ŞiaRıM-KuRaN Uzman Uye
Katılma Tarihi: 26 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 124
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Zorbalığın Kökeni Olarak Nihilizm
İnsanın doğuştan tabiatı icabı acı veren şeylerden kaçarak haz veren şeylere yöneldiği bilinmektedir. Açlık, susuzluk, cinsel doyum ihtiyacı, uykusuzluk vs. gibi fizyolojik ihtiyaçlar uzun süre giderilmez ise insana acı verir veya tedirginlik yaratır. Bu ihtiyaçlar giderildiğinde ise haz, rahatlama ve doyum elde edilir. Psiko-fizyolojik bağımlılıklar da (sigara, içki ve uyuşturucu) giderilmediği zaman insanda sıkıntı, gerilim, huzursuzluk ve tedirginlik yaratır. Giderildiğinde ise fizyolojik olarak geçici zevk yaratır.
Bunların dışında insanın ruhsal bozukluğundan kaynaklanan akıl-dışı bazı istekleri ve bunlara tekabül eden "akıl dışı-hazz"lar vardır. Örneğin ün, üstünlük, boyun eğme, boyun eğdirme, kıskançlık, çekememezlik vs. Bunlar, kişiliğin sakatlanmasıyla ortaya çıkan özelliklerdir. Bu akıl dışı isteklerin temel özelliği, bunların doyumunun geçici oluşu, daha doğrusu doyurulamamalarıdır. Bu isteklerin yukarıdaki biyo-fizyolojik ihtiyaçlarla ortak yanı, bir eksiklikten, yoksunluktan doğmuş olmalarıdır.
Erich Fromm, akıl dışı istekler ve akıl dışı hazların üretici olmayan karakterlerin aşağılık kompleksinden kaynaklandığını ve bunu örtmeye yaradığını ileri sürer. Mutluluk ve neşe ise, akıl dışı hazların karşıtı olarak düşüncede, duyguda ve eylemde üreticiliğe eşlik eden ruhsal-olumlu ve aklî hazlardır . Fromm’un bu tespiti doğru olmakla birlikte eksik olduğu kanaatindeyim. Akıl dışı-istek ve hazların kaynağı, kişinin salt üretici olmaması değildir. İnsanın hayatının anlamına ilişkin oluşturduğu düşüncenin de bunun önemli bir kaynağı olduğu kanaatindeyim. Yaşamın nihaî bir anlamının olmadığı, hayatın biricik hayat olduğu, dinsel ifadesi ile bir Tanrı’nın olmadığı, dolayısıyla da ahiretin olmadığına inanan bir insanın ‘hazz’ anlayışı ve karakter yapısı ile; bir Tanrının var olduğu, kendini O’nun yarattığı, hayatı boyunca onu denediği ve ölümünden sonra başka bir hayatta ödüllendireceği-cezalandıracağına inanan bir insanın karakter yapısı ve hazz anlayışı, dolayısıyla ahlâk anlayışı birbirinden oldukça farklı olacaktır.
Bu nedenle başkasına boyun eğdirme veya onun üzerinde şiddet uygulamadan doğan akıl dışı hazzın kaynağı insanın sadece yaratıcı-üreticiliğe sahip olmaması değil; onun hayatın mahiyetine ilişkin taşıdığı dünya görüşüdür. Yaşamın biricikliğine inanan bir insanın başkalarına şiddet uygulaması, kötülük yapması ile taşımış olduğu ölüm korkusu arasındaki ilişkiyi Bucher şöyle temellendiriyor: "... Birinin yaşam için gereksinim duyduğu her şeye bir başkası da gereksinim duymaktadır. Tüm doğal kaynaklarımızın biteceği hesaplandığında hiç kimse başkasını kendi yaşamı için gerekli olandan hatta yaşam düzeyini yükseltici olandan mahrum bırakacağından ya da bunu elinden alacağından korkmakta haksız değildir... Herkes yaşamak istemektedir ve hiç kimse başkasını yaşamaya bırakmamaktadır. Çünkü herkes başkasının kendi yaşamı için duyduğu korkudan karşısındakinin yaşamı engellemek için yapabileceklerinden korkmaktadır. Yaşamı yok etme, kendi yaşamının yok edilmesi korkusundan organize edilmektedir. Kötülük, kendi yaşamı için savaşana ve yaşam kaygısı içindeki insana musallat olmaktadır. Kendi yaşamına yönelik tehlikeyi, başkalarının yaşamını tehdit ederek azaltma çabası, birbirine bağımlı insanların karşılıklı tehdit girişimlerini yoğunlaştırmaktadır. (...) Başkasının yaşamını yitirmesine, ölümüne, çökmesine ve mahvolmasına neden olan bütün insan eylemlerinin kişideki kaynakları, kişinin yaşamı için korku duymasındadır-yaşamını yitirmekten, en aza indirgenmesinden korkmasındadır . Yalnız ölüm korkusu, ölümden sonrasından korkma değildir. Ölümden öncesini istediği gibi, serbest, başıboş veya şimdilerdeki moda deyimi ile "dolu dolu" yaşayamamaktan, maksimum haz alamamaktan korkmaktır. "Ölüm korkusu insanı vahşice korunma stratejilerine: "Ya ben ya onlar" stratejisine her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine iter."
İnsan yaşamının biricik olduğu, herhangi bir teleolojik, nihaî amacın olmadığı şeklindeki kabul, nihaî gerçekliğin duyumsal olduğu "onun ötesinde bir başka gerçeklik ya da herhangi bir başka duyumsal olmayan değer yoktur" şeklindeki bir öncüle dayanır. Bunun üzerine kurulu dev boyutlu üst sistem, insanlık tarihi boyunca aktüelleşen üç sistemden biridir. Bu üst sistem toplum hayatında ideolojik, maddî ve davranışsal olarak aktüelleşir. Son dört yüz yıldır Avrupa kültürünün bütün kesimlerinin büyük bölümleri "Nihaî gerçeklik duyumsaldır" diyen önermeyi işlemişlerdir. Din ve teolojisinin itibar ve nüfuzu azalmıştır... Maddî değer, servet, zevk, erk, fiziksel rahatlık, ün ve tanınmışlık modern duyumcul insanın uğrunda doğaüstülüğü değerler olmuştur .
Walter Schubart, Sorokin’in "Duyumcul-üst sistem" dediğine insanlık tarihinde ritmik olarak tekrarlanan dört "Ebedî kültür prototipinden biri olarak (diğerleri, uyumlu, zahit ve Mesihci Ebedî kültür prototipi) "Kahraman" kültür-zihniyeti, insanı, ruhu, kişiliği ismini vermektedir. Bu insan "dünyayı örgütçü çabasıyla düzene sokması gereken bir kargaşa diye görür. Kahraman insan dünyayala barışçıl olarak geçinmez. Varolan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik-güvenciyle, benlik-gururuyla ve erk tutkusuyla doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar; ona efendilik etmek (egemen olmak) ve onu kendi planlarına göre kalıplamak ister. Dünyaya kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için aşağıya doğru düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrıdan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme onun kaderidir. Kahramanlık başlıca yaşam duygusu, trajedya da sonu (amacı). Böyle bir dünyada özellikle böyle bir kültür ve insanda her şey dinamiktir. Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometous gibi Kahraman insan her güce ve her Tanrıya meydan okur. Etkindir, gergindir ve olabildiğince enerjiktir... Roma erkinin doruğunda kendini böyle hissetmiştir. On altıncı yüzyıldan sonra Germen Roma Batısında da bu prototip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Batı insanı bu tipin iyi bir örneğidir." Aynı gerçekleri Erich Fromm, Eski Yunan’dan günümüze kadar –ortaçağların sözde ‘Hıristiyan’ dönemi de dahil- Batıya egemen olan "Sahip Olma" kültürü olarak nitelemektedir: "Yunan ve Germen kahramanlarının amacı; fethetmek, yenmek, elinden almak ve zaptetmektir. Yaşamlarının temel nitelikleri ün, şöhret, güçlülük olan bu kahramanlar için en iyi şey, düşmanı öldürmektir. (Bu nedenle Augustinus, Roma tarihini bir soyguncu çetesinin eylemlerine benzetir.) Böylesi kahramanlar için bir erkeğin değeri, bedensel güçleri ve iktidara ulaşıp, onu koruyabilme yeteneği ile ölçülür. Bunlar için en güzel ölüm, savaş meydanında çarpışırken ölmektir. Homer’in İlyada’sı soyguncu ve yıkıcı kişilerin yaşantılarının, şiirsel açıdan olağanüstü bir güzellikle anlatılmasıdır. Şehitlik; olmak, vermek paylaşmak gibi özellikler ile karakterize edilirken, Germen ve Yunan kahramanları, sahip olmak, sömürmek ve şiddet kullanarak zorlamak nitelikleriyle tanınırlar. (Eklemek gerekir ki, bu zorba kahramanların ortaya çıkışı, ataerkil toplumların anaerkil yapılı toplumlara üstün gelmesi dönemiyle aynı zamana rastlar. Boyunduruk altına alma eyleminin ilk aşaması, erkeğin kadına egemen olmasıyla başlar. Sonra, şiddetin sömürgen amaçlarla kullanılmasına geçilir. Bütün ataerkil toplum yapılarında, bu özellikler erkeksi karakterin temellerini oluşturmaktadırlar.)
Bu iki karşıt ve birbirleriyle uzlaşması olanaksız modelden hangisinin Avrupa’nın bugüne kadarki gelişiminde etkili olduğu sorulacak olursa, bunun zorba kahramanlara özgü özellikler tarafından belirlendiğini kabul etmek gerekecektir. İçimize dikkatlice bakacak, çevremizdeki insanların ve liderlerimizin davranışlarını inceleyecek olursak, iyi, güzel ve değerlinin neler olduğu konusundaki görüşlerimizin, o eski Yunan ve Germen kahramanlarıyla tıpatıp benzediğini görebiliriz. Avrupa ve Kuzey Amerika’nın tarihi, Hıristiyanlık dininin kabul edilmiş olmasına rağmen, zorbalıkların, fetihlerin ve açgözlülüklerin tarihidir. En yüce değerlerimizi, diğerlerinden güçlü olmak, başkalarını boyunduruk altına almak ve onları sömürmek olarak sıralamak mümkündür. Bu değer yargıları, aynı zamanda "erkeklik" ideali ile de özdeş sayılmaktadır. Savaşan ve ele geçiren erkek, şiddet kullanmadığı için zayıf düşecek olursa bu yaygın kanıya göre "erkek dışı" diye adlandırılmaktadır.
Batı tarihinin fetih, sömürü, şiddet, baskı ve halkların ezilmesinin tarihi olduğunun kanıtları saymakla bitmez. Bundan arınık bir dönem ya da bir ırk veya sınıfı bulmak mümkün değildir. Hatta iş çoğu kez, bir ırk tümden ortadan kaldırılmasına dek vardırılmak istenmiştir. İşte Amerika’da Kızılderililerin yok edilmesi için verilen mücadele, işte dinsel giysiye bürünmüş olan Haçlı Seferleri. Köle tüccarlarının, Hindistan’a egemen olup, orayı sömürenlerin, Kızılderilileri yok etmeye çalışanların, Çinli’leri afyonu kendi ülkelerinde üretmeleri için zorlayan İngilizlerin, iki dünya savaşı çıkaran ve yeni bir savaşı destekleyenlerin içlerinde tam dindar duygular beslediklerini ve onları bu davranışlara yalnızca ekonomik ve politik zorunlulukların ittiği ileri sürülebilir mi? Yoksa bunlar vahşi ve zorba ruhlu bazı kişilerdi de, geri kalan çoğunluk tam dindar mıydı? Eğer böyle olsa, vicdanlarımız daha rahat olurdu şüphesiz. Ama gerçekler başka türlü söylüyor. Evet belki yöneticiler, onları izleyenlerden daha açgözlü ve ganimet meraklısıydılar ancak, zafer kazanmak ve "düşmanları" yenmek arzusu, sosyal karakter içinde böylesine köklenmemiş olsa, yöneticilerin de planlarını gerçekleştirmeleri olanaksızlaşırdı.
Son yüzyıldaki savaşlara insanların nasıl bir hayranlık ve istekle katıldıklarını düşünmek yeterli. Günümüzde de milyonlarca insan, "en güçlü" olabilmek veya "şereflerini" ya da kârlarını koruyabilmek için, ulusal bir intihar sayılabilecek hareketlere girişmeye hazırlar. Başka bir örneği, aslında barışa hizmet etmesi düşünülmüş olan, ama günümüzde büyük bir ulusalcılıkla, düşmanca mücadele edilen olimpiyat oyunlarında bulabiliriz. Olimpiyatların böyle popüler olması da, Batı’nın o zorba ruhlu kahraman anlayışının bir yansımasıdır. Olimpiyat bu kahramanların, yani en güçlü, en dayanıklı olanların ve zaferi kazananların yüceltilmesidir. Ayrıca bunun yanı sıra dönen birtakım gizli oyunlar ve karanlık dolaplar, işin ticaret ve reklâma dönüşmesi, çoğu kimsenin gözünden kaçmaktadır.
(...) Bütün bu anlattıklarımız doğruysa, acaba Avrupa ve Amerika neden ortaya çıkıp da, açıkça "Hıristiyanlık çağ dışı kalmıştır" diyemiyor? Bunun çeşitli nedenleri var: Dinsel bir ideolojiye sahip olmayan bir toplumda, insanların tüm disiplinlerini yitirmeleri ve toplumsal düzeni bozmaları tehlikesi vardır. Daha önemlisi, kendisini insanlar için feda eden Tanrı’nın oğlu ve sevgi dolu bir İsa sembolüne inananlar, İsa’nın kendileri için de sevdiğini sanmaktadırlar. Böylece İsa bir put, ona inanmak da kişilerin kendi sevme eylemlerindeki yetersizliklerinin yerini tutmak için bir takviye olmak özelliğini kazandırmaktadır. Bu bilinçsiz davranışı: "İsa, sevilmesi gereken her şeyi bizim yerimize seviyor. Biz o zorba Yunan kahramanları gibi davranmaya devam edelim. Çünkü İsa’ya olan "yabancılaşmış inancımız" bizi kurtaracak ve onun yaptığı gibi davranmak zorunluğundan sıyrılmış olacağız" düşüncesi biçiminde özetlemek mümkündür. Hıristiyan dininin, kişilerin çıkarcı ve bencil davranışlarını gizlemekte kullandıkları bir kılıf olduğu, böylece açığa çıkıyor."
Yunan-Roma ve 16. yüzyıldan sonra tekrar bu kültürün (Propetauscu-Kahraman) yeniden çiçeklenmesi arasındaki ‘Hıristiyanlığı’ nasıl değerlendirmek gerekir? Nietzsche’ye göre ‘Hıristiyanlık, [Roma’yı her yönüyle taklit eden] kilisenin tarihsel, dünyevî-politik bir görünümüdür. Onun (kilisenin) egemenlik iddiası Batı insanlığını, yeniçağ kültürünü biçimlemeyi de içerir. Bu anlamda Hıristiyanlık, Yeni Ahit’e inananların Hıristiyanca yaşaması ile aynı şey değildir. Hıristiyanca olmayan bir yaşam Hıristiyanlığı onaylayıp, güç aracı olarak kullanabilir; tersine Hıristiyanca yaşamda zorunlu olarak Hıristiyanlığa gerek duymaz." Dolayısıyla Nihilizm (Hiçcilik), Yunan’dan beri Batı kültürünün özüdür. Güç istemi, kahramanlık, ötekini indirgeme, ezme, yok etme bu kültürün genel karakteridir. Nietzsche’nin ilan ettiği "Tanrı öldü" sözü, Heidegger’in teşhis ettiği gibi, son üç yüzyılda Batı’nın yaptığı Nihilizmin radikalleşmesi sürecini ifade eder . Fransız Yahudi filozofu E. Levinas bu gerçeği farklı bir dille şöyle izah ediyor:
"Levinas, karşı çıktığı Batı felsefesinin ötekiyle girdiği ilişkiye atfen, söz konusu felsefe içinde bilgi ve teorinin ötekini (the other) anlamaya yönelik her teşebbüsünün, ötekinin farklılığını aynının (the same) bir parçası haline getirerek ortadan kaldırdığını söyler. Levinas, ontolojik emperyalizm olarak isimlendirdiği bu durumun, sürekli bir biçimde ötekine karşı bir şiddet içerdiğini düşünür. Zira, politik birtakım belirtilere de sahip olan ontolojik emperyalizm, bir güç felsefesiyle ilişkilidir ve ötekiyle ilişki ise, ötekinin aynı içerisinde bir dönüşüme tâbi tutulmasıyla mümkün olabilir. Levinas, söz konusu ontolojik emperyalizmin, ontolojik bir özne nosyonundan kaynaklandığını, ondan kurtulmanın yolunun ise, etik bir özne nosyonunun tesisinden geçtiği kanaatindedir."
Kur’an öncesi "Cahiliyye" dönemi Arapları da yaşamın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğuna inanıyorlardı (6/29, 10/7, 23/33, 37, 30/7, 45/24, 53/24). Cahiliyye döneminde Arapların kabileler arası giriştikleri savaşlar ile birlikte toplumun zayıf tabakalarını oluşturan kadınlar, köleler ve yetimlere karşı ortaya koydukları haksızlıklar ve uyguladıkları şiddet, hayatın anlamına ilişkin (ölümle yok olma korkusu) kanaatlerinden oldukça etkileniyor olmalı idi. Kur’an, bu insanların hastalıklı halet-i ruhiyelerini şöyle tasvir etmektedir:
"Onların durumu ateş yakmak isteyen kimsenin durumuna benzer. Yakılan ateş etrafını aydınlattığı an, Allah onların ışıklarını giderivermiş ve onları kör bir halde karanlıklar içinde bırakıvermiştir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler; bu yüzden geri dönmezler. Veya (başka bir benzetmeyle) onların durumu gökten karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekle birlikte boşalan yağmura yakalanmış kimsenin haline benzer. Öyle ki onlar yıldırımların yol açtığı ölüm korkusu yüzünden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah, nankörleri böyle kuşatmıştır. Şimşek nerede ise gözlerini alıverecek. Şimşek onlara ışık verdiği sürece ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çöküverince de öylesine kalakalırlar. Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi. Allah her şeye güç yetirendir." (2- Bakara/17-20)
"Kâfirlere gelince, onların davranışları (işleri, amelleri) ıssız bir çöldeki seraba benzer. Susayan onu su sanır; ama oraya varınca Allah’tan başka hiçbir şey bulamaz... Veya kâfirlerin içinde bulundukları (halet-i ruhiye) durum derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Onu üst üste dalgalar kaplar. Dalgaların üzerinde bulutlar bulunur, karanlıklar üzerine karanlıklar... Öyle ki, insan elini çıkaracak olsa onu bile göremeyecek. Allah kimi nurundan yoksun bırakmışsa, onun artık hiçbir şekilde nuru olmayacaktır." (24- Nur/39-40)
Tarih boyu ve günümüzde insanın hemcinsine uyguladığı baskı, şiddet ve haksızlığın en önemli nedeni vicdanını bastıran nefsinin (içgüdülerinin) kendi kendini yeterli görmesi (istiğna) ve beninin olduğundan daha güçlü olma isteğidir (tekebbür). Bunlar akıl ve ahlâk dışı istekler ve hazlardır.
"Fakat hayır! İnsan kendini yeterli gördüğü için azmaktadır." (96- Alâk/6-7)
"Firavn, yeryüzünde büyüklenmişti. Halkını çeşitli sınıflara ayırdı. Halkın bir grubunu (Yahudileri) zayıflatıyordu. Erkek çocuklarını öldürüyor, kızlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, gerçekten bozguncu biriydi." (28- Kasas/4) Güçlü olmayı istemekle nihilizm arasında iç bir bağ vardır. Ölümle gelecek hiçlik korkusu benin dengesini bozmaktadır.
Sonuç olarak Freud’un bizi inandırmaya çalıştığı gibi, şiddet ve yıkıcılık bizim fıtratımızda zorlayıcı olan iki eğilim değildir. Hayata yüklediğimiz yanlış anlamdan sonra ortaya çıkan ahlâkî-ruhsal bozukluklardır. Bütün bir Batı tarihi her yönüyle böyle bir hastalığın tarihidir. Yakın geçmişte Avrupa’nın ve günümüzde de ABD’nin dünya üzerinde uyguladığı şiddet ve talanın nedeni budur. Çözüm ise bir cümlelik ve basittir: "Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı hatırlamakla itminan (güven) bulur." (13- Ra’d/28) Tevhid ve ona bağlı mead (Ahiret inancı), insan yaşamını absürd ve hiç olmaktan çıkararak ötekine karşı sorumluluk (Denenme) ve öteki ile barış içinde dayanışmaya dönüştürür. Mü’minler, mü’min olmayanlar ile birlikte-kendilerine haksız yere zor kullanmadıkları sürece-hakkaniyete uygun olarak yaşayabilirler. Hz.Nuh’tan beri Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz.İsa ve Hz.Muhammed’in Ön-Asya ve Doğu Akdeniz’de üç bin yıldan beri ilan ettikleri dünya görüşü işte budur. Dünyayı düzene koymak isteyen bu evrensel doktrinin egemenlik çağları ve bölgeleri çoğunlukla her türlü dinden, ırktan ve sınıftan insanın birlikte barış içinde yaşadığı çağlar ve bölgelerdir.
__________________ ZÜMER-2739/27 Andolsun, biz bu Kur'an'da insanlara her türden örnekler verdik ki düşünüp öğüt alabilsinler.
|