Yazanlarda |
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
'Kalkınma'dan vazgeçmek pahasına 'Adalet'
Yeni Şafak-Dücane Cündioğlu
"Bana 'Allah nedir?' diye sorsalar, en azından 'Adalet'tir' derim" diye sözünü noktalamaktan çok hoşlanırdı rahmetli babam.
Sanki her defasında adalet'ten, adalet duygusundan daha üstün, daha yüce bir kavram bulunamayacağını söylemek isterdi.
Hakikaten böyle miydi?
Böyle miydi, değil miydi bilmiyordum,
doğrusunu söylemek gerekirse meselenin nezaketini anlamıyordum da.
Çocuktum en nihayet. (İşbu nezaket, yıllar boyu bendenizin meçhulü
olarak kalacaktı.)
* * *
'Adalet' kelimesiyle ilk olarak bir sıfat
eşliğinde karşılaştığımı hatırlıyorum, bir kitabın kapağında: "İslâm'da
Sosyal Adalet".
İçinde bulunduğum çevre, 'adalet' denilince,
bu kelimeden en çok "sosyal/toplumsal adalet"i anlıyordu. Bu çok
doğaldı, çünkü toplumsal değeri olmayan bir kavramdan, bir duygudan
hemen hemen hiçbirimiz haberdar değildik. "Önce vatan"dı, gerisiyse
teferruat.
Gerisi, yani tek tek herbirimiz, yani adına 'beden' de denilen mülkün zavallı sultanları.
Soğuk Savaş döneminin anti-sovyet stratejileri
hatırlanacak olursa, 'sosyal adalet' tamlamasının hangi ihtiyaçları
gidermek üzere imal edildiğini, hiç değilse bugün için kavramak pek zor
olmaz. Sanırım.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra 'İslâm' ve
'Sosyalizm' kelimelerini yanyana anmak marifetti. Yeni bir şey
söylemekti. İslâm ile Ekonomi'nin arasında irtibat kurmak demekti.
"İslâm'da Sosyal Adalet", 1949'da
yayımlanmıştı. Türkçe'ye ilk çevirisi de —yanılmıyorsam— yaklaşık 20
yıl sonra yapıldı. Devrin ruhuna uygundu. Rekabetin ruhuna. Sözde
"üçüncü yol" iddialarına.
Milli Nizam Partisi'nden Milli Selâmet
Partisi'ne, oradan Fazilet, Refah, Saadet Partileri tarafından temsil
edilen siyasî çizgi, samimiyetle Soğuk Savaş döneminin sosyal adalet,
sosyal refah, sosyal kalkınma ideolojilerinin sözcülüğünü yaptı. ("Adil
Düzen" efsanesi de bu arada unutulmamalı.)
Belki 'sosyal' ön-eki —Türkçe açısından—
geleneksel 'adalet' teriminin yanına yakışmıyordu ama hiç değilse, bu
tamlama, savunucularına, iddialarının aktüalize edildiği hissini
veriyordu. 'Adalet', hemi de 'sosyal'.
Bugün, AKP saflarında yeralan kadroların önemli bir kısmı da aynı "sosyal adalet" jargonuyla yetişmiş kimselerdir.
Son yarım yüzyılın İslâmcılarının en parlak
mitlerinden birini temsil eder "sosyal adalet" tamlaması. Ne ki
ekonomiyle sınırlıdır. Adil paylaşım ve adil düzen iktisaden
paylaşmanın adıdır. [Siyasî hakların paylaşımı sözkonusu olduğunda de
'şûra' (demokrasi) teriminden istifade edilmiştir.]
Siyasî hareketler açısından kavramların
hakikati değil, kullanım değeri önemlidir, ki bu terimlerin kullanışlı
olduğunda kimsenin kuşkusu yoktu. Samimiydiler. En az Türk
sosyalistleri kadar.
Hâlâ da öyle olduklarına inanıyorum. Eğer samimiyetin tek başına bir değeri varsa!
* * *
Adalet terimini ki Cenab-ı Hakk'ın en has sıfatıdır. Öyle ki Hakk, adalet sahibi olmaktan ziyade bizatihi adalettir.
"Cenab-ı Hakk" terkibi Türkçe'ye mahsus bir
kullanımdır, ve diğer müslüman uluslar Allah Teâlâ'nın "Hakk" sıfatını
pek kullanmazlar. Türkçe'deki vurgusunu da pek bilmezler.
Peki biz bilir miyiz, orası meçhul.
Kısaca izah edeyim:
Hakk sıfatı, dilimizde, biz Türklerin ister
istemez yaşattığı tasavvufî terbiyenin gereği yaygınlaşmıştır, ve Allah
Teâlâ'nın sıfatlarına değil, zatına (Varlık'a) işaret etmek için
seçilmiştir.
'Hak' ile 'hakikat' kelimelerinin akrabalığını
hatırlatıp Hakk'ın evvelemirde 'Vücud' (Varlık) demek olduğunu
söyleyelim. (Büyük harfle 'Varlık', küçük harfle 'varlık' değil. Çünkü
aradaki fark, fark-ı azimdir.)
İkincisi, 'Hakk' kelimesinin diğer bir
karşılığı da Adalet'tir. Meselâ Kur'an'da "Allah yeri göğü hak ile
yarattı" meâlindeki ayetlerde geçen 'bi'l-hakkı' kelimelerinin tamamı
"bi'l-adli" ibaresiyle tefsir edilmiştir. Yani "hak ile yarattı" demek,
aslında "adalet ile yarattı" demektir. İstisnasız.
* * *
'Adalet' kavramını heyecanla
toplumsallaştıranlar, kavramın otantik bağlamını nasıl da dejenere
ettiklerinin hiç farkında olmadılar. Tanrı'nın adil olmasından
anladıkları, en çok "titiz bir yargıç" imgesine denkti. Kıl kadar
haksızlık yapmayacak olan âdil bir yargıç!
Zavallı Kur'an!
Modern ilgilerin etkisiyle sadece politize
edilmekle kalmadı, aynı zamanda iktisad ve hukuk meseleleri arasına da
sıkıştırıldı kaldı.
Siyaset, hukuk, iktisad... Çağdaşlarımızın
Kur'an'la kurabildikleri irtibatın en şâşaâlı girizgâhları. Yani
Kelâm-ı İlâhî ile irtibat kurmanın en düşük düzeyi. Amelî cihet. Peki
meselenin nazarî tarafı? Akide ciheti?
Sonuç, Kur'an'ın toplumsal olmayan konularda susturulmasıyla neticelendi.
Ne garip değil mi, günümüzün İslâmcısı
('müslümanı' demiyorum) Kur'an'la başbaşa kalmaktan korkar hâle geldi.
Kur'an'ın sorularına cevap vermek her babayiğidin harcı değildir çünkü.
Meselâ "Nereye gidiyorsun(uz)?" sorusuna kim, nasıl cevap verebiir? Üstelik tek başınayken. Dürüstçe.
* * *
Adalet'i konuşmaya devam edeceğiz. Devam etmek
zorundayız. AKP kısaltmasının ilk harfinin temsil eden 'Adalet'
kelimesinin nasıl da bir çırpıda anlam daralmasına uğradığını tartışmak
zorundayız.
Çünkü kalkınma'dan vazgeçmek pahasına önce âdil olmak zorundayız!
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İnsafsız Adalet'Adalet'
deyince, bugün dünyada herkesin aklına, öncelikle “sosyal adalet”
gelir. Evet, herkesin! Üstelik ideolojisi ne olursa olsun.
“Sosyal adalet”, yani âdil paylaşım. Çünkü adı üstünde: toplumsal paylaşım. Adl-i ictimaî.
Hangi bilim dalına yakışır bu terim? Elbette
öncelikle Sosyoloji'ye, yani Toplumbilimi'ne. Sebebi basit: Adalet'in
üzerindeki ağır toplumsallık vurgusu.
İkinci olarak İktisad İlmi'ne. Malların âdil
biçimde paylaşımı sözkonusu olduğundan, 'adalet' terimi 'sosyal'
ön-ekiyle birlikte ve fakat ekonomik bir terim olarak kullanılır. “Adil
paylaşım” demek, biraz da “ekonomik paylaşım” demektir çünkü.
* * *
Sosyoloji ve ekonomi'den sonra Hukuk'u
unutmamalı. Zira adalet —tamamen yanlış anlaşılmakla beraber— “mülk”ün
temeli bilinir. Mülk'ün, yani mal ve mülkün.
Türkçe'de 'adalet'in hemen yanıbaşında 'insaf' kelimesinin bitivermesi boşuna değildir. Meselâ adl u insaf sahibi olmak!
İnsaf'ın kökü, Arapça 'nısf' (yarım)
kelimesine dayanır. Yarmak ise, tam ortadan (yarı yarıya) bölmek
demektir. Yargı, yargıç sözcüklerinin hukukî birer terim hâline
gelmeleri, yargıçların tam ortadan yarmakla (insafla) görevli
olmalarından kaynaklanır.
'Adalet' teriminin çok defa 'müsavat'
(eşitlik) terimiyle karıştırılması, yarma işleminin, ortadan yarmak,
eşit olarak yarmak gibi niceliksel bir anlamı da içermesindendir.
Bölünen, bölünebilen herşey nicelikseldir.
Yarma/bölme işleminin kendisi kadar, bu işlem sırasında eşitliğin
gözetilmesi, ister istemez terime 'niceliksel' bir mahiyet kazandırır.
* * *
Sosyoloji, İktisad ve Hukuk'tan sonra
'Siyaset' bilimini de hatırlamalıyız. Çünkü paylaşmak, sadece malları
paylaşmaktan ibaret değil, haklar da paylaşılır.
Hakça paylaşmak ve hakları paylaşmak.
Burada 'mülk' kelimesi doğru anlaşılmalı.
Mülk'ün Türkçesi 'egemenlik'tir ve terim kesinlikle siyasî
niteliklidir. Meselâ tam da burada 'melik' ve 'memleket' kelimeleri
hatırlatılabilir.
Mülk'ün çoğulu olan 'emlâk', ne yazık ki
terimin anlam alanının iktisad ve hukuk'la sınırlanmasına yol açmış,
siyasî değeriniyse arka plana itmiştir.)
İşin içine siyaset girince, adalet, zorunlu olarak mülkün temeli olur, yani idarenin/yönetimin.
Yönetimde adalet aranır. Adil olmayan yönetimler ayakta duramazlar, yıkılırlar. Zorunlu olarak.
Sözün özü, tıpkı yargıçlar gibi yöneticilerin
de adil olmaları gerektiğini düşünürsek, terimin iktisadî ve hukukî
tarafı kadar siyasî tarafının da açıklığa kavuştuğunu söyleyebiliriz.
Adalet'i 'ictimâî' düzeye getiren, kavramın
işbu iktisadî, hukukî ve siyasî vasıflarıdır. Toplum yoksa, ekonomi de,
hukuk da, siyaset de olmaz. Adalet'i vazgeçilmez kılan da, nitekim,
toplumun ve devletin idaresinde kendisine dayanılan en temel kavram
olmasıdır.
Adalet, hakikaten mülkün temelidir.
* * *
Fransız devrimiyle birlikte siyasal bilinç üç terimi yanyana getirdi:
Liberté, Egalité, Fraternité. (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.)
Nerede, Paris'te, Palais de JUSTICE'in tam
alnında. Yani bugün Paris'in göbeğindeki ADALET SARAYI'nda. (Demek
oluyor ki justice (adalet) başka, egalité (eşitlik) çok daha başka!)
Peki bizim İttihad'çılar, İslâmcılar, Türkçüler, vs. bu terimleri nasıl iktibas ettiler, nasıl içselleştirdiler?
Çokluk,
Hürriyet, Adalet, Uhuvvet şeklinde.
Bazen de,
Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet şeklinde.
Bizim dünya-görüşümüz, dünyayı kavrama
biçimimiz toplumsal eşitlik (müsavat) kavramını bir yere oturtamaz,
toplumu niceliksel bir kavramla tanımlamayı beceremez. hâlen de bu
böyledir biraz.
'Müsavat' yerine 'adalet' kelimesi kullanılır.
Toplumda adalet, yönetimde adalet, iktisadda ve hukukta adalet...
Bizimkiler, o yıllarda bu tamlamaları bu hâlleriyle anlayabilirlerdi,
ve tabiatıyla adalet'in yerine müsavat'ın kullanılmasını, en çok,
sürç-i lisan olarak telâkki edebilirlerdi.
Çünkü onlar adalet'i ictimâî değil, bilâkis
ilahî sıfatıyla birlikte kullanırlardı. Yani adl-i ilâhî sayesinde âlem
ayakta durduğu için, adl-i ictimâî sayesinde de toplum ve devlet ayakta
durabilirdi. Onların zihninde 'adalet', itikadî ve ahlâkî bir kavramdı
yani.
* * *
Adl-i ilâhî teolojik (akidevî) bir terim
olmakla birlikte, 'adl-i ictimâî' de bir o kadar ahlâkidir. İktisad,
hukuk ve siyaset, en son tahlilde toplumun ve devletin yönetimiyle
ilgili alanlardır. Ahlâk ise ferdin, bireyin yönetimiyle.
Birey adil olmadıkça toplum da, devlet de âdil
olamaz. Çünkü toplumsal ve kurumsal adaletin teminatı bireysel
ahlâktır. Etik olmaksızın bu alanların hiçbiri meşruiyetini kazanamaz.
(Gel de şimdi millî eğitim meselesine bu açıdan masaya yatırma!)
Kısacası, bugün adalet dendikde, İslâmcıların bile aklına adl-i ictimâî gelir, adl-i ilâhî gelmez.
Adl-i ilâhî ihmal edilince adl-i ictimâî'deki
ahlâkî temel de iptal edilmiş olur. Binaenaleyh din ötelenince, ahlâk
da mecburi olarak ötelenmiş olur.
* * *
— “Adalet Partisi”nin adalet tasavvuru ile “Adalet ve Kalkınma Partisi”nin adalet tasavvuru arasında bir fark var mıdır?
Soru şöyle de sorulabilirdi:
— Bir zamanlar “adil düzen” tamlaması
aracılığıyla yapılan 'adalet' çağrısıyla, sözgelimi Fransız Devrimi'nde
dile getirilen 'eşitlik' çağrısı arasında bir fark, meselâ bir duygu
farkı var mıdır?
Bizde sol nasıl eşitlik kavramını hakkıyla temellendirilemezse, sağ da adalet kavramını temellendiremez.
“Kalkınma yoksa adaleti neyliyek?” diye bakan gözler önünde düşünmeyi sürdüreceğim.(D.Cündioğlu)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İhtilallerin terbiye ettiği İslâmcılıkGeçtiğimiz
seçimlerde, MHP'nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayının ismi
Müsavat Dervişoğlu idi. Aslında Fatsalı bir aileden... Hukukçu bir
babanın oğlu... Nail Dervişoğlu'nun...
Rivayet o ki merhum Nail Bey, Türkiye'de neye
ihtiyaç varsa, neyin sıkıntısı çekiliyorsa onları çocuklarına isim
olarak vermeye ahdetmiş.
VE çocuklarına şu isimleri vermiş: Adalet, Müsavat, Hürriyet.
İttihad ve Terakki'nin Fransız Devrimi'nden
muktebes o ünlü sloganının tamamlanabilmesi için eksik kalan isim:
'Uhuvvet' (Kardeşlik).
Adalet bizde kız çocuklarına verilen isimlerdendir. Meselâ ünlü romancımız Adalet Ağaoğlu, ilk akla gelenlerden.
Acaba niçin?
Adalet, ele geçirilmesi çok güç olan bir sevgilinin adıdır da onun için. Tıpkı hürriyet gibi, hikmet gibi.
* * *
Düşünce kodlarımız 'adalet'in kolaylıkla baş tâcı edilmesine izin verdiği gibi müsavat'ın da baş tâcı edilmesine izin vermemiş.
Bir düşününüz lütfen, adalet'in Türkçesi bile
yok! Oysa müsavat'ın Türkçesi var: eşitlik. Kezâ hürriyet'in de,
uhuvvet'in de: özgürlük ve kardeşlik.
Yanyana düşünelim: Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.
Hani, adalet'in Türkçesi nerede?
Yok! Tıpkı hakikat gibi, aşk gibi.
Bir düşünelim bakalım, hakikat karşısında gerçek'in, adalet karşısında eşitlik'in ne değeri olabilir?
Acaba hakikat ve adalet karşısında 'gerçek' ve 'eşitlik' kelimeleri niçin daha cılız, daha hafif, daha yoksul görünüyor?
İnanınız, nedeni psikolojik değil! Alışkanlık ise hiç değil!
Hürriyet'in karşısına 'özgürlük' kelimesini
koyunuz, bu sefer tam aksi olacak ve 'özgürlük' size 'hürriyet'ten daha
etkileyici, daha tercih edilir bir sözcük olarak görünecektir. Çünkü
'hürriyet' kelimesi Osmanlı'nın son dönemlerinde —yine Fransız
Devrimi'nin etkisiyle— uydurulan kelimelerdendir. Düşünce geleneğimizde
de ciddi hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.
'Özgürlük' modern bilincimizin bir parçası.
daha telâffuz edilir edilmez heyecanlanıyoruz. Oysa 'hürriyet', sadece
bir gazetenin adı.
Adalet kelimesinin Türkçe'de uydurulmuş yeni
bir karşılığının olmaması, terim olarak çok köklü tanımlarının
olmasından. Binbeşyüz yıllık bir duygu ve düşünce geleneği kendisini bu
kelimeyle ifade etmiş, ve kelimeyi ıstılah (terim) haline getirmiş, bu
durumda modernlerin fazla seçeneği olamaz!
Ahlâk kelimesinin Türkçesini bulmak kolay mı
sanıyorsunuz? Ya da 'sanat' veya 'şiir' kelimelerinin? Roman'ın adı
'roman'! 'Hikâye' yerine de dileyenler 'öykü' desinler! Şiir'i ne
yapacaksınız, nasıl Türkçeleştireceksiniz?
Bilincin kodları kolay değişmez.
* * *
Geçen hafta günümüzde adalet'ten anlaşılanın,
en çok, belli belirsiz bir 'sosyal adalet' kavramından ibaret olduğunu
söylemiş ve Mısırlı düşünür Seyyid Kutub'un II. Dünya Savaşı'ndan sonra
yazmış olduğu "el-Adalet'ul-İctimaiyye fi'l-İslâm" adlı kitabına atıf
yaparak bu kitabın Türkçesinin 1960'lardaki politik kullanımına işaret
etmiştim.
Bu kitap, "İslâm'da Sosyal Adalet" adıyla tam
üç kez Türkçe'ye çevrildi. İlki 1962'de Yaşar Tunagür-M.Adnan Mansur
tarafından (Cağaloğlu Yayınları) çevrildi. Daha sonraki iki çevirinin
üzerinde Beşir Eryarsoy ve Harun Ünal imzaları var. (Arslan Yayınları
ve Hikmet Neşriyat).
İlki 60 ihtilâlinin ardından, diğerleri 80 ihtilâlinin. Belki de tesadüftür diyebilirsiniz. Belki de öyledir, bilemiyorum.
Bildiğim, farkettiğim sadece o yıllara ilişkin kısa bir anı notu.
İsmail Kazdal'ın "Serencam-Anılar" adıyla beş yıl önce yayımlanan hatıratından.
Arabaşlık şöyle: "Kullanıldık mı?"
İsmail Kazdal'ın açıklama ve yorumlarıysa atom bombası şiddetinde:
— "Çalışmalarımızın derin ve de kutsal devlet
tarafından kullanıldığını anladığımda komaya girmiştim altmışlı
yılların ikinci yarısından sonra. Rahmetli Seyyid Kutub'un Türkçeye
çevrilmiş olan ilk eseri İslâm'da Sosyal Adalet adlı kitabı çeviren
Diyanet İşleri Başkan Vekili Yaşar Tunagür'ün MİT Müsteşarı [Mehmet]
Fuat Doğu'nun ajanı olduğunu duyduğumuzda aklımız karışmıştı doğrusu.
Devlet, yani asker ne maksatla Seyyid Kutub gibi radikal ve de
fundamental bir Arab'ın (ki devlet koyu bir Arap düşmanlığını
politikası haline getirmişti) çevirtsin ve neşir etsindi ki. (…) 61
anayasasıyla gelen yeni Marksist akımlar doğrudan insanın günlük
ihtiyaçlarına hitap ediyor ve fakir halkın büyük fedakârlıklarla
üniversiteye gönderdiği çocuklarını kolaylıkla avlıyordu. Bu durumda
mücadele için sosyal dengeleri sağlayan İslâm'dan başka alternatif
kalmıyordu devletin elinde. Zaten, ekonomik eşitlik anlamındaki "Sosyal
Adalet" avazeleriyle ortalığa dökülen Marksistlerin bu sloganını boşa
çıkarmak için, tercüme ettirilmiş ilk kitabın adına "İslâm'da Sosyal
Adalet" adı konmuş ve bu slogan Marksistlerin elinden alınmaya
çalışılmıştı." (s. 271-272, Pınar Yay., İstanbul, 2004)
Adalet'in toplum ve siyaset düzlemindeki anlam serüveni yeterince şaibelidir.
Bu yüzden biz haftaya adalet'i bir felsefî
kavram olarak inceleyeceğiz. Bilinmeyen ve unutulmuş olan hâliyle.
İnsanlara değil insan'a, kalabalıklara değil bireye lâzım olan hâliyle.(D.C.)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hem hâkim, hem mahkûm olanın adaletiAdaletin çeşitli görünüşleri olabileceğinden söz etmiştim: sosyal... siyasî... iktisadî... hukukî...
Hatırlanırsa bir de bireysel adaletin
mevcudiyetinden bahsetmiş ve fakat ayrıntılı bir biçimde açıklama
fırsatı bulamamış, bu kavramı, hakkıyla, düşünmenin ışığı önüne
getirmeyi becerememiştim.
Çaresizim.
Bu hafta tekrar deneyeceğim.
* * *
Düşünce geleneğimizin büyük ustalarının
kavradığı biçimiyle ferdî adalet, modern dünyada en çok ihmâl edilen,
çünkü hemen hemen hiç bilinmeyen bir adalet biçimidir!
Derinlerdedir, zira tüm adalet tarzlarının
özüdür. Hakikattir. Varlık deryasının, açığa çıkarılması, ışığa
tutulması güç incilerindendir.
Başkasına, başkalarına karşı değil, bilâkis
insanın kendi kendisine karşı âdil olmasından söz ediyorum. Hem hâkim,
hem mahkûm olanın adaletinden! İnsanın. İnsanların değil, bu insanın.
Tek tek herbirimizin birgün elde edebilmeyi umduğumuz o yüksek adalet
vasfından.
Cenab-ı Hak âdil değildir, bilâkis adaletin ta kendisidir. Adil olmakla Hak olmak arasında hiçbir fark yoktur bu yüzden!
“Ene'l-Hakk”ın, marifet ehli nezdindeki karşılıklarından biri “Ene'l-Adl”dir.
“Ben âdilim” demedikçe, ey talib, aslâ “Ben hakikatim!” diyemezsin!
* * *
İki tarafın olmadığı yerde kavramsal olarak adalet'ten söz edilemez!
En azından iki taraf olmalı, yargıcın elindeki
terazinin hiç değilse iki kefesi bulunmalı, ki böylece bölme,
paylaştırma, üleştirme işlemi gerçekleştirilebilsin!
Muhabbetin olduğu yerde adalete ihtiyaç
duyulmaz, çünkü muhabbetin kendisi tarafları birleştirir. Etrafın
(tarafların) birleşmesi taraf olma duygusunu bastırır, hatta bazen
tamamen ortadan kaldırır. Kaldırabilir.
Dostlar birbirlerine karşı terazi
kullanmazlar. Birbirleri üzerindeki haklarını ölçüp biçmeye tenezzül
etmezler. Dostun kendisi karşı-taraf değildir çünkü.
O hâlde dostlukta taraf da yoktur, karşı-taraf da.
Varsa, ortada dost yoktur!
* * *
Birey sözkonusu olduğu takdirde de 'taraf'tan,
'taraf' kavramından söz edilemeyeceği sanılabilir. Yahut en çok bireyin
başka bireyler üzerinde haklarından, yani yine son tahlilde karşılıklı
haklardan bahsedilebilir.
Ne büyük bir hata!
Bu bilinç, her yönüyle moderndir.
Söylemek zorundayım: İnsanın kendini kendi eliyle kavramasına yardım edemeyecek denli güçsüz bir ideolojinin eseridir modernlik.
Bugün modern bilinç, miyop! Kendi özünü
göremeyecek denli kendisinden uzakta. Kendisiyle nasıl konuşacağını
bilemiyor, nefis klozetinin kapağını açmaktan çekiniyor.
Haklı. Çünkü içinden çok kötü sızdığını kendisi de duyumsuyor. Hem de hergün.
* * *
Bir zamanlar insanın kendini kavrama imkânları daha zengindi. İnsan kendini merak edebilirdi. Özünü.
Özünü özlemek... Kendi kapısını önünde durmak, kapıyı tıklatmak ve kapıyı açacak olanın yüzüne bakmaktan utanmamak...
İnsanın kendisindeki sözde ikiliği ortaya çıkarmak... İkiliği, yani tarafları. İnsanın hâkim ve mahkûm tarafını.
Zordur bu, gerçekten çok zor!
Bir süreliğine nefis klozetinin kapağı
arasından sızan kokuya tahammül etmedikçe, kimse kendi evinin kapısını
tıklatamaz. Kapısına bile yaklaşamaz.
Bir hakikat dostunun desteği gerekir. Hikmeti
seven, ve sırf bu yüzden hikmeti arayan bir dostun nefesi... hikmeti
bulan değil, hikmeti arayanın yardımı...
Bu dost senin dışında değil ey talib!
* * *
İnsanda üç temel yeti vardır: akıl, şehvet, öfke.
Bu üç yetisinin üçünü de itidale kavuşturmadıkça, insan âdil olmayı beceremez.
Aklın itidali hikmet, şehvetin itidali iffet, öfkenin itidali cesaret'tir.
Bir insanın adil olabilmesi için, hikmet,
iffet ve cesaret sahibi olması gerekir. Biri bile eksik olsa adalet'ten
söz edilemez. Çünkü adalet, kemâl'in diğer adıdır. Kemâlin, yani
yukarıda zikredilen üç vasfın toplamının.
Adalet , teraziyle, metreyle, mezurayla
ölçülmez; o, terbiye edilmiş iç sesin marifetidir. Bu nedenledir ki o
iç sesi duyamayanların, yani kendilerine karşı âdil olmayanların
başkalarına âdil olmaları mümkün değildir.
Sosyal adaletmiş!
Sosyal adalet, gerçekte zalimlerin adaleti.
Evet, zalimlerin. Yani insanın özüne zulmedenlerin.(D.C.)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hikmet-i HükûmetBugün başkalarından adalet 'talep' edecek durumda değiliz. Çünkü başkalarına 'adalet' teklif edecek durumda değiliz.
Adalet —itiraf etmeliyiz ki— günümüzde ne talebin, ne de teklifin konusu!
Kişisel karar verme mekanizmalarının belirleyici olmadığı bir düzlemde adalet'ten söz edilemez.
Bir hâkimden veya bir trafik polisinden istenen 'adil' olması değil, görevinin gereğini yerine getirmesidir.
"Görevin gereği" yine yasalarca
tanımlanmıştır. Vatandaştan yasalara uymayı isteyen görevlilerin
kendileri de yasalara uymak zorundadırlar. Ayrıca âdil olmaları talep
edilmez. Çünkü onlara kişisel olarak ne düşündükleri sorulmaz.
Bu durumda âmir olan yasadır. Dolayısıyla, âdil olması gereken de.
Kişiselleştirilen ve özne hâline getirilen yasadır, yasanın kendisidir. Çünkü yasanın bir 'kendiliği' vardır.
Yasa diyor ki!
İşte size modern dünyanın illizyonu. Yani
insanın yapıp ettiklerinin insandan bağımsızlaşmak suretiyle birer
kendilik (zat) haline dönüşmesi.
Bu yüzdendir ki içinde yaşadığımız dünya, gerçekte kişiliğini yitirmiş bireylerin dünyası.
Bireyin kişiliği yok. Birey ve fakat kişi değil. Çünkü hakikati yok.
Kendi terimlerimle söyleyeyim: Modern öznelerin ferdiyeti var ama şahsiyeti ve/veya haysiyeti yok.
Bireysellik (ferdiyet), en son tahlilde
toplumsallığın bir parçası. Adına 'toplum' denilen kurgusal 'bütün'ün
bir unsuru. (Parçalar yapıntı olduğunda, ister istemez 'bütün' de öyle
olacaktır!)
Bireysellik (ferdiyet) ile kişilik (şahsiyet)
arasındaki mesafe, insanın aleyhine olmak üzere açılıyor. Yasalar
insanı ferdiyet sahibi (birey) hâline getiriyor, onlara numara bile
veriyor, ama şahsiyet/haysiyet sahibi (kişi) hâline gelmelerini
engelliyor.
Şahsiyetlerinin oluşmasına izin verilmeyen
bireyler, çaresiz kendilerine 'şahsiyet' kazandıramayacak niteliklerle
(belirtilerle) varolmaya çalışıyorlar. Pek tabii ki görünür olmak,
varolmak demekse şayet.
Meselâ bir takımın 'taraftarı' olmak, modern
bireyin görünür olma çabalarının bir sonucu. Taraftarın bireyliğinden
söz edebiliriz ama kişiliğinden aslâ. Yapıntı'nın saymaca unsurlarından
biridir taraftar. Renklerde eriyen bir aidiyet. Galibiyetler ve
mağlubiyetler arasında varolmaya çabalayan bireyler.
* * *
Adil kavrayışa ulaşmak, insan olmanın en üst
basamağına çıkmakla eştir. Adalet kemâldir. Mükemmelliğin öteki adıdır.
Bu nedenle ilahîdir. Tanrısallıktan pay almak demektir.
Adil olabilmek için, sûfilerin tabiriyle,
"nefsi öldürmek", yani şehvet ve öfke güçlerini itidale kavuşturmak
gerekir. Aksi takdirde, yani bu güçlerin itidale kavuşmasıyla elde
edilen vasıflar (iffet ve cesaret) olmaksızın, aslâ adalet'ten söz
edilemez.
İştah ve şehvet aynı kökten gelir. Her ikisi
de bitkisel nefsin özelliğidir. Yani beslenmenin, büyümenin ve
üremenin... İsteme, alma, elde etme, ele geçirme arzusunun...
İffet, işte bu gücün itidaline verilen addır.
Sizin anlayacağınız, iffetli olmayan kesinlikle âdil olamaz.
Başkalarına değil, kendisine. Kendisine âdil olmayan da başkalarına
âdil olamaz.
Demek oluyor ki toplumsal adaletin temelinde yine nefsin (tek tek kişilerin) terbiyesi yer almaktadır.
* * *
Öfke gücü, hayvansal nefsin özelliğidir.
Saldırganlık derecesi de, korkaklık derekesi de nefse zulümdür. İtidali
şecaattir, yani cesaret. İnsandaki reddetme, itme, direnme, karşı koyma
özellikleri öfke gücü sayesindedir.
Meselâ bir aslan yiyeceğini şehvet gücüyle
temin eder. Ceylanı şehveti sayesinde avlar, lakin kendisini
çakallardan öfke gücünün yardımıyla korur.
Çakallar cesur değildir, korkaktırlar, toplanırlarsa ancak saldırganlaşırlar.
[Klasik psikolojinin bu terimleri Freud
tarafından da kullanılmış, hatta bana kalırsa kötü bir biçimde
kopyalanmıştır. Freud'un cinsellik güdüsü ile saldırganlık güdüsü
olarak tanımladığı iki temel insanî güç, gerçekte klasik psikoloji'nin
"kuvve-i şeheviye" ve "kuvve-i gazabiye" olarak tanımladığı şehvet ve
öfke güçlerinden ibarettir. (Eskiler buna "tahsil-i hasıl" derlerdi.
Yani Amerika'yı yeniden keşfetmek.)]
* * *
Siyasette üzerine mesaj yüklenilen 'adalet' terimi, bazen hukukî bir vasıf taşır. Adalet Partisi gibi.
Bir Başbakan'ın ve iki bakanın bir hukuk
cinayetiyle idam edilmesinin ardından, bu dâvânın siyasi takipçiliğini
üstlenen Adalet Partisi'nin yöneticileri, sizce hangi tür adaletten söz
ediyorlardı? Elbette öncelikle hukukî düzeydeki adalet'ten. Hak yerini
bulmalı, adalet yerine gelmeliydi.
Peki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin aradığı, talep veya teklif ettiği adalet'in mânâ ve fonksiyonu ne olabilir?
Düşünmeyi bilenler düşünsün! Bilmeyenlerse konuşsun!
* * *
Adalet vasfının kazanılması için gerekli üç koşuldan ikisine değinip üçüncüsünü sona bıraktık. Hikmet'i.
İffet ve cesaret dışında kişi hikmet sahibi de olmalıdır. Hikmetten yoksun adalet olmaz çünkü.
Hikmet ise diğer ikisinin aksine insanî nefsin özelliğidir. Aklın ve kalbin terbiyesiyle hâsıl olur.
Tafsilâtı gerektiren bu konuda şimdilik şu
kadarını söyleyeyim ki Türk siyaseti hakikî anlamıyla hikmet
yoksuludur, hikmetten yoksundur.
Hikmet'ten anladıkları, olsa olsa Fransızların "La raison d'état" tabirinden anladıkları ölçüsündedir.
Osmanlı, bu tabiri "hikmet-i hükûmet" diye kendi dünyasına aktarmıştı. Yenisini henüz uyduramadılar.
Burada 'raison', hikmet'ten çok, meşrulaştırma, kılıfına uydurma, devlet (güç) olmanın gereğini yapmak demek.
Bu düzeydeki hikmet'ten ise umumiyetle adalet değil, zulüm sadır olur.
Hem kendine hem başkalarına!
Oysa adalet dairesinin ilk cümlesi şöyle başlar: Adl mucib-i salâh-ı cihandır!
Yani adalet dünya barışının zorunlu sebebidir.(D.C.)
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
|
|