Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli Mirror Kardeşim!
http://www.114der.org/ dan
alıntı yaparak buraya astığınız yazı güzel bir tahlil. Allah Razı olsun.
İniş sırasına göre A'raf'da başlayan Adem Aleyhisselam ile ilgili
yapılmış bir çalışmayı tüm kardeşlerimizin dikkatlerine sunmak istiyorum.
A’raf 19. Ayet:
Ve (Allah) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz
yerden de yiyin ve şu ağaca / mala yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (dedi).
Âdem-İblis kıssasının
anlatıldığı pasajın bu ayete kadar olan bölümünde, insanın ve İblis’in kim
olduğu, İblis’in görevi, İblis’in insanı yanıltacağı ve nasıl yanıltacağı,
temsilî olarak canlandırılmış sahnelerde bize âdeta seyrettirilmişti. Bu ayetle
başlayan bölümde ise, sıra artık İblis hakkında verilen teorik bilgilerin insan
üzerindeki pratik yansımasını göstermeye gelmiş ve aldığı etkilere karşı
İblis’in verdiği tepkiler, yine canlı gösterimlerle sergilenmiştir.
Bu perdenin birinci
sahnesi, bölüm hakkında kısa bir ön bilginin verildiği 19. ayetten ibaret olup,
Allah ile Âdem’in karşı karşıya bulunduğu (daha doğrusu Allah ile bizim karşı
karşıya bulunduğumuz) bu sahnede Allah, Âdem’e şöyle seslenmektedir: “Ey
Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yiyin ve şu ağaca
/ mala yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”
Ayetten
anlaşıldığına göre Âdem ve eşi, yani insanoğlu, cennete yerleştirilmiş ve
burada kendilerine bir konu hariç her türlü özgürlük verilmiştir. “Şu ağaca
yaklaşmayın” ifadesi ile konulan yasağa İblis’in (kışkırtmasıyla Âdem ve
eşinin) vereceği tepki ise, ilerideki ayetlerde ortaya çıkacaktır.
Âdem, eşi ve
yasaklanan ağaç / mal konusu, Müslümanlar arasında yanlış bilinmektedir.
Şimdiye kadar Kur’an üzerinde çalışanların da bu konuda yeterli çalışmayı
yaptıkları söylenemez. O sebeple biz, bu konuda Allah’ın izniyle çok titiz bir
çalışma sunmuş bulunuyoruz.
Konuyu hemen
kavrayabilmek için aynı konunun yine temsilî anlatımla anlatıldığı ayetleri
iniş sırasına göre değerlendirmekte yarar vardır:
Ta Ha;
115-123: Ve şüphesiz Biz bundan önce Âdem’e ahit verdik (ondan söz aldık).
Fakat o aklından çıkardı ve Biz onda bir azim bulmadık. Ve bir zaman
meleklere: “Âdem için secde edin” demiştik; İblis hariç hepsi secde ettiler, o
dayattı. Biz de: “Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın
sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve
çıplak kalmaman oradadır (cennettedir). Ve sen orada ne susarsın, ne de güneşin
sıcağında kalırsın.” dedik.
Sonunda
şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacı ve eskimez /
çökmez mülk / saltanat için rehberlik edeyim mi? Bunun üzerine ikisi
de o ağaçtan yediler. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve
üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbine asi oldu
ve şaşırdı. Sonra Rabbi, onu seçti de tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu
gösterdi. O (Allah), (o
ikisine) “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden
size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa işte o, sapıklığa
düşmez ve mutsuz olmaz.” dedi.
Bakara;
35-38: Ve Biz, “Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan
dilediğiniz yerde bol bol yiyin ve fakat şu ağaca yaklaşmayın (mal / altın
gümüş vs tutkunu olmayın), yoksa zalimlerden olursunuz.” dedik. Bunun üzerine
şeytan onları oradan kaydırdı, içinde bulunduklarından çıkardı. Ve Biz:
“Birbirinize düşman olarak alçalın, orada belirli bir vakte kadar sizin için
bir karar yeri ve bir yararlanma vardır.” dedik.
Derken Âdem
Rabbinden birtakım kelimeler aldı (kendine vahyedildi). Sonra da O (Allah),
onun tövbesini kabul etti. Muhakkak O, tövbeyi çok kabul edendir, çok
esirgeyendir. Biz dedik ki:
“Hepiniz oradan alçalın. Size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim
kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklardır.
Âdem’in cenneti
Bakara;
30, Ta Ha; 55, Müminun; 79, Sad;
71, Hicr; 26, İsra; 61-65, Secde; 7 gibi Kur’an’ın bir
çok ayetinde belirtildiğine göre Âdem ve insanlar topraktan yaratılmışlardır.
Âdem ve tüm insanlığın ilk yaratıldığı toprak ise, başka bir âlemde veya
cennette değil, bu arzda, yani yeryüzündedir.
Dolayısıyla
buradaki “cennet” sözcüğünden ahiretteki cennet anlaşılmamalıdır. Zaten “cennet”in
esas sözcük anlamı da; “yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası”
demek olup, sözcük Kur’an’da da, Bakara; 265, Sebe’; 15,
16, Kehf; 32-40, Necm; 15, Kalem; 17 ve daha birçok
ayetteki gibi, bu anlamda kullanılmıştır.
Diğer taraftan, ahiretteki
cennetin birçok niteliği Kur’an’da açıklanmıştır. Kur’an ayetlerinde verilen
açıklamalara göre ahiretteki cennet, öncelikle ebedîlik yurdu olup, oradaki
nimetler tükenici değildir. Ayrıca, orada boş lâkırdı, günaha girme olmadığı
gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem’in
yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve orada Âdem yasaklanmıştır.
(Bakara; 25, Fatır; 33-35, Saffat; 40-49,
Duhan; 51-57, Tur; 17-24, Rahman; 46-78,
Vakıa; 10-40, Mümtehine; 21-24, İnsan;
5-22, Nebe’; 31-37, Tur; 17-28, Zühruf;
68-73, Ta Ha; 120)
Sonuç olarak, Âdem
mükâfat yurdu olan cennette yaratılıp da oradan dünyaya indirilmiş değildir.
Bize göre Âdem, yeryüzünün yeşil, ormanlık, sulak bir bölgesinde yaratılmış ve
oradan, cennet niteliği olmayan başka bir bölgeye (çöle) düşürülmüştür.
Yasaklanan ağaç
Kur’an kendisini
tanıtırken, ayetlerinin bir bölümünün müteşabih (mecaz, kinaye gibi sanatsal
anlatımları olan ve çok anlamlı) olduğunu açıklamış olsa da, bazı kişiler
sözcükleri mutlaka hakikat manalarında kabul edip, Kur’an’ı buna göre anlama
çabası göstermişlerdir. Bu ayette geçen “ağaç” sözcüğü de, hakikat manasında
anlaşılmakta ısrar edilen sözcüklerden birisidir. Kur’an ayetlerinin bir
bölümünün müteşabih olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi sonucunda, burada konu
edilen “yasaklanan ağaç” hakkında çok değişik açıklamalarda bulunulmuştur
Şecer
“Şecer”, bitki
cinsindendir. Gövdesi üzerinde desteksiz duran bitkidir; kış mevsiminde
varlığını koruyan bitkidir. Hicazlılar, buğday, arpa ve hurmaya “şecer” derler.
“Şecer” sözcüğü, “ihtilâf” (Nisa; 65) ve “sarf etme” anlamlarında da
kullanılır. Çünkü ihtilâfların ekserisi “mal” yüzündendir, en çok harcaması
yapılan da “mal”dır. (Lisan ül Arab c:5, s:32,33, “Şcr” mad.)
Dikkat edilirse,
ayetlerdeki “şecer” sözcüğü ile 22. ayetteki “verak ül cennet” ifadesi aynı
anlama gelmektedir ve her ikisi de kısaca mal; altın, gümüş, deve, arpa buğday
ve hurma demektir. Dolayısıyla biz de “şecer”i, Hicazlılar gibi “mal” olarak
anlayabiliriz.
Mal
“Mal” sözcüğü
Türkçemize Arapçadan gelmiş bir sözcüktür. Konunun iyi anlaşılabilmesi için bu
sözcüğün de Arapçadaki gerçek manasını tespit etmek gerekmektedir.
“Mal”; “tüm eşyadan
sahip olunan şeyler” demektir. “Mal” aslında, “altın ve gümüşten sahip olunan”
demektir. Sonradan kazanılan, elde tutulan ve ayniyattan sahip olunan şeylere
ıtlak olunur oldu. Arab’ın “mal” dediği şey ekseriyetle “deve”dir. (Lisan ül
Arab c:8, s:403, “Mvl” mad.)
Kıssayı anlatan
ayetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları bize göstermektedir ki
Allah, insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal
düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.
Nitekim Ta Ha
suresinin 120. ayetinde de İblis, Âdem’i (burada Âdem’in eşinden
bahsedilmemiştir) ebedîleştirmek için onu “seceret ül huld”e; mala (altına,
gümüşe, deveye, arpaya, buğdaya, hurmaya…) yönlendirmiştir.
Aslında “seceret ül
huld”e yönlendirme, İblis’in üçüncü iğvasıdır. Aşağıda, 20. ayette görüleceği
gibi İblis’in ilk iğvaları, melek (iradesiz varlık; robot) yapılma ve “halid”
olma (hiç değişmeden aynı kalma) üzerine olmuştur. İblis’in Âdem’i
yoldan çıkartmak için başvurduğu bu son iğva, akla hemen Hümeze suresinin 2. ve
3. ayetlerini getirmektedir:
Hümeze; 2,
3: O ki malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini ebedîleştirdiğini
sanarak onu tekrar tekrar sayandır.
Netice olarak, bize
göre gerçekte ne böyle bir olay cereyan etmiştir, ne de ortada herhangi bir
ağaç vardır. Çünkü ayetler temsil tekniğiyle anlatılmış olup, her şey
temsilîdir. Sahnede ise; Allah, Âdem, Âdem’in eşi ve İblis vardır. Sahne,
cennettir (yeşil bir bölgedir), ayetteki “şecer (mal; altın, gümüş, arpa,
buğday, hurma, deve)” de bir sahne dekorudur.
A’raf 20-25.
Ayetler:
Derken o (İblis),
onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için
onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf
ikinizin de birer melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için
sizi şu ağaçtan men etti.” dedi.
Ve “Elbette ben
size öğüt verenlerdenim.” diye onlara yemin etti.
Böylece onları
aldatarak zillete düşürdü. Ağacı tadınca, çirkinlikleri kendilerine belli oldu
ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine almaya başladılar.
Rabbleri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size ‘bu şeytan
kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”
(Onlar; her ikisi)
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize
rahmetinle muamele etmezsen muhakkak zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (Allah)
“Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak
ve faydalanmak vardır” dedi. (Allah) “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz
ve yine oradan çıkarılacaksınız” dedi.
A’raf 20. Ayet:
Derken o (İblis),
onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için
onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf
ikinizin de birer melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için
sizi şu ağaçtan men etti.” dedi.
Bu ayette İblis’in
derhâl harekete geçtiği görülmektedir. İblis’i harekete geçiren sebep ise,
Âdem’e “şu ağaca yaklaşma” emrinin verilmesidir. Âdem’e konulan yasak anında
tepki getirmiş; İblis vesvese üretimine geçerek bu yasak hakkında bahaneler,
gerekçeler aramaya ve ileri geri fikir yürütmeye başlamıştır: “Rabbiniz,
başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek / melik olmanız
ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti.”
Ayetteki “melekeyni
(iki melek)” sözcüğünün “melikeyni (iki kral)” olarak okunması da mümkündür.
Nitekim İbn Abbas, Dahhak ve Yahya b. Ebi Kesir sözcüğü “melikeyni (iki kral)”
olarak okumuşlardır. Bu kıraatı, yukarıda verdiğimiz Ta Ha suresinin 120.
ayetindeki “eskimez / çökmez mülk / saltanat” ifadesi de desteklemektedir. Bu
kıraata ve bu anlama göre Âdem ve eşi (İblis’in etkisiyle), özgürlüğü, krallığa
tercih etmiş olmaktadırlar.
Vesvese
Ayrıntılarını Nass
suresinin tahlilinde (İşte Kur’an!, c:1, s:308) verdiğimiz ve bu ayetten başka
Nass suresinin 5., Kaf suresinin 16. ve Ta Ha suresinin 120.
ayetlerinde geçen “vesvese” sözcüğü; “alçak bir sesle, fısıltı ile gizli
bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek” demektir.
Sev’ete
“Sev’ete” sözcüğü;
“çirkinlikler” demektir ve “sue” sözcüğünden türemiştir. “Her türlü kötü,
çirkin şeyi yapmak” anlamındaki “sue” sözcüğünün bu anlam ekseninde olan birçok
türevi vardır. Meselâ, “seyyie” sözcüğü, “hasene” sözcüğünün karşıt anlamı
olarak kullanılır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olan “sev’ete” sözcüğü de, her
türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Arapların bu sözcüğü cinsel organlar
için kullanmaları da, yaşadıkları toplumda çoklukla bu organların kötülüğe
sebep olması sebebiyledir. “Sev’ete” sözcüğü ayrıca “ceset” için de kullanılır.
Zira ruh bedenden çıkınca, beden çürüyüp kokmakta, yani çirkinleşmektedir.
(Lisan ül Arab, c: 4, s:434-436)
Nitekim Maide
suresinde geçen “sev’ete” sözcüğü “ceset” için kullanılmıştır:
Maide; 31: Derken
Allah hemen ona sev’ete ahıhi (kardeşinin kötülüklerini/ cesedini) nasıl
gömeceğini göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar
olsun bana, şu karga kadar olup da sev’ete ehıy (kardeşlimin kötülüklerini /
kardeşimin cesedini) gömmekten âciz miyim ben?” dedi. Sonra da pişman olanlardan
oldu.
Konumuz olan ayette
“sev’ete” sözcüğü “çirkinlikler” anlamındadır ve bu sözcüğün “cinsel organlar”
olarak çevrilmesi yanlıştır. Çünkü Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış
olduğundan, cinsel organlar için “çirkin” nitelemesi yapılamaz. Buradaki
“sev’ete” sözcüğüyle, insana ilham edilmiş olup, çeşitli etkilerle dışa vuran
kötü huylar (fücur) kastedilmiştir:
Şems; 8: -ki
O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti- (ant olsun ki,)
Çirkinliklerinin
kendilerinden gizli kalışı
Çirkinliklerin, “insana
ilham edilmiş fücur” olduğu gerçeği ortaya çıkınca, “çirkinliklerin
kendilerinden gizli kalması”ndan da; bu fücurun, durağan bir özellikte olduğu
ve bir etkiye tepki olarak dışa vurulmasına kadar insanın kendisinden bile
gizli kaldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 22. ayette görüleceği gibi, Âdem de,
yasağı dinlemeyerek verdiği tepkiden sonra, içinde saklı olan fücurun dışa
vurması sonucu bencil, haris birisi olup çıkacaktır.
A’raf 21. Ayet:
Ve “Elbette ben
size öğüt verenlerdenim.” diye onlara yemin etti / kanıtlar ileri sürdü.
Burada İblis’in
Âdem ve eşine karşı hangi kanıtları kullanıldığı açıklanmamıştır. Ancak,
kıssanın başlangıcında İblis’in Âdem’den üstün olduğunun vurgulanmasına
dayanarak; İblis’in, kendisinin enerjiden Âdem’in ise maddeden yaratıldığı
hususunu kullandığı ve “Olanı biteni ben sizden daha iyi bilirim, çünkü ben
sizden üstünüm!” demiş olduğu düşünülebilir.
A’raf 22. Ayet:
Böylece onları
aldatarak zillete düşürdü. Onlar ağacın tadına varınca, çirkinlikleri
kendilerine belli oldu ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine
almaya başladılar. Rabbleri onlara (o ikisine) seslendi: “Ben sizi o ağaçtan
men etmedim mi ve size ‘bu şeytan kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’
demedim mi?”
Ayetin bildirdiğine
göre Âdem ve eşi, İblis’in vesvesesini, iğvasını, ölçüp biçmeden (tefekkür
etmeden) uygulamış ve içlerinde gizli olan çirkinlikleri, yani istenmeyen,
sevilmeyen huyları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ilk çirkinlik ise; “İSTİFÇİLİK”tir.
Cennet yaprakları
(ağaç yaprakları değil)
“Ağaç yaprağı” ve /
veya “kitap yaprağı” olarak meşhurlaşmış olan “varak” sözcüğü;
-
Arap dilbilimcilerinden Cevheri’ye göre; “Gümüşlerden yapılma ve develerden
meydana gelme mal varlığı”,
-
İbn-i Siyde’ye göre; “Koyun ve develerden meydana gelen mal varlığı”, (Lisan ül
Arab, c:9, s:277, 280)
-
Ragıb’a göre; “Kitap ve ağaç yaprağından başka… ağaçtaki yaprağın çokluğuna
benzetilerek ‘çok mal’ için de ‘varak’ tabiri kullanılır.” (El Müfredat, s:520,
Verk Mad.)
-
Ebu Ubeyde’ye göre; “Gümüş ve her türlü canlı hayvan”,
-
Ebu Said’e göre; “Basılmış gümüş (gümüş para) anlamlarına gelmektedir. (Tac ül
Arus, c:13, s: 476-480)
Bu açıklamalara
göre, ayetteki “varak ül cennet (cennet yaprağı)” ifadesi; “insana haz veren
para, mal, mülk ve çeşitli nimetler” anlamına gelmektedir ki Rabbimiz
bunların neler olduğunu başka bir ayette bildirmiştir:
Âl-i Imran;
14: İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma
atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler süslü
gösterilmiştir. Bunlar iğreti yaşamın faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa
Allah, varılacak yerin bütün güzellikleri yanında olandır.
İşte, Âdem ve eşi,
Kur’an’da “varak ül cennet” olarak adlandırılmış olan, “iğreti yaşamın
faydalarını sağlayan şeyler”e dadanmışlar ve bu tarz süsleri üst üste koyarak
(bütün süsleri bir araya toplayarak) üzerlerine almışlardır (yaşamlarının
ayrılmaz parçası hâline getirmişlerdir).
Zevg
“Zevg”; “lezzet
alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı
olmak” demektir. Bu şey iyi bir şey olabileceği gibi çirkin bir şey de
olabilir. Bir şeyin tadını almak ağız yoluyla olabileceği gibi başka yollarla
da olabilir. Nitekim Kur’an’ın birçok ayetinde azabın belanın tam içerisine
düşme de “zevg” sözcüğüyle ifade edilir. (Lisan ül Arab, c:3, s:535 “zvg” mad.)
Sözcüğün esas
anlamı bu olmasına rağmen, genellikle bu sözcük “dil ucuyla tatma” anlamında
anlaşılmaktadır. Hâlbuki sözcüğün esas anlamı; “iliklere işleyecek ölçüde
hissetme” demektir. Bu sözcük, türevleriyle birlikte Kur’an’da 60 kez yer almış
ve “nimetlerin veya cezanın dokunup geçivermesi” olarak değil de, “gerçekten,
iyice yaşanması” anlamında kullanılmıştır.
Burada da, “zevg”
sözcüğü ile Âdem ve eşinin, konu edilen ağaçtan (altından, gümüşten, deveden,
arpadan, buğdaydan ve hurmadan) basitçe tatmayıp onun iyice tadına vardıkları,
onun müptelâsı (tutkunu) oldukları anlaşılmaktadır. Zaten Ta Ha suresinin 121.
ayetinde bu durum, “zaga (tadına vardılar)” sözcüğü yerine “ekela (yediler)”
sözcüğü ile dile getirilmiştir.
Görüldüğü gibi,
ayetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve
eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla
bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün
de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir
tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen ve
faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi
hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri
kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki; “kendisine ilham
edilmiş fücurun İblis’in etkisiyle dışa vurması” şeklinde ortaya çıkan çirkin insan
davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.
Tekasür suresinde,
bu hastalığın dünyayı cehenneme çevirdiğini bildiren Rabbimiz, Âdem ve eşinin
davranışlarıyla dünyanın cehenneme dönüşmeye başlaması karşısında, ayetin son
cümlesi ile duruma müdahale etmiştir: Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve
size ‘bu şeytan kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”
Klâsik eserlerde
ileri sürülen; “yasak ağaçtan yedi de avret yerleri açığa çıktı, avret yerleri
açığa çıkınca da incir yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı” anlayışı Kur’an’ın
ifadelerine aykırıdır. Çünkü ayetin teknik yapısı buna izin vermez. Ayete göre,
Âdem ve eşi ağaçtan / maldan tadınca iki olay meydana gelmiştir. Önce
çirkinlikleri (kötülükleri) ortaya çıkmış, sonra da tekasür hastalığına
yakalanarak biriktirmeye başlamışlar, tadını aldıkları bütün süslerin
kendilerinin olmasını istemişlerdir.
Burada, işin
uzmanlarının dikkat etmesi gereken bir nokta vardır: Ayetteki “ve tafika” diye
başlayan cümlenin önündeki bağlaç “fe” değil, “vav”dır ve “vav” bağlacı “bedet
(belli oldu)” fillinin üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla Arapça dilini bilen
kişilerin, ayetin bu yapısına itibar ederek safsata anlamlara kulak asmamaları
gerekir.
A’raf 23.
ayet
(Onlar; her ikisi)
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize
rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!”
dediler.
Bu ayette,
Rabbimizin müdahalesi üzerine Âdem ve eşinin, yapmış oldukları yanlış hareketi
kabullenip hemen dönüş yaptıkları görülmektedir. Kur’an’ın anlatımlarına göre,
İblis’in dürtüsü Âdem’le eşini birlikte etkilemiştir. Klâsik anlayıştaki,
İblis’in önce Âdem’in eşini etkilediği ve onun da Âdem’i etkilediği şeklindeki
öngörü Kur’an’a uymamaktadır. Bize göre bu yanlış anlayışın temelinde kadınları
horlama mantığı yatmaktadır.
Ayetteki “eğer Sen
bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara
uğrayacaklardan oluruz!” ifadesinden ise, takip edilecek yolun mutlaka Allah’ın
gösterdiği yol olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. Yani, insanların içine
İblis kanalıyla sokulan düşüncelerin de, başkaları tarafından önerilen
davranışların da (hepsinin), vahy ile uyumluluğunun test edilmesinden sonra
uygulanması gerekmektedir.
A’raf 24. Ayet:
(Allah) “Birbirinize
düşman olarak ALÇALIN ve sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve
faydalanmak vardır” dedi.
Bu ayette Yüce
Allah, Âdem ve eşi için nihai kararını açıklamıştır. Rabbimizin bu kararını
bildiren farklı ifadeli diğer ayetleri de göz önünde bulundurmak tahlilimize
yardımcı olacaktır:
Bakara;
36-38: Sonra da şeytan o ikisini oradan kaydırdı, sonra da o ikisini
içinde bulunduklarından çıkardı. Biz de: “Birbirinize düşman olarak alçalın
ve orada belirli bir vakte kadar sizin için bir yerleşme ve bir yararlanma
vardır.” dedik.
Derken Âdem
Rabbinden birtakım kelimeler aldı. O da tövbesini kabul etti. Hiç şüphesiz ki
O, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
Onlara dedik ki:
“Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim o
kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Ta Ha;
123: Allah (o ikisine) “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan
inin. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim benim kılavuzuma
uyarsa işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi.
Konumuz olan
ayetteki ve Bakara suresindeki “ihbitu (alçalın)” sözcüğü, Ta Ha
suresindekinden farklı olarak çoğuldur. Dolayısıyla bu ayetteki ve Bakara
suresindeki ifade, Âdem’i, eşini ve başkasını / başkalarını da kapsamaktadır.
Bu konudaki genel kabul, bu hitabın Âdem, eşi ve İblis’e yönelik olduğu
yolundadır. Biz ise bu hitabın daha da geniş kapsamda; “âdemoğulları (tüm
insanlar)” olarak anlaşılmasından yanayız. Çünkü hem bu ayetin mesajı, birkaç
kişiye özgü bir mesaj olmayıp tüm insanlara yönelik bir mesajdır, hem de
Rabbimiz 26. ayette “Ey âdemoğulları!” diyerek tüm insanlara seslenmiştir.
“İhbitu”nun anlamı
Ayette geçen
“ihbitu” sözcüğü meal ve tefsirlerde (!) “ininiz” diye çevrildiği için, doğal
olarak akla hemen nereden ve nereye inileceği soruları gelmektedir. Her ne
kadar Yüce Allah “sizi yeryüzünde yarattık”, “sizi topraktan yarattık” dese de,
Rabbimizin verdiği bu bilgileri kaale almayan yazarlar, Âdem’in cennette
yaratıldığını ve oradan yeryüzüne indirildiğini uygun görmüşlerdir. (!)
İşte, Rabbimizin
bildirdiklerine ters olan bu yorumları aşabilmek için, “ihbitu” sözcüğünün
gerçek anlamının bulunup ortaya çıkarılması gerekmektedir.
“İhbitu” sözcüğü,
“hbt” kökünden türemiş birinci çoğul kişi emirdir. “Hbt” sözcüğü ise; “alçalış,
eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik (gözden düşme, çaptan düşme, değer
kaybetme, rütbede eksiliş)” demektir. Bu anlam ekseninde “suud” ve “irtifa”
sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılan “ihbitu” sözcüğü, “şerr” içinde olan
kişinin durumunu ifade etmek için kullanıldığı gibi, sağlığını yitirmiş hasta
kişi için de kullanılır. (Lisan ül Arab, c:9, s:18, 19)
Bize göre burada,
sözcüğün asıl manasına bağlı kalınmalı ve “ihbitu” sözcüğü, “alçalın /
alçalınız” olarak çevrilmelidir.
Sözcüğün bu asıl anlamına
göre ayetin takdiri şöyle yapılabilir: “Bu dünya süslerinin esiri olur ve
istifçilik yapan bir tekasür hastası gibi (Âdem gibi) yaşarsanız, şu geçici
dünyada birbirinize düşmanlar hâlinde ve alçalmışlar olarak yaşayınız!”
Birbirinize düşman
olarak
“Birbirinize düşman
olarak” ifadesi, kıssanın anlatıldığı değişik ayetlerin hepsinde de yer
almıştır. Bize göre bu ifade; âdem soyunun kendini çoğaltma yarışına kaptırma,
istifçilik sevdasına kapılma gibi çirkinlikleri yapması hâlinde, birbirine
düşmanca davranışlar içine gireceğini bildiren bir uyarıdır. Yoksa bazı kişiler
tarafından ileri sürüldüğü gibi, hataları sebebiyle Âdem ve eşine verilmiş bir
ceza değildir.
A’raf 25. Ayet:
(Allah) “Orada
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi.
Yani; “Hem
geçicisiniz, hem de başka gideceğiniz yeriniz yok, orada yaşayacaksınız, orada
öleceksiniz. Çirkinleşmenize, mal mülk hırsıyla birbirinize düşman olmanıza
gerek yok.”
Bu ayetteki
uyarının farklı bir ifadesi de Ta Ha suresinde vardır:
Ta Ha;
55: Sizi ondan (yeryüzünden) yarattık, yine ona döndüreceğiz. Ve sizi bir
kere daha ondan çıkaracağız.
A’raf 26. Ayet:
Ey âdemoğulları,
size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve takva
elbisesi, o, daha hayırlıdır. İşte bu, Allah`ın ayetlerindendir, belki düşünüp
öğüt alırlar.
Hatırlanacak
olursa, 23. ayette Âdem ve eşi “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer
Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle
zarara uğrayacaklardan oluruz!” diyerek Allah’tan bağışlanma ve rahmet
dilemişlerdi. Bu ayet de, Rabbimizin insanoğluna rahmetini tecelli ettirdiğini
bildirmektedir. Herkesin bildiği gibi bu rahmet; O’nun insanlığa elçiler
göndermek ve bu elçilere vahyetmek (kitap indirmek) suretiyle kılavuzluk
etmesidir.
Çirkinlikleri
örtecek elbise, süsleyecek elbise ve bunların indirilmesi:
Rabbimizin bu
ayetteki “Çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik.”
sözleri, klâsik anlayış tarafından “Biz size çirkin yerlerinizi (cinsel organlarınızı)
örtecek pamuk, yün, keten ve deri elbise indirdik.” diye algılanmış ve avret
yerlerinin örtülmesinin gereği ve önemine dair açıklamalar yapılmıştır. Bu
anlayış, ayette geçen “indirdik” sözcüğünü de “yarattık” anlamına hamletmiş ve
Zümer suresinin 6. ayeti ile Hadid suresinin 25. ayetini, “indirdik” sözcüğünün
“yarattık” anlamında kullanıldığına örnek olarak göstermiştir.
Biz, bu
zorlamaların eski çağlarda yapılmış olmasını gayet olağan karşılıyor ve
Kur’an’ı anlama yolunda sarf edilmiş iyi niyetli çabalar olarak görüyoruz ama
günümüzde de aynen devam etmesine aynı gözle bakamıyoruz. Çünkü bilim alanında
meydana gelen gelişmeler artık, Hadid suresindeki “demiri indirdik” ifadesinin
“demiri yarattık” olarak anlaşılmasına engeldir. Bugün bilim çevrelerinde demir
elementinin başka bir yerde yaratıldığı ve oradan Dünya’ya geldiği
(indirildiği) kanaati oluşmuş, bundan da Kur’an’ın eşsiz mucizelerinden
birisinin daha açığa çıktığı kabul edilmiştir:
Kuran’da demirin
kimyasal özelliklerinden birçoğuna işaretler vardır. İlk önce demirin öneminden
ve özelliğinden söz eden biricik ayeti inceleyelim:
Andolsun ki
elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü
indirdik ki insanlar adaleti ayakta tutsunlar. Ve demiri de indirdik. Onda
zorlu bir kuvvet ve insanlar için yararlar vardır.57- Hadid Suresi 25
Kuran’da geçen
“inzal” fiili genellikle Dünya dışından yapılan indirme ve gelişleri ifade
eder. “İnzal” fiili Dünya’daki bir yaratılışın Dünya dışındaki oluşumlar
sayesinde meydana geldiğini bize anlatır. Dünyamızın ilk sıcaklığı demirin
oluşumuna uygun değildir. Hatta Güneş’imiz tipi orta büyüklükte yıldızlar bile
demirin üretimi için yeterli ısıya sahip değildir. Bu yüzden demir, sırf
Dünya’mıza değil, Güneş sistemimize bile indirilmiştir (inzal edilmiştir). Şu
anda Dünya’mızda var olan demir, Güneş sistemimize yüksek ısılı yıldızlardan
gelmiştir. Kuran’ın demirin oluşumunu anlatırken “inzal” fiiliyle indirilme
olayına dikkat çekmesi mucizevi niteliktedir. (Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, Kuran Araştırmaları grubu, İstanbul
Yayınevi 2005 8. Baskı s:308)
Konumuz olan ayette
de “indirme” sözcüğü “yaratma” anlamına çekilmemeli ve ayetten, elbisenin
“indirildiği” anlaşılmalıdır. Ancak, bu indirilen elbisenin, bildiğimiz elbise
olmadığı da dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zira yukarıda açıkladığımız gibi, bu
elbisenin örteceği “sev’ete”, “avret yerleri” demek olmayıp “ÇİRKİNLİKLER”
demektir. Bu çirkinlikler ise bildiğimiz elbiselerle örtülemez. Bunları
örtecek ve beğenilecek duruma getirecek tek şey; VAHYdir.
İnsanın şirki,
günahı, kini, düşmanlığı bildiğimiz elbise ile değil, ancak vahy ile ortadan
kalkar. Nitekim Rabbimiz, açıklamanın devamında “takva elbisesi”ni ön plâna
çıkarıp, herkesin takvalanmasını ve takva elbisesini giymesini istemiştir. Bu
demektir ki, insanın çirkinliklerini örtecek elbise; “takva elbisesi”dir ve bu
elbise de ancak Allah’ın indirdiği vahyler ile hazırlanabilir. Yani,
çirkinlikleri örtmek üzere indirilen elbise vahyden başka bir şey değildir.
Gerçekten de, birçok yerde vurguladığımız gibi, Rabbimizin bizlere vermiş
olduğu görevlerin hepsi, bize takva elbisesi giydirmeye ve bu sayede bizi
çirkinliklerden uzak tutmaya yöneliktir.
Kaynak: İşte Kur’an
(Hakkı Yılmaz)
Kusursuz olan
sadece Allah’tır.
En doğrusunu bilen
Allah’tır.
Sevgi,saygı ve
muhabbetle.
Allah’a emanet
olunuz.
__________________ Halil Ay
|