| 
    
     | 
       
        | Yazanlarda |  |  
        | adalet Uzman Uye
 
  
  
 Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
 Gönderilenler: 1195
 | 
          
           | Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP |   |  
           | 
 |  Mahmud Celal Özmen 
 Âdem'in iki 
oğlunun yaşam öyküsünün bu kesiti, yani; "Derken Allah, ona kardeşinin cesedini 
nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar 
olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim 
ben?' dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." ayeti, türü arasında bir benzeri 
bulunmayan tek bir ayettir. Bu ayette, duyu organlarının algılarından yararlanan 
insanın durumu somutlaştırılıyor. İnsanın, algılama yoluyla eşyanın 
niteliklerini, özelliklerini kavradığı anlatılıyor. Ardından insanın bu 
algılarını, hayata ilişkin amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik düşüncenin 
malzemeleri hâline getirdiği dile getiriliyor. Ki bu, bilimsel araştırmaların 
vardığı şu sonucu haklı çıkarıyor: İnsanın sahip olduğu bilgiler algılara ve 
sezgilere dayanır. Ve bu, anma ve fıtrî bilgi teorisini savunanların tezlerine 
aykırı bir söylemi ifade eder.
 Bunu biraz daha açacak olursak: İnsanı, 
sahip olduğu bilgi formları yani tasarım ve yargı nitelikli, tikel veya tümel 
olanı, çeşitli nitelikler arz eden bilgileri ve kavrayışlarıyla birlikte 
gözlemlediğimiz zaman, insanların en cahilinin, anlama ve düşünme kapasitesi 
bakımından en zayıf bile olsa, birçok formlara ve büyük bir yekûn tutan 
bilgilere sahip olduğunu görürüz.. Öyle ki bunları neredeyse saymak mümkün 
olmayacaktır. Daha doğrusu, âlemlerin Rabbinden başka kimse bunların sayısını 
bilemez.
 
 Çokluğuna ve istatistiklerin kapasitesini aşmasına rağmen, 
insanın dünya hayatı boyunca sürekli arttıkları, geliştikleri de gözlemlenen bir 
olgudur. Süreci geriye doğru işletmek mümkün olsa, yavaş yavaş azalıp sonunda 
sıfıra dayandığını görürüz. İnsan, bilgi namına hiçbir şeye sahip olmayan bir 
varlık olarak belirginleşir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsana 
bilmediğini öğretti." (Alak, 5)
 Bu ayette 
verilmek istenen mesaj; Allah, insana bilmediğini öğretir, bildikleri hususunda 
ise insanın Allah'ın eğitimine ihtiyacı yoktur, değildir. Çünkü şurası göz ardı 
edilemez bir gerçektir ki, hangisi olursa olsun, insanın sahip olduğu bilgi, 
varoluşunu olgunlaştırma ve hayatı çerçevesinde yararlanma sürecinde ona yol 
göstericilik yapma işlevini görür. Doğal uyarılmalar ve etkilenmeler sonucu 
cansız varlık türlerinin vardıkları hedefe, canlı varlıklar -bu arada insan 
oğlu- da bilgi aydınlığıyla ulaşır. Bu demektir ki bilgi, hidayetin nesnel 
karşılıklarından biridir.
 
 Yüce Allah, birçok ayette hidayet olgusunu 
mutlak olarak kendisine nispet etmiştir: "Her şeye yaratılışını verip sonra onu 
doğru yola iletendir." (Tâhâ, 50), "O ki her şeyi yarattı, düzenledi. Ve O ki 
her şeyin miktarını, biçimini belirleyip hedefini gösterdi." (A'lâ, 2-3)Algılama 
ve düşünme yoluyla yol göstermenin bir türüne işaret edilen bir diğer ayette de 
şöyle buyruluyor: "Yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol 
gösteren kim?" (Neml, 63) Kısacası her bilgi hidayet ve her hidayet de Allah'tan 
olduğuna göre, insan sahip olduğu tüm bilgileri, Allah'ın eğitmesiyle 
öğrenmiştir..
 
 "Allah sizi, hiçbir şey bilmediğiniz durumda annelerinizin 
karınlarından çıkardı; size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." 
(Nahl, 78) ayeti, bu açıdan, "İnsana bilmediğini öğretti." (Alak, 5)ayetine 
yakın bir anlam içermektedir.
 
 İnsan davranışları ve bunlarla ilgili 
Kur'ân ayetleri üzerinde eş zamanlı olarak durup düşündüğümüz zaman, insanın 
sahip olduğu teorik bilgilerin, yani eşyanın özelliklerine ilişkin bilgilerin ve 
bunların birer yansıması olarak beliren aklî marifetlerin başlangıcı olarak 
sezgi ve algıdan kaynaklandıklarını görürüz. Allah, insana eşyanın özelliklerini 
bu yolla öğretiyor. "Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini 
göstermesi için... Bir karga gönderdi." ayeti bunu açıklıyor.
 
 Şu hâlde, 
cesedin nasıl gömüleceğini göstermek için karganın gönderilişinin Allah'a 
nispeti, gömmenin nasıl olacağının bilinmesinin de O'na nispet edilmesi anlamına 
gelir. Gerçi karga, kendisini gönderenin Allah olduğunun bilincinde değildi. 
Aynı şekilde Hz. Âdem'in (a.s) oğlu da, düşünme ve öğrenme yeteneğini 
yönlendiren bir yönlendiricinin farkında değildi. Karganın nedenselliğinin ve 
yeri eşelemesinin onun öğrenmesiyle ilintisi, yüzeysel bir bakış açısına göre, 
insana dünya ve ahiret işleriyle ilgili yöntemleri öğreten diğer tesadüfî 
yöntemler gibi, tesadüfî bir nedensellikti.
 
 Ancak insanı yaratan ve 
hayattaki hedeflerini gerçekleştirmek için ilmî olgunlaşmaya yönelten yüce 
Allah'tır. Yüce Allah, evrene öyle bir düzen egemen kılmıştır ki bu düzen, bilgi 
aracılığıyla olgunlaşmayı gerektirici niteliktedir. İnsan evrenin parçalarıyla 
kurduğu ilişkiler ve etkileşimler sonucu bilgi edinme imkânını bulmaktadır. 
Dolayısıyla insan, hayattaki hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı olacak 
bilgiyi, eğitimi evrenden alır. Kargayı ve başka şeyleri göndererek insanın bir 
şeyler öğrenmesini sağlayan Allah'tır. O hâlde O, insanın 
öğreticisidir.
 
 Bu anlama yakın ifadeler içeren benzer ayetlerin sayısı 
çoktur: "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av 
köpeklerinin..." (Mâide, 4) Bu ayette yüce Allah, insanların bildiklerini ve 
avcı hayvanlara öğrettiklerini, Allah'ın kendilerine öğrettiği şeyler olarak 
nitelendiriyor. Oysa o bilgileri ya başka insanlardan öğrenmişler ya da bizzat 
kendileri düşünerek icat etmişlerdir. "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor." 
(Bakara, 282) Oysa onlar elçiden öğreniyorlardı. "Yazıcı Allah'ın kendisine 
öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın." (Bakara, 282)Oysa bir kâtip, bildiklerini 
diğer bir kâtipten öğrenir. Fakat bütün bunlar, yaratılış düzeninde ve evrensel 
plânlama çerçevesinde öngörülen olgulardır. Dolayısıyla bunlar aracılığıyla elde 
edilen ve insanın olgunlaşmasına katkıda bulunan bilgiyi, bu sebepler 
aracılığıyla Allah öğretir. Tıpkı bir öğretmenin öğrencilerine söz ve empozeyle, 
bir kâtibin söz ve kalemle bildiklerini öğretmesi gibi.
 
 Sebepler 
dünyasında yüce Allah'ın kendisine nispet ettiği olguları bu şekilde algılamak 
gerekir. Çünkü onların yaratıcısı Allah'tır. Allah ile yarattığı varlıklar 
arasında sebepler yer alır. Bunlar, zahirî işlevleri itibariyle sebeptirler, bir 
şeyin varoluşunun gerçekleşmesini sağlayan aletlerdirler. Dilersen şöyle de 
diyebilirsin: Bunlar, varlığı her yönüyle ve her tarafıyla sebeplerle ilintili 
varlığın koşullarıdır. Söz gelimi, Amr ve Hind'den olma Zeyd'in varoluşunun 
koşulu, öncesinde Amr ve Hin-d'in olmaları, bunların evlenmeleri ve aralarında 
cinsel birleşmenin olmasıdır. Aksi takdirde, varsayılan Zeyd olmayacaktır. Gören 
bir gözle görmenin koşulu, önceden gören bir gözün olmasıdır. Benzeri şeylerde 
de durum aynıdır.
 
 Bir kimse, sebepleri olumsuzlayarak, onları geçersiz 
kılarak Allah'ı birlediğini iddia eder, O'nun mutlak kudretini olumlamak ve 
acizliği olumsuzlamak bakımından bunun çok daha etkili olduğunu ileri sürerse, 
bunun yanında, arada sebeplerin varlığının zorunlu olduğunu savunmanın yüce 
Allah'ın yaratma hususunda, adeta iradesiz imiş gibi, özel bir yol izlemek 
zorunda olduğu anlamına geldiğini söylerse, farkında olmadan kendisiyle 
çelişkiye düşmüş olur..
 
 Kısacası, insanların duygu organları aracılığı 
ile bir şekilde algıladıkları eşyanın özelliklerini onlara öğreten Allah'tır. 
Allah, bunları duyu organları aracılığıyla öğretir. Bunun yanında yerde ve gökte 
bulunan her şeyi onların hizmetine sunmuştur: "Göklerde ve yerde bulunan 
şeyleri, kendinden bir lütuf olarak size boyun eğdirdi." (Câsiye, 13)
 
 Hiç 
kuşkusuz, bu boyun eğdirme, insanın bir şekilde onlar üzerinde tasarrufta 
bulunup onları hayattaki hedeflerine ulaşmanın ve beklentilerini 
gerçekleştirmenin aracıları olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Diğer 
bir ifadeyle yüce Allah, onlardan yararlansın diye, göklerde ve yerde bulunan 
her şeyi insanın varoluşuyla irtibatlandırmıştır. İnsanı da bunlar üzerinde 
nasıl tasarrufta bulunacağını, onları nasıl kullanacağını ve nasıl aracı 
edineceğini kavrasın, algılasın diye düşünme yeteneğiyle donatmıştır. Bu 
çıkarsamamızın kanıtları şu ayetlerdir: "Görmedin mi Allah, yerdekileri ve 
emriyle, denizde akıp giden gemileri sizin buyruğunuza verdi." (Hac, 65) 
"...Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar yarattı." (Zuhruf, 12) "...Onların ve 
gemilerin üstünde taşınırsınız." (Mü'min, 80) Buna benzer daha birçok ayeti 
örnek göstermek mümkündür.
 
 Ayetlerin ifade tarzları son derece ilginçtir: 
İnsan yapımı olan geminin varlığı Allah'a nispet ediliyor. Geminin ve 
hayvanların yaptığı taşıma işi de öyle. Gemilerin denizde akıp gitmeleri de O'na 
nispet edilerek zikrediliyor. Oysa gemilerin yüzmeleri doğrudan deniz 
akıntısıyla, rüzgârın esişiyle veya buhar gibi şeylerle ilintilidir. Sonra bütün 
bunlar, O'ndan insanın lehine bir boyun eğdirme olarak isimlendiriliyor. Çünkü 
yüce Allah'ın iradesinin gemiler ve yerde ve gökte benzeri işlevi gören 
hayvanlar üzerinde bir tür egemenliği vardır, onları öngörülen hedeflere 
yöneltir.
 
 Kısacası, yüce Allah, insana algıladığı şeyler üzerinde düşünme 
yeteneğini bahşetmiştir ki o bu düşüncesi aracılığıyla kendisi için öngörülen 
olgunlaşma hedefine yönelir. Varlıklar âlemindeki olgulara ilişkin teorik 
bilgileri nedeniyle bu öngörülen amaçları gerçekleştirme çabası içine girer. 
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Size işitme, gözler ve gönüller verdi ki 
şükredesiniz." (Nahl, 78)
 (Devamı var)
 
 
 __________________
 "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
 |  
        | Yukarı dön |     |  
        |  |  
        | adalet Uzman Uye
 
  
  
 Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
 Gönderilenler: 1195
 | 
          Yapılması ve yapılmaması gereken şeylerle 
ilintili pratik bilimlere gelince, bu alanda belirleyici olan Allah'ın ilham 
etmesidir, algı yeteneğinin ya da teorik aklın bu hususta bir etkinliği olmaz. 
"Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene 
andolsun ki, nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan da ziyana uğramıştır." 
(Şems, 7-10) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın 
yaratma kanununa (fıtrat) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması 
değiştirilmez. İşte doğru din odur." (Rûm, 30)Bu ayetlerde, yapılması 
gerekenlerin, yani iyiliğin ve yapılmaması gerekenlerin, yani kötülüğün 
bilinmesi, ilâhî ilhamla, yani Allah'ın kalbe telkinde bulunmasıyla elde edilen 
bir durum olarak değerlendirilmiştir.
           | Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP |   |  
           | 
 |  
 Dolayısıyla insanın elde ettiği 
bilgiler, ilâhî yol göstericiliğin yansıması ve ilâhî yol göstericilikle 
gerçekleşmiştir. Ancak bunların da tür olarak farklılık arz ettiklerini 
görüyoruz. Eşyanın dışsal özellikleri söz konusu olduğunda yüce Allah'ın, 
bunları öğrenme hususunda insanı yönelttiği yol, algılama yeteneğidir. 
Tümel-düşünsel bilgiler söz konusu olduğunda, bunlara ulaşmanın yolu, ilâhî 
bağış ve boyun eğdirmedir. Aynı zamanda algı yeteneğinin de işlevsel olması, bu 
durumu olumsuzlamaz ya da insan, bu bağlamda hiçbir şekilde ilâhî boyun 
eğdirmeden müstağni olmaz. Salih ya da fasit amellerle, takva ve günahla 
ilintili pratik bilimlere gelince; bunun yolu ilâhî ilhamdır, kalplere telkin 
etmesidir, fıtrat kapısını açmasıdır.
 
 Özü itibariyle ilhama dayanan 
üçüncü kısmın işlevsel olarak başarılı olması ve beklenen sonuçları vermesi, 
ikinci kısmın salih oluşuna, doğru ve tutarlı bir zemine dayanmasına bağlıdır. 
Nitekim aklın doğru ve tutarlı bir etkinlik göstermesi de insanın takva ve fıtrî 
dini açısından dosdoğru bir çizgide hareket etmesine bağlıdır. Yüce Allah, 
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sağduyu sahiplerinden başkası düşünüp 
öğüt almaz." (Âl-i İmrân, 7) "Allah'a yönelenden başkası ibret almaz." (Mü'min, 
13) "Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi." 
(En'âm, 110) "Nefsini aşağılık yapan beyinsizden başka, kim İbrahim dininden yüz 
çevirir?" (Bakara, 130) Demek isteniyor ki, aklını ifsat edip, onu normal 
çizgisinden saptıranlardan başkası fıtratın gerektirdiği eylemleri yapmaktan 
kaçınmaz.
 
 Akıl ile takva arasındaki bu gerektiriciliği pratikte de 
gözlemlemek mümkündür. Hiç kuşkusuz, insanın teorik gücünde bir anormallik varsa 
hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak algılayamaz. Bu bakımdan hakka 
sarılmanın ve batıldan kaçınmanın gerekliliğini de sezinleyemez, yüce Allah 
tarafından bu yönden bir ilhama da muhatap olamaz. Söz gelişi, dünya hayatının 
ötesinde bir hayatın olduğuna inanmayan bir kimse, ahiret hayatı açısından en 
iyi azık konumunda olan dinî takva duygusunun ilham edilmesini algılayamaz.
 
 Aynı şekilde, insanın fıtrî dini bozulur ve dinî takva duygusuyla 
beslenmezse, şehvet (çekici güç) gazap (itici güç), sevgi veya nefret gibi içsel 
algı güçlerinin dengesi bozulur. Bu güçlerin arasındaki denge durumunun 
bozulmasıyla birlikte, teorik kavrama gücü, istenen düzeyde bir işlevsellik 
görmez.
 
 Kur'ân'ın, insanlar arasında dinî bilgileri yayma ve onlara 
yararlı bilgiyi öğretme amacına yönelik açıklamaları bu tarzda devam eder. Bu 
bağlamda bilgileri edinmek için belirginleştirdiği yöntemleri esas alır. Söz 
gelimi, algılanmaya elverişli özelliklere sahip olgular, unsurlar söz konusu 
olduğunda, açık bir ifadeyle duyu organlarına hitap eder. Mesela,"Görmedin mi?, 
Görmüyorlar mı?, Gördünüz mü?, Görmez misiniz?" gibi ifadeler içeren ayetleri 
buna örnek gösterebiliriz.
 
 Maddî tümel olgularla ilintili aklî-soyut 
tümel olgular ya da fizik âleminin ötesi söz konusu olduğunda, duyular açısından 
madde ve maddî çevrenin dışında gaybî olgular bile olsalar, aklın işlevi kesin 
belirleyici görülür. Dünya ve ahiret hayatına ilişkin olguları içeren ayetlerin 
genelini buna örnek gösterebiliriz. Bu gibi ayetlerde, özellikle "akleden bir 
kavim için...", "Düşünen bir kavim için...", "Hatırlayan bir kavim için..." ve 
"derin kavrayış sahibi bir kavim için..."gibi ifadelere yer 
verilir.
 
 Amel, takva ve günahlar bağlamında hayır, şer, yarar ve zarar 
gibi olgularla ilintili pratik önermeler söz konusu olduğunda, bu sefer ilâhî 
ilham esas alınır. İnsanın içsel ilham algılamasını anımsatıcı olgulara dikkat 
çekilir. "Bu, sizin için daha hayırlıdır...", "Onun kalbi günahkârdır.", "O 
ikisinde günah vardır.", "Günah ve haksız yere azmadır.", "Allah hidayet 
vermez..." gibi ifadeler kapsayan ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Hiç 
kuşkusuz bu tespitimiz, üzerinde durup düşünmeye değerdir.
 
 Bu tespitten 
hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim, duyu organlarının 
algılamasını ve deneyimi esas alanların yöntemlerini yanlış bulur. Bunlar, 
bilimsel araştırmalarda, salt aklın yargılarını olumsuzlarlar. Kur'ân'ın 
açıklamalarında öncelikle önem yüce Allah'ın birliğine, yani tevhit ilkesine 
verilir. Sonra açıklanan ve insanlara sunulan tüm gerçek bilgiler bu temele 
dayandırılır. Bilindiği gibi, duyu organlarının algılama kapasitesinden en uzak 
meselelerden biri de tevhittir. Maddî olgulardan uzak ve salt aklın yargılarıyla 
ilintilidir.
 
 Kur'ân, söz konusu gerçek bilgilerin fıtrat menşeli 
olduklarını açıklar: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: 
Allah'ın yaratma kanununa (fıtrata) ki, insanları ona göre yaratmıştır." (Rûm, 
130) Buna göre, insan yaratılışı, bu tür bilgi ve kavrayışlara kaynaklık eden 
bir varoluş şeklidir. Yaratılışının değişmesinin bir anlamı yoktur; elbette 
bizzat değişim de bir yaratma ve var etme olursa o başka. Mutlak olarak var 
etmeyi değiştirmek, yani varolan hükmü geçersiz kılmak ve iptal etmek tasavvur 
edilecek bir anlam değildir. İnsanın buna gücü yetmez; fıtratına yerleştirilen 
bilgileri iptal edemez ve hayat için fıtratın kesin yolundan başka bir yol 
izleyemez.(Devamı var)
 
 
 
 
 __________________
 "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
 |  
        | Yukarı dön |     |  
        |  |  
        | adalet Uzman Uye
 
  
  
 Katılma Tarihi: 02 ekim 2006
 Gönderilenler: 1195
 | 
          Pratik hayatta, fıtratın hükümlerinden sapma olarak 
gözlemlenen durumlar, fıtratın hükümlerinin iptal edilmesi anlamına gelmezler; 
bilâkis hükümlerin ve gerektiği gibi ve gereken yerlerde kullanılmaması olarak 
değerlendirilmelidirler. Tıpkı bir atıcının, atışı esnasında hedefi tutturmaması 
gibi.. Hiç kuşkusuz atış aleti ve diğer malzemeler, öz doğaları gereği isabet 
etme özelliğine sahip kılınmışlardır. Fakat bunların kullanımında yanılmalar, 
hedeften saptırabilir onları. Bıçak, testere, matkap ve iğne gibi aletler bir 
motora yanlış monte edilirlerse, kesme, delme ve biçme gibi fıtrî işlevlerini 
görürler; ama istenen şekilde değil. Bunların fıtrî işlevlerinden sapmalarına 
gelince; söz gelimi, testere ile dikiş yapılması, testerenin iğne gibi 
kullanılması, dikişin bıçkı hâline getirilmesi, işte bu, 
imkânsızdır.
           | Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP |   |  
           | 
 |  
 Bazı grupların bilimsel yöntemlerinin doğruluğunu kanıtlamak 
için ileri sürdükleri delillerin geneli üzerinde düşünüldüğü zaman bütün bunlar 
açık bir şekilde ortaya çıkar. Örneğin diyorlar ki: Salt aklî araştırmalarda ve 
duyu organlarının algılama alanlarından uzak öncüllerin bileşiminden ibaret olan 
kıyaslarda yanılma payı çok olur. Salt aklî meselelere ilişkin ihtilafların 
çokluğu da bunu gösterir. İnsanın içine sinmediği için bunlara güvenmemek 
gerekir.
 
 Yine bazıları somut algı ve deney yöntemlerinin doğruluğunu 
kanıtlamak için diyorlar ki: Algılama, zorunlu olarak eşyanın özelliklerini 
kavramayı sağlayan bir alet konumundadır. Özel şartlarıyla birlikte herhangi bir 
objede bir belirti algılanır, sonra bu belirti, söz konusu şartlarla birlikte 
aynı objede tekrar tekrar gözlemlenirse, her defasında, önceki gözleme göre bir 
farlılık ve ayrıtlık gözlemlenmezse, bu, objenin özelliğidir, tesadüfî bir 
ilinti değildir. Çünkü tesadüf kesin olarak devamlılık 
göstermez.
 
 Yukarıda sunulan iki kanıt, görüldüğü gibi, duyu organlarının 
algısına ve deneye dayanmanın zorunluluğunu ve salt aklın yönteminden uzak 
durmanın gerekliliğini kanıtlama amacına yöneliktir. Bununla beraber, her iki 
kanıtta da esas alınan önermeler, algı ve deney dışı aklî önermelerdir. Sonra 
da, bu aklî önermelere dayanarak, aklî önermeleri esas alan yaklaşımları 
geçersiz kılma çabası içine girmişlerdir. Dedik ya: Fıtrat, kesin olarak iptal 
edilemez. Yalnızca insan, fıtratı kullanmada yanlışlık yapar! Bu değerlendirme 
de buna ilişkin bir örnektir.
 
 Bundan daha da kötüsü, yasal hükümlerin ve 
yürürlüğe konulan kanunların belirlenmesinde deneyim esaslı bir yöntemin 
izlenmesidir. Örneğin bir hüküm konulur ve bu hüküm insanlar arasında 
uygulanarak, istatistik veya başka bir yolla, bu hükmün iyi sonuçlarının olup 
olmadığı sınanır. Şayet uygulandığı alanlarda, genel olarak iyi sonuçlar 
alınırsa, değişmez, uyulması zorunlu bir yasa hâline getirilir. Aksi takdirde, 
bu hüküm bir yana bırakılır, yeni bir hükmün denenmesine girişilir. Kıyas ve 
istihsan yoluyla hüküm belirlemek de en az bunun kadar hatalı ve kötü bir 
yöntemdir.
 
 Kur'ân, bu değerlendirmelerin ve anlayışların tümünü yanlış 
sayar, geçersiz kılar ve şeriat kapsamında konulan hükümlerin apaçık ve fıtrat 
menşeli olduklarını ortaya koyar. Kur'ân'a göre, genel olarak takva ve günah 
olguları ilâhî ilham menşeli bilgilerdir. Bunların ayrıntılarınınsa vahiy 
kanalıyla öğrenilmesi gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilmediğin bir şeyin 
ardına düşme." (İsrâ, 36) "Şeytanın adımlarını izlemeyin." (Bakara, 168)
 
 Kur'ân, fıtrat yasasıyla uyumlu olarak konulan şeriatı "hak" diye 
isimlendirir. Örneğin şöyle buyurur: "...Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa 
düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitapları 
indirdi." (Bakara, 213) "Zan ise haktan hiçbir gerçek kazandırmaz." (Necm, 28) 
Nasıl kazandırsın ki, zanna tâbi olma durumunda, her zaman için sapıklık olan 
batılın kucağına düşme tehlikesi vardır?! Nitekim şöyle buyurur: "Haktan sonra 
sapıklıktan başka ne var?" (Yûnus, 32) Yine şöyle buyurmuştur: "Allah 
saptırdığını yola getirmez." (Nahl, 37) Yani, sapıklık insanı hayra ve mutluluğa 
ulaştırmaya elverişli bir yol değildir. Dolayısıyla hakka ulaşmak amacıyla 
batılı, adalet sağlamak adına zulmü, güzelliği elde etmek için kötülüğü, takva 
duygusuna sahip olmak uğruna günahı bir yol olarak izleyen kimse, yanlış bir 
yola girmiştir.
 
 Ayrıca yeni baştan, kendiliğinden kanun koymaya, yasa 
icat etmeye kalkışmıştır ki, insanın kesinlikle böyle bir yetkisi yoktur. Eğer 
böyle bir şey mümkün olsaydı, zıt şeylerin özellikleri bazında pratize edilme 
imkânını bulurdu. Birbirine zıt olan şeyler, yekdiğerinin işlevini ve 
etkinliğini yerine getirme misyonunu icra ederdi.
 
 Kur'ân-ı Kerim, 
bilimsel-düşünsel yöntemi iptal etmeyi, fıtrî mantığı bir yana bırakmayı esas 
alan "anma" yöntemini de geçersiz sayar. Ki daha önce buna değindik.
 
 Aynı 
şekilde Kur'ân, insanlar açısından, Allah korkusuyla at başı gitmeyen düşünceyi 
de sakıncalı kabul eder. Bu konuda da genel bir açıklamaya daha önce yer verdik. 
Bu yüzden, Kur'ân'ın dinsel yasaları öğretirken, açıkladığı hükümleri ahlâkî 
faziletlerle ve övgüye değer hasletlerle desteklediğini görürüz. Kur'ân'ın bunu 
yaparken güttüğü amaç, söz konusu ahlâkî faziletleri ve övgüye değer hasletleri 
anımsatarak insanın iç dünyasındaki takva duygusunu uyandırmak, böylece hükmün 
anlaşılması ve derin kavranması hususunda insanı takviye etmektir. Bunun 
örneklerini aşağıdaki ayetlerde görmek mümkündür:
 
 "Kadınları boşadığınız 
zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, birbirleriyle maruf bir biçimde 
anlaştıkları takdirde, kendilerini kocalarına nikâhlamalarına engel olmayın. 
İşte içinizde Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir. Bu 
sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara, 
232), "Fit-ne kalkmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. 
Eğer vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur." 
(Bakara, 193), "Namazı kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. 
Elbette Allah'ı anmak daha büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir." (Ankebût, 
45)
 
 __________________
 "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
 |  
        | Yukarı dön |     |  
        |  |  |  |