asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İSLAMCILIK VE LAİKLİK
-Ayrılma ve Buluşma Noktaları-
HASAN HANEFİ
Tecüme: Dr. Ramazan Yıldırım
1. METOD FARKLILIĞI
İslamcıların (selefîlerin) kullanmış oldukları
"Hâkimiyet Allah'ındır", "Çözüm İslam'dadır", "Tek yol İslam" ve "İslam
şeriatının uygulanması" gibi sloganlar muhteva bakımından tahlil
edildiğinde bunların, Laiklerin kullandıkları sloganlarla amaçladıkları
hususlardan fazla farklı olmadığı görülür. Aynı zamanda laiklerin
kullandığı "akıl", "ilim", "insan", "özgürlük", "toplum", ve "ilerleme"
gibi sloganlar incelendiğinde bunların da anlam itibariyle geleneksel
İslam kültür mirasında yer aldıkları görülür. O halde laiklik ile
İslamcılık arasında süregelen ve Mısır, Cezayir ile Bahreyn gibi
ülkelerde birbirine düşman kardeşler arasında kanlı bir çatışmayla
sonuçlanan, Suriye ve Irak�ta bir tarafı tamamen ortadan kaldıran,
Tunus, Kuveyt, Yemen, Ürdün ve Arap yarımadasının diğer bazı
ülkelerinde karşılıklı diyalog sonucu barışçıl bir karakter kazanan bu
ihtilafların kaynağı nedir?
Bu ihtilaflardan birincisi metod farklılığından kaynaklanmaktadır.
İslamcılar (el-menhecu'n-nâzil) dogmatik yöntemi kullanıyor. Bu yöntem,
literaldir ve nass�tan olguya doğru hareket eder, mutlak hakikati cüz'i
olguya tatbik etmek için nassın lafzından alır. Buna göre hakikat
peşinen verilmiştir ve önceden gelen nassın içinde bulunmaktadır,
tarihin, zamanın ve mekanın dışındadır, yoruma ihtiyaç duymayacak kadar
apaçıktır ve açıklandığı için de te'vile ihtiyaç yoktur. Üzerinde
düşünmeyi ve incelemeyi gerektirmez. Hepsi muhkemdir, içinde müteşâbih
yoktur. Çünkü bu nass kulların fiileriyle ilgilidir, içinde şüphe
barındırmayan hükümler ortaya koyar.
Açıkçası bu yöntem, ilkesel olarak doğru olmasına
rağmen olgu ve olguya uygulanış bakımından incelenmeye ve açıklanmaya
ihtiyaç duymaktadır. Hakikatler yalnızca ilkelerden ve peşinen
belirlenmiş öncüllerden istinbat edilmez, aksine olgudan çıkarılır ve
olgunun her bir parçasından da elde edilebilir. Tümevarım, hüküm
çıkarma faaliyetinin tamamlayıcısı, yöntemi ve destekleyicisidir.
Te'vil veya deneysel (emprical) yöntem, tenzîlin yani dogmatik yöntemin
diğer bir yüzüdür. Şeriat, hikmetin kardeşidir ve kadîm filozofların
dediği gibi din felsefeyle ittifak halindedir.
Nassın kendisi yalnız başına zaman, mekan, bağlam
ve insan anlayışı dışında yegâne kaynak değildir. Nassın sebeb-i nüzûlü
vardır. Nass, olgunun sorduğu soruya bir cevaptır ve insan bu soruya
cevaplar bulmak için ictihad eder. İnsanlar, cevaplar arasında gidip
gelince vahiy bunlardan birini doğrulamak için gelir. Genellikle de Hz.
Peygamberin övdüğü Hz. Ömer'in görüşü vahiy tarafından tasdik edilir.
Kur'an'ın metodu budur. Dolayısıyla soru vakıa (olgu)dan gelir ve vahiy
buna cevap verir. Bunun için de bir çok ayet içki, kumar, ruh hakkında
"sana sorarlar" lafzıyla gelirken cevaplar da "de ki:" lafzıyla başlar.
İşte bu parça parça ve peyderpey inen İslam vahyinin ayırt edici bir
özelliğidir ki insanlar onu sindire sindire okusunlar.
Kafirler, Kur'an'ın topluca ve bir kerede nâzil
olmasını arzu ediyorlardı ki vakıaya hitap etmesin ve ardarda gelen
sorulara cevap teşkil etmesin. Nass ve olgu aynı şeyin iki yüzüdür.
İslamcılık akımının anladığı gibi olgusuz nass boşu boşuna harcanmış
bir enerjidir. Aynı zamanda laiklik akımının anladığı gibi nassız olgu
da parçacılığı beraberinde getirir.
Dogmatik yöntemin diğer bir kusuru da olguyu yok
etmek, reddetmek, ortadan kaldırmak hatta değiştirmek için
kullanılmasıdır. Buna göre hak ile batıl, iman ile küfür hidayet ile
delalet, islam ile cahiliyye arasında bir antlaşmanın olması mümkün
değildir. Bu husus, müslümanların Hindistan�da maruz kaldıkları
baskılar bağlamında kaleme alınmış Mevdudi'nin kitaplarında ve
hapishanede gördüğü baskı ve işkencelerin koşulları altında yazılan
Seyyid Kutup'un son eserlerinde açıkça görülmektedir. Kaldı ki olgu,
tamamen yanlış, yalan, iftira ve sahte değildir.
Olgu bazı yönleriyle fıtrat, sağlam duyu, iyi
karakterdir. Olgu, tamamen ortadan kaldırılmaya değil tamamlanmaya,
yıkıma değil ıslaha ihtiyaç duyar. Ortadan kaldırma yerine
geliştirilmeye muhtaçtır. Arap yarımadasının koşullarıyla, olgusuyla,
yahudilerle, hiristiyanlarla, haniflerle muamalesinde ve İbrahimin
dinini tamamlama ve geliştirme bakımından islamın başvurduğu metod
buydu. "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslam�ı seçtim"(5:3)
Nassı ait olduğu bağlamın dışına çıkarmak da
yapılan yanlışlardan birisidir. Nass, bütünün (küllî) bir parçası
(cüz)dir. Herhangi bir nass, ancak diğer nasslarla birlikte bağlamından
koparılmadan anlaşılabilir. Hükümler konusundaki nasslar, bütün
nassların küçük bir parçasıdır. Nassların tamamı cezâ ve mükafat
vaadeden emir ve yasaklar manzumesi değildir. Rahmeti, şefkati,
yumuşaklığı, acımayı, iyi muameleyi ve hoş geçinmeyi teşvik eden ve
kabalığı, katılığı, kötü muameleden, gıybetten, başkasına çirkin lakap
takmaktan, ölü kardeşinin etini yemekten sakındıran nasslar da vardır.
Nass, bir dildir. Dil ise anlaşılmaya, te'vile ve
yoruma muhtaçtır. Dilin, hakikâti-mecazı, zâhiri-müevveli,
muhkemi-müteşabihi, mücmeli- mübeyyeni, mutlakı-mukayyedi vardır. Kitap
konuşmaz, insanlar onu konuşturur. Bunun için de eskiden Mutezile,
filozoflar ve sûfiler amaç ve gayelerini anlatmak için Kur'an�ın
literal anlamının ötesine bakmışlardır. Nassın ruhu, eskilerin
deyimiyle hitabın fehvâsı, nassın harfinden daha çok anlama delalet
eder.
Dogmatik yöntemin, nasscı metodun, literal
yorumun ve nasslara parçacı yaklaşımın bu şekilde anlaşılmasıyla
İslamcılar laiklere yaklaşmış olurlar ve laikler de İslamcılardan
uzaklaşmamış olurlar. Her iki gurubun da nassı ve olgusu vardır.
Dolayısıyla ihtilaf başlangıçtadır, sonuçta değil.
Laikler, olgudan, istatistikten, tümevarımdan,
bireysel ve toplumsal tecrübelerin analizinden tarihsel olayları
incelemeden başlayan deneysel yöntemi (el-menhecu's-sâid) kullanırlar.
Rakamların dili en anlaşılır dildir ve istatistik dili söz ve yazıdan
daha fazla ikna etme kabiliyetine sahiptir. Tümevarım sağlam duyuya
dayanır. İstatistiksel analiz için rakamları kullanır ve akl-ı selime
ulaşır. Olgular bir araya getirilip aklın analizinden geçirildiğinde
ortaya delilin doğruluğu ve kesinliği çıkar. Bu yöntem peşin
hükümlerden başlamaz ve sonuçları peşinen nasslardan çıkarmaz,
incelemeye ve araştırmaya dayanır, toplumsal yasaları olgudan elde
eder, bunları rakamlarla, şekillerle, aralarındaki bağlantıyı kurarak
ve pratik analizini yaparak ortaya koyar.
Doğrusu bu yöntem olguyu tasvir etmede faydalıdır
ve yazı ile sözü nicelik ve rakamlara dönüştürür. Bununla birlikte
istatistik eksik yapıldığında veya örneklemede isabet edilmediğinde
rakamlar da hata verir. Rast gele seçilen bir örnekleme bütünü temsil
etmeyebilir. İstatistik tümevarım gibi eksik olabilir çünkü bütünü
saymak mümkün değildir ve istatistik bütünün bir parçasını eksene
almakla yetinir. Aynı zamanda niteliksel analiz, niceliksel analiz
olmadan yeterli olmaz. Bu durumdaki analiz hata yapabilir ve ortaya bir
çok analiz ve okuma şekilleri çıkar. Bu durumda analiz ve okumaları
yönlendirmede siyasi ideolojiler ve düşünce ekolleri devreye girer.
Sanki bilgi, bir nassa veya bir kaynağa ya da bazı öncül faraziyelere
ihtiyaç duyuyor gibidir. Ayrıca gözlem tanımlamaya, tahlil etmeye,
anlaşılmaya başvurmadan yeterli gibi görülebilir. Bunun aksini de iki
buçuk asırdan beri Muhammed bin Abdulvehhab gibi nakilci ıslah ve davet
önderlerinin yaptığı gibi değişim için nassı hiç yorumlamaksızın veya
olguyu meydana getiren faktörler üzerinde gözlem yapmaksızın nassı
vakıaya olduğu gibi uyarlama çabalarında bulunanlar yapmaktadır.
İslamcıların kullanmakta olduğu dogmatik yöntem ile laiklerin
kullandıkları deneysel yöntem toplumun kültürünü oluşturan iki ana akım
arasındaki ihtilafların bir sebebidir.
"Tenzîl" ve "Te'vîl" yani dogma ile yorum birbirini tamamlayan bir
metodun iki aksiyonu ise, her iki gurup arasında millî, siyasî ve
kültürel bir diyalogun gerçekleşmesi imkan dahilindedir. Bu iki
metottan her birinin kendine özgü üstünlükleri vardır. Ama her ikisi de
birbirini tamamlayan bir bütündür. Tenzîl, te�vîle ihtiyaç duyarken
te�vîl de tenzîle muhtaçtır. Bu iki metottan her biri diğerini kendi
içinde barındırır ve ona dayanır. Birinci yöntem ikinci yöntemin diğer
yüzüdür. Düşünce birliğinin şartı ve birbiriyle çatışan iki gurup
arasındaki düşmanlığı kaldırmanın yolu, metod-yöntem birliğidir. Çünkü
her ikisi de aynı vatanda bir şeyler yapmak için uğraşıyor belki de
millî çıkarın sağlanması, her iki yöntemin birbirini tamamlamasından
geçmektedir, birbiriyle çelişmesinde değil. Hedef ve amaç birliği yol
ve yöntem çoğulluğuna müsaade eder.
Bu metotsal birlik eskilerin ortaya koyduğu gibi
"metod usûlü" yoluyla gerçekleşmiştir. Bazı çağdaş düşünürler de bu
yöntemi ortaya koymuşlardır. Öyle ki "usûlî metod" asl ile fer'i
tümdengelim ile tümevarımı, dogmatik yöntem ile deneysel yöntemi, nass
ile olguyu bir araya getirmiştir. "Asl" hüküm ve illet bakımından
bilinen nasstır ve bu nassın dil, sebeb-i nüzûl, nesh ve illet
bakımından incelenmesiyle bilinir. �Fer�� ise dış etken olarak etkili
bir faktör olan illetin analizi, tecrübe edilmesi ve gözleme tabi
tutulması yoluyla bilinir. Şayet tümdengelimle bilinen ve "asl"da
mevcut olan illet, tümevarımla tanınan ve "fer�"de bulunan illetle aynı
ise fer�, "asl" hakkındaki hükmün illetini alır.
Bunun için de usulcüler kıyası aralarındaki illet
benzerliğinden dolayı hakkında şer'i nass bulunmayan (fer�i) meseleyi
hakkında şer'i nass bulunan (aslî) meseleye ilhak etmek şeklinde tarif
etmişlerdir. Her bilgi iki asli hususa muhtaçtır: Sabit ve değişken.
Filozoflar, sabitelerin çeşitlerinin dini nasslar, mantık kaideleri,
mezheplere ait literatür ve kıyasî önermelere göre neler olduğu
hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir.
Sosyal bir realite olan değişimin gerçekleştiği
şüphe götürmeyen bir husustur. Hem İslamcıların hem de laiklerin sosyal
bir realite olarak gözlemledikleri hususlar hep aynıdır. Sömürgecilik,
geri kalmışlık, baskı-zulüm, böbürlenme, parçalanma, fesat, kimlik
kaybı, kitlelerin olumsuz yönde sürüklenişi gibi hususların anlaşılması
ve tedavi etme yollarının neler olduğu bu iki gurup arasındaki
ihtilafların kaynağını oluşturmaktadır. Yöntemlerin çokluğu göz önünde
bulundurulduğunda yöntem konusunda ihtilaf etmek kaçınılmazdır, ama
belirli bir yönteme körü körüne bağlanmak konuya zarar verir. Önemli
olan sonuç ve değişimin dinamikleridir. Yöntem konusundaki farklılık
doğaldır ancak bunlar arasındaki çatışma ümmetin kültürüne zarar
vermektedir. Bunun için de metotların birbirini tamamlayıp bir kısmının
diğer bir kısmını tashih etmesi gerekir. Sonuçta yöntem bir bakış
açısıdır ve olgu yakınlaşma yoludur. Yöntem araçtır gaye değil,
vesiledir sonuç değildir. Yöntem konusundaki ihtilaf, düşmanlık ve
kavgayı değil birbirini tamamlamayı ve her birinin kendine göre farklı
üstünlüklerin ortaya çıkarılmasını esas almalıdır. Kur'an "Herbirinize
bir yol ve yöntem verdik" (5:48) demiştir.
Dolayısıyla ümmetin yöntemi nass ile olgunun tenzîl ile te'vîlin
arasını birleştirmek olmalı. O halde bu ihtilaflar, bu düşmanlıklar ve
çatışmaların sebebi nedir?
2- DİL FARKLILIĞI
Nasstan olguya doğru doğmatik yöntemi kullanan
İslamcılar ile olgudan nassa doğru deneysel yöntemi kullanan laikler
arasındaki farklılıktan sonra birbiriyle çatışan bu iki grup arasındaki
diğer ihtilaf da "dil" hususunda sahip oldukları farklılıktır. Dil,
çeşitli fırkalar ve insanlar arasındaki ayrılıkların ve birleşmelerin
dış adresidir. Diyalog sürecinde olanlar arasındaki buluşma ve ayrılma
aracıdır. Çoğu zaman dile birbiriyle zıt olan yaygın anlamlar yüklenir,
her grup kendi ayrı yöntemiyle bunu anlar ve ayrılıklar sürüp giden
düşmanlıklara hatta çatışmalara kadar varır ve İslamcılar, laikleri
küfürle, laiklerde İslamcıları ihanetle suçlar. Dil, bir düşünce ve
düşünceyi ifade biçimidir. Çoğu kere düşüncede birlik mümkün olmaz. Ama
düşüncenin mümkün olabilmesi için diyalog, dil üzerinde de bir birliğin
oluşmasını talep eder.
Dil, her iki grup tarafından da kullanılan
sözcüklerin toplamıdır. Cümleler, sözcüklerden oluşur ve sözcükler
yakınlaşmak ve uzaklaşmak hoş görmek veya hor görmek anlamlarını
yüklenirler. Sözcükler elbiseyse anlam da bedendir. Bir çok defa eski
bir lafızla yeni bir anlam ifade edilir veya yeni bir lafızla (sözcük)
eski bir anlam anlatılır. Sözcüklerin anlamları asırlar ve nesiller
boyu değişime uğrar. Dolayısıyla lafızlar hayattır, ölümdür ve
diriliştir. O halde toplum hayatında birbiriyle çatışma halindeki iki
grub olan İslamcılar ile laikler, arasındaki diyalog için sözcüklerin
analiz edilmesi, anlam ve işaret ettikleri şeylerle ilgili bağının
kurulması bir zorunluluktur.
İslamcılar geleneksel, kültürel kadîm lafızları kullanıyorlar. Bu
lafızlar ilk yedi asır içerisinde doğan, oluşan gelişen ve kemâle eren
ancak son yedi asır boyunca hiçbir değişime, gelişime, yenilenime
uğramaksızın gelen İslamî ilimlerin kullandığı sözcüklerdir. İman,
küfür, şirk gibi bu lafızları ancak Ezher kolejlerinde, ilahiyat
fakültelerinde ihtisas yapmış hocalar ve din alimleri anlayabiliyor. Bu
lafızlar, yeni yeni anlamlar kazandıklarından dolayı tekrar incelenmeye
muhtaçtır. "Allah" dışındaki bir varlığa "iman" kötü bir şeydir, Tağutu
inkar etmek "küfür" iyi bir şeydir. Allah'ın yanı sıra otoriteyi,
makamı, mevkiyii, dünya zevklerini malı-mülkü ve şöhreti ona ortak
koşmak "şirk" çirkin bir şeydir. İnsanlıkta toplumda ve bireyde tevhidi
gerçekleştirmek iyi olabilir. Dolayısıyla bu tür kavramları anlamlarını
açıkça ortaya koymadan kullanmak İslamcı söylemi laiklerin modern
söylemi karşısında gelenekçileştirmektedir. İki söylem arasındaki bin
yılı aşan zaman mesafesi göz önünde bulundurulduğunda diyalog mümkün
olamamaktadır.
Bazen kullanılan lafızlar, kesin inanç konularıyla ilgili olup diyalog
kabul etmeyecek şekilde kapalıdır. İslam ve din kavramları gibi aklı ve
düşünceyi devre dışı bırakarak herhangi bir sorgu ve tartışmaya mahal
bırakmadan mutlak teslimiyeti, itaat etmeyi ve iman etmeyi isteyen
lafızlar bu türdendir. Mesela genellikle din kavramı dünyanın
zıddı-mukabili gibi anlaşılmış ve gayb alemiyle ilgilendiği kadar bu
dünyayla ilgilenmemiştir. Oysa ki, din İslamî anlamıyla dünyayı,
görünen alemi, vakıayı, toplumu, insanı, maslahatı ve laiklerin
kendisinden bahsettiği her şeyi kapsamaktadır. Aynı zamanda İslam
kullanımdaki şekliyle peygamberlerin sonuncusu tarafından getirilen din
anlamına gelir ve bunun içindir ki bu dine iman edenlere "müslüman" adı
verilmiştir.
Oysa ki İslam, tabiri aklî, genel fıtrat dini
anlamına da gelir. Hz. Ademden, Nuh'tan, İbrahim'den , Musa'ya, İsa'ya
ve Muhammed�e kadar gelen tek din, yani beraatu asliye (tabiî fıtrat)
dinidir. Bu aynı zamanda Allah�a iman edip salih amel işleyen herkesi
içine alır. Ayrıca İslam�ın içeriği öyle geniştir ki, içinde doğu
dinleri olmak üzere kendi dışındaki diğer dinleri de kapsar. O halde
İslam herhangi bir cemaatin, fırkanın, mezhebin dini değil tüm
beşeriyetin dinidir. Laiklerin de yakınlaşmaya çalıştıkları husus budur.
Bazen de kullanılan lafızlar (sözcük-kavram) bu
dünyadan daha çok âhiret alemiyle, dünya işlerinden çok âhiret
işleriyle, ölmeden önce insanı ilgilendiren hususlardan daha çok
öldükten sonra insanı ilgilendiren konularla ilgili olabiliyor. Bu
durumda cin, melek, şeytan, mizân, havz, cennet, cehennem, a�raf gibi
konular daha çok konuşulur. Bu tür konular hakkında fazlaca konuşmaya
dalmak İslamcı söylemi toplum ve reailetiyi ilgilendiren işlerden
uzaklaştırırken laikleri de dünyanın krizde olduğu Filistinlilerin
katledildiği, Çeçenlerin şehid olduğu, açların öldüğü bir ortamda gayb
ile ilgili konularda konuşmanın önemini sorgulamaya sevk etmektedir ve
onlar zulüm, adalet, düşmanlık ve direniş gibi hususları konuşmayı
tercih etmektedirler. Kaldı ki, bu konular anlam itibariyle
İslamcıların kullanmakta olduğu ve öte dünyanın sembolleriyle ifade
ettikleri bazı kavramlarda vardır.
İslamcıların kullandıkları sözcükler, bazen de
fıkhî ıstılahlar olup, sorgusuz-sualsiz tatbik etmeyi, tereddütsüz
itaat etmeyi gerektiren farz ve vacib hükmü taşıyan şeriat
(kanun-hüküm) ve farz anlamındadır, çünkü her emir vücûbiyet bildirir.
Hadleri uygulamaktan kaçış yoktur. Bu söylem, bazen devlete ve
insanlara karşı bir baskı ve teröre kadar varıp siyasi otoriteyi ve
halkı korkutmaya kadar ulaşır. Oysa ki bu kavramlar insanın özgürlüğünü
ve özgürce seçimini göz ardı etmez, fıtratı ve fıtratın kabullenmesini
göz önünde bulundurur.
Vâcib (farz), ibadetlerin vaktinde yapılması gibi hususların insan
tarafından gönüllüce kabul edilmesi nehiy de nefsin taşıyabileceği ve
ruhu daraltmayan şeylerdir. Şeriatın tatbiki, görevlerin yerine
getirilmesini istemeden önce hakları verir. İşte burada bu şekliyle
kavramların anlamları büyük ölçüde laik söyleme yaklaşmış olmaktadır.
Kullanılan kavramlar, bazen da kişiye dönük
olumsuz bir içe kapanma anlamlarındadır. Bu anlamlara göre dışarıdaki
sorunların kaynağı içeridedir ve toplumun değişmesi bireyin
değişmesiyle sağlanır. Bunun ardından İslamcı söylemde tevekkül, takva,
huşu, korku, zühd, sabır, rıza, kanaat gibi geleneksel tasavvuf
kültürünün kavramları yaygınlık kazanır. Bu kavramlar laik söylem
üzerinde olumsuz bir etki yapmıştır ve laik söylem buna karşı tepkisel
bir tavır göstererek karşıt kavramlarla çalışmaya, çaba ve gayret sarf
etmeye, uğraşmaya, özgüvene, hakları talep etmeye çağırmıştır ki bunlar
çağdaş sözcüklerle dile getirilen İslamî içerikli kavramlardır.
Laik söylem tepkisel olarak batı kültüründen
gelen ve anlamları İslamcıların kavramlarından fazlaca da farklılık
göstermeyen modern kavramlar kullanır. Seçkin bir zümre bu kavramları
kullanır ve ardında da kültür çevrelerinde yaygınlık kazanır. Bu
kavramlar (dil) başta Edebiyat ve Hukuk fakülteleri olmak üzere
Üniversitelerde, basın-yayında, kültürel ve siyasi çevrelerde yaygın
olarak kullanılan bir dil haline gelmiştir. Bu kavramlar genç kuşağın
ilgisini çeken, içeride ve dışarıda diyaloga çağıran açık kavramlardır
ve nispeten de evrenselliği ve genelliği içerir.
Yine bu kavramlar, insanlığın dili, insanlığın kültürü haline gelen
evrensel dilin ve evrensel kültürün bir prototipi olacak seviyede bütün
kültürlerde yaygınlık kazanmıştır. Bu kavramlar, gelişmeye, üretime,
planlamaya, yenileşmeye, değişime ve ıslaha işaret eden modern
kavramlardır. Bu kavramlar, laiklikle İslamcılık arasındaki buluşma
halkası olan modern ıslahatçı dini düşüncenin yabancısı olmadığı
kavramlardır. Islah hareketi devletin zayıfladığı gibi zayıflayınca
İslamî söylem ile laik söylem arasındaki karşıtlık ve milli devletin
iki ana kanadını oluşturan bu söylemler arasındaki çatışma da ortaya
çıktı.Bu kavramlar, düşünmeye, ilerlemeye, incelemeye çağıran delil,
burhan ve mantığa başvurmayı talep eden aklî (mantıkî) kavramlardır.
Bunlar sayesinde birbirini küçümsemeden ve yok farz etmeden insanlar
arasındaki diyalogun gerçekleşmesini sağlayan ortak bir dil oluşur.
Kaldı ki bu kavramlar, İslamcı söylemin ilk temellerindeki öze bir
çağrıdır ve Kur'an, aklı çalıştırmaya ve burhanı talep etmeye teşvik
eder.
Bu kavramlar fakirlik, açlık, yoksulluk, kıtlık,
baskı, sindirme, mahrum etme, marjinalleştirme, dışlama, adalet, milli
gelir ve ücretlerin dağılımı, barınma, plansız yerleşim, kırsal alan,
ulaşım, su gibi insanların maslahatlarından bahseden reel sosyal
kavramlardır. Bu kavramlarla kasdedilen anlamlar ve durumlar İslamcı
söyleme ve sosyo-siyasal İslamın çok mu uzağındadır? Yasamanın (teşri�)
temeli maslahat değil midir?
Bu kavramlar, insanın ve toplumun özgürlük ve bağımsızlık gibi arzusunu
dile getiren doğal, fıtri kavramlardır. Beşeriyetin tabiatını, olgusunu
ve insanın temel ihtiyaçlarını ortaya koyar. Bu kavramlar, can, akıl,
din, namus ve mal emniyetini korumayı şeriatın maksatlarına yabancı
mıdır? İslam şeriatı doğal, fıtri bir şeriat değil midir? Usul alimleri
bu maksadları dile getiren "zaruretler mahzuratı mübah kılar", "güç
yetirilmeyen şeyleri teklif caiz değildir" "kötülüklerin ortadan
kaldırılması, maslahatı sağlamaktan önce gelir" gibi ilkeler
belirlememişler midir?
Sonuç olarak bu kavramlar, direnişe, imar etmeye,
çalışmaya, üretmeye çağıran olumlu kavramlardır ve anlam olarak cihad,
amel, sa'y, sıkı sıkı çalışma, ictihad, yeryüzünde halife olup onu imar
etme gibi eski geleneksel kavramların muhtevasında mündemiçtir.
Dolayısıyla İslamcılık ile laiklik arasındaki mesafe birbirinden uzak
ve birbiriyle çelişkili değildir.
Aynı zamanda hem İslamcı hem de laik olup
diyaloga ihtiyaç duymayan üçüncü bir dil de vardır. Bu her iki akımın
da temelinde varolan toprak, halk, millet, fiil, amel, akıl, ilim,
tabiat, fıtrat, gericiliğe karşı cihad, yeryüzüne yöneliş ve karar
kılış gibi müşterek bir dildir. O halde neden her söylem dilin alt
sınırını almıyor da üst sınırını alıyor? Ve neden aradaki mesafeyi
artıran kavramları kullanıyor da diyalog ve hoşgörüyü öngören
yakınlaştırıcı kavramları terk ediyor.
Diyalogun şartlarından biri tüm tarafların
anlamdan bir şeye doğru adım atmak gibi lafızdan anlama intikal etmeyi
mümkün kılıcı müşterek bir dilin bulunmasıdır. Doğrusu, söylem
düzeyinden daha çok düşünce ve dil birliği konusundaki bir diyalog daha
başarılı ve sonuç vericidir.Kadîm filozofların yaptıkları da buydu.
Onlar yeni ile eskiyi birleştirmeyi geleneksel olan ile modern olanı
bir araya getirmeyi sağlayan üçüncü bir söylemi oluşturmak, düşüncedeki
paradoksu gidermek, kültür birliğini savunmak için kültürel mirasın bir
parçası olan geleneksel anlamı ifade etmek amacıyla yaygınlaşan ve
günlük kültürel hayatta kullanılır bir hal alan yeni kavramları
kullanmışlardır.
Aslî anlam değişmediği sürece İbn Sina'nın dediği
gibi "kavramlarda şüphe olmaz, kavramlar şüphe kabul etmez". Kavramlar
bir elbise gibidir ve değişir. Bunun inanç ve şeriat açısından bir
sakıncası yoktur. Mesala "Allah" için vacibu'l-vücûd, zât,
illetu'l-ûla, muharriku'l-evvel ve mahza sûret gibi kavramlar
kullanılmıştır. Yeni olan kavramların Arap diline aktarımı mümkün
olduğu sürece bir zarar teşkil etmez. Çağdaş kültürümüzde yer alan
demokrasi, liberalizm gibi kavramların Arapçalaştırıldığı gibi
mühendislik, müzik, felsefe ve coğrafya alanlarının da kavramları
ortaya çıkmış ve kullanılır olmuştur. O halde laikler ile İslamcılar
arasındaki ihtilaf, söylem dilinden ve anlamları birbiriyle yakın
olabilen ama birbiriyle uzak gibi görünen kavramlardan doğmaktadır.
Çatışmanın barışa, ihtilafın ittifaka, düşmanlığın diyaloga dönüşmesi
için lafızdan anlama, ve dilden amaca geçmek mümkün müdür?
Çeviren: RAMAZAN YILDIRIM
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|