“FESUBHÂNALLÂH! BEN BEŞER PEYGAMBERDEN BAŞKA BİR ŞEY MİYİM?”
Allah’ın, dinini tebliğ etmeleri için gönderdiği peygamberlerin birer beşer / insan olmalarını, inanmayanlar bir türlü kabullenmek istememişlerdir. Ta Nuh (as) zamanında başlayan bu kabullenemeyiş, son peygamber Muhammed (sav)’e gelinceye kadar böyle devam etmiştir. Nuh (as), kavmine elçi olarak gönderildiğinde ona şöyle itiraz edilmişti:
“(Nuh’un) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz…” (Hûd, 11/27)
Bu tür itirazlar sadece Nuh (as)’un kavmi ile sınırlı değildi. Hud (as)’un kavmi olan Âd, Sâlih (as)’in kavmi Semûd ve onlardan sonra gelen peygamberlere de kendi kavimleri hep aynı itirazda bulundular: “Sizin bizden ne farkınız var? Siz de bizim gibi bir insansınız.” Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.
Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!” (İbrâhîm, 14/9–10)
Mekkeliler de aynı sözleri Peygamberimiz için söylemişlerdi:
“Bu elçinin özelliği ne ki? O da yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor! Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (Furkân, 25/7)
“Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir. O zalimler şöyle fısıldaştılar: Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?” (Enbiyâ, 21/2–3)
Allah’ın peygamberleri için sarf edilen bu kabullenememe cümleleri inanmayanların en büyük engelleriydi:
“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: “Allah elçi olarak bir beşer mi gönderir?” (İsrâ, 17–94)
Bu itirazlar inanmayanlar açısından bir parça makul görülebilir. Zira inanmamaları için aradıkları bahanelerin en büyüğünü bu cümlelerde bulabiliyorlardı. Bu akla göre Allah, insanlar içerisinden bir peygamber göndermez fakat gönderse bile bunu mutlaka ileri gelenler takımından (mele’) seçerdi![1] Bu da olmazsa, onlara göre geriye tek bir seçenek kalıyordu: Melek Peygamber! Şöyle demişti Nuh (as)’un kavminin inkârcı ileri gelenleri:
“Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Mu’minûn, 23/24)
Fakat peygamberlerin meleklerden olmasını isteyenlerin unuttukları bir başka gerçek vardı:
“De ki: “Yeryüzünde dolaşanlar melek olsaydı ve oraya yerleşmiş bulunsalardı, biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsrâ, 17/95)
Bu itirazlar, inanmayanlar tarafından yapılıyordu. Peki, inananlar tarafından peygamberlerin beşer / insan oldukları gerçeğine nasıl bakılmıştır?
Peygamberlerinin “insanlığı” ile oynayanların en bariz örneği Hıristiyanlardır. Onlar, peygamberleri konusunda aşırı gitmişler, onu tanrı edinmişlerdir. Yeni Papa 16. Benediktus başkanlığında kurulan bir heyet tarafından hazırlanan Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri adlı kitaba göre “İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.”[2]
“Bu yanlış inanç, Müslümanların inancına da karışmıştır.”[3] Halk arasında oldukça yaygın olan ve birçok âlim tarafından açıkça uydurma[4] olduğu belirtilen “sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım (levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk)” sözü bu iddiayı haklı çıkarmaktadır. Bazı Müslümanlar tarafından aslı astarı olmayan bu rivayete dayanarak ilk yaratılan şeyin hakikat-ı Muhammediyye olduğu, yaratılan her şeyin ondan ve onun adına yaratıldığı iddia edilmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî başta olmak üzere birtakım mutasavvıflar tarafından ortaya atılan ve geliştirilen hakikat-i Muhammediye inancı, kısaca şöyle özetlenebilir:
“Hz. Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. (…) Resûli Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. (…) (Muhyiddin) İbnü’l-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zâhir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir.”[5]
Menşeinin Yeni Eflatunculuk’taki “logos” veya İskendireyeli Aziz Clemens’in peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ileri sürülen[6] bu anlayış, en hafif tabirle Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvurunu yerle bir etmektir! Nitekim başta hadis alimleri ve Hanbelîler olmak üzere bir çok alim Hz. Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir.[7] Nitekim bir hadislerinde Peygamberimiz bu konuda sahabe-i kirâmı şöyle uyarmıştır:
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana (sadece) Allah'ın kulu ve resûlü deyiniz."[8]
Hakikat-ı Muhammediye inancında sınır tanımayan Hasan Sezai Gülşenî gibi bazı mutasavvıflar ise: “Muhammed’dir cemâl-i Hakk’a mir’ât, Muhammed’den göründü kendi bizzat” diyerek Allah Teala’nın Muhammed (sav)’in bedeninden bizlere göründüğünü söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.[9] Bununla da yetinmeyip işi daha da ileri götürenler olmuştur:
“Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla baş vurur ve “Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!” derler. Arapça’daki “Ahmed” kelimesinin yazılışındaki mim harfi kaldırılırsa, geriye “Ahad” kalır.”[10]
İlk bakışta peygamberimizin Allah’la bir tutulduğu izlenimini veren bu ifadelere daha dikkatli bakıldığında, durumun zannedilenden daha vahim olduğu görülmektedir. Zira Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) kelimeleri arasında farklı olarak bir mîm (م) harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün âlem o mîm harfinin içindedir!..[11] Yani mahiyet itibariyle ‘Ahmed’ (Peygamberimiz) hâşâ ‘Ahad’ (Allah)’dan bir adım öndedir!
“Bu tür ifadelerin Allah’ın kulu ve elçisi olan beşer peygamber tasavvuru ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını anlamak için “akletmek” gerekir” dememiz gerekirken, bu inanç sahipleri tarafından karşımıza büyük bir engel çıkarılmaktadır: “Bunun böyle olduğunu idrak etmek doğrusu pek güçtür, çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur.”[12]
Hâlbuki diğer taraftan Allah şöyle buyurur:
“Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yığar.” (Yûnus, 10/100)
Bir tarafta aklı kullanmaya azami derecede teşvik eden ve akletmeyenleri pisliğe bulaşacakları yönünde tehdit eden Allah’ın ayetleri... Diğer tarafta “bu meydanda akıllar kesmez” diyerek aklı devre dışı bırakan zihniyet...
Allah’ın bizlere öğrettiği sağlam ve her türlü aşırılıktan uzak “beşer peygamber” tasavvurunu gözden geçirmek için yine O’nun sözlerine başvurmak gerekmektedir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed, sadece bir resûldür / elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
“De ki: «Fesubhânallâh! Ben beşer peygamberden başka bir şey miyim?» (İsrâ, 17/93)
“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18/110)
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107)
“Biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak gönderdik.” (Ahzâb, 33/45–46)
“De ki: «Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.» (Ahkâf, 46/9)
“De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50)
Ayetler gayet açık ve net.. Biz, “yüzü suyu hürmetine tüm kâinatın yaratıldığı ve kendisinde Allah’ın tecelli ettiğine” inanılan insanüstü bir peygambere değil; tıpkı bizim gibi bir beşer olan ve bu yüzden bize örnek gösterilen, melek olmayan, gaybı bilmeyen, yeri geldiğinde Rabbinden azar işiten[13] ama risâleti açısından âlemlere rahmet olarak gönderilen beşer peygambere iman etmekle mükellefiz.
Yahya ŞENOL
------------------------------------------------------------ --------------------
[1] Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, 12. Bs., Dâru’ş-Şurûk, 1986, C: 4, s: 1872. (Hûd Suresi 28. ayetin tefsiri)
[2] Katolik Kilisesi Din Ve Ahlak İlkeleri, Çev. Dominik Pamir, İstanbul, 2000, s: 95, par. 331.
[3] Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 82.
[4] Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkâni, el-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ahâdîsi’l-Mevdûa, Thk. Abdurrahman el-Muallimî, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1392 h., s. 326.
[5] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1997, C: 15, s: 179-180.
[6] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180.
[7] Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180.
[8] Buhârî, Enbiyâ, 48.
[9] Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, Anlayış Dergisi, Nisan 2006, sayı: 35, s. 77.
[10] Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, s. 77.
[11] Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, s. 83.
[12] Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, s. 77.
[13] İlgili ayetler için bkz: Enfal, 8/67–68; Tevbe, 9/43; Ahzâb, 33/37; Tahrîm, 66/1; Abese, 80/1–16. |