elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Anlama Eğitimi - Zihinsel Haritaların Oluşumu
Anlamak, anlayış, anlam, anlama, anlaşmak, anlatmak, anlaşılmak gibi kavramlar hayatta insanların önem verdiği kavramlardandır. Bu kavramların hepsi de anlama eğitiminin kapsama alanına girmektedir. İnsanoğlu, doğduğunda anlam dünyası ya da zihin haritası boş bir haldeydi. Zamanla annesi, babası başta olmak üzere içinde yaşadığı kültür ve eğitim ortamı bu haritanın ana çizgilerini oluşturdular.
Zihinsel haritalarımızın nasıl oluşturulduğunu anlayabilmemiz için psikoloji bilimine ait bir terim olan algı düzeneği terimi açıklığa kavuşturulmalıdır. Algılama, yorumlama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik fikri sisteme algı düzeneği ya da paradigma denir. Paradigmayı bir haritaya benzetecek olursak, harita temsil ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derece değer kazanır.
Örneğin bir şehrin haritası o şehrin kendisi değildir; o şehrin kağıt üzerine çizilmiş bir modelidir. Şehri ne kadar gerçeğe uygun olarak temsil ediyorsa; harita, o derece kullanışlı ve işe yarar olacaktır. Paradigma da bir harita gibi başka bir gerçeğin modelidir, kendisi değil.
İki türlü paradigma sürekli bizimledir:
1. Gerçeğin ne olduğu ile ilgili paradigma, 2. Nelerin nasıl olması gerektiğini gösteren değerler paradigması.
Bursa haritası ile İzmir'de adres aramaya kalkışan birinin paradigması gerçeklere uymadığı için o kişiyi amacına ulaştırmayacaktır. Nice insanlar ellerindeki Bursa haritasının İzmir'de adres bulmaya yaramadığını defalarca gördükleri halde, kabahati ellerindeki haritada ya da kendilerine o haritayı verenlerde değil de İzmir'de ararlar. Halbuki bu kişinin elindeki harita gerçeklere aykırıdır. Bu haritayı kişiye kim vermiş olursa olsun onun yanlış olabileceğini daima dikkate almalıdır.
Değerler paradigması ise neyin iyi neyin kötü, nelerin önemli ya da önemsiz olduğunu bize söyler. Kişiler önceliklerini değerler paradigmasına göre belirler. Benim için öncelikli ve değerli olan, bir başkası için önemsiz ve değersiz olabilir. Bu durum, benim 'öteki'nin değerlerini küçümsememi gerektirmez, aynı şekilde 'öteki'nin de benim değerlerimi küçümsemesini gerektirmez.
Gerçeğin ne olduğunu ve neyin değerli, önemli olduğunu söyleyen bu iki tür paradigma, günlük yaşantılarımızı algılama ve yorumlamamızda bizi etkiler.
İster doğru ister yanlış olsunlar paradigmalarımız, bizim tutum ve davranışlarımızın dolayısıyla da başkalarıyla olan ilişkilerimizin kaynağını oluşturur. Hayatımızda önemsiz değişiklikler yapmak istiyorsak, dikkatimizi uygun bir biçimde tutum ve davranışlarımıza verebiliriz. Ancak çok önemli ve köklü değişiklikler yapmak istiyorsak, o zaman temel paradigmalar üzerinde çalışmamız gerekir. Aynı şeyler başkalarında yapmayı düşündüğümüz değişiklikler için de geçerlidir. Örneğin bir öğretmen öğrencisinin olumsuz davranışlarının ardındaki paradigmayı dikkate almadan bir takım davranış değişikliklerini hemen beklerse, istenen değişiklikler gerçekleşse de bu, geçici ve yüzeysel bir değişiklik olur.
Bir kişinin belirli konudaki davranışı ya da tutumu bozuksa, önce o bozuk davranış ya da tutumun altında yatan paradigmayı (zihinsel haritayı) anlamamız gerekir. Bozuk davranış ve tutumu, altında yatan paradigmaya hiç dokunmadan değiştirmeye kalkarsak başarılı olamayız.
Paradigma değişikliği yapılmadan davranış ve tutumda yapılan değişiklikler yüzeysel ve kısa süreli olur.
Gerçek, hayatın gerçeğidir. Yalan da gerçek olmayandır. Hayatın gerçeklerini ne kadar iyi görürsek , hayat ile başa çıkmayı da o kadar iyi başarırız. Dünyanın gerçeğini ne kadar az görürsek - kafamızda yalanlarla, yanlış algılamalarla ve illüzyonlarla ne kadar bulanırsa -doğruyu seçmekte ve akıllı kararlar vermekte de o kadar güçlük çekeriz.
Gerçeğe bakış açımız, hayat ormanında kullandığımız bir harita gibidir. Harita doğru ise nerede olduğumuzu biliriz. Eğer nereye gideceğimize karar verdiysek, genellikle oraya nasıl ulaşılacağını da biliriz. Eğer harita sahte ve yanlışsa, genellikle ormanda kayboluruz. Bu, açık olmakla birlikte, insanların çoğu tarafından az ya da çok görmezlikten gelinir. Bunu görmezlikten gelirler, çünkü gerçeğe giden yol hiç de kolay bir yol değildir. Bir kere kimsenin doğuştan haritası yoktur, kendi haritasını kendisi yapması gerekir; bu da çaba ister. Gerçeği algılamak ve hakkını vermek için ne kadar çaba harcarsak, haritalarımız da o kadar büyük ve kusursuz olur. Ama çok kişi bu çabayı göstermek istemez. Bazıları, büyüme çağları sona erince çaba göstermez olurlar. Onların haritaları küçük ve kabadır.
Dünyaya bakış açıları dar ve yanıltıcıdır. Orta yaşın sonlarında çoğu insan çaba göstermekten vazgeçer. Haritalarının mükemmel ve yollarının doğru(hatta kutsal) olduğundan emindirler. Artık yeni bilgilerle ilgilenmemektedirler. Yorgun düşmüş gibidirler. Ancak azimli birkaç kişi ölünceye dek gerçeğin sırrını araştırmayı sürdürür; dünya ve gerçekle ilgili arayışlarını genişletir, derinleştirir, arındırır, yeniden belirler.
Harita yaparken karşılaşılan en büyük sorun, sıfırdan başlamak zorunda oluşumuz değil, haritamızın doğru olması için onu sürekli olarak gözden geçirme gerekliliğidir. Dünya daima değişim içindedir.
Yeryüzündeki canlılar arasında sadece insan zihinsel haritasını kendisi oluşturur. Örneğin arılar nasıl bal yapacaklarını atalarından öğrenmezler. Onların zihinsel haritası yaratılıştan onlara kodlanmıştır. O doğrultuda hareket ederler. Ama insanoğlu hayat ormanında yolunu bulmak için kendi zihinsel haritasını kendisi bulacaktır. Başkalarının kılavuz diye eline tutuşturduğu haritalar gerçekte birer karga olabilir. Kılavuzu karga olanın akıbetinin ne olacağı ise herkesin malumudur. Başkalarından miras aldıkları zihinsel haritalarını mutlak doğru kabul edip ona sımsıkı sarılanlar: 'Büyüklerimizin verdikleri haritalar bize yeter' diyorlar. Maide Suresi 5.ayette Allah da diyor ki, ataları yanlış yolda ise yani atalarının haritaları yanlışsa, onların sapıklıklarını kutsayarak onların yollarından gitmeye devam mı edecekler ?
Kendi yollarının kutsal olduğunu söyleyerek kimseye tartışmaya açmayan bilinç düzeyi düşük pek çok insan vardır. Bunlar babalarının kendilerine verdiği temel değerlere aykırı düşünmeyi, babalarının partisinden, cemaatinden ayrı bir yerde bulunmayı babalarına ihanet olarak algılarlar. Onların yanlış olduğunu bildikleri halde, onların değer yargılarını öyle kutsarlar ki, bu zihinsel haritalarının aynı zamanda Allah'ın haritasıyla aynı olduğu iddia ederler. Böyle düşünüp de yanlışının faturasını Allah'a çıkaranlara Allah'ın cevabı Araf Suresi 27. ayette verilmiştir: "Onlar bir kötülük yaptıkları zaman .-.'Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize böyle emretti' derler. De ki:'AlIah kötülüğü emretmez' Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?, Allah'a iftira mı atıyorsunuz?".
İnsan çalışıp çabalayıp geçerli bir harita elde ettikten sonra, bu görüşün(haritanın) yanlış olduğunu ve haritanın büyük ölçüde yeniden çizilmesi gerektiğini bildiren yeni bilgilerle karşılaşınca ne olur?
Bunun için gereken acı verici çaba korkutucu, neredeyse başa çıkılmaz görünür. Biz de hemen her zaman ve genellikle bilinçsiz olarak bu yeni bilgileri görmezlikten geliriz. Hatta yalnızca görmezlikten gelmekle kalmaz, yeni bilgileri yanlış, tehlikeli, kabul olmuş doktrinlere aykırı, şeytan işi olmakla suçlarız. Bu bilgilere savaş bile açabilir, kendi gerçeğimizi (haritamızı) dünyaya kabul ettirmek için elimizden geleni yapabiliriz. Kişi haritayı değiştirmek yerine, yeni gerçeği yok etmeye çalışabilir. Ne acı ki, böyle bir kişi, kendi haritasını gözden geçirip dünya hakkındaki miadı geçmiş görüşünü değiştirmek için gereken çaba ve enerjiden daha fazlasını, bu modası geçmiş görüşünü savunmak için harcayabilir.
Aktarım : Geçersiz Harita
Modası geçmiş bir dünya görüşüne sımsıkı sarılma süreci, bir çok ruh hastalığının temelini oluşturur. Psikiyatristler buna aktarım derler. Aktarım, çocuklukta geliştirilen ve genelde çocukluk için tümüyle uygun (hatta çoğunlukla can kurtarıcı) olan ama yetişkinliğe uygunsuz bir biçimde aktarılan, dünyayı algılama ona tepki gösterme yollarıdır. Aktarım daima etkin ve yıkıcı bir şekilde kendini göstermekle birlikte, genelde farkına bile varılmadan oluşur.
Bir çocuk için anne-babası her şey demektir; onlar tüm dünyayı temsil ederler. Bir çocuk başka ana babaların kendininkinden farklı ve genelde daha iyi olduklarını fark edecek bakış açısına henüz sahip değildirler. Kendi ana babası öyle yaptığı için, herkesin işleri aynı onlar gibi yaptığını varsayar. Bu nedenle de çocuk; ‘ana babama güvenememe' sonucuna değil, 'insanlara güvenilmez' sonucuna varır. Böylece buluğ çağına erişkinliğe adım atarken kullandığı harita da 'insanlara güvensizlik' haritası olur.
Bu harita ile uğradığı bir çok hayal kırıklığının oluşturduğu öfke birikimi yüzünden, otoriteyi temsil edenlerle (polis, öğretmen, işverenle...) sürekli çatışması kaçınılmazdır. Bu çatışmalar da dünyada ona bir şeyler verebilecek durumdaki insanlara güvenilemeyeceği duygusunu pekiştirmeye yardım eder. Haritasını gözden geçirip düzeltebileceği bir çok fırsat çıkar önüne, ama aktarım nedeniyle bütün bu fırsatları kaçırır.
Bir kere yetişkinler dünyasında güvenebileceği insanların da bulunduğunu anlaması bazı insanlara güvenme riskini göze alması gerekir; bu da haritasından sapması demektir. Ayrıca bu yeni yaklaşım, ana babasıyla ilgili fikirlerini de değiştirmesini gerektirecektir. Yani onların kendisini sevmediklerini kendisinin normal bir çocukluk geçirmemiş olduğunu ve ana babasının onun ihtiyaçlarına gösterdikleri duyarsızlığın normal olmadığını anlaması gerekecektir.
İnsanlara duyduğu güvensizlik, çocukluğunun şartlarına uyum sağlayabilmesi için gereken gerçekçi bir tutumdur ve acılarını azaltmakta da gayet yararlı olmuş olabilir. Çocuklukta son derece işe yarayan kendini uyarlama biçiminden vazgeçmek çok zor olduğu için de güvensizliğini sürdürebilir. Bu duyguyu güçlendirecek durumları bilinçsizce yaratır ve besler, sonuçta herkese yabancılaşır. Kendi kendine sevginin yakınlığın, sıcaklığın, samimiyetin ve şefkatin güzelliğini yaşamayı imkansız hale getirir. Bu kişi evli ise büyük bir ihtimalle karısına bile güvenmez.
Yaşanan gerçek ya da asıl gerçek eğer acı veriyorsa, ondan kaçınmak isteriz. Ancak bu acının üstesinden gelebilecek disipline sahipsek, haritalarımızı düzeltebiliriz. Böyle bir disipline sahip olmak için de gerçeğe sadakat gerekir. Gerçeğin ne olduğunu, elimizden gelen en iyi şekilde belirledikten sonra onu, daima rahatımızdan üstün tutmalı ve bunun bizim için daha hayati bir öneme sahip olduğunu bilmeliyiz. Yani kendi kişisel rahatımızı daima ikinci plana atmalı, hatta gerçeği arama yolunda önemsememeli, rahatsızlığı normal kabul etmeliyiz. Ruh sağlığı, her ne pahasına olursa olsun gerçeğe sadık kalma sürecidir.
Gerçeğe tam anlamıyla sadık bir hayat ne anlama gelir? Öncelikle, kendi kendini sürekli olarak ve sıkı bir biçimde incelemek ve sorgulamaktır. Dünyayı biz, onunla olan ilişkimiz yoluyla tanırız. O halde dünyayı tanımak için onu incelemek yetmez; inceleyiciyi de incelemek gerekiyor. Bizim zihinsel haritalarımızın oluşmasında büyük payı olan büyüklerin de sorgulanması demektir bu. Gerçeğe tümüyle sadık kalarak yaşamak aynı zamanda mücadeleye açık olmayı, meydan okumaya açık olmayı gerektirir.
Haritamızın geçerli olup olmadığını anlamanın tek yolu, onu başka harita yapıcılarının eleştiri ve meydan okumalarına açmaktır. Yoksa kapalı bir sistem içinde yaşamış oluruz. Kapalı bir kavanozda, kendi soluğumuzla kirlenen havayı tekrar tekrar teneffüs eder ve giderek daha aldatıcı hayallere dalarız. Bu süreçte bazı kişiler, mevcut zihinsel haritasını gözden geçirip düzeltmenin verdiği acıdan dolayı, çoğunlukla, onun doğruluğundan kuşkulanarak bize meydan okuyan seslere kulak tıkarlar.
Miadını doldurmuş bir dünya görüşüne(zihinsel haritaya) sımsıkı sarılma süreci, bir çok ruh hastalığına temel oluşturur.
Düşünme ve kendimizi inceleme yeteneğimiz bizi insan yapan en önemli özelliğimizdir. Sürekli kendini inceleme, sorgulama ve düşünme ayakta kalabilmek için son derece önemlidir. Dış dünyanın sorgulanması, hiçbir zaman iç dünyanın sorgulanması ve incelenmesi kadar acı vermez. Yine de insan gerçeğe sadıksa yaşamak, aynı zamanda mücadeleye açık olmayı, meydan okumaya açık olmayı gerektirir.
Haritalarının sürekli olarak meydan okumayla karşı karşıya bulunması nedeniyle açık insanlar sürekli olarak olgunlaşan, gelişen insanlardır. Açık olmalarından dolayı, daha kapalı olanlara göre çok daha etkileyici biçimde yakın ilişkiler kurabilirler. Asla yalan söylemedikleri için kendilerinden emin ve başları yukarıdadır. Var olmak için tamamıyla özgürdürler. Saklanmaları gerekmez. Gölgelere sığınıp saklanmak zorunda değildirler. Eski yalanlarını örtbas edebilmek için yeni yalanlar söylemek zorunda değildirler. Sonuçta dürüstlüğün getirdiği öz disiplini sağlamak için harcaması gereken enerjinin çok daha az olduğunu öğrenmişlerdir.
İnsan ne denli dürüst ise, bu dürüstlüğü sürdürebilmesi de o denli kolay olur. Aynen yalan söyledikçe, daha çok yalan söylemeye mecbur kalınması gibi... Gerçeğe sadık insanlar, açık olmalarından dolayı gizlisiz saklısız yaşarlar. Böyle yaşamak için gösterdikleri cesaretten dolayı da korkudan kurtulurlar.
Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz yerden görürüz. Gördüğümüzü anlatırken, esasında kendimizi, kendi paradigmamızı anlatırız.
"İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır" diyen şair İsmet Özel, kalıplanmış paradigmalarla dünyaya bakan ve olayları bu dar bakış açılarıyla yorumlayan kişilerin sonuçta 'öteki'ni yok sayıcı tutumuna dikkat çekiyor.Bu yok sayıcı tutum, toplumsal çatışmanın kaynağını oluşturuyor.
Yazısını okuduğumuz bir yazarın ya da dinlediğimiz bir konuşmacının paradigmasını anlamadan, onun duygu ve düşüncelerini anlamamız mümkün değildir. Ortak kavramlarla konuşmak kadar, kavramlara verilen ortak anlamlar da anlaşabilmenin vazgeçilmez şartıdır. Aksi halde kavramlardaki kargaşa, kavramada da kargaşaya (anarşiye)yol açacaktır. Bu ise bireyler arası ilişkilerde olduğu gibi toplumsal hayatta da büyük çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olur.
Başkalarına kulaklarını tıkayanlar sadece kendilerini sağır etmiş olurlar. Başkalarını anlamak, mutlaka kabul etmeyi gerektirmez, ama kabul etmek mutlaka anlamayı gerektirir. Anlaşılmamaktan yakınanlar, öncelikle anlama sorunu yaşayıp yaşamadıklarını gözden geçirmelidirler.
İktibas Dergisi, Mustafa ŞÜKRÜ, Sayı: 245-246
|