asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Prof. Dr. İLHAMİ GÜLER, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi
Bugün
İslâm dünyasındaki düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur'ân
tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru yer yer meteforlara da
başvurarak izah etmeye çalışacağım.
I
– Birinci tasavvur, tarih boyu İslâm dünyasında egemen olmuş sünni
tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur'ân kutsal bir kitaptır. Mutlak olan
Allah'ın mutlak kelâmıdır. O'nun zatı ile kaim ezeli sıfatları olan
ilim, irade ve kelâm sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan dolayı
"Kelâm-ı Kadîm"dir. Yaratılmamıştır. "Kelâm-ı Nefî" olarak yani mana
olarak Allah ile birlikte zelidir. "Kelâm-ı Lafzi" olarak yani Arapça
olarak Hz. Muhammed'e 7. yüzyılda indirilmiştir. Hitabı ve hükümleri
evrenseldir. Yani bütün insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü,
toplum dışı sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî hakikati söylemiştir. Bu
inanç giderek bütün hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür.
Teşbihde hata olmaz. Onun taşı toprağı (harekesi-harfi cerri) altındır.
İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlam gizlidir. Her
çağa göre manalar çıkarılabilir. O evrensel bir akide ve evrensel bir
şeriattir. Vahiy, aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece
farkı değil; mahiyet farkı vardır. Vahiy (Kur'ân), tabir yerindeyse
Allah'ın aklının bir ürünüdür.
Kur'ân'ın
içerdiği dini ruh, şeriatı da beden metaforlarıyla karşılayacak
olursak; onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir, değişmez ve
evrenseldir. Bu Kur'ân anlayışını 'Ay' meteforuyla da izah edebiliriz.
Ayın sınırları bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir. Ayın ışık
kaynağı Güneştir. Kur'ân da sabittir. (Mevrid-i nassda içtihata mesağ
yoktur). Ancak, Ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir. O
manaları ayetin altına Allah depolamıştır. Böylesine
mutlak-kutsal-sabit bir Kur'ân anlayışı doğal olarak Hz. Muhamet ve
onun hadislerine de sirayet etmiştir. 'Sahih-i Buhari'nin veya 'Kütüb-i
Sitte'nin neredeyse Kur'ân'a denk epistemolojik otoritesi buradan
gelir. Mutlaklık veya kutsallık anlayışı mıknatıs gibi yakınında duran
şeyleri kendine çeker ve onları 'yerden' kaldırır. Hz. Muhammed'in
"Nur-i Muhammedi" kavramıyla varlığın ontolojik kaynağı haline gelmesi
veya "levlake levlâk, Lema halaktu'l-Eflâk = sen olmasaydın evreni
yaratmazdım" anlayışı buradan çıkar. Artık Hz. Muhammed "Arpa ekmeği
yiyen Arap bir kadının oğlu, içimizden birisi değil, "fahr-i
kainat"tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed ve hadislerden
geçerek Sahabeye, tabiun'a ve mezhep imamlarına sirayet etmiştir.
Özetle, mutlak, kutsal ve sabit olan "merkez" etrafını, çevresini de
kendine benzetmiştir.
II-
İkinci Kur'ân tasavvuru, İslâm dünyasının ve düşüncesinin çöküşüyle
beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan laik Müslüman
aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara göre Kur'ân, sönmüş bir yıldız
gibidir. Zayıf bir parlaması vardır o kadar. Aklın 'aydınlama'sından
sonra ona bir ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten değil akıldan
almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bilim ve akıl sadece
"Nasıl?" sorusunun cevabını vermez. "Niçin?" sorusunun cevabını da
verir. Kur'ânın ruhu da bedeni de tarihseldir. Ortaçağın mistik aklının
ürünüdür. Onun şeriatı "çöl kanunu"dur. Kur'ân kendi döneminde
fevkalade ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların bugün için
bir örnekliği veya kılavuzluğu söz konusu değildir. Halkın dini
inancının kaynağı olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır.
III
– Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman, H. Hanefi,
M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî, Abdulkerim Suruş, Mehmed
S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından
savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz:
Mu'tezile'nin savunduğu gibi Kur'ân Allah'ın fiil sıfatlarından olan
irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani ezeli değildir, yaratılmıştır.
Mutlak olan Allah rölatif olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan
ürün rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur'ân'ı oluşturan dil
(Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu rölatiftir. Vahiy
ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku
bulmuştur. Kur'ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir(insanidir).
Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile
insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin
fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir.
Tevrattan, İncilden dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye
döneminin doğru fikir ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak
üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve
fiiller vahiy tarafından onanır. (Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa
Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış
açısına göre vahyin bir dudağı gökte, bir dudağı da yerdedir. Yukarı
aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı. Kur'ân sadece gökten inmemiştir,
aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki
söz konusudur. Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya insanın hakkı insana
verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah,
Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O
günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde
tutarsak bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap
olmayanlara yayma sorumluluğunu (şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir.
Kur'ânda tekrar hatırlatılan (tezkire) 'ed-Din' Hz. Ademden beri
peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâmdır. Ruh –beden
metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur'ânın ruhu Hz.
Ademden kıyamete kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret),
ibadet (tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur'ânın bedeni ise
(şeriat) tarihseldir. Yani Kur'ândaki sosyal ve siyasi hükümler
(muamelât) Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak
oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan ed-Din, indiği toplumun yapısına
göre 'tedeyyûn' eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer.
Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise muhteliftir.
Son şeriatın (Kur'ân ve Sünnet) ismi de 'Şeriat-i Muhammedi'dir.
Ortaçağda 'islâmi İlimler'i tedvin eden Müslüman alimler, Arapların
ihtiyacını karşılayan 'Şeriat-ı Muhammedi' (Kur'ân-Sünnet) den ümmetin
bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak 'islâm şeriatı'nı (İslâm
medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı
nedeniyle yeniçağa geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm
dünyasının her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün 'şeriat'
denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır.
Bu
tasavvura göre Kur'ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır, dinamiktir varlık
olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla
kendinden bir şeyler kaybeder. Kur'ân'ın ışıması Müslüman entelektüelin
kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur'ân'ı okuyan mümin
entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve
bilincini oluşturur ve dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına
dalar ve sorun çözer. Kur'ân'ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder
(aslına, hakikatine icra eder, çözer). Bundan dolayı peygamber "Ma
raahu'l-muminune hasenen fehuva intallahi hesanun= müminlerin iyi
gördüğü, Allah indinde de iyidir" demiştir. Bu durumda hata da yapılsa
bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi.
Bu
tasavvura 'fenomenolojik' tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne
bakar. Kur'ân bütünüyle 'ölçü' değildir. Örnektir. Örneği kavrayan,
Allah'ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah
gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü 'her dönemin ayrı bir
hükmü vardır'(13/98). Kitabı şerhetmez. Bulunduğu epistemolojik zemin
yorumsamacıdır. hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının
arasında, dinlemeyi bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile
dayanan, iknai bir yoldur bu.
Bu
tasavvuru bir başka metaforla da açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur'an
kavrayışı 'yağmur'a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru oluşturan su
yeryüzünden gökyüzüne çıkar 'bulut' olur yoğunlaşır ve yere 'yağar'.
Vahyin, Kur'ân'ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün
verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar, fiiller Allah
tarafından Semadan dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak 'inzal'
edilir. Vahiy, Kur'ân'da rahmettir(7/203). Yağmur humuslu topraklarda
berekete dönüşür. Vahiy de kalbi 'yumuşak' olan insanlarda hidayete
dönüşür.
Bu
bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da dinamiktir.
Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil, örnektir (usce). Kur'ân ile
sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki
fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed'in yanılabilirliği oranında
azdır. İnsanların en hayırlıları Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı
tebiun değildir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En
hayırlıları en muttaki olanlarıdır.
Üçüncü
tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler (peygamber, sahabe,
veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.) kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i aksa,
cami,vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal
nesneler (Kur'ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe, vs.) değildir.
Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir takım özel
ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur'ân okuma vs.) de değildir. Din,
Tevhid inancı ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan
adalettir (salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir.
Din, gün boyu iyiliği, adaleti hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları
ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-ibil
ma'ruf ve nahye ani'l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir.
Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri büyük
günahlardır. Ahlâki her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır,
ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili 'dini' kılan şey, başına
bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz
bir vicdandan gelen her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|