâline artık !...böylelikle helal haram koymada tek Kur'an vahyine dayanan anlayışı bu hadis(!)ler sayesinde mahkum edip Kur'an'dan başka 2. bir tür vahiyler daha var diyen kendi hasret, anlayışlarını meşrulaştırmış olacaklardı kolaylıkla...Bu hadis(!)in birçok varyantından iki tanesi şöyledir :
1.varyant :
" Haberiniz olsun ki bana " Kitab" ve bir de Onun " misli "verilmiştir. Biliniz ki karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanıp oturarak, şöyle diyeceği zaman yakındır : " Bu Kur'an'a uyun! Onda helal bulduklarınızı helal, haram bulduklarınızı da haram addedin. Haberiniz olsun ki, ehlî merkeb eti, yırtıcı kuşların (.......)size helal değildir....."
2.varyant :
" Bilin ki, bir adam koltuğuna yaslanmış vaziyette iken, hadisim kendisine ulaşır ve şöyle der : " Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Biz, o'nda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram kabul ederiz.(Ama bilin ki )Allah'ın Rasulünün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir.
Besbellidir ki yoğun istek ve görülen müthiş bir lüzum üzerine bu ve benzeri hadisler(!) Kur'an'ı referans alanlara/ hayatı ve tüm olayları ilahî Kur'an vahyine arz edenlere karşı saldırı amaçlı olarak üretilmiştir / icad edilmiştir...Zira İslam toplumundaki itikadî, siyasi, sosyal ve kültürel gelişmeler dikkate alındığında bu hadis(!)lerin Hicri 1.asrın 2.yarısında oluşturulmaya başlandığı ve gelişmelere paralel olarak 2.asırda ve 3. asırda ilavelerin yapıldığı söylenebilir. Zira her çıkan ekol/ fırka bir şekilde ya tenkid ya da destek içeren motiflerle bu hadis(!)lerde kendini göstermiştir...İşte "Kur'an dışı vahy(!)" diye ucube bir şey ortaya atılarak hem Ayet'ler bu 2.vahiy türü(!) ile yeniden yorumlattırıldı, içeriği /muhtevası mana ve maksadı kendi durumlarına göre yeniden işlenip dolduruldu, hem de siyasal, sosyal, pratik hayatın her aşaması bu doğrultuda yeniden yeniden inşa edildi...Bundan sonra da tam olarak bu yönde yürünmesi amacıyla, yani bu hedef doğrultusunda tahkim amaçlı hadis usulü, fıkıh usulü ve tefsir usulü icad edildi...DİN'de yapılan bu tahrif çalışmalarına karşı çıkan muhalif ses ler olmasına rağmen, bu anlayış cebren ve zorbalıkla resmileştirilerek " egemen din anlayışı " şeklinde ve yönünde resmen sabitleştirildi...Bir daha da bu geleneksel din anlayışının dışına da çıkılamadı zaten...Şu anda İslam coğrafyası(!) adı verilen topraklarda hüküm süren din anlayışı işte bu anlayıştır...Yani Rasül'den sonra heva ve heves doğrultusunda Kur'an'dan ve Allah Rasulün'den resmen uzaklaştırılıp reforma uğrayan bir beşeri/ insansal din anlayışı...
Sonuç olarak denmelidir ve açıkça besbellidir ki : Yüce Allah Rasulü'ne/ elçisine vahiy olarak sadece Kur'an Ayet'lerini vahyetmiştir...2. bir ayriyeten bir başka vahiy daha vahyetmemiştir O'na. Bunun aksi bir ifade , mesnedsiz ve delilsiz bir iddia'dan öteye geçemeyecektir...Bu iddianın Allah Rasulünün vefatını fırsat bilenlerin zorbalık ve din de inhiraf dönemlerinin halkın nazarında meşrulaştırılması ameliyesinden başka bir şey değildir...
muhabbetle
__________________ Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
|