adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
“[D]inin eleştirisi her türlü eleştirinin önkoşuludur... Dinsiz
eleştirinin temeli şudur: İnsanı din yaratmaz, insan dini yaratır...
Fakat insan dünyanın dışında oturan soyut bir varlık değildir. İnsan,
insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum dinin
dünyaya bakışını üretir, çünkü bunların kendileri tepetaklak bir
dünyadır. Din bu dünyanın genel kuramı, geniş kapsamlı özeti, yaygın
mantığı, manevi yüceliği, coşkusu, ahlakça onaylanması, görkemli
bütünlüğü, avuntu sağlamaya ve haklı kılmaya yarayan evrensel
temelidir. İnsanın özünün hayali olarak gerçekleşmesidir, çünkü insanın
sahici bir gerçekliği yoktur. Bu nedenle dine karşı savaşım, manevi
kokusu din olan bu dünyaya karşı da dolaylı olarak savaşımdır. Din
baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, taş yürekli bir dünyanın
duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur. Halkın hayali
mutluluğu olarak dinin kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunu
istemektir... Dinin eleştirisi, kendi gerçekliğini düşünebilmesi,
yaşayabilmesi ve yönlendirebilmesi için, insanın hayallerini kırar.
Hayalleri kırılıp aklı başına gelmiş bir insan sıfatıyla kendi
çevresinde kendi kendisinin gerçek güneşi olarak dönebilmesi için...
Din, insan çevresinde dönmediği sürece onun çevresinde dönen hayali bir
güneştir” demişti komünizmin peygamberi Karl Marx, “Hegel’in Hukuk
Felsefesinin Eleştirisine Doğru” makalesinin önsözünde.
Dikkat
edilirse, Marx’ın kısaltarak verdiğim bu sosyolojik yorumu, dinin bir
‘yanlış bilinçlilik hali’ olduğunu söylemekle birlikte, bundan dolayı
inananı küçümsemeye kalkışmıyor, aksine anlayışla karşılıyor. Ben de,
benzer şekilde düşünüyorum ve halkın (halkımızın) bir türlü dinmeyen,
eksilmeyen, hatta giderek artan din ihtiyacını anlayabiliyorum ve saygı
duyuyorum. Ancak ‘nüfusun yüzde 99’unun Müslüman’ olduğu iddia edilen
ülkemizde, Ramazan’da din (elbette İslâm dininin Sünni yorumu) sadece
halk düzeyinde değil, devlet düzeyinde de o kadar görünür oldu, o kadar
‘hegomonik’ bir dile kavuştu ki, bu konuda birkaç söz etmek ihtiyacı
duydum. Ramazan’da, Müslüman, gayrimüslim tüm vatandaşların
vergileriyle finanse edilen Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı onlarca
camiden, minare başına en az dörder hoparlörden, çoğu ne yazık ki
usulden nasibini almamış müezzinlerin okuduğu beş vakit ezana, yine
sesi sonuna kadar açılmış hoparlörlerle dışarıya aktarılan, çoğumuzun
anlamadığı Arapça hutbeler, vaazlar, hatimler, mevlitler; gecelerimize
davul sesleri eklendi. Başbakanımız, NATO Genel Sekreteri’ne, AB
büyükelçilerine, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’a ve gazetecilere,
sanatçılara iftar yemekleri verdi ve bu yemeklerde saatlerce İslâm
övgüsü yaptı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunları görünce insan
şüpheleniyor: Acaba Diyanet İşleri Başkanlığı veya Başbakan veya diğer
devlet görevlileri, bu ülkede, sadece imanı bütün Sünnilerin değil,
‘light’ Sünnilerin, tamamen farklı İslami rituelleri olan Alevilerin,
İslam’la ilişkileri bile olmadığın savunan Kızılbaşların, dahası
Hıristiyanların, Musevilerin, Süryanilerin, Yezidilerin ve de
ateistlerin yaşadığını ve ‘laik’ olduğunu iddia eden bir devletin,
din(ler) karşısında yansız veya ya hepsine eşit yakınlıkta, ya da
hepsine eşit uzaklıkta durması gerektiğini bilmiyor mu? Biliyorsa, bu
yoğun Sünni retoriğin ve pratiklerin bu kesimleri nasıl etkilediğini
düşünebiliyor mu? Bu kesimlerin sadece Sünni bayramlarında resmi tatil
olmasına, devletin kendi bayramlarının adlarını bile anmamasına nasıl
üzüldüklerini düşünebiliyor mu? Lafı uzatmayayım, sözüm halka, medyaya
veya yerel yönetimlere değil. Sözüm devlete ve devleti temsil edenlere.
Dinle hayat (dolayısıyla dinle devlet) arasında ikilik olmadığını
söyleyen İslam dini ile dinle hayatı birbirinden bıçakla keser gibi
ayırmayı hedefleyen Fransız tipi katı bir laiklik anlayışını benimsemiş
olanlar arasındaki çatışmanın, ufuktaki Anayasa tartışmalarıyla daha da
gerilimli hal alacağını öngörerek, bu hafta tabiri caizse, ‘Müslüman
mahallesinde salyangoz satmaya’ yelteneceğim; laikliğin ve sekülerliğin
tarihine bakmaya çalışacağım.
Civitas dei / civitas terrara
İlk
insan topluluklarında görülen ‘Tanrı-Kral’ anlayışının ‘Tanrı’nın
oğlu-Kral’ anlayışına evrilmesi çok uzun zaman almıştı. Roma
İmparatorluğu ise, çok tanrılı (Pagan) bir devletti ve herkes istediği
tanrıya inanıyordu ve devlet işleyişinde herhangi bir din esas
alınmıyordu. Yani Roma ‘seküler’ (dünyevi) bir devletti. Laikliğin ilk
işareti sayılan Matta İncili’ndeki “Kayzer’in şeylerini Kayzer’e ve
Tanrı’nın şeylerini Tanrı’ya ödeyin” (ya da Türkçeye geçtiği şekliyle
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya”) ayeti Roma’da Neron
döneminde, Hıristiyanlığa yönelik ağır baskılar sonucu ortaya çıkmıştı.
Hıristiyan-Katolik doktrinine göre, dünya Adem’le Havva’nın cennetten kovulmasından bu yana Civitas Dei (“Tanrı Sitesi/Devleti’) ve Civitas Terrara
(Yeryüzü Sitesi/Devleti) olarak ikiye ayrılıyordu. Katolik Kilisesi
ise, Yeryüzü Devleti’ndeki Tanrı Devleti’nin temsilcisiydi. Devletle
Kilise arasındaki gerilimi ilk çözen, daha sonra Bizans adını alacak
olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başı I. Consantinus’un 313 tarihinde
yayımladığı ‘Milano Fermanı’ oldu. Bu fermanla Hıristiyanlık resmen
tanındı ve din özgürlüğü güvenceye alındı. Bunun karşılığında da
Kilise, Constantinus’u ödüllere, iltifatlara boğdu. Bu süreç Doğu’da
Büyük Theodosius ve Batı’da Gratianus tarafından bir adım daha ileri
götürülerek Hıristiyanlık, ‘Resmî Din’, Katolik Kilisesi, ‘Devlet
Kilisesi’ ilan edildi.
Doğu-Batı farkı
381
tarihli İznik Konsili’nden itibaren adım adım kendi Ortodoks
Kilisesi’ni kuran Doğu’da (Bizans’ta) Kilise, başından itibaren devlete
tabi olurken Batı’da, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra ortaya
çıkan feodal düzenin neden olduğu kargaşa ortamında, gücünü koruyan tek
kurum Kilise olmuştu. Bu nedenle de, Kilise iyice kurumsallaşmış ve
otoritesini arttırmıştı. Örneğin 11. yüzyılda formüle edilecek olan
‘İki kılıç’ doktrinine göre, Tanrı’nın Hıristiyanlığı korumak için
kullandığı iki kılıçtan biri Regnum’u (Dünyevi iktidar), diğeri Sacerdotium’u
(Ruhani iktidar) Papalık elinde tutuyordu. Ancak zamanla krallar
feodaliteye karşı güçlenince, Kilise’nin otoritesine itiraz etmeye
başladılar. Sonuçta, Avrupa’da ruhani otoritenin sivil otoriteye tabi
kılınması, Engizisyon’dan, uzun ve kanlı din savaşlarından,
katliamlardan, pogrom’lardan, Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra mümkün oldu.
Yani,
Almanya’da Lutherci Protestan hareketi, İngiltere’de Anglikan Protestan
hareketi ve İsviçre’de Calvin ve Zwingli Protestan hareketleri
tarafından oluşturan ‘Milli Kiliseler’, büyük coğrafi keşifler,
ticaretin gelişmesi, sanayi devrimi, gelişen kentler, yeni bir sınıfın
(burjuva) doğması, ulus-devletlerin ortaya çıkması, düşünce yapısının
ve dünya algısının değişmesi gibi bir dizi süreçle ya da daha kısa ve
öz şekilde ‘kapitalizmin doğuşu ile ilintili’ diyerek açıklamak da
mümkün. 18. yüzyıldan itibaren ‘Aydınlanma’ düşüncesi ile birlikte,
dünyevi olanın öneminin artması ruhani olanı adım adım geriletmeye
başladı. Bu süreç bugün sıklıkla birbirine karıştırılan ancak ikisi de
çok farklı tarihsel arka plana ve niteliklere sahip ‘laikleşme’ ve
‘sekülerleşme’ şeklinde iki damar halinde gerçekleşti.
Laiklik mi, laisizm mi?
‘Laiklik’ denince akla Fransa, ‘sekülerleşme’ deyince akla İngiltere gelir. Fransa’da laïque
sözcüğüne, ilk kez 13. yüzyılda rastlanır. 16. yüzyıla dek çok az
kullanılan sözcük Yunanca ‘halk’, ‘kalabalık’, ‘kitle’ anlamına gelen laos’tan gelir, Latinceye geçer ve ‘din adamı ya da dindar olmayan’ anlamında kullanılır. Kilise, başlangıçta laikos sözcüğünü kendine bağlı kişiler için; clerikos
sözcüğünü ise dini yöneten ve öğreten papazlar vb. için kullanmıştır.
Çünkü o dönemde herkesin Kilise’ye bağlı olduğu varsayılmaktadır. 16.
yüzyıldan sonra, clericus, clerc (din adamı), clergé
(ruhban) sözcükleri Fransızcaya girer ve Kilise’ye bağlı olmayanlara
(‘din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk’ anlamına) isim
ve sıfat olarak lai denir ve bunun laid (çirkin) sözcüğü ile karışmaması için laïc (eril) ve laïque (dişil) sözcükleri türetilir.
Fransa’da
monarşi ile Katoliklik arasında sıkı bir bağ sürekli var olmuş ve bu
bağ monarşinin, Katolikliğe bağlılığı şeklinde gerçekleşmişti. 1598’de
imzalanan Nantes Fermanı ile Protestanların ibadetlerini kısmen yerine
getirmelerine izin verilmişti. Bunu 1682’de Papaz Bossuet başkanlığında
toplanan Fransa Kilise Meclisi’nin, Tanrı’nın buyruğu ile kral ve
hükümdarın hiçbir dinî otoriteye bağlı olmadığını ifade etmesi izledi.
Fransız İhtilali’nin etkisi
Laisizm
(laikleştirmecilik/laikçilik) kavramı ise, toplum mühendisliğine
soyunan Fransız pozitivistlerinin, ‘tanrısız ve kralsız bir dünya
kurmak’ için, 1789-1795 arasında, dini sivil otoriteye teslim ederek,
akılcı insanlar yetiştirmek kaygısıyla tüm dinsel etkinlikleri
yasaklamalarıyla başlayan tepkici, hatta kinci anlayışın uzantısıdır.
1789’da Fransız İhtilali sırasında ilan edilen ‘Yurttaş ve Haklar
Bildirgesi’nin 10. maddesinde, “Hiç kimse, dinsel bile olsa,
fikirlerinden dolayı mağdur edilemez; yeter ki bunların tezahürleri
yasalarla oluşturulmuş olan kamu düzenini bozmasın” diyerek Fransız
tipi laikliğin ilk adımını atmıştı. 1790’da çıkarılan ‘Din Adamları
Sivil Yönetmeliği’ ile bir adım daha ileri gidildi ve din adamlarının
sivil otoriteye tabi olmasının yolu açıldı.
11 Kasım 1799’dan
18 Mayıs 1804’e kadar Fransa Konsülü olan Napolyon Bonapart’ın 1801’de
Papalık ile imzaladığı ‘Concardat’ (Konkordato) ile din görevlilerinin
ve devlet görevlilerinin yetki alanlarının sınırları kesin olarak
belirlendi. 1876 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Kralcılara karşı
üstünlük sağlamasıyla kiliseye baskı daha da arttı. 1880’de Cizvit
tarikatı kanun dışı ilan edildi, 1882 Anayasası uyarınca devletin
dinsel, Kilise’nin de siyasal iktidarı kullanması olanaksız hale
getirildi. Aynı yıl, ilköğretim okulları devletleştirildi, tarikat
okulları ve manastırlar lağvedildi. ‘Mecburi ve Laik İlköğretim Kanunu’
ile din eğitimi, okullardan çıkarıldı ancak çocukların din eğitimi
alabilmeleri için haftanın bir günü tatil edilmesine karar verildi.
1901’de yasalaşan ‘Dernekler ve Tarikatlar Kanunu’ ile de bütün din
kurumları birer dernek statüsüne indirildi. 1904’de bir adım daha
atılarak, Napolyon ile papalık arasında imzalanan 1801 tarihli anlaşma
iptal edildi.
Dreyfus Davası sonrası
Ancak
Fransa’da kilise ile devletin tamamen ayrılması ancak, 1896-1905
arasında sadece Fransa’yı değil, tüm Avrupa’yı ve dünyayı sarsan
Dreyfus Davası’ndan sonra oldu. Dava boyunca, monarşizmle
cumhuriyetçilik, anti-semitizm ile insan hakları, komploculukla hukukun
üstünlüğü, otoriterlikle demokrasi, devletle aydınlar, şovenist
milliyetçilikle anti-militarizm, içine kapalı cemaatçilikle evrenselci
idealler çarpışmış, sonunda kilise, ordu ve aristokrasinin politik gücü
sınırlanmış, Fransa geriye dönülmez ve tartışılmaz biçimde
‘cumhuriyetçi’ ve ‘laik’ olmuştu. Bu tarihten sonra Jakoben laiklik
anlayışı çok sınavdan başarısızlıkla çıktı, sonunda değişti, yumuşadı.
1789’dan itibaren dört cumhuriyet yıkmış, beş cumhuriyet kurmuş, iki
defa kralı geri getirmiş, iki imparatora taç giydirmiş Fransa’da,
devletle kiliseyi barıştırmak General De Gaulle’e nasip oldu. 1958
tarihli 5. Cumhuriyet Anayasası’nın ilk bölümünün 2. maddesine
“Fransa... bütün inançlara saygı duyan laik bir Cumhuriyettir” ibaresi
konuldu. O günden bu yana da Fransız laikleri kendileriyle hesaplaşmayı
sürdürüyorlar.
Anglo-Sakson tipi sekülerlik
Anglo-Sakson
demokrasilerinde bir devrimin değil, doğal evrim sonucu ortaya çıkan
‘dünyevileşme’ (sécularisation, sekülerleşme) anlamına gelen anlayışı
gelince; Latincede ‘dünyaya, içinde yaşanılan zamana ait olan; dine ve
kiliseye bağlı ve bağımlı olmayan’ anlamına gelen ‘saccularis’
sözcüğünü ilk kullananlar İngiliz Anglikanlarıydı. Sözcük başlangıçta
papaz, piskopos gibi halkın içinde yaşayan din adamları için
kullanılmıştı. İngiltere’de Kilise 597 yılında kurulmuş ve Papalıktan
(Roma’dan) 1559’da ayrılmıştı. Bu tarihten itibaren Kilise’nin
yöneticisi krallar veya kraliçeler, yani sivil otorite oldu. 1688
yılında imzalanan Hoşgörü Anlaşması ile birlikte Protestanlara din ve
inanç özgürlüğü verildi. Katoliklere uygulanan sert kanunlar 1791’de
yumuşamaya başlarken, Anglikan olmayanların kamu hizmetlerine kabul
edilmesi 1828’te gerçekleşti. 1829’da Katoliklere uygulanan kimi
ayrımcı düzenlemeler kaldırıldı. Son olarak 1858’de Yahudilere
parlamenter olma hakkı tanındı.
İngiltere’deki türden seküler
çoğulcu demokrasilerde, hiçbir düşünsel ya da dinsel başkalık yok
edilemez, görmezlikten gelinemez, tekelleştirilemez ve başkalarına
dayatılamaz. Her dinin, inancın kendi alınyazısını belirleme hakkı
vardır. Avrupa Birliği Sözleşmesi’nin 128. maddesinin esin kaynağı da
bu anlayıştır.
Bugün İngiltere’de kültürel farklılıklardan
kaynaklanan sorunların çözümü konusunda, yerel yönetimlere geniş
inisiyatif tanınmıştır. Yerel yöneticiler o kültürlerin araçlarından
(örneğin şeriat mahkemeleri) yararlanabilirler veya okullarda başörtüsü
sorunu gibi sorunlar yerel düzeyde çözümlenir. Devlet hiçbir dine
doğrudan yardım etmemekle birlikte, dinî kurumların belirlenmiş
binalarının bakımı için yardım ederek ve dinî kurumların kurmuş
oldukları derneklere vergi muafiyeti getirerek dolaylı katkıda bulunur.
Devlet okullarında aile itiraz etmediği sürece din dersleri de
müfredatta yer alır. 1944’te yapılan bir değişiklik ile din eğitimine
ve –her gün okullarda- derse Hıristiyan geleneklerine göre dua ile
başlanmaktadır. Bu yasaya göre hiç kimse dinî görüşünden dolayı
öğretmenlikten atılamayacağı ya da farklı muameleye tabi
tutulamayacağı garantiye alınmıştır.
Ancak, şunu da belirtmem
gerekir ki, İngiltere’de devletin dinle ilişkisi benim ölçülerime göre
sağlıklı değil. Çünkü dinî inançlara yönelik bu hoşgörüye rağmen,
İngiltere’de Anglikan Kilisesi ile devlet arasında sıkı bir ilişki
vardır. Kralın taç giyme töreni dinî bir törendir ve Canterbury
Başpiskoposu tarafından krala taç giydirilir. Parlamenterler
görevlerine dua ile başlarlar. Ayrıca kiliseyi temsilen parlamentoda
temsilci bulunur. Parlamento, kilisenin örgütlenmesi için yetkili olup
doktrinini ve ibadet yerlerini denetler. Canterbury ve York
Başpiskoposları ile birlikte 24 Anglikan piskoposu Lordlar Kamarası’nın
üyesidir.
Bunlara rağmen, seçmek zorunda olsaydım, Fransız
tipi katı laiklik anlayışını değil, Anglo-Sakson tipi seküler yaklaşımı
seçerdim. Ne yazık ki, tarihçesini önümüzdeki hafta anlatacağım
Türkiye’deki laiklik anlayışı, Anglo-Sakson tipi sekülerleşmeden değil,
Fransız tipi laisizmden (laikçilikten) ilham aldı. Başa dönersek, dinle
devlet ilişkileri, laiklik ve sekülerleşme hakkında çok daha ciddi ve
derin tartışmalar yapmamız gerekiyor.
Kaynakça: Murat Aksoy, Başörtüsü - Türban Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, Kitap Yayınevi, 2005; Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1962; Alain Touraine, Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Bir Arada Yaşayabilecek miyiz?, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000; Etyen Mahçupyan, Batı’dan Doğu’ya, Dünden Bugüne Zihniyet yapıları ve Değişim, Patika Yayıncılık, İstanbul, 2000; Dinler ve Laiklik (Yay. Haz. Jean Bauberot), Ufuk Kitapları, İstanbul, 2003; Laiklik ve Demokrasi, (Derleyen: İbrahim Ö. Kaboğlu), İmge Kitabevi, Ankara, 2001; Kadir Canatan, Din ve Laiklik, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997. Ayşe HÜR-TARAF-
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|