Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İman, insanın bir anne ve babası olduğunu bilmesi gibi
bir yaratıcısı olduğunu kavradıktan sonra Allah’ın (c.c.) bu dünya yaşamında
kendisini yalnız bırakmayıp gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla yaşam
biçimini belirlemeye hak sahibi olduğunu; hayır ve şerrin O’ndan geldiğini,
Allah’ın (c.c.) ezeli ilmiyle kimlik bilgilerini, başına gelecekleri, yapıp
edeceklerini kaderi olarak Levh-i Mahfuz’a kaydettiğini; bu dünyadaki yaşamı
için ahirette diriltilip ödül ve ceza için sorguya çekileceğini kabul
etmesidir. Ayrıca Allah’a (c.c.) yakın varlıkların, yani meleklerin varlığını
da kabul etmek gerekir. Kısacası imanın altı rüknü eksiksiz bir şekilde kabul
edilirse iman tamamlanmış olur.
İmanın altı rüknünden birinde duyulan bir kuşku, Allah
(c.c.) inancında da itikadi bir bozukluğa neden olacaktır. O zaman bu
bozukluk, gerçek İslam dini yerine batıl
bir dine veya inanca da neden olabilecektir.
Bazı insanlar Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul
etmekle O’na inanmış olduklarını söylerler. Bu kadarcık bir inancı da kafi görürler. Oysa Kuran-ı Kerim’in
ifadesine göre Mekkeli Müşrikler de yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) tanıyorlardı
ve bunun da ötesinde rızık verici güzel ismiyle (Er-Rezzak) Allah’a (c.c.) dua
ediyorlardı: “Yemin olsun ki o
putperestlere (Mekkeli Müşriklere) kendilerinin kimin yarattığını sorsan
mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyle ise nasıl oluyor da dönüyorlar? (Ez-Zuhruf
suresi, ayet 87).”, “(Putperestlere
hitaben) De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve
gözlere kim malik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?’
Hemen, ‘Allah’ diyeceklerdir. Sen de
ki: ‘O halde sakınmaz mısınız?’ (Yunus suresi, ayet 31)”
Allah’ı (c.c.)
sadece yaratıcı sıfatıyla kabul etmek, yaşamında Kuran-ı Kerim’in buyruklarına
ve peygamberin (s.a.s.) sünnetine uygun biçimde Allah’a (c.c.) yer vermemek
Allah’a (c.c.) iman etmede bir noksanlığa işarettir. Öyleleri İslam dini yada
ilahi bir dinle değil de Teizm yada Deizm türü bir inançla Allah’a (c.c.) iman etmektedirler.
Gerçekte çağımızda pek çok kişi, bilinçsiz olarak Teist yada Deist türü bir
inançla Allah’a (c.c.) iman etmekte,
fakat kendisi bütün yaşamı boyunca bunun farkında olmamaktadır.
Herkesin kendisine göre bir Allah (c.c.) inancı
vardır. Kimisi Allah’ı (c.c.) sadece yaratıcı olarak kabul eder. O’na bazen
kendisini yarattığı için şükran duyar. Ama bundan başka yaşamında O’nunla pek
bir iletişime geçmez. Kimisi daha insaflıdır. İbadet hayatıyla O’nu anmaya
çalışır. Yine de buna karşın O’nun çağdaş hayatta pek bir etkisinin olmasına
razı olmaz. Dinin insanın vicdanında ve özel hayatında yerini kabul etmesine
karşın sokağa, halka, millete, dünyaya ulaşmasını pek akılcı bulmaz. Tabii bu konuda
herkes farklı düşünecek, Allah’a (c.c.) imanı kendi penceresinden
değerlendirecektir. Demek ki Allah’a (c.c.) iman konusu, spekülasyona açıktır.
İnsanların tanımında birleşmelerine imkânı yoktur. Buna neden olan şey de
Allah’ın (c.c.) duyu organları ile algılanamamasıdır. Bu yüzden bazı insanlar
O’nun varlığını bile inkâr etmektedirler.
Tabii İslam dininde Allah’a (c.c.) imanın tanımı, o
yada bu kişiye göre değişmez. Çünkü İslam dinine giriş, Allah’a (c.c.) imanla
başlar. Hangi Allah’a (c.c.) nasıl iman edileceği de gayet açıktır. Ayrıca İslam
dinine girişte söylenilen Kelime-i tevhitle (Kelime-i şahadetle) Allah’a (c.c.)
imanın bir mücadele ve dava konusu olduğu da hemen belirtilir. Daha doğrusu
Allah’ın (c.c.) tanıtılmasından ziyade önce Allah’a (c.c.) imanın bir mücadele
ve dava konusu olduğu üzerinde durulur. Kişinin
yaşamında temiz bir sayfa açması beklenir. İslam dininin tam ve eksiksiz Allah
(c.c.) inancı için önce sapkın din, inanış, mezhep, kültür ve felsefelerden
gelen yanlış, eksik Allah (c.c.) inancının etkilerinin ortadan kaldırılmasına
çalışılır. Namaz öncesi alınan abdest gibi İslam dinine yeni giren kişi de bu
sayede manevi dünyasında bir temizlik işleminden geçer. Bu yönüyle İslam
dininin kapısı olan Kelime-i tevhit doğru, eksiksiz bir Allah (c.c.) inancının
temelini oluşturur: Lâ-ilâhe illallah.
Kelime-i tevhit, iki cümleden meydana gelmektedir. İlk
cümle şudur: Lâ-ilâhe (ilah yoktur).
Bu yadsınan ilahlar, insanın hayatında Allah (c.c.) dışında kutsanan her şeyi
kapsamaktadır. Bunlar, peygamberimiz (s.a.s) döneminde Kâbe’deki putlardı.
Ayrıca Hıristiyanlardaki Hz. İsa’nın (a.s.) Allah’ın (c.c.) -hâşâ- oğlu oluşu,
Yahudilerdeki Allah (c.c.) tarafından seçilmiş ırk olma inancı da yadsınan
ilahlardandı. Bunların her birisi de gerçek Allah (c.c.) inancının önündeki
engellerdi. Peygamberimizin (s.a.s.) yaşamı işte bu yadsınan ilahlarla mücadele
ile geçti. Kuran-ı Kerim de bu mücadelede ona yol gösterdi. Davası oldu.
Bugün çağdaş insanın yaşamında yadsınması gereken
ilahlar, biraz daha farklılık arz etmektedir. Bireyi, toplumu Allah’a (c.c.)
ulaştırmayı engelleyen her şey yadsınması gereken bir ilahtır. Bizim burada
önemle belirtmek istediğimiz nokta, İslam dinine girişte parola olan Kelime-i
tevhitte ilahların yadsınması mücadele ve davasının ön planda yer almasıdır.
Halbuki kendi basit, alışıldık mantığımızla İslam dinine girişte duyu organları
ile algılayamadığımız Allah’ın (c.c.) önce bize kim olduğunu, sıfatlarını ve
güzel isimlerini açıklamasını beklerdik. Ama Allah (c.c.), Kendi’ne imanı,
yadsınması gereken ilahlarla mücadele etmeye bağlamakta ve bu davayla
Kendi’sine yaklaşmamıza izin vermektedir. Dinine bizi bu şartla kabul
etmektedir. Allah (c.c.) düşünsel, metafizik, felsefi bir yaklaşımla değil,
yadsınması gereken ilahların olmadığı bir yaşam biçimiyle bize yönelmektedir.
Daha doğrusu ilahların yadsındığı bir yaşam biçimiyle O’na inanmaya
başlayacağımız, yöneleceğimiz, O’nu tanıyacağımız belirtilmektedir. İslam
dininin temelini teşkil eden Allah’a (c.c.) iman kavramı ilk bakışta Allah’ın
(c.c.) varlığı ve birliğinin düşünsel, metafizik, felsefi bir onaylaması gibi
görünürken Kelime-i tevhit yaşamın gerçekliğine inmekte ve doğru ve eksiksiz
bir Allah (c.c.) inancı ve buna engel oluşturan ilahların yadsınması için bizi
mücadeleye ve davaya çağırmaktadır.
Ağzı olan herkesin konuşması gibi her tür konuda da
düşünmek, düşünce egzersizi yapmak, zorluğu şurada dursun, eğlenceli bir iştir.
Allah’ın (c.c.) varlığı ve birliği de böyle düşünsel, felsefi, metafizik bir
konudur. Allah’ın (c.c.) varlığını ve
birliğini zihnen kabul etmek güzel bir olgu olmakla beraber İslam dinine böyle
bir düşünce kalıbıyla girilmemektedir. İslam dinine Kelime-i tevhitle girilir.
Bunun için de Allah’ın (c.c.) varlığını ve birliğini zihnen kabul etmek yeterli
değildir. Önce, kişinin yaşamında Allah’a (c.c.) iman etmede engel teşkil eden
ilahların yadsınması mücadele ve davası gelmektedir. Bu konu ise düşünsel değil
yaşamsal bir alanı gerekli kılmaktadır. İlahların yadsınması mücadele ve davası
pek çok kişi ile çatışmayı gerektirebilir. Toplumsal bozukluklar, haksızlıklar
içerisinde kime karşı vaziyet alacağımızı bile şaşırabiliriz.
Pek çok insan din adına değil de insanlık adına
toplumdaki bozukluklarla, haksızlıklarla mücadeleye girer. Yaşamları bizleri imrendirecek
kahramanlık sahneleri ile doludur. Hâlbuki bunların çoğu ahirete bile
inanmazlar. Oysa Allah (c.c.) bizden yadsınması gereken ilahlar adına
toplumdaki bozukluklarla, haksızlıklarla mücadele etmemizi istediği halde
bizler çoğu kez din ve İslam adına toplumdaki bozukluklardan ve haksızlıklardan
yana oluruz. Bazen de bu konularda tarafsız kalırız. Gayrete gelip de bir
şeyler yapanlar pek azdır. Onların da bu çabalarını, çalışmalarını engellemek
için uğraşır dururuz. Hâlbuki bu iş için Allah (c.c.) bize cennette akla hayale
gelmeyecek nimetlerle ebedi bir hayatı vaat etmektedir. Bu tabii pek
deşilmesini istemediğimiz bir yaramızdır.
Gelelim Kelime-i tevhidin ikinci cümlesine: illallah (ancak Allah (c.c.) vardır/hâkimdir).
Ama bu var ve hâkim olacak Allah (c.c.) kimdir? İşte bu soru Kelime-i tevhidin
devamı olan şu cümle ile yanıtlanır: Muhammed-ün
rasûlullah. Yani Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin ve onun
Allah’tan (c.c.) getirdiği kitabın tanımladığı Allah. Artık bu Allah (c.c.) o
kadar açık ki. Kimse bu konuda bir sıkıntı yaşamayacaktır. Çünkü Peygamber
Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz hadislerinde Allah’ı (c.c.) tanımlamaya,
anlatmaya çalışmış, Kuran-ı Kerim’in de en başlıca konusu Allah (c.c.)
olmuştur. Allah (c.c.) bütün sıfatları ve güzel isimleri ile ortadadır. Hadis
kitapları ve Kuran-ı Kerim Allah’ı (c.c.) sıfatları ve güzel isimleri ile
bizlere dosdoğru ve eksiksiz olarak tanıtmış ve anlatmıştır.
Buna karşın çağımızda pek çok kişi Müslüman olduğunu
söylediği halde niçin Allah’ı (c.c.) gerektiği şekilde tanımamaktadır? Çünkü bu
kimseler İslam dinine girişin ilk koşulu olan Kelime-i tevhidi gereği şekilde
kabul etmemektedirler. Yaşamlarında yadsınması gereken ilahlarla mücadele
etmeyi ve böyle bir davayı üzerlerine almayı göze alamamaktadırlar. Korku,
kaygı, gaflet, haramlar, dünya zevkleri buna mani olmaktadır. Hâlbuki Allah
(c.c.) kimsenin sırtına taşıyamayacağı yükü yüklemez. İmanın en zayıf kısmının
zulme, haksızlığa karşı kalple buğzetmek (nefret hissi) olduğu hadislerde
geçmektedir. Maalesef bu bile pek çok kimseye zor gelmektedir. Durum böyle
olunca, yani ilahlar yadsınmayınca pek çok kimse gerçek Allah’ı (c.c.) tanıma,
anlama, O’na inanma gereği de duymamaktadır.
İnsanın nefis (bilinçdışı) ve ruhtan oluştuğunu kutsal
kitabımız şöyle ifade etmektedir: “De ki
ruh Rabb’imin emrindedir (İsra suresi, ayet 85).”, “Nefis, daima kötülüğü
emreder (Yusuf suresi, ayet 53).” Bu iki varlığı, yani ruhu ve nefsi birer manyetik alana benzetirsek
insanın seçme yeteneğinin, daha doğrusu iradesinin, yani kutsal kitaba göre
sınanan yanının bu iki manyetik alana eğilim gösterecek bir biçimde
yaratıldığını anlamış oluruz. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah, “Muhakkak
biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten
çekindiler. Zira sorumluğundan korktular. Ama insan onu yüklendi. İnsan
gerçekten çok zalim, çok cahildir (Ahzab suresi, ayet 72).” Allah’ın (c.c.)
gökyüzüne, yeryüzüne ve dağlara sunup da onların yüklenmekten çekindikleri
emanetin insana verilen irade, yani seçme yeteneği olduğu tefsirlerde
belirtilmektedir. Bilgiyi hafızada tutma, işleme, karşılaştırma ve sonuçlar
çıkarma gibi zihinsel melekeler de iradenin emri altında olan ünitelerdir.
Demek ki kötülüğü temsil eden nefsimizle (bilinçdışımızla) iyiliği temsil eden
ruhumuz bizi (yani irademizi) etki altına alan kaynaklardır. Bizler iyiliği ve
kötülüğü seçmede özgür bırakılmış, yani ruhun ve nefsin manyetik etkisi altına
girebilecek irademizle yaşamımızı
biçimlendirmekteyiz.
Ruhun ayırıcı vasfı aşktır. Güzel şeylere ve
faziletlere tutkudur. Aşk, bu varlık âleminde veya karşı cinste aşkın (müteal)
olan şeyler karşısında duyulur. Yaratılmış olan şeylerde aşka neden olan her
türlü güzellik, kahramanlık, üstünlük, erdem aslında Allah’ın (c.c.) varlık
âlemindeki birer tecellisidir. Bir insan başlangıçta bunlara gönül bağlasa da
işin aslını düşündüğünde aşkı bunlardan hareketle yüce Allah’a (c.c.) kadar
ulaşabilir.
Ruhun ayırıcı vasfı aşk olduğu gibi dostları da meleklerin
ilhamları ve yüce Allah’ın (c.c.) ayetleridir. Ruhun gayesi Allah’a (c.c.)
ulaşmaktır.
Nefsin ayırıcı bileşenleri içgüdüler ve geçmiş
anılardır. Yani nefis hem bedene hem de yaşanılan şeylere bağlıdır. Ayrıca
duygusal enerjileri ile bastırılmış kötü anı kümeleri de (yani kompleksler) nefsin en can alıcı
noktalarını teşkil eder. Freud, kutsal kitaplardan aşırdığı nefis kavramını
psikanalizde bilinçdışı (sonra bunu id) terimi ile adlandırmıştır.
Nefsin ayırıcı vasfı bencillik, öfke, kin, kıskançlık,
cimrilik ve şehvet gibi kötülüklerin de kaynağı olan şeylerdir. Allah (c.c.)
nefsin bu eğilimlerinin önüne geçmek için peygamberler göndermiş, kitaplar
indirmiş, ölçü ve kurallar belirlemiştir. Böylelikle bu kötülük de doğabilecek
eğilimlerden yaşam için nimetler, koşullar elde edilmiştir. Allah’ın (c.c.)
kitabındaki emir ve yasakların en büyük hikmetlerinden birisi de nefsi hizaya
sokmak, insanın, toplumun hizmetine vermektir.
Nefsin arkadaşları dünya ve şeytandır. Şeytan insan
nefsini dünya ile kandırır. Şeytanın elinde dünyanın zevk ve eğlenceleri
dışında başka bir güç yoktur. İnsanları vesvese yolu ile davet edip bunlardan
haram helal demeden yararlanmaya, bu
sayede azgınlaştırmaya çağırır.
İşte Lâ-ilâhe illallah insanın bu manevi yapısına
uygun bir yapıya sahiptir ve insanı bu manevi yapısıyla kendi içerisinde
mücadele etmeye çağırır. Şöyle ki: Lâ-ilâhe
(ilah yoktur) bir keskin kılıç gibi nefsin üzerine indirilir. Nefsin şeytanın
etkisiyle ve dünyanın gelip geçici arzuları sonucu oluşan ilahlarını böylece
kökünden kazır. İnsanın yaşamında Allah (c.c.), Allah’ın kitabı, Peygamber Aleyhissalâtu
Vesselâm Efendimizin sünneti amaç haline gelmediği zaman sahte ilahlar hemen
boy gösterir. Tıpkı ekilmeyen bir tarlada her türlü otun bitmesi gibi insan
yaşamı da yaratılış gayesinden saptı mı hemen sahte ilahlar edinir. Bu bakımdan
insan doğası ilah edinmede boşluk kabul etmez. Allah’a (c.c.) iman ile dolmayan
yere şeytan sahte ilahları ile hemen biter. İlahların olduğu bir yerde de
Allah’a (c.c.) iman olmaz.
Lâ-ilâhe illallah ile nefsin şeytanın etkisiyle ve dünyanın
gelip geçici arzuları sonucu oluşan sahte ilahlara karşı eğilimi kırılmaya
çalışılır. Aslında bu Kelime-i tevhit tek başına yeterli de gelmez. Kişi gerçi
bununla İslam dinine girer. Ama bu dinde kalabilmesi ve imanını güçlendirmesi
için İslam’ın diğer şartlarına da sarılması gerekir: Haramlardan uzaklaşmak
yanında namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek gibi
ibadetlerle de nefisle savaşılır. Ona aman verilmez. İşte nefis ancak haramlardan sakınmak ve bu
ibadetlerle tam anlamıyla ıslah olabilir. Ancak bu yolla Lâ-ilâhe bir kılıç gibi nefsin üzerine inerek onu tesirsiz hale
getirir. Nefsin eğilimleri, şeytanın dünya aracılığı ile çeşitli oyunları
yüzünden ara sıra bazı sıkıntılar
yaşanabilir. Tabii bu yüzden Allah’a (c.c.) ibadet yolunda bazen tökezlemeler
olur, çeşitli günahlara bulaşılabilinir. Tövbe etme ve istiğfarla gene derlenip
toparlanılır. Yola devam edilir. Hedef son nefeste imanı şeytana
kaptırmamaktır.
İnsanların bir kısmı, “Niçin günde beş vakit namaz
olmuş, bir vakit olsa idi daha iyi olmaz mıydı?” diye düşünürler. Bir vakit
namaz yeterli olsaydı Allah (c.c.) nefsimize onu uygun görürdü. Allah (c.c.)
dinde, nefse her zaman en kolay geleni teklif eder. Hiçbir zaman bizim
sıkıntıya girmemizi istemez. Ama demek ki, nefis o kadar azgın ki, günde beş kez
ona Allah’ı (c.c.) anımsatmayınca yoldan çıkabilecek bir özellikte
yaratılmıştır. Çünkü nefsimizi yaratan onun ilacını bizden daha iyi bilir.
Lâ-ilâhe kılıcının etkisiyle, haramlardan kaçınmakla ve
ibadetlere devam etmekle nefis dize geliyor ve illallah (ancak Allah (c.c.) vardır/hâkimdir) diyerek imanını
tamamlıyor. Gerçi ruh Allah’tan (c.c.) geldiği için hiçbir zaman Allah’ı (c.c.)
inkar etmez. Ama nefis bazen insanın manevi dünyasında o kadar hakim hale
gelebiliyor ki ruha teneffüs etme imkanı bile tanımıyor, onu boğuyor. İşte illallah diyen nefis, ruh ile bir
bütünlüğe kavuşunca büyük bir huzura erer (nefs-i mutmainne).
Demek ki nefis ile ruh arasında bir mücadele vardır.
Nefis, destekçileri olan kompleksleri, dünyanın gelip geçici zevkleri ve şeytan
ile insanı sahte ilahlara bağlanmaya çağırırken ruh Allah’a (c.c.) yönelmekte,
meleklerin ilhamları ile yüce, güzel şeylere tutkun (âşık) olmaktadır. Bu hal
nefisle ruhu bir çatışmaya ve mücadeleye sevk etmekte, bunun da karşılığı
olarak Allah (c.c.) kulu imana davet ederken Kelime-i tevhitte Lâ-ilâhe (ilah yoktur) ile illallah (ancak Allah (c.c.)
vardır/hakimdir) arasında aynı çatışma
ve mücadeleyi göstermekte, bizi seçime ve eyleme çağırmaktadır. Allah’a (c.c.)
iman, sadece düşünsel, felsefi, metafizik bir olgu değildir, daha ziyade bir
yaşam tarzıdır. Allah’a (c.c.) iman öyle bir yaşam tarzı ki, sadece dış dünyada
değil insanın manevi yapısında da şeytanın etkisiyle ve dünyanın gelip geçici
arzuları sonucu oluşan ilahlarla Allah’ın (c.c.) hâkimiyeti arasında kıran
kırana bir çatışma ve mücadeleyi gerektirmektedir. İrade Allah’a (c.c.) iman için bu çatışma ve
mücadelede nefis aleyhine taraf tutmak zorundadır. Tabii bu da büyük bir savaşım sonucu mümkün
olmaktadır.
İllallah (ancak Allah (c.c.) vardır/hâkimdir), Allah’ın (c.c.)
vahdaniyetini (bir oluşunu) temsil eder. İslam dini, Allah’ın (c.c.) bir oluşu
temeli üzerine kurulur ve yükselir. Bu makama ulaşan bir insana, topluma dünya
ve ahiret mutluluğu verilir. Yani bu mutluluk sadece bireysel bir anlam taşımaz,
onun toplumsal ve evrensel bir yönü de bulunmaktadır.
Allah’ın (c.c.) zati sıfatlarından vahdaniyet (bir
oluşu) insanın ebedi kurtuluşunda yada mahkumiyetinde belirleyici bir sınav
konusu olması itibariyle ayrı bir öneme sahiptir. İlahları yadsıdıktan sonra
Allah’ın (c.c.) tekliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi
olduğuna tanıklık eden kimse İslam dinine girer. Bu açıdan ilahları yadsıma ve
Allah’ın (c.c.) tekliğini onaylama dinin yarısına tekabül etmektedir.
Allah (c.c.) vahdaniyetini onaylama işlemini ahiret
yaşamında ödül yada cezada belirleyici bir ilke olarak değerlendirdiğine göre
O’nun vahdaniyetine ilişkin sınırsız ayetlerin de bulunduğunu düşünebiliriz.
Çünkü böyle önemli bir konu bir bulmaca yada bilmece gibi saklı tutulamaz.
İnsanın ebedi olarak ceza yada ödül aldığı bir konu apaçık bir özelliğe ve
gerçekliğe sahip olmalıdır. Bu nedenle yüce Allah (c.c.), kullarına merhamet
ederek vahdaniyetini sadece gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla duyurmamış,
dünyadaki ve evrendeki pek çok olay, olgu ve varlıkla da değişik biçimlerde
anlatmıştır. Bizzat insanın vicdanında bile böyle bir vahdaniyeti
görebilmekteyiz.
Allah’ın (c.c.) vahdaniyetinin onaylanması insani
açıdan değerlendirildiğinde ne kadar önemli bir olay olduğu anlaşılmakta, bir
yaşam felsefesine karşılık geldiği görülmektedir. İnsanın iyi yada kötü birisi
olmasını vahdaniyeti onaylayıp onaylamaması belirlemektedir. Vahdaniyeti
onaylama toplumda eşitlik ve kardeşlik ilkelerine sadık kalındığını temsil
etmektedir. Şirk ise ayrımcılığa ve eşitsizliğe karşılık gelmektedir.
İlk Müslümanlardan olan Hz. Bilal (r.a.), Amerika’da
ve Afrika’da bugün milyonlarca benzeri olan bir zenciydi. Üstelik hiçbir hakkı
olmayan bir köleydi. Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâmın vahdaniyet çağrısını
duyunca hemen ona katıldı. Efendisi bu yeni dinden dönmesi için onu yere
yatırıp Arabistan’ın kızgın çöllerinde güneşin karşısında adeta alevden kor
haline gelmiş kayaları vücuduna koyarak eziyet ediyordu. O mücadelesini
Allah’ın vahdaniyet sıfatından alıyordu ve “Ahad, Ahad ! (Allah (c.c.) bir,
Allah (c.c.) bir!)” diyerek karşı koyuyordu. Aslında evrendeki ilahın bir
olması ile onun kurtuluşu, ilahların çok olması ile de onun kendisine reva
görülen insanlık dışı yaşamı arasında bir ilgi mevcuttu. Olaya bir başka açıdan
bakıldığında Hz.Bilal’in (r.a.) insani özgürlük ve haklarının mücadelesini
verdiği görülür. Çünkü evrende tek bir ilahın olması, aynı ebeveynin evlatları
gibi, insanların eşitliği ve kardeşliği anlamına geliyordu. Birden çok ilah ise
insanlar ve toplumlar arasında ayrıcalıkların ve savaşın temsilcisiydi. Hz.
Bilal (r.a.) bunun bilincindeydi. Ayrıca Mekkeli müşrikler, özellikle mevcut
bozuk düzenden en çok yararlanan varlıklı kesim de bunu gayet iyi biliyorlardı.
Onun için çarpık düzenin devam etmesi için Hz. Bilal’in (r.a.) ve onun gibi
yoksul, çaresiz ve sömürülen insanların bu yeni dine girmelerini
engelliyorlardı.
Bugün dünyada
Allah’a (c.c.) pek taştan, ağaçtan yapılmış heykellerle şirk koşulmuyor. Ama
yine ülkeler, toplumlar ve insanlar arasında sömürü, zulüm ve eziyet İslam’ın
ilk dönemlerindeki Arabistan’ı aratmayacak oranda vardır. İnsanların artık
Allah’a (c.c.) şirk koştuğu ilahları soyut bazı kavramlar olabilmektedir.
Örneğin bir ülkede ırkçılık kavramının kutsanmasıyla başka ırka mensup olanlara
zulümler yapılabilmektedir. Yine başka bir ülkede para kutsanarak yoksul
insanların en doğal hakları görmezden gelinebilmektedir. Hangi kavram olursa
olsun Allah’ın (c.c.) vahdaniyetine inanan birisi için insanların eşitsizliğine
ve kardeşliğine engel teşkil eden her şey bir put olarak görülür. Bir
Müslüman’ın Allah’ın (c.c.) vahdaniyet sıfatı gereği bunlarla mücadele etmesi,
toplumda eşitlik ve kardeşlik ilkeleri ve davası için savaşım vermesi gerekir.
Tüm dünya insanlığı Allah’ın (c.c.) vahdaniyeti ile
dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaya adeta susamış durumdadırlar. Allah (c.c.)
bizi bu konuda yalnız bırakmamıştır. Peygamberlerle ve ilahi kitaplarla bizleri
desteklemiştir. Allah’ın (c.c.) vahdaniyetinin birey ve toplum tarafından
onaylanması, O’nun kitabına ve Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin
sünnetine bağlanmakla, bunların gösterdiği yolu yaşam biçimi edinmekle
gerçekleşir. Zaten bunlara yapışmadıkça O’nun vahdaniyeti de onaylanamaz. Şirke
ve küfre düşülür.
Muhsin İyi
|