Düşünme eylemimizi yöneten; türünü, sonucunu ve hızını belirleyen iki yetimiz vardır: Birincisi 'akıl', ikincisi 'zekâ'....
Anlaşılmış olmalı ki bazılarının “teorik akıl” veya “kavramsal zekâ” şeklinde tanımladıkları zihnî işlem yetisini, biz, sadece 'akıl' sözcüğüyle; buna mukabil “pratik akıl” veya “duygusal zekâ” şeklinde tanımlanan yetiyi ise sadece 'zekâ' sözcüğüyle adlandırıyoruz.
Bu adlandırmaya bağlı kalarak, hayvanların 'zekî' olabileceklerini ve fakat 'akıllı' olamayacaklarını söyleyebiliriz. Nitekim asırlardır 'insan' (türü) hakkında yapılan “akıllı hayvan” (hayvan-ı nâtık) tanımı, meşrûiyetini bu ayrımdan alır.
Niçin?
İnsanı diğer hayvanlardan (canlılardan) ayıran yeti, en temelde akıldır da onun için.
Zekâ, hislerle (dış dünyada algılanan maddî verilerin iç duyularda işleme sokulmasıyla) çalışır. Bu nedenle hem dış dünyayla doğrudan irtibatlıdır; hem de doğası gereği –akla nisbetle– hızlıdır.
Zekânın yargıları, kaçınılmaz olarak bir özetleme ve tabiatıyla örnekseme işleminin sonucudur; yani zekâ, ilk elde analoji yapar; biraz özen gösterilirse tümevarım tekniğini kullanır. Başka deyişle, ya tek tek olgu ve nesneler arasında karşılaştırmalarda bulunup bir olgu veya nesneden hareketle başka olgu ve nesneler hakkında –pek tabii ki aralarındaki birtakım ortak özelliklere dayanarak– yargılar öne sürer; ya da topladığı sınırlı sayıdaki veriden hareketle genel yargılara ulaşmaya çalışır, yani genelleme yapar.
Gerek örnekseme (temsil, teşbih), gerekse genelleme (istikra, ta'mim) tekniği, eğitimsiz insan zihninin başvurduğu, başvurmak zorunda kaldığı en yaygın, en kullanışlı düşünme biçimidir. Kolaydır, etkileyicidir. Tecrübeyle hızı da ve bu hız sayesinde etkileyiciliği de artar. Bir tür çabuk ulaşımdır; istenilen sonuca çabuk ulaşım... Tabiatıyla, doğru sonuçlar da verir, yanlış sonuçlar da. Ne var ki her iki halde de kesinliğe ulaştırmaz. Kesinlik, zekânın değil, aklın hedefidir çünkü. Bu nedenle sosyal hayatta, 'kesinlik', en az aranan şeydir.
Edebiyatta öne sürülen yargılar “(aklen) kesinlik” taşır mı?
Taşımaz.
Hiçbir şair okurlarında “(aklen) kesinlik” duygusu uyandırmayı amaçlamaz. Sanatın işi bu değildir. Bir sanat eserini anlarız, açıklayamasak da anlarız. Hissederiz. Etkileniriz yani. Sanat eseri, içindeki düşünce pırıltılarıyla birlikte duygularımıza hitab eder. Ya farkında olmadığımız duyguları uyandırır, ya da tanış olduğumuz duyguları pekiştirir. Etkilenişimiz bundandır. “Ben bu duyguyu tanıyorum” deriz; aklen kesinleştiremesek de, nedenlerini açıklayamasak da, açıklamayı beceremesek de böyle deriz; tanıyor olduğumuzdan deriz, biliyor olduğumuzdan değil. Çünkü biz, akılla biliriz (aklen kesinlik), zekâyla tanırız (hissen kesinlik).
Ticarette ve siyasette başarılı olanları gözlemleyiniz; işini bilir bütün tipler gibi bu tür mesleklerin erbabı da zekâ sahibidirler; başarılarının sırrı, zekâlarındadır. Tecrübeleri arttıkça, başarı oranları da, başarılarının sürekliliği de artar. Zekâ, tecrübenin kucağında büyür, keskinleşir, hiç değilse zahiren kesinleşir.
Mizah yeteneği, hazır cevap olmak, sürat-ı intikal hep zekânın keskinliğiyle ve kıvraklığıyla ilgili özelliklerdir. Hızlıca gerçekleştirilen örneksemeler, bir anda sıçranılan genellemeler, işbu kıvraklığın ürünüdür; ama her halukârda kıvrak zekânın, aklın değil. “Düşünmeden konuşmak”, dedikleri de budur, yani aklı kullanmadan, sade zekâyla.
Aklın, başka bir deyişle doğru'nun ahlâka ihtiyacı yoktur. “2x2=4” yargısı ahlâklı, iyi değil, doğru; buna mukabil 2x2=5” yargısı ahlâksız, kötü değil, yanlış bir yargıdır.
Akıl aracılığıyla doğru ile yanlışı, zekâ aracılığıyla iyi ve kötüyü ayırırız. Hayatımızda öncelikle aklî doğrulardan çok, ahlâkî iyilere ihtiyaç duyarız.
Çoğu gazeteci ve televizyoncunun, hatta siyasetçi, aydın ve entelektüelin hakikaten zekî insanlar arasından çıktıkları, başarılarını ise tek kelimeyle zekâlarına borçlu bulundukları tartışmasızdır. Bilimadamlarının aksine, edebî (ahlâkî) ölçümlere konu edinilebilmeleri de bu yönleri itibariyledir.
Peki ya akıl ve gönül vadisindeki salâhiyetleri?
Bakınız, işte bu bir bahs-i diğer. ( D.CÜNDİOĞLU)