Allah’ın
(c.c.) varlığı ve yokluğu konusu, içerisinde bulunduğumuz çağda ortaya
çıkmış yeni bir tartışmadır. İnsanlık daha önceki çağlarda Allah’ın
(c.c.) varlığı konusunda hiç bir kuşkuya kapılmamıştır.
İnsan Allah’ın (c.c.) varlığı konusunda nasıl herhangi bir kuşkuya
düşebilir ki?.. Bunu aklı başında olan bir insanın anlaması gerçekten
çok zordur. Nedense bu konuda başkalarının da benden farklı
düşüneceklerini sanmıyorum. Çünkü öncelikle insanın kendi varlığı;
vücudu, her bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır.
Farz
edelim ki, bir gün insanlar çeşitli gezegenlere de yolculuk yapmaya
başladılar. Tıpkı bir şehre gider gibi uzayın çeşitli gezegenlerine
toplu geziler düzenlemektedirler. İşte böyle bir gezinti sırasında yeni
keşfedilen bir gezegende bir insan heykeline rastlanır. Bu heykelin
bütün dış organları tıpkı canlı bir insanınki gibidir. Ama tüm
aramalara ve araştırmalara rağmen bu gezegende o heykeli yapacak canlı
bir varlığa tesadüf edilmez. Bu durumda buna tanık olan insanlar,
heykelin varlığı ve yaratıcısı konusunda ne düşüneceklerdir? İçlerinden
bir filozof kalkıp da ilgili heykelin oluşumunu gezegendeki ısı
değişimi, rüzgar, akar su gibi doğa güçlerinin bir kaya bloğunu
biçimlendirmesiyle izah etmeye kalkarsa yada tek bir atomun diğer atom
ve elementlerle türlü koşullarda ve çeşitli uygun tesadüflerin
birleşmesiyle ve kaynaşmasıyla meydana geldiğini iddia ederse buna
elbette herkes gülecektir. Bir doğa gücü olan ısı değişimi, rüzgar ve
akar su gibi öğeler gerçi kaya bloğunu parçalayabilirler. Çeşitli
biçimlere sokabilirler. Kum ve toprağa da dönüştürebilirler. Ama bu
doğa güçleri, ona bir insan heykeli görünümü veremez. Bunun gibi tek
bir atomun diğer atom ve elementlerle tesadüfen birleşmesi ve
kaynaşması ile böyle güzel bir sanat eserinin meydana gelebileceğine de
kimse ihtimal vermez. Herkes bilir ki, bunu ancak hayal kuran,
tasarlayan, ölçüp biçebilen, bu konuda eğitim almış, eli maharetli bir
heykeltıraş yapabilir. Gerçek budur. İlgili heykelin kendiliğinden
meydana geldiğini düşünmek büyük bir saflıktır, aldanıştır. Basit bir
heykel için durum böyle iken içerisinde yaşadığımız dünyada en mükemmel
tarzda yaratılmış, vücudu, organları yaşam için en ideal tarzda
biçimlendirilmiş bir insanın varlığını ve yaratılışını nasıl tek
hücreli bir canlıyla ve onun doğa güçleri ve tesadüfler ile
evrimleşmesiyle izah edebiliriz? Kaya bloğundan yapılmış basit bir
heykel parçasına bile bir heykeltıraş aranırken capcanlı; ruh, nefis ve
irade sahibi bir insan için bir yaratıcı düşünülmemesi ondan daha
büyük bir saflık, aldanışlık olmaz mı?
Bu
gerçekliğe karşın bir kısım insanlar, düşünürler çağımızda Ateizm’i bir
inanç biçimi olarak görmekteler. Ben nedense hiçbir Ateist’in mutlak
anlamda yaşamının tüm anlarında Ateizm’i savunmasını olanaksız
görmekteyim. Bir Ateist arkadaşlarına Allah’ın (c.c.) olmadığını iddia
edebilir, bu konuda onlarla tartışabilir de. Yalnız başı derde
girdiğinde veya kötü anlarında ilk anımsayacağı Allah (Celle Celâluhu)
olur; kalbinde O’ndan yardım umar. İnternette rastladığım şu kısa öykü
bu durumu çok güzel bir şekilde örneklemesi bakımdan ilginçtir:
“Henüz
yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına
gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım
yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç
aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine
kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle
sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton
nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında
arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan
ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki
arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hatta bazı virajlarda, kamyonet
tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu.
Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze
çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu
manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor,
temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme
enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha,
bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allah’ım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok!
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar...
-
Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın
zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış...
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?
- Hiç kimse evlat... Niçin illa da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir.
- Ama Allah, o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?
-Mesela
şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu
kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın
bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da
kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir.
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?
- Yok tabii... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim.
Bu
şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabii
seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum.
Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya
katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu
yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkar etmiyordu. Ama bir an
önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada
araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda
ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp
giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine
bakışırken, şoför başını uzatıp:
-Fren patladı! dedi.
Sağ
yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda
Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol
taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik
şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi
şehadet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye
bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını
söyleyen yaşlı zat da, adeta kendinden geçmiş:
-Allah’ım!.. deyip duruyordu.
Ama
bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve
hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara
yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?
- Hani fren patlamıştı?
- Ödümüz patladı!
- Şaka mıydı yoksa?..
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-E,
sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin,
sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla “Allah!..” diye
bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?
Sonra da bize dönerek:
-Kusura
bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir
ders vermek istedim, diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba
yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş;
yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya
gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
-Oğlum,
senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer
ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebep oldun.
Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına
varacak imkanı sağladın, dedi.”
İnsanın Allah’ın (c.c.)
varlığını inkar edememesinin nedeni manevi yapısından kaynaklanır.
Nefis yaratılışında toprakla ilişkili olduğu ve toprak da yoktan
yaratıldığı için Allah’ın (c.c.) varlığını inkar edebilir. Çünkü nefis
küfür üzere bulunur. Nefsin hidayete ulaşması, kolay kolay
gerçekleşmez. Allah’ı (c.c.) el-Hakîm güzel ismi ile tanıyıp kabul
etmesi ile gerçekleşir. Bu durum da nefsi uzman bir insanın (insan-ı
kamil) kontrolünde uzun bir eğitim ve ıslah sürecinden geçirmekle
mümkün olur. Nefis genellikle kendi dışında başka bir ilaha boyun eğmek
istemez. Allah’a (c.c.) kul olmaktansa pek çok ilaha kul olmayı
yeğler. Ama insan sadece nefisten meydana gelmemektedir. İnsanın
Allah’tan (c.c.) bir ilahi soluk olan ruh yönü de bulunmaktadır. Ruhun
Allah’ı (c.c.) inkar etmesine olanak yoktur. Onun için bir Ateist her
ne kadar diliyle, Allah (c.c.) yoktur, diye iddiada bulunsa da içinden
bir şeyler de bu sözüne karşı çıkacak ve ona katılmayacaktır. İşte cılız
da olsa böyle bir itiraz sesi ruha aittir. Her insanın ruhunda
Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine dair bir hatıranın saklandığı
Kuran-ı Kerim’de işlenmektedir. Gerçi hiç kimse geçmişinde, yani Allah
(c.c.) katında yaratılmadan önce bir ruh iken böyle bir sahne
yaşadığını anımsamamaktadır. Ama demek ki bu anlatılan şey bizim
ruhumuzda bilinçdışı olarak veya kromozomlardaki bilgiler cinsinden
kaydedilmiştir. Belki de Ateist’in Allah’ı (c.c.) inkar ettiğinde
içinde ona itiraz eden cılız ses de bundan kaynaklanmaktadır:
“Rabb’inin Adem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb’in onların
bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki
şahitliklerini isteyerek ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ buyurunca
onlar da ‘Elbette!’ diye kabul etmişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan
haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk
koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı
başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri
sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A’raf suresi, ayet
172-173).”
Çağımızda Ateizm’in ilahi dinler
açısından büyük bir tehlike oluşturduğunu sanmıyorum. Çünkü böyle bilim
ve mantık dışı bir düşünceye çok az kişi inanıyor, üstelik onların da
bu inançlarında içten olmadıklarını düşünüyorum. Benim önemli gördüğüm
sorun, Müslümanların büyük bir kısmının Allah’a (c.c.) iman etmekle,
özellikle O’nu yaratıcı olarak kabul etmekle dinsel sorumluluklardan
kurtulduklarını düşünmeleridir. Allah’ın (c.c.) yasaklarına ve
ibadetlere gereken önemi vermemeleridir. Yani Allah’a (c.c.) Teist veya
Deist türü bir inançla iman etmeyi yeterli görmeleridir.
Kuşkusuz
farz ibadetler dışındakiler (yani nafileler) gizli yapılır. Bunlar
adeta kişi ile Allah (c.c.) arasında bir sırdır. Ama farz ibadetleri
yapmamak Allah’ın (c.c.) emrine karşı gelmek olduğundan büyük
günahlardandır. Bunlar da genellikle toplu halde ve topluluk içinde
icra edilirler. Bu son derece açık ve tartışmasız dini bir bilgidir ve
bunu herkes de bilmektedir. Hadis-i şeriflerde cemaatle kılınan namazın
bireysel olarak kılınanına göre 25 (bir diğer rivayette 27) derece daha
faziletli olduğu belirtilir. Ayrıca pek çok hadisi-i şerif cemaate
devam etmeyi ısrarla emreder. Durum bu olmasına rağmen çoğu camilere
vakit namazı için devam edenler, mahallelerindeki yetişkin erkek
nüfusuna göre yüzde bir bile değildir. Müslümanların önemli bir
kısmının nefislerine ve şeytana uyarak, ayrıca Allah’ın (c.c.) bütün
günahları affetmesi ihtimaline güvenerek bile bile ibadetleri
yapmamakla ve yasakları çiğnemekle O’nun emirlerine karşı gelmesi, pek
doğru bir şey ve onaylanacak bir davranış olarak görünmemektedir. Böyle
bir tavır ve yaşam biçimi insanda dolaylı bir biçimde de olsa Allah’ın
(c.c.) pek çok sıfatını ve güzel ismini yadsımak anlamına geldiği
izlenimi uyandırmaktadır. Ama ben iyi niyetimle yine de bunu bir gaflet
durumu ile açıklıyorum. Ateistlerin “Allah (c.c.) yoktur.” biçimindeki
sözlerinden ziyade Müslümanların ibadetlere gereken önemi vermemeleri
ve açıkça haramları işlemeleri daha düşündürücü ve kaygı vericidir.
Zihinde oluşan salt yaratıcı Allah (c.c.) kavramı ile kimse Allah’ın
(c.c.) kutsal kitaplarında önemle belirttiği (kabir azabı, cehennem
gibi) kötü akıbetlerden kurtulamaz. Allah’a (c.c.) inanmak öncelikle
bütün günahlara tövbe etmekle ve ibadet hayatıyla kendisini belli eder.
Kimin ibadet hayatı zenginse o diğer Müslümanlara göre Allah’a (c.c.)
daha çok yakındır. Onun Allah (c.c.) inancı daha güçlüdür. Özellikle
namaz kılmak bunun en açık belirtisidir. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) bir
hadis-i şerifinde buyurduğu üzere “Namaz dinin direğidir.”
Eskiden çadırlar ve evler direklerle kurulurdu. Direk olmadan bir
yapının ayakta duramayacağı düşünülürdü. Buna göre peygamberimiz
(s.a.s) din binasının da ancak namazla kurulmakta ve ayakta durmakta
oluşuna dikkatlerimizi çekmiştir.
Lise
yıllarında iken Allah’ın (c.c.) varlığını inkar eden bir arkadaşım
vardı. Kendisi artık başına bir bela geldiğinde ve kötü anlarında da
Allah’tan (c.c.) yardım istemediğini söylüyordu. Bir Ateist ile ilk
olarak o zaman karşılaşmıştım. Bu benim için korkunç bir düşünce idi.
Çünkü dindar bir aileden geliyordum. Aramızdaki arkadaşlık ve komşuluk
ilişkisinden nedense onun bu tavrının içerisinde bulunduğu psikolojik
koşullardan kaynaklandığını seziyordum.
Anne-babasıyla ilişkisinin ne kadar sorunlu olduğuna bütün mahalle
arkadaşlarım gibi ben de her gün tanık oluyordum. Bilimsel ve mantıksal
bir bakış açısı ve tavır; yukarıda başka bir gezegene yolculuk
örneğinde sunduğum gibi, öncelikle insanın kendi varlığı, vücudu, her
bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır. Arkadaşım işte
böyle ortada olan bir gerçekle her gün mücadele ediyordu. Kuşkusuz
bunun için büyük bir enerji harcıyordu. Oysa insan doğası tembeldir.
Öyle gereksiz yere, boşu boşuna enerji harcamaz. Ortada bir mücadele,
bilimle ve mantıkla bir çatışma varsa, demek ki bir şeye karşı bir
psikolojik savunma mekanizması kurulmuştur. Bu yüzden Allah’ı (c.c.)
inkar etmek bir bilimsel ve mantıksal tavır değildir, psikolojik bir
savunma mekanizmasıdır. Arkadaşım Allah’ın (c.c.) varlığını inkar
etmekle ve O’ndan bir yardım ummamakla doğasıyla çatışıyordu. Bu gayet
açıktı. Kimsenin de durduk yerde enerjisini böyle boşu boşuna
harcayamayacağına göre onun bu yolla gerçekleştirdiği bazı psikolojik
doyumları vardı. Sorun bunları tespit etmekteydi.
Tabii o zamanlar psikoloji ve psikanaliz üzerine bugünkü kadar bilgi
sahibi değildim. Ama olayları bugün sahip olduğum psikoloji ve
psikanaliz bilgi ve deneyimlerin gözlüğü ile değerlendirecek o zamana
ait epey belge hafızamda bulunmaktadır.
Öncelikle, bu görüşlerini sınıf ortamında ve arkadaşları çevresinde
söyleyerek bizden daha çok özgür ve bağımsız olduğunu ifade ediyordu.
Bizden üstün oluğunu dolaylı bir biçimde vurgulamış oluyordu. Arkadaşım
böyle bir tavırla bize adeta “Ağzı süt kokan çocuklar!” diyerek
hakaret ediyor, üstünlük duygusuna doyum sağlıyordu. Bu vurgu ile karşı
cins karşısında bir hayranlık uyandırmayı amaçladığını düşünmememiz
için ortada bir neden yoktur. Bu da ona büyük bir psikolojik doyum
sağlıyor olsa gerekti. Öyle yakışıklı; güçlü, kuvvetli birisi olmadığı
gibi zengin bir ailenin çocuğu da değildi. İçerisinde bulunduğu bu
koşullarla karşı cinsin ilgisini çekemezdi. Aksine bunlar karşı cins
için itici şeylerdi. Her genç kız haklı olarak yakışıklı; güçlü ve
zengin bir erkek arkadaşın hayalini kurar.
Sonra, arkadaşım Ateist olduğunu söyleyerek o yaşlardaki her genç gibi
ebeveynlerden farklı bir kişilikte, özellikle özgür ve bağımsız bir
durumda olduğunu ifade ederek üstünlük duygusuna başka bir açıdan da
doyum sağlıyordu. Aslında arkadaşım her gençte olan ebeveynle, toplumla
ve onların değerleriyle çatışma içerisindeydi. Onun anne ve babasıyla
ilişkisinin kötü olduğunu belirtmiştim. Kuşkusuz her gencin o oranda ve
yoğunlukta olmasa da böyle bir çatışmayı yaşamasını bekleriz. Bu gayet
doğal bir durumdur. İnsan gelişmesinde bir psikolojik evredir. Ama o,
bu çatışmayı dinsel alana da taşıyordu, Allah’ın (c.c.) varlığını inkar
ediyordu, O’ndan herhangi bir yardım ummak istemiyordu.
Daha sonra başka Ateistleri de tanıma imkanım oldu. Nedense Ateistler
hakkındaki yargım hiç değişmedi. Bu sefer bu yaşı ilerlemiş
Ateistlerin çatışma alanları toplumsal gerçekler ile Allah’ın (c.c.)
emir ve yasakları idi. Kimisi yaşamda umduğu zenginlik ve refaha
kavuşamadığı için varlıklı insanların malına ve paralarına ortak olmanın
tek yolunun Allah’ı (c.c.) inkar etmek olduğunu düşünüyordu. Kimisi
Allah’ın (c.c.) emirlerini yapmamanın ve yasaklarından kaçınmamanın
verdiği ruhsal sıkıntıyı üzerinden atmak için Allah’ın (c.c.) varlığını
yok sayıyordu.
Ateizm olgusu A. Adler’in
Bireysel Psikoloji ekolüyle daha iyi incelenebilir kanısındayım.
Bilindiği üzere A. Adler bireyin hayat içerisindeki tüm faaliyetlerini
ve çatışmalarını aşağılık kompleksinin seçilen bir hayat tarzıyla
üstünlük kompleksi biçiminde telafi edilmesiyle izah eder. Gerçekten bu
yaşa değin gözlemlerimden artık o kadar net bir biçimde kavradım ki,
Ateizm’in dayandığı psikolojik mekanizmanın temelinde üstünlük
kompleksinin olduğunda hiç kuşkum kalmadı. İlgili kişiler yaşamlarında
aşağılık kompleksi duydukları çeşitli olayları, olguları düşünmemek,
daha doğrusu dikkati bunların üzerinden çekmek amacıyla Ateist olurlar.
Psikolojik amaçları toplumun, bireylerin kendisini ezebilecekleri bazı
zaafları ve kusurları gözlerden saklı tutmaktır. Dikkatleri Ateizm
gibi soyut bir kavramda toplayarak ne kadar değişik, renkli, zeki,
kültürlü ve entellektüel birileri olduklarına vurgu yapmak isterler.
Lise arkadaşımın tek derdi de buydu. Ateist olduğunu söyleyerek dolaylı
bir yolla genç kızlara kur yapıyordu, ayrıca biz arkadaşlarına da
hakaret ederek üstünlük duygusuna doyum bulmaya çalışıyordu. Daha sonra
tanıdığım Ateistler de başkalarına karşı, o lise öğrencisi gibi toy ve
acemi olmasa da, aynı anlama gelen farklı bir tavır ve tutum
takınmışlardı.
İnanç, gerek bireyin gerekse
toplumun en önem verdiği, dokunulmaz ve saygın bir alandır. Bir Ateist
bu konuda toplumun genelinden farklı olmakla sıradan insanların
hayalinde bile göremediği bir entellektüel düzeye ulaştığını sanır. Ona
göre diğer insanlar anne-babalarından devraldıkları inancı
sorgulayacak cesarete ve düşünsel düzeye sahip değillerdir. Güya insan
Ateizm ile kendi varoluşunu kendisi gerçekleştirmiş olur. Bu da
Nietszche’nin tabiri ile “üst insan”ın kimlik özelliğidir. Halbuki bir
insan anne-babasından devraldığı Müslümanlık dinini sorgulayarak
onlardan daha dindar bir çizgi belirleyebilir. Varoluşunu
gerçekleştirmesi adına daha doğal ve anlamlı bir çizgiyi sürdürebilir.
Nedense anne-babaya, dine, toplumsal değerlere karşı çıkmak, aykırı
düşmek daha dikkati çektiği ve nefsi okşadığı için insanlar bu tür
yollara kayabilmekte, bunların etkisi altına girebilmektedirler. Oysa
bir insanın İslam dini ile barışık olması onu kendisinin ve evrenin
yaratılış amacına götürecek, sadece kendi varoluşunu değil her şeyin
varlık amacını kucaklayan bir bütünlüğe ve evrenselliğe ulaştıracaktır.
Kuşkusuz
çağımızın pek çok sanat dallarına ve düşünsel eserlerine sinmiş olan
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefe akımının da Ateizm’in
yaygınlaşmasında payı çok büyüktür. İlgili felsefe ekolünde dindar
filozoflar da bulunmakla birlikte Ateizm’i bir yeni inanç sistemi olarak
sunan ve bunun havarisi kesilenler daha çoğunluktadır. Kendini özgürce
var etmek adına bu filozoflar dine saldırmayı da bir maharet
bilmişlerdir. Kuşkusuz insanın anne-babasından, toplumdan devraldığı
inancı sorgulaması dinimizin de bir emridir. Ama bu filozofların
yaptığı şey sorgulamaktan ziyade isyandır. Anlamak yerine önyargılı bir
biçimde reddetmektir. Varoluş olarak da kutsadıkları özgürlük,
birtakım bencilce zevklerin tatmininden ve kimseye bir yararı olmayan
düşüncelerden başka bir şey değildir. Dahası, gözlere ve gönüllere en
çok hitap eden, insanların en çok ilgi ve beğenisini çeken insanın her
eyleminden sorumlu olması, insanı eylemlerinin var etmesi gibi parlak
düşünceleri de lafta kalmaktadır. Aslında bu düşünceler kutsal
kitaplardan aşırılmıştır. Yeni hiçbir tarafları yoktur. İlahi
kitapların hepsi, özellikle Kuran-ı Kerim insana zaten bu düşünceleri
aşılamaya çalışır.
Kuran-ı Kerim insanı her ameliyle
(eylemiyle) öyle bir sorumlu tutar ki, bu sorumluluk süreci, dünya
yaşamını, ölümü, kabri, ölümden sonraki ebedi hayatı da içine alır.
Mahşer gününde bu ameller defter olarak insanlara takdim edilecektir.
Oysa varoluşçu filozoflar bu sorumluk anlayışını sosyal ve hukuk
yaşamlarına bile aktaramazlar. İşlediği bir suçu savcıya başvurup
itiraf eden bir varoluşçu filozofa hiç rastlanmamıştır. Oysa pek çok
sahabe bizzat peygamberimize (s.a.s.) gelerek suçlarını itiraf edip
cezalarını çekmişlerdir. Bunlar içerisinde zina gibi dini açıdan ağır
bir suçu işleyip recm (taşlanarak öldürülme) cezasını alanlar da
olmuşlardır. Tabii onların terk derdi, yaptıkları günahların (kötü
eylemlerin) sorumluğunu duyup bundan temizlenmekti. Ahirette Allah’ın
(c.c.) karşısına ak pak olarak çıkmaktı.
İnsanın iyilik
yapması doğasından gelmez. İnsan iyilik yapmak için kendisini aşmak
zorundadır. Çünkü insan doğası (nefsi) cimri, bencil yaratılmıştır.
Onun için her iyiliğimizin altında bir çıkar vardır. Bencil, cimri
doğamızı (nefsimizi) aşıp da iyiliğe (ruhumuzun eğilimine) ulaşmak
büyük bir mücadeleyi gerektirir. Bu açıdan her insanın hizmet ve mal
üreterek iş hayatında toplum yaşamına yardımcı olması, katkıda
bulunması bir iyiliktir. Bilindiği üzere dinimizde ibadetlerini yapan
bir insanın çalışma yaşamı da bir ibadet hükmünde değerlendirilir.
Tabii iyiliklerin en ideali Allah (c.c.) rızası için iş yapmaktır. Bu,
dünyevi bir çıkar gözetmeksizin Allah (c.c.) yolunda nefsin cimri ve
bencil doğası ile büyük bir mücadele yapılması demektir. İşte gerçek
varoluş, varoluşçuluk budur. Bunun dışında insanın dünyevi çıkarların
üzerine çıkmasını beklemek o insanı aptal yerine koymakla eşanlamlıdır.
Ateizm’in bilimsel temelini Darwin’in “evrim kuramı” oluşturur.
İnsanın maymundan geldiği düşüncesi Ateistler için inançlarının iman
esasıdır. Oysa Darwin’in kuramlarını doğrulayan bir bulguya hiçbir
zaman rastlanmamıştır. Türler arasında keskin çizgi, her ele geçen
fosilde tespit edildiği gibi maymunla insan arası bir varlık ne
günümüzde ne de tarihte söz konusu olmamıştır.
Ateistlerin
Darwin’in evrim kuramına dört elle sarılmalarının elbette bir kısım
nedenleri olabilir: Bunlardan biri de hayvanın insandan daha özgür ve
bağımsız oluşudur. Bir Ateist kendisinin maymundan türediğini iddia
ediyorsa bununla bir maymun kadar çirkin olduğunu anlatmak istemiyordur
elbette. Doğadaki maymunun özgür ve bağımsız yaşamına imrendiğini
vurgulamayı, toplumun, özellikle dinin onun yaşamına koyduğu emir ve
yasaklarla bunları elinden almak istediğini yada kısıtladığını
belirtmeyi amaçlamış olabilir. Tabii tüm Ateistleri böyle
değerlendirecek ölçüde elimizde bir çalışma ve anket mevcut değildir.
Çevremde tanıdığım bir kaç Ateist’ten hareketle böyle bir yargıya
ulaştığımı özellikle belirteyim.
Ateistler Allah’ın (c.c.)
varlığını inkar ederek Allah’ın (c.c.) kimi sıfatlarını doğaya, doğa
yasalarına ve olaylarına yansıtırlar. Örneğin evrenin ezeli ve ebedi
olduğuna inanırlar. Bu yönüyle Ateizm materyalist bir dünya görüşüne
sahiptir. Yaratılışı, olay ve olguları, kavramları maddesel bir
yaklaşımla, determinist (neden sonuç ilişkisi ile) bir görüşle
açıklar. Doğaya, doğa yasalarına ve olaylarına atfettiği ilahi
sıfatlarla bunların yaratıcı olduğunu düşünürler: Onlara göre,
içerisinde insan da olmak üzere tüm canlılar doğanın, doğa yasalarının
ve olaylarının sonucu tesadüfen ortaya çıkmışlardır. Allah (c.c.) diye
bir yaratıcı güç yoktur. Her şey önce tek bir hücrenin meydana
gelmesiyle başlamıştır. Doğadaki tüm canlı varlıklar bu tek hücrenin
evrimleşmesiyle meydana gelmiştir. İnsan bu evrim zincirinin son
halkasıdır. Onun için mükemmeldir. Düşünür ve hayal kurar. Allah’ı
(c.c.) -haşa- insan zihni yaratmıştır.
Oysa bilim,
maddeden bu tek hücrenin meydana gelmesini onaylamamıştır. Onca
yapılan deneyler bunun imkansızlığını kanıtlamıştır. Yaşam, Allah’ın
(c.c.) el-Hayy güzel isminin tecellisi ile meydana gelmiştir. Fosil
bilimin de kanıtladığı gibi her canlı tür de müstakil olarak
yaratılmıştır. Yani tek hücrenin evrimleşmesi ile diğer canlı türlerinin
meydana geldiği iddiası da bilimsel değildir.
Materyalizm
ile eski kavimlerde ve bugün ancak yerlilerde görülen Putperestlik
dini arasında bir ilgi bulunmaktadır. Çünkü temelde her iki inanç
sistemi de maddeye aşkın bir anlam, bir kutsallık yüklemektedirler.
Yalnız, putun kutsanması ve Allah (c.c.) ile insan arasında ilişki
kurması olarak tanımlanabilecek Putperestlik dini, materyalizmden biraz
daha insaflı görünmektedir. Çünkü Kuran-ı Kerim’deki onlarca ayet-i
kerimeden de biliyoruz ki Putperest Araplar, Allah’ın (c.c.) varlığını
inkar etmiyorlardı. Putlara da kendilerini Allah’a (c.c.)
yaklaştırsınlar diye tapıyorlardı. Oysa materyalizmde Allah (c.c.)
inkar edilmekle kalmıyor, O’nun sıfatları ve güzel isimleri maddeye
yansıtılmaktadır. Yine Putperestler sadece birkaç nesneyi
kutsallaştırırken materyalistler her maddeye, evrenin her atomuna kutsal
bir anlam kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Her ne kadar
Ateistler bilimsel olmak için determinist bir görüşe bağlı olmaya özen
gösterseler de dayandıkları bilimsel kuramların (Örneğin evrim kuramı;
yaratılışın, canlı varlıkların akıl ve mantığın aciz kaldığı, herkesi
şaşırtan ve hayran bırakan özelliklerinin, güzelliklerinin, mükemmel
oluşlarının tesadüfe bağlanması… gibi.) birer varsayım bile
sayılamayacak denli gerçeklikten, mantıktan uzak oluşu, onların ciddiye
alınmamalarına neden olmuştur.
Ateistler, insanların
Allah’a (c.c.) ve dine gereksinim duymalarının nedeninin doğayı, doğa
yasalarını, olaylarını anlayamamanın verdiği acziyet ve korku duyguları
olduğunu düşünürler. İnsanlık tarihini genellikle ilkel devir, dinsel
devir ve bilim devri olarak üçe ayırırlar. Bilim devrinde dinin gerekli
olmadığını savunurlar. Bir zamanlar dinsel olarak açıklanan kimi
kavram, olay ve olguların şimdi bilimsel birer anlamları olduğunu
düşünürler. Bu yönüyle Ateizm’in manevi yönünü pozitivizm tamamlar.
Ateistler pozitivist felsefenin bu düşüncelerinin arkasında bilime
dayandıklarını sanırlar. Bilimsel bir düşünceye sahip olduklarını
savunurlar. Oysa ortada olan bilim değil bilim üzerine yapılan bir
felsefedir. Bu bilim üzerine yapılan felsefe ise bilimsel hiçbir temele
dayanmamaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca çeşitli
dönemlerde bireysel olarak Allah’ın (c.c.) yokluğunu dile getiren
kişiler olsa da bunun sistemli düşünceler bütünü olarak dile getirilişi
on sekizinci yüzyılda olmuş ve Ateizm felsefe sözlüğüne ancak on
dokuzuncu yüzyılda girmiştir. Ondan önce dünya düşünce tarihinde bazı
kişilerin (örneğin Ömer Hayyam gibi) Ateist olduğu ileri sürülse de
bunların inançlarının tam olarak bilinemeyeceğini de iddia edebiliriz
ve daha ziyade Deist bir inanca sahip olduklarını düşünebiliriz.
Peygamberler Ateist toplumlara değil, -ki yeryüzünde böyle bir toplumun
tarih boyunca olmadığını belirtmeye gerek yoktur sanırım- genellikle
Putperestlere (Allah’a [c.c.] şirk koşanlara) gönderilmiştir.
Çağımızda
materyalist dünya görüşü, toplumsal yaşamda ilahi dinlerin emir ve
yasaklarına saygı gösterilmemesi, insanların dünyanın gelip geçici
zevklerine olan aşırı talepleri gençliğin büyük bir kısmını inanç ve
maneviyat buhranına sürüklemiştir. Artık gençlerin önemli bir kısmı,
İslam dinini zamanı ve uygulaması geçmiş bir yaşam tarzı olarak
görmektedirler. Yaşamlarının Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları ile
sınırlanmasına itiraz etmektedirler. Bağımsız ve özgür yaşam adına
sigara içme, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı gibi birtakım kötü
alışkanlıklara yönelmektedirler, iç dünyalarındaki din ve maneviyat
boşluğunu bu maddelerin verdiği geçici keyiflerle dindirmeye
çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bir Müslüman’ın Ateist olması o kadar kolay
bir biçimde gerçekleşmemektedir. Gençler, önce Teist, sonra Deist bir
yaklaşımla dini yaşamlarından uzaklaştırıyorlar, artık dinden tamamen
soyutlandıkları zaman Ateist olduklarını söyleyebilmektedirler. Dinden
uzaklaşma bu noktada da kalmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi son
yıllarda ülkemizde de kendilerini Satanist olarak tanıtan gençler,
Allah (c.c.) yerine Şeytan’a tapmakta ve buna kedi ve çeşitli
varlıkları kurban kesmektedirler. Hatta bu vahşet genç kızları Şeytan’a
kurban etmeğe kadar ulaşmaktadır.
Agnostizm (Bilinemezcilik), Allah’ın (c.c.) varlığı ve yokluğunun kanıtlanamayacağını iddia eden bir felsefi görüştür. Agnostizm’e göre,
insan duyu organları ile elde ettiği bilgilerle düşünür. Allah (c.c.)
duyu organları yolu ile algılanamadığına göre O’nun üzerinde düşünmek,
varlığını yokluğunu kanıtlamak boşuna bir uğraştır. Bu yüzden bu konu
hiçbir zaman bilinemez. Agnostizm, genellikle Ateizm ile aynı kefeye
konur. Aslında Allah’ın (c.c.) varlığının, yokluğunun bilinemeyeceğini
iddia etmek ile Allah’ın (c.c.) yokluğuna inanmak arasında bir basamak
fark bulunmaktadır. Yani Agnostizm, Ateizm’i meşrulaştırmak için bir
gerekçe olarak düşünülebilir. Bu gerekçe güya bilimsel bir temele
dayanmaktadır. Oysa tüm olgular duyu organlarımıza hitap etmez. Örneğin
havadaki oksijeni, karbondioksiti duyu organlarımızla algılayamayız,
ama bilimsel olarak varlıklarını ispat edebiliriz. Yine maddenin en
küçük yapı taşı olan atom bu konuda hemen akla gelen örnektir. Atomu
hiçbir duyu organıyla algılayamadığımız gibi gelişmiş hiçbir teknolojik
alet de bize bunda yardımcı olamamaktadır. Atomun varlığı için birtakım
mantıksal çıkarımlarda bulunuruz. Bilim çoğu bilgilerini bu yolla elde
eder. Bunun gibi yaratılmış olan her şey de mantığın ilkeleri ile
Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliğine, sıfatlarına ve güzel isimlerine
tercümanlık yapmaktadır.
Ben Ateizm’i hep bir gençlik buhranı olarak gördüm. Bu yargım da her yeni Ateist’i tanıdığımda daha da pekişti.
Ateizm’in bilimsel ve mantıksal bir düşünce biçimi olmadığını, bir
psikolojik savunma mekanizması olduğunu bir kez daha vurgulamak
istiyorum.