“Kur’an’a dönelim”, “Kur’an İslam’ı” vs. diye “Kur’an da Kur’an” deyip durmaktan dillerde tüy bitiren söylemleri biliyorsunuzdur.
Olumlu işlevi olmuştu bir ara ama artık kabak tadı vermeye başladı.
Gayet sığ, derinliksiz ve yavan kalıyor.
Artık şöyle denmeli: İyi de “Hangi Kur’an”?
Yanlış anlaşılmasın; birden fazla Kur’an olduğunu kastetmiyorum.
Bir tane Kur’an var; tamam, başımız gözümüz üstüne…
Artık soru şu: Hangi Kur’an “anlayışına” döneceğiz?
***
Bir ritüel, ayin ve “ölü metin” haline getirilmiş Kur’an’a mı?
İçinde her türden hikaye, masal, mucize, keramet, kehanet, şifre, cifr bulunduğuna inanılan ve bu haliyle yaşamdan koparılarak “eskilerin masalları”na dönüştürülmüş Kur’an’a mı?
Hani şu Adem’i cennetten kovan, Havva’yı Adem’in kaburga kemiğinden yaratan, ruhlar aleminde bizden söz alan…
Hz. Nuh’u bin yıl yaşatan…
İbrahim için ateşi gül bahçesine çeviren, kuşları kan revan içinde parça parça ettiren, oğluna olan sevgisini kıskanıp onu kurban etmesini isteyen…
Hz. Salih’e şapkadan tavşan çıkartır gibi kayanın içinden deve
çıkartan, Ashab-ı Kehf’i üç yüz yıl öldürüp sonra dirilten, parçasıyla
vurunca ölmüş ineği dirilten, Musa’ya denizleri yardırtan, İsa’ya
ölüleri dirilten sonra evin bacasından göğe çeken, Yunus’u ırmağın
içindeki balığın karnında üç gün yaşatan, Süleyman’la havada kuşları,
karada karıncaları konuşturan, tahtının üstüne ceset bırakan,
ışınlamayla (!) Belkıs’ın tahtını getiren…
Peygamberinin kalbini yarıp zemzemle yıkayan, parmaklarıyla
ayı yardırtan, gelecekten nice haberler verdirten, kehanette
bulunduran, cinlerle konuşturan, günahkarlar için ona torpil (şefaat)
izni veren…
İçinde 19 mucizesinden demirin esrarına, Zülkarneyn’in uzaylı
ufoları gördüğünden, iki denizin birleştiği yeri keşfine nice bilimsel
(!) keşifleri 14 asır öncesinden haber veren…
600 tane ayeti nesholan, recm ayetini keçiler yiyen, velayet suresi hasıraltı edilen…
Bir hatimle borçlulara eda, hastalara şifa, dertlilere deva olan Kur’an’a mı?
Güllü yasindeki, okunmuş ayetteki, muskalardaki Kur’an’a mı?
Bunların hepsi Kur’an.
Hangi Kur’an’a döneceğiz?
Akif’in o unutulmaz dizeleriyle, “Ya açıp baktığımız yaprağına ya da üfleyip geçtiğimiz bir ölünün toprağına” Kur’an’a mı?
“Her gün ezbere okuduğumuz halde ibret olmayan, ayetlerinde bir maksat arama gereği duymadığımız” Kur’an’a mı?
“Sadece lafzını muhkem sanıp manasının kaydında olmadığımız” Kur’an’a mı?
“Mezarlıklarda okunan ve fal bakılan” Kur’an’a mı?
Hangi Kur’an’a döneceğiz?
***
Keza Hangi Allah’a döneceğiz?
“İşlerimizi görmek vazifesidir, Rabbimiz değil mi?” dediğimiz…
Hazinelerini kendi veznemiz sandığımız…
Havale edip ne kadar masrafımız varsa ona ödettiğimiz…
Silahımızı kullanacak, hududumuzu bekleyecek…
Çekip kumandası altına ordu ordu meleği bizim hesabımıza küffarı yerle bir edecek…
Başımız sıkıldı mı kafi bizim o nazlı sesimiz; “Yetiş” deyince ya kendi gelecek ya da Hızır’ı gönderecek…
Evde hasta mı var borcudur; bakacak…
Şifa hazinesini derhal oluk oluk akıtacak…
Hani şu yanaşmamız, ırgadımız, lalamız, bacımız, dadımız, vekil-i
harcımız, kahyamız, mudir-i veznemiz… Denizde cenk mi olacakmış;
gemimiz, kaptanımız… Ordu mu lazımmış; askerimiz, kumandanımız…
Köyün yasakçısı, şehrin baş tahsildarı, ailemizin doktoru, eczacımız… Hasılı hepsi O olan Allah’a mı?
Hangi Allah’a döneceğiz?
Bunun adı “Hudayı kul yapıp kendi Huda olmak” değilse nedir?
Bunun adı şudur: Çalış dedikçe şeriat çalışmayıp durmak… Onun
hesabına bir çok hurafe uydurmak… Sonunda bir de tevekkül sokuşturup
araya, zavallı dini çevirmek onunla maskaraya …
Dinin o güzel yüzünü, çirkin bir hortlağa (çehre-i memsuha) döndürmek…
Bunları ben söylemiyorum; Akif söylüyor.
***
Hangi Kur’an’a döneceğiz?
Bir eski çağlar, ölüler, cifrler, şifreler kitabı olarak Kur’an’a mı?
Tarihten, hayattan ve tabiattan koparılmış bir ayin metni olarak Kur’an’a mı?
Üzerinden servet yığdığımız, para pastığımız Kur’an’a mı?
Böyle bir Kur’an var zaten.
İşte mezarlıklarda okuyoruz, türbelerde üflüyoruz, evimizin
başköşesine asıyor, ona doğru uzanıp yatmıyor, arka odada ise her türlü
haltı yiyoruz.
Ha babam ezberliyor, teberrüken hatmediyor, abdestsiz dokunamıyor, destursuz açamıyor, salavatsız konuşamıyoruz…
Tecvidinden hattına, DVD’sinden görüntülü hatim setine “din pazarına” dönüşmüş ekranlarımızdan “gel geel!”
diye pazarlıyoruz. Çalkalandıkça kendisinden yağ çıkan kap gibi habire
çalkalıyoruz. Yağını, derisini, kılını, tüyünü her şeyini ranta
çevirmeyi pek bir beceriyoruz. Hinduların kutsal ineği gibi üzerinden
palazlanıyor, zengin oluyor; katlar, yatlar, arabalar, yazlıklar,
villalar alıyoruz.
Rütbeler, şanlar, titrler takıyor: Prof.’lar, Doç.’lar, Dr.’lar oluyoruz.
Böyle bir Kur’an var zeten.
Hangi Kur’an’a döneceğiz.
19 katlamalı, 7 bölenli, 12 çıkarmalı… Japon icadı son model hesap
makinesi gibi ne zaman kıyametin kopacağını, başınıza nelerin
geleceğini, hangi vakit Mehdi’nin zuhur edeceğini cifirleyip önümüze
koyuveriyor…
Hangi Kur’an’a döneceğiz?
Bir ölü metin olarak Kur’an’a mı?
“Yaşayan Kur’an’a” mı?
Kur’an’ın “ölüsüne” mi “dirisine” mi döneceğiz?
Nereden başlayacağız, hangi “anlayışı” esas alacağız?
***
Bak kardeşim, önce esaslı bir dini aydınlanma yaşacağız.
Kur’an’ı insanlığın vicdanı (basâiru li’nnâs) olarak göreceğiz.
İçinde insanlığın şeref ve haysiyetinin bulunduğuna, akla ve vicdana hitap etmeyen hiçbir şey bulunmadığına, iyilik, güzellik, doğruluk rehberi, sevgi ve merhamet kaynağı olduğuna, gerçeğin ve adaletin evrensel sesi olduğuna inanacağız.
Kur’an’ın bütün özü budur, başka bir şey aramayacağız.
Bunun için Kur’an diyene “Hangi Kur’an?”, İslam diyene “Hangi İslam?”, sünnet diyene “Hangi sünnet?”, Muhammed diyene “Hangi Muhammed?” Allah diyene “Hangi Allah?” diye soracağız?
Bunlar önemli çünkü hurafeden görünmez hale gelmiş durumdalar.
Bu bizi doğru anlama yolunda ilerletecek.
Çünkü artık İslam’ın ilk doğuş yıllarında değiliz. Kur’an’ın nazil
olduğu çağı yaşamıyoruz. Aramızda peygamber de yok. Aradan 14 koca asır
geçti ve 72 bin çeşit anlayış var. Hangisi? Neden? Niçin? Nasıl?
Nereden? Ne şekilde? diye sormak zorundayız.
***
Hatırlayın, Peygamberimiz veda hutbesinde “Burada bulunanlar, bulunmayanlara bunları anlatsın. Belki onların içinden daha iyi anlayanlar çıkar.” buyurmuştu. (Buhari; 10/1654)
Dikkat ediniz! “daha iyi anlayan” (ev’â) diyor!
Metinde geçen (v’ayun) kök olarak içe doğru dalmak,
derinliklerine inmek, kavramak, şuuruna varmak, bilincinde olmak, idrak
etmek demek… Şuurlandırma, bilinçlendirme, farkına vardırma (tev’ıyye), bilinçli, şuurlu, farkına varmış (vâ’î), şuur, bilinç (v’ayun) kelimeleri de bu kökten...
Bakın bu ne demek?
Türkçe’de kullandığımız yani, mana sözcüklerini (‘n’
harfi farkıyla) çağrıştırır. Bir şeyi daha geniş ve derinlemesine
açıklamak için “yani” diye başlarız. Bir şeyin anlamsız olduğunu ifade
için “manasız, saçma” deriz. “Ne manaya geliyor?” diye sorarız. Yani “Derine doğru daldığımızda, içine iyice girdiğimizde ne anlatılıyor burada?” demek isteriz.
İşte Peygamberimiz diyor ki “Belki onların içinden daha iyi anlayan; şuuruna varan, idrak eden, manasını iyi kavrayan çıkar…”
Daha iyi hatmeden, daha iyi ezberleyen, daha iyi üfüren değil; daha iyi anlayan…
Anlamak… anlayış…
Bir topluluğu birbirine yakınlaştıran şey budur.
Aynı hedefe yönelip birlikte hareket edebilen topluluklar inanç veya fikir birliği olan topluluklar değil; “anlayış birliği” olan topluluklardır.
Mesela şu yazdığım yazıyı, “Yazı yazmaya inanan” veya “Yazının iletişimdeki önemi” konusunda hemfikir olduğum birisi değil; ne dediğimi kavrayan en iyi anlar. “Apple” dediğimde hiç bir şey anlamıyorsanız daha işin başında dilde/lisanda anlaşamıyoruz demektir. “Elma” dediğimde zihnimizde aynı şey çağrışıyorsa aramızda fikir birliği var demektir. Fakat ben “Elma”
derken ağaçtaki elmayı, siz de bir bilgisayar firması olan Elmayı
anlıyorsanız aramızda fikir birliği olmasına rağmen anlayış birliği yok
demektir. O zaman sormanız gerekir: “Hangi elma?”
Demek ki “Kur’an’a dönüş” argümanı artık yetmiyor.
Kur’an üzerine inanç ve fikir birliği halinde olmamız da yetmiyor.
Zaten yetseydi halimiz böyle olmaz; ortalık aynı Kur’an üzerine iman ve
fikir birliği etmiş “gaza namına dindaş öldüren biçare dindaşlar” ile dolmazdı. Çünkü inandıkları ve hemfikir olduklarından aynı şeyi anlamıyorlar.
“İnanç ve fikir birliği yetmez; anlayış birliği lazım” dediğim böyle bir şey…
En azından en temel olanlar; Allah, Kur’an, Peygamber’den aynı şeylerin anlaşılması lazım. Aksi halde anlayış birliği olmadığı için birlikte hareket çıkmaz, havanda su döğeriz.
Sahabe havanda su döğmedi. 40 yılda çölün içinden fışkırırcasına
tarihin meydanına çıktılar ve gemileri yakar hale geldiler. Çünkü “Allah” dendi mi aynı hedefe yürüyor, “Kur’an” dendi mi aynı yöne gidiyor, “Muhammed” dendi mi aynı mihver etrafında kenetleniyorlardı.
Aralarında “anlayış” birliği vardı. İnanç, heyecan, fikir, amel hep buradan çıkıyordu.
Ne zaman ki Kur’an’ın, hüküm, ahkam, hakimiyet, devlet, adalet, kardeşlik, sadakat, ganimet, kabile
vs. dediğinden Ali başka bir şey, Muaviye başka bir şey anlamaya
başladı, o zaman üzerinde inanç ve fikir birliği ettikleri aynı
Kur’an’ın ayetleri mızrakların ucunda karşı karşıya geldi. Çünkü
“anlayış birliği” kalmamıştı.
Kur’an aynı Kur’andı fakat soru değişti: Hangi Kur’an?
Bugün 1400 kat daha fazla değişti.
Buradan “Tek tip düşünce olsun, herkes aynı şeyi anlasın” demek istediğim sanılmasın.
Demek istediğim farklı düşünmenin fikri zenginlik, aynı şeyi
anlamanın birlikte hareket ve ortak akıl getirdiğidir. Biri diğerinin
içinden çıkıyor, biri olmazsa diğeri olmuyor. Biri diğerinin anahtarı...
Demek ki birlikte hareket ve ortak akıla ulaşmak için farklı
düşünebilerek işe başlamak gerekiyor. Yalnız bir şartla: farklı
düşünmek şiddetin gerekçesi ve aracı yapılmayacak!
***
Şu üç kişiye ait üç söz ne demek istediğimi çok iyi anlatıyor. Tercümanım onlar olsun:
Konfüçyüs: “İnsanlar kelimelerin ne manaya geldikleri üzerinde anlaşmış olsalardı ihtilaf etmezlerdi.”
Ammar bin Yasir: “Biz bunlarla (Emeviler) önce Kur’an’ın tenzili için savaştık, şimdi de tevili için savaşıyoruz.”
Ali Şeriatî: “Hangi din? Halkların afyonu olan din mi? Halkların vicdanı olan din mi?
Bu nedenle “Kur’an’a dönüş” argümanı inanç ve fikir birliği sağlıyor
ve fakat aynı şeyi anlamamıza yetmiyor ve yerimizde saydırıyor. Oysa
Kur’an’ın dünyasına girmemiz, derinliklerine dalmamız, manasına
ermemiz, maksadını kavramımız, bilincine erişmemiz gerekir. Aynı şeyi
anlamanın yolları bunlardır. “Anlamak” ancak böyle böyle ortaya çıkan bir şey, değil mi?
Sonra aynı şeyi anlayanlar aynı yöne giderler. Peygamberî firaset “Belki onların içinden daha iyi anlayan çıkar” diye boşuna dememiş. Önce “iyi anlamayı” hedef göstermiş…
İyi anlamak, onu ne olarak görmemiz gerektiğini kavramak demektir.
İşte bunun anahtarı bu soruda: Hangi Kur’an?
“Bu Kur’an insanlığın vicdanı (basâirun li’n-nâs), bir yol gösterici (huda), şeksiz ve şüphesiz imana ulaşmak isteyen bir halk için sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır.” (45/20).
“İnsanlığa özünü hatırlatmadan (zikrun li’l-âlemîn) başka bir şey değildir.” (68/52).
R. İhsan ELİAÇIK