Güneydoğu’dan artık pek sözetmiyoruz. Pek değil, hiç sözetmiyoruz. Bu bölge sadece “terör hadiseleri”, ölümler ve “asayiş tedbirleri”yle gündeme geliyor.
Oysa yaşanan “20 yıllık çatışmanın kalıntıları”, toplumsal dokudan ekonomik yapıya “her şeyi militarize eden siyasi ve askeri tedbirler”in sonuçları bölge insanını kasıp kavuruyor, terör ve terör örgütüne kaynak oluşturmaya devam ediyor.
Bu toplumsal ve ekonomik çöküntü, bugün, “kırsal alanlarda ve kırsal kökenliler” arasında alabildiğine yaşanıyor. Yaşanan “sorun” ve “soruna yönelik resmi tepkiler” ülkenin “görülmeyen ya da görülmek istemeyen yüzünü”, hatta “yarının sorunlarını” tüm çıplaklığıyla sergiliyor.
Biraz geriye dönelim:
1990’ların ilk yıllarında başlayan köy boşaltma ve göç ettirilme 1999 yılına kadar devam etmişti. Bunun sonucunda 3700 yerleşim alanında 3 milyondan fazla insan yaşadıkları yerleri kendi iradeleri dışında terk etmek zorunda kalmıştı. Bu süre içinde sadece yerleşim yerleri boşatılıp, mülkler ve araziler tahrip edilmemiş; aynı zamanda yaylalara çıkmak, meraları kullanmak da yasaklanmıştı. Sonuçta; hayvancılık ve tarımla geçinen birçok insan bu nedenle açlık sınırında yaşamaya başlamıştı.
Kırsal alandan göç ettirilen insanlar yerleşebilecekleri herhangi bir yer gösterilmediği için bölge ve bölge dışındaki kent merkezlerine gitmişler; iş, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden iyice yoksun kalmışlar; aileleri parçalanmıştı.
Mevcut sistem bugün ne bu sorulara çözüm arıyor ne de Türkiye 10 yıllık bu “garip politikaları” sorgulayabiliyor.
Çözüm önlemleri sınırlı ve bürokratik...
Konuyu ele alan araştırmalar, örneğin TESEV’in yaptığı kapsamlı araştırma hakaret ve suçlamalarla karşı karşıya...
Nitekim 1998’de hazırlanan bölgeye ilişkin kurulmuş bir araştırma komisyonunun, TBMM Araştırma Komisyonu’nun raporunda yer alan şu sözler her zamanki gibi havada kalmış görünüyor:
“Hangi köylere geri dönüleceğine güvenlik güçleri değil, o köyün nüfusuna dahil olan yurttaşlar karar vermelidir. Güvenlik güçlerinin görevi, geri dönülen köyde güvenliği sağlamak; diğer kamu kesimlerinin görevi ise geri dönülen köyde insani yaşam ortamının doğmasına gerekli desteği vermektir...”
Sorun çözmeyi “sorunlu alanı, bölgeyi ya da konuyu insandan, nüfustan, talepten arındırma” olarak anlayan, “sorunun üzerine gitme yerine sorunluların üzerine giden”, bu çerçevede kendi vatandaşlarına yönelik onlarca zorunlu göç ya da tehcir politikası uygulayan, Ege’de Kürt köyleri üreten “Osmanlı-Türk geleneği” için bu sözler anlamsızdır, daha da öte cezalandırılasıdır...
Peki bugün hangi noktadayız?
Güneydoğu’ya giden, köyleri, kasabaları gezen ya da bölgeyle ilgili verileri inceleyen her kişi bilir ki, Güneydoğu köylülerinin “en önemli arzusu” köylerine dönmek, mera ve yayla yasağının kaldırılması, yani hayvancılık yapmaktır...
Mera ve yayla yasağı önemli ölçüde sürse de, bu talepler bir ölçüde dikkate alındı, valilikler bazı yerleşim yerlerine geri dönüş izni verdi.
Ne var ki, bu izin üzerine hareket geçen insanlar güvenlik güçleri tarafından engelleniyor. Dönmek isteyenler “köylerini terör nedeniyle terkettiklerini, maddi ve manevi tazminat istemeyeceklerini beyan eden” belgeler imzalamaya zorlanıyorlar.
Konu ne kamuoyuna yansımakta ne de karşısında muhatap bulabilmektedir.
Siyasi akıl bunlar için önemli, bunlar için gerekli...