Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hadisi ve sünneti inkar edenlerin görüşü yeni bir görüş değildir. Ehli
sünnet görüşüyle dalga geçip ‘atalarının dini’ diyenler aslında Hulefa’i
Raşidin den sonra ortaya çıkmış Mutezile inancının görüşlerini
savunmaktadırlar. Aşağıda derlemiş olduğum bilgiler dikkatle okunursa günümüzde
bizim ne ile mücadele ettiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Bu fırka, Emeviler döneminde ortaya çıkmış, fakat 'Abbasîler döneminde
uzun bir zaman İslâm düşünce âlemini işgal etmiştir.
Bazılarına göre bu mezhep Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'ın, hilafeti
bırakıp, Hz. Muaviye'ye devretmesi üzerine Hz. Ali taraftarlarından bir
gurubun siyaseti bırakarak kendilerini itikadı meselelere vermeleri sırasında
ortaya çıkmıştır.
Mutezileler, görüşlerinde Yunan felsefesinin tesiri altında kalmışlar,
delil getirme metotlarının çoğunu bunlardan almışlardır. Yunan felsefesi, Mutezilelerin
delillerinde ve kıyaslarının önermelerinde apaçık görülmüştür.
Mutezileleri, Yunan felsefesini incelemeye sevk eden iki sebep vardır:
a) Mutezileler, Yunan felsefesinde aklî açlıklarını giderecek ve fikri
boşluklarını dolduracak düşünceler bulmuşlar, bunlarla fikrî eğitimler yapmışlar
ve kendilerini, delil ileri sürme hususunda güçlendirmişlerdir.
b) Filozoflar ve diğerleri, bazı Îslâmî prensiplere hücum edince, Mutezileler
bunlara karşı çıkmışlar ve onların tartışma ve münazara usullerini kullanarak
cevap vermeye çalışmışlardır. Filozoflara galip gelmek için, onlardan çok
şeyler öğrenmişler ve bu yolla, gerçekten Müslüman filozoflar olmuşlardır.
Mutezileler, inanç meselelerini anlama mevzuunda selef-i salihîn'in
(önceki ihlaslı müslümanların) yolundan ayrılmışlardı. Selef-i salihîn'in devamlı
olarak okuduğu zikri, Kur'an-ı Kerim idi. Allah Tealâ'mn sıfatlarını ve itikadî
meselelerden, iman edilmesi gerekenleri öğrenmek isteyen herkes, Kur'aıı-ı
Kerîm'e ve sünnet-i se-niyye'ye başvurur, bunların dışına taşmazlar ve
bunlardan başkasına güvenmezlerdi.
Evet, inanç meselelerini açık seçik olan Kur'an-ı Kerîm'in âyetlerinden
öğrenirlerdi. Herhangi bir mesele hakkında tereddüde düştükleri zaman ise, çok
iyi bildikleri, Arap dilinin ifadelerinden anlamaya çalışıyorlardı. Bütün
bunlara rağmen bir şey anlayamazlarsa işi Allah'a havale ederler, mesele
hakkında herhangi bir şey konuşmazlar, fitne ve şüphe tohumlarının saçılmasına
razı olmazlardı.
Bu durum, Arapların mizacına, uygundu. Çünkü Araplar, aslında mantık, ve
felsefe bilmiyorlardı ve ilim adamı değillerdi. Araplar arasında ilim gelişip,
özellikle, felsefi bilgiler yayılınca,' ortaya, Arapların bu durumuna karşı
Mutezile fırkası çıktı. Mutezili-ler, herşeyde aklı hakem tayin etmeye
başladılar. Onu, araştırmalarının temeli kabul ettiler. Akıllarının ihtirası
onları her şeyin mahiyetini öğrenmeye sevketti.
Mutezilelerin dinî öğrenimde, başvurdukları bu yeni metod, fıkıhçılar ve
hadis âlimlerince dinî tahsilde görmedikleri yepyeni bir metod idi. Bu sebeple
fıkıh ve hadis âlimleri, Mutezilîlere karşı, eleştiri kılıçlarını çekmişler ve
onlar aleyhine kötü sözler yaymaya girişmişlerdir.
İnanç meselelerini öğrenme hususunda Mutezilelerin metodu sırf akılcı bir
metoddu.
Mutezilelerin görüşü ile Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinin zahiri, birbiriyle
çeliştiği takdirde onlar, Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşlerine ters düşmeyecek ve
zahiri mânâsından da uzaklaşmayacak bir şekilde te'vil ederlerdi.
Bu metodun temelini, akla güven teşkil eder. Halbuki aklın temayülleri
ve aldanmaları vardır. Bu sebeple Mutezileler, sırf aklî temayüllerine uyarak
birçok hatalara ve kötülüklere düşmüşlerdir.
Meselâ; Mutezilelerin. imamlarından olan Cübbaî'nin «Allah, kulunun
duasını kabul ettiği vakit kuluna itaat etmiş olur.» sözüne srnı-sıkı sarılması
bu kabildendir. Cübbaî'nin bu görüşte direnmesinin sebebi şu idi: Bir zaman ona
Ebu Hasen el-Eş'ari şu soruyu sormuştu : Sana göre, itaat etmek ne demektir?»
Cübbaî: Başkasının istek ve iradesine muvafakat etmektir. Kim, başkasının
isteğini yerine getirirse ona itaat etmiş olur.» dedi. Bunun üzerine Ebuî
Hasen: “Bu prensibe göre, Allah Tealâ'nm, kulunun isteğini yerine getirdiği takdirde,
ona itaat etmiş olması gerekir. Allah Tealâ'nın kuluna itaat etmesi caiz
görüldüğü vakit ise, onun, kuluna boyun eğmesi de caiz görülmüş olur.» «Allah
bundan münezzehtir, çok yücedir.»
Birçok inkârcılar, Mutezile mezhebinde fitne tohumlarını ve bâtıl
görüşlerini yayabilecek ve îslâma vesveselerini sokabilecekleri yuvalar
buldular. İnkarcıların gerçek maksatları ortaya çıkınca Mutezileler, bunları
kendilerinden uzaklaştırmışlardır.
Meselâ: İbn-i Ravendi, Ebu İsa el-Verrak, Ahmed b. Hait ve Fadl el-Hadesî
bunlardandı. Bu adı geçen kişiler, bir kısım, îslânıî prensipleri yıkıcı
görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan bazıları, Müslümanların inancını
bozmak için Yahudiler tarafından kiralanmakla suçlanmışlardır.
Abbasilerden, Mutezilelere arka çıkan, onlara yardım eden, onların
mezheplerini benimseyen ve onların görüşlerine taassup derecesinde bağlı
olanlar çıkmıştır. Bu gibi insanlar halkı Mutezilîliği kabullenmeye
zorlamışlar, fıkıh ve hadis âlimlerine işkence yapmışlar, onların başına
çeşitli musibetler getirmişlerdir. Fıkıh ve hadis âlimleri, bu işkence ve
musibetlere sabretmişlerdir.
Fıkıh ve hadis âlimlerinin, içine düştükleri bela ve musibetler, halkın
onlara acımasına ve Mutezilîlere kızmasına vesile olmuştur. Böylece, takva
sahibi bu zatların çektikleri elem ve izdıraplar, Mutezilîlerin itibarını
düşürmüş ve günahları Mutezilîlerin boynunda kalmıştır.
Mutezilîlerin özelliklerinden biri de, itikadı meseleleri ispat hususunda
akla dayanmalarıdır.
Mutezilîler, Kur'an-ı Kerîm'in yolundan sapmamak için imdadı Kur'an'dan
almışlardır. Fakat bunların pek fazla hadis bilgileri yoktu. Çünkü bunlar,
inanç meselelerinde hadislere dayanmıyor ve onları delil olarak
kullanmıyorlardı.
Mutezilîlerin akla dayanmaları, onları, devirlerinde Arapçaya tercüme
edilen aklî ilimleri tahsile sevketmiştir. Bunlar, bu ilimleri incelemişler ve
bunlardan, düşmanlarıyla çarpışabilecek ve delil çıkarabilecek kadar
nasiplerini almışlardır. Bu sebeple birçok filozofluk taslayanlar, bunlara
katılmışlardır.
Mutezilîler, güzel konuşma ve meseleleri iyi izah etme özellikleriyle de
seçilmişlerdir.
Mutezilîlerin arasında çok güzel hatipler ve münazara usullerini iyi
bilen tartışmacılar mevcuttu. Bunlar, devamlı mücadele yaptıkları için nasıl
tartışma yapılacağanı çok iyi biliyorlardı. Yine bunlar, düşmanın nasıl mağlup
edilebileceğini öğrendikleri için mücadele usullerini çok iyi biliyorlardı.
îşte mutezilenin lideri olan Vâsıl b. Ata büyük bir hatip, karşısındakinin
ne düşündüğünü sezebilen, hazırcevap ve hazırlıksız konuşabilen bir kimse idi.
Mutezile fırkası;
a) Mecusî, dualist, cebriye ve
bidatçılarla.
b) Fıkıh ve hadis âlimleriyle.
c) Eş'arî ve Matüridi'lerle.
Mücadele ve münazaralarda bulunmuşlardır.
Mutezilîlerin fıkıh ve hadis âlimlerine karşı giriştikleri hücum
şiddetlenmişti. Bunların hücumlarından ne bir tanınan fıkıh âlimi, ne de meşhur
bir muhaddis kurtulabilmişti. Bu sebeple insanlar Mute-zililerden nefret
etmişlerdi ve bunların adlan belâ ve musibetlerle anılırdı. Gitgide düşmanlık
daha da kökleşmişti. Öyleki insanlar Mutezilîlerin iyiliklerini İslâmı
savunmalarım, îslâm uğrunda çektikleri eziyetleri, zındıklara ve nefsine
uyanlara karşı koymalarını unuttular. Bunları, insanlar; halifeleri, her takva
sahibi imamı ve her doğru yolu gösteren muhaddîsi sorguya çekmeleri için
kışkırtanlar şeklinde anıyorlardı.
Mütevekkil adlı halife, iktidara gelip Mutezilileri çeşresinden
uzaklaştırıp, hasımlarını kendisine yaklaştırınca ve âlimlerden zincirleri
çözünce fıkıh âlimleri ve inanç meselelerini sünnetin ışığında anlamaya çalışan
hadis âlimleriyîe bunlara karşı koymaya girişti. Mutezilîlerin tartışma usûlünü
iyi bilen ve onların görüşlerini kabullenmeyen bazı âlimler onlarla sert
tartışmalara giriştiler. Arkalarından avam tabakası bunları destekliyor, bir
kısım havas da bunlara katılıyordu. Ayrıca halifeler de bu âlimlere yardım
ediyordu.
H.z yüzyılın sonlarına doğru ortaya gayret ve metanetleri ile seçilen iki
âlim zât çıktı. Bunlardan biri Basra'da ortaya çıkan Ebu el-Hasen el-Eş'arî,
diğeri ise Semerkant'da bulunan Ebu Mansur el-Mâtûridî idi, İmam-ı Eş'arî ile
İmam-ı Mâtûridi'nin Mutezile mezhebine yakın ve uzak olma derecelerine göre
aralarında ihtilaf bulunmasına rağmen, bunların her ikisi de Mutezileye karşı
çıkmakta tam bir ittifak içinde idi.
İmam-ı Eş'ari H, 280 da CM. 873) Basra'da doğdu. H. 330 küsurda M. 935)
vefat etti. İmam-ı Eş'ari üm-i kelâmı Mutezill-lerden tahsil etti. Onun
devrindeki Mutezili hocası Ebu Ali el-Cübbâİ'-ye talebelik yaptı. İmam-ı Eş'ari
konuşmasını çok iyi bildiği ve yaşlı bir kimse olduğu için, hocasının yerine
kendisi tartışmaları yürütürdü.
İmam-ı Eş'ari, Mutezilîlerin sofralarından gıdalanması ve düşünce
ürünlerinden faydalanmasına rağmen, Mutezilîlerden düşünce bakımından
uzaklaşmaya karar verdi. Fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşlerine meyletti,
halbuki Eş'arî fıkıh ve hadis âlimlerinin meclislerinde bulunmamış ve akaîd
ilmini bunların metoduyla okumamıştı. İşte bu nedenle İmam-ı Eş'arî belirli bir
süre evinden dışarı çıkmadı. Mutezile ve ehl-i sünnet fırkalarının delillerini
karşılaştırdı. Neticede belirli bir görüşe vardı, bunun üzerine evinden dışarı
çıktı. İnsanları bir araya toplanmaya çağırdı, cum'a günü Basra şehrinde
bulunan «el-Mescid el-Câm» adlı caminin minberine çıktı ve insanlara şunları
söyledi:
— Ey insanlar! Şüphesiz ki beni tanıyan tanımıştır, tanımayana ise şimdi
kendimi tanıtacağım. Ben filan oğlu filanım. Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu,
Allah'u Tealâ'mn âhiretde gözle görülemeyeceğini, kötü fiillerin benim gibi
kullar tarafından yapıldığım söylerdim. Şimdi ise ben tevbe ettim, kesinlikle
vaz geçtim. Mutezililere karşı çıkmaya ve onların rezilliklerini ortaya koymaya
karar verdim.
îmam Eş'arî, İmam Ahmed İbn-i Hanbel'in görüşlerini diriltmek için ortaya
çıkmıştır. Çünkü Eş'arî, îmam Ahmed'in metodunu, kendisine metod kabul etmektedir.
Bu sebepledir ki Eş'arî, tercih ettiği îmam Ahmed îbn-i Hanbel'in metodu ile
şunları" söylemiştir: îtikad hususunda kısaca görüşlerimiz şunlardan
ibarettir: Allah Tealâ'ya, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Allah katından
bize gelenlere, güvenilir zatların, Resulullah (S.A.V.)'den naklettikleri
şeylere iman ederiz. Bunlardan herhangi birini reddetmeyiz. Yine Allah
Tealâ'nm yalnız bir tek ilah olduğuna, hiçbir kimseye muhtaç olmadığına, O'ndan
başka hiçbir ilah bulunmadığına, eş ve çocuk edinmediğine, Muhammed'in, O'nun
kulu ve peygamberi olduuğna, cennet ve cehennemin hak olduğuna, kıyametin
mutlaka kopacağına, Allah Tealâ'nm, kabirlerde bulunanları mutlaka
dirilteceğine iman ederiz.
Ebul Hasan el-Eş'arî ile, Mutezileden olan (eski) hocası Ebu Ali
el-Cübbaî'nin arasında geçen ve elimizde bulunan şu münazara ya bakınız.
Tartışmanın konusu, Allah Tealâ'nın, en iyi olanı yapmasının, O'na vacip olup
olmadığı meselesi idi.
Eş'arî — Şu üç kişi hakkında ne dersin, bunların biri mümin, diğeri
kâfir, üçüncüsü ise çocuktur.
Cübbai — Mümin cennetin yüksek derecelerine erenlerden, kâfir ise,
cehennemin alçak derecelerine düşeceklerden, çocuk ise kendisini
kurtaranlardandır.
Eş'arî — Şayet çocuk, yüksek derecede olanların mertebesine ulaşmak
isterse (yani çocukken öldüğü halde) bu, onun için mümkün müdür?
Cübbaî — Hayır, çünkü ona denilir ki «Mümin bu derecelere, yaptığı
amellerle ulaştı. Senin ise, bu gibi amellerin yoktur.
Eş'arî — Çocuk, kusur benim değildir. Eğer beni yaşatsaydın, mümin gibi
iyi ameller işlerdim.» derse?
Cübbai — Allah; «Biliyordum ki, yaşasaydın günah işleyecektin ve cezaya
çarptırılacaktın. Senin menfaatini gözettim ve seni, mükellef olma yaşına
ulaşmadan önce vefat ettirdim.» der.
Eş'ari — Şayet kâfir, derse ki, çocuğun durumu gibi, benim durumumu da
biliyordun. Onun gibi, benim de menfaatimi göz önünde bulundursaydın ya.
Bunun üzerine Cubbaî sustu ve verecek bir cevap bulamadı.
Bitti…
__________________ Artık sadece kainat kitabını okuyorum. Daima Rabbime teşekkür ederek.
|