asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Günümüzde bir “direniş teolojisi”ne duyulan ihtiyaç
“Zalimler, nasıl bir çöküşe uğrayacaklarını yakında görecekler”(Kur’an - 26/227).
İnsanlığın
siyasal örgütlenmesi, erken dönemlerde kabileler halinde, daha
sonraları da Şehir devletleri, Derebeylikler, İmparatorluklar ve son
olarak da Ulus devletler şeklinde olmuştur. Siyaseti belirleyen ana
unsur ise; ırk, dil, din, kültür, coğrafya ve çıkar birlikteliğine
dayanan toplulukların yaptığı dost-düşman ayrımıdır. İbrahimi Monoteist
dinin son halkası olan İslam’da (Kur’an’da) siyasetin temel belirleyeni
olan dost-düşman ayrımı ahlak (adalet- zulüm) temeline
dayandırılmıştır: “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve
düşmanlık üzerinde değil.”(5/2) “ Zalimlerden başkasına düşmanlık
yoktur.”(2/193) İman-kardeşliğine dayanan müminler topluluğu,
gerektiğinde gayrimüslimlerle birlikte aynı siyasal örgütlenme içinde,
adalet ve hakkaniyetle birlikte yaşayabilirler: “Allah sizi din
hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya
kalkışmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı adaletli
davranmaktan men etmez.”(60/8) Hz. Muhammed’in Medine Ovası’nda (Cevf)
Müslüman ve Yahudi kabilelerle birlikte oluşturduğu ilk siyasal toplum
(Ümmet), kendilerine yapılabilecek saldırıya (düşmanlık) birlikte karşı
koyacaklardır. Bu uygulama, bahsettiğimiz teorinin ilk
pratiğidir..Yahudilerin anlaşmanın kurallarını ihlal etmesiyle bu
toplum sözleşmesi daha sonra bozulmuştur. M. Hamidullah’ın dediği gibi:
“Bu ümmet, diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir. (Medine
vesikası, madde 2) Ve bilhassa bir harp hali ortaya çıktığında
kendisini meydana getiren bütün insan kümeleri (kabileler) haklarda
eşitlik esasına bağlıdırlar.(madde 15/18/19)” (M. Hamidullah, İslam
Peygamberi, çev. S. Tuğ. İstanbul 1980 cilt:1 s.207) Bu espiri, daha
sonra bütün İslam imparatorluklarında nisbi olarak korunmuştur. İslam,
her türlü insanlık durumunda hangi ilkelerle hareket edileceğinin bir
toplamı ise; iktidar durumundaki ilke, adaletin ikame edilmesi; işgal,
tecavüz ve saldırı durumunda ise, zulme karşı direniştir. İşte Kuran’da
var olan “Cihad” ve “Kital” olayı, Mekkeli Müşriklerin Medine’deki
Müslümanlara karşı yarattıkları “düşmanlık” ve “savaş hali”ne karşı
Müslümanların direnişini ifade eder. Yoksa, normal durumlarda esas olan
barıştır: “..karşılıklı anlaşma(sulh, barış) en iyi yoldur”(4/128)
Barış,
adalet ve hakkaniyet, yaşamın esaslı değerleri olarak tavsiye edilmiş
olmasına rağmen, Kur’an, son derece gerçekçi davranarak,
insan-özellikle-oğlunun içgüdülerinin kontrolünde hemcinsine karşı
saldırganlığa, hakkını tecavüz etmeye, gasp’a ve haddi aşmaya müheyya
olduğunu da defaetle çeşitli şekillerde vurgulamaktadır. “İnsanların
çoğu…” diye başlayan ifadeler, bütünüyle olumsuz (ahlaksız) sıfatlarla
neticelenmektedir. Bu bağlamda, Kuran’da sık sık geçen “Sabır” kavramı,
Kur’an lügatı yazarı R. İsfahani’nin tanımladığı gibi, genel olarak
kişinin kendini aklın ve dinin sınırları içinde tutması ile birlikte;
savaş durumunda cesaret (şecaat) anlamına gelir. (İsfahani, Müfredat.
İstanbul 1986. 404) Dolayısıyla sabır, zorluk (meşakkat), zorlama,
tehdit, baskı, tecavüz, aşağılama, hakaret durumlarında boyun eğme,
katlanma, tahammül etme değil; tersine, başkaldırma, karşı koyma ve
direniştir. Sabır, ancak aksiyon halindeki bir insanın erdemi olabilir;
oturan, duran, ihmalkâr, korkak, çekingen insanın maruz kaldığı acıyı
yudumlaması sabır değildir. Kur’an, tarihte vuku bulan zalimler ile
mazlumlar arasındaki mücadelede peygamberlerin safının mazlumlardan
yana olduğunu Tanrının, Hz. Musa’yı Firavun tarafından ezilen
İbranileri kurtarması için görevlendirmesinde ortaya koyar: “Biz
istiyorduk ki, ülkede zayıf ve güçsüz bırakılanlara destek çıkalım ve
onları öncüler yapalım ve kendilerini ülkeye varis kılalım.”(28/5) Hz.
Muhammed’in misyonuna ilişkin bir örneklik ise şöyledir: “Size ne oldu
ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi egemenleri zalim olan şu yerden
(örneğin, Bosna, Grozni, Gazze ve zulme uğrayan her yer) kurtar; bize
bir koruyucu veya yardımcı gönder.” diyen güçsüz erkek, kadın ve
çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”(4/75)
Ancak, bütün dinlere
tarih boyu musallat olan kötü bir kader vardır. Daha doğrusu bu kader,
dinin kabahati değil; insanın trajedisidir. Bu talihsizlik, Ali
Şeriati’nin “Dine Karşı Din” adlı kitabında gösterdiği gibi,
iktidarların dini “afyon” olarak kullanıp iktidarlarını
sürdürmeleridir. “Metafizik inançlar aracılığı ile, Tanrı ve tanrılara
inanç, ahiret hayatına inanç, mukaddesata inanç, gaybi güçlere inanç
aracılığı ile statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak bu
şirk dinin amacıdır. Bu din, gerçek din adına şunu yapar: Halk olup
bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilahi irade gereği
olduğuna inanmalıdır. Bu yazgıdır, takdirdir.” (Şeriati, Dine Karşı
Din, çev: H. Hatemi. İstanbul.1987. 34) Dolayısıyla dini “kimin”
anladığı ve “ne için” yorumladığı, dinin “ne” olduğundan daha
önemlidir. Kur’an’ın kendisi, dini bir Tevhid davası olduğu kadar, aynı
zamanda ahlaki ve siyasal bir “adalet davası”nın doğuş sürecine eşlik
ettiği gibi, bir “Direniş Teolojisi” de işgal durumlarında direniş
eylemi sürecinden doğmalı. F. İshak’ın dediği gibi: “Dogma praxisi
önceleyebilir; fakat özgürlük/kurtuluş sürecinde oluşan teolojiyi
önceleyemez. Baskı altındaki toplumlar için teoloji, özgürlük praxisini
takip eden refleksiyondan doğar. “Bizim yolumuzda mücadele edenlere
(doğru)yollarımızı gösteririz.” (29/69) ayeti, bize teoloji “yapma”nın
doğru yolunu gösterir. İslamdaki teolojik düşüncenin bütün formlarının
tarihi ve başka teolojilerin tarihi de F. Hegel’in “Felsefe” hakkında
söylediği şu sözü doğrulamaktadır: “O (felsefe), sadece gün batımında
yükselir.” (F. Esack, Qur’an, Liberation and Pluralizm. Wsoy. 1997.85)
Yani iş işten geçtikten sonra. Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen
iktidarlara yamanmış dogmatik teolojilerin(tuzu kuruların) ve dinsel
kurumların ve söylemlerin arasındaki “Diyalog” değil; G.Afrika ve
İsrail ırkçı rejimlerine, karşı ezilen Müslümanların ve
Hıristiyanların, Güney Afrika ve Lübnanda ortaya koyduğu
örnekliklerdeki gibi, Dünya Sosyal Konseyi örgütlenmelerinde olduğu
gibi, dinler arası ve halklar arası “Dayanışma” ve “Direniş”dır.
Diyalog çağrılarını, egemen sistemin bekçileri mevcut tahakkümlerini
devam ettirmek için yapmaktadırlar. Bugün ihtiyacımız olan şey, sadece
text’e (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; aynı zamanda kontekse
dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmektir. Kimin “mümin”
kimin “kâfir” olduğunu, dolaysıyla kimin uhrevi-ebedi kurtuluşa
erişeceği, kimin kaybedeceğini tayin etmek ve bilmek-Hırıstiyanlığın
iddiasının aksine- bizim işimiz ve haddimiz değildir; bunu, Kur’an’ın
yüzler kere tekrarladıği gibi: “…en iyi Allah bilir.” Kur’an’ın dinler
üstü evrensel dini çağrısı şöyledir: “Herkesin yöneldiği(dini,
teolojik, mezhebi) bir yön vardır; (o halde)siz, birbirinizle
hayırlarda yarışın(dayanışın).”(2/148) Dünya halklarının bugün acilen
ihtiyacını duyduğu şey, Küresel Kapitalizme, sömürüye karşı mazlumların
ve mağdurların küresel bir dinler ve hatta dürüst dinsizler ile
dayanışmasıdır. Çünkü mazlumun dini sorulmaz ve dünya küfürle devam
eder; fakat, zulümle devam edemez; etmemeli.
Latin Amerika’da
bazı Katolik Kiliselerinin Marksizm ile eklemlenerek yarattıkları
“Kurtuluş Teolojisi”ni hariç tutarsak, günümüzde Hrıstiyanlığın
gerçeklikten kopuk, işlevsiz, kitlelerin zihin açıklığını kapatmakta
kullanılan, insanların batıl itikad ihtiyacını karşılayan, ahlaki
duyarlılıklarını iğdiş eden bir tür iyi duygular özeti olduğu
ortadadır. İslam ise, bir taraftan Ortadoğu’da Arap-otoriter
yönetimleri tarafından iktidarlarını korumak için bir enstürman(afyon)
olarak kullanılmaya çalışılırken; diğer taraftan da, ABD nin İslam
dünyası üzerine tasallutundan, sarkıntılığından sonra, Müslüman
halklarda yeniden kimlik kurucu bir dinamiğe ve direnişi tutuşturan bir
ateşe dönüştü. ABD ve Avrupa bu direnişi Siyasal İslam, Fundamentalizm
ve Terörizm olarak yaftalamaktadır. Bu hareketin terörle ilişkisi ve
teolojisi bazı yönlerden –bana göre-problemli olmasına rağmen,
totalinde emperyalizme ve Siyonizme karşı bir direniş ve başkaldırıdır.
Iraktaki haliyle dinsel bağnazlık ve fanatizmden kaynaklanan terörü
hariç tutarak, ABD ve İsrail’in iptidaen şiddete başvurmasını ‘savaş’
veya ‘operasyon’ kavramlarıyla atlayarak, buna tepki olarak ortaya
çıkan intihar saldırılarını “terör” olarak nitelemek ne kadar
tutarlıdır?.
Türkiye’ye gelecek olursak, Uzun bir süreden beri
Amerika ve İsrail Siyonizmi ile “stratejik” işbirliğine boğazına kadar
gömülmüş olması, Göthe’nin ünlü tiyatro oyununda olduğu gibi, özü
(halkı) itibariyle dürüst olan birinin (Doktor Faust) içgüdülerine
uyarak, çıkar saiki ile Mefisto ile koalisyonunu andırıyor. Arap
rejimlerinin petrolü ABD şirketlerine peşkeş çekerek ayakta kalmalarına
benzer şekilde, Türkiye de, topraklarını ABD ve İsrail’in askeri
amaçlarına kiralayarak para kazanıyor. Altarnatifi, ekonomik anlamda
kayıp olsa bile, bu yolla para kazanmanın (sofistike bir dille
‘Politika yürütmenin’), karın doyurmanın ahlakiliğini sizin vicdanınıza
bırakıyorum. Ne var ki, Politika, çağımızda Hobbes’un “İnsan insanın
kurdudur.” anlayışına dayandığı için, ahlaktan, hakkaniyetten ve
adaletten bahsetmek artık naiflik, zayıflık ve hayalcilik olarak
algılanıyor. Bu arada “Kalplerinde hastalık bulunduğundan dolayı
“Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz.” diyerek zalimlerin
yanına koşuştuğunu gördüğümüz” (5/52) bir sürü işbirlikçi aydın, din
adamı, siyasetci ve diplomatın, Kur’an’ın adalet ve direniş davasından
iktibaslar yapmayı veya örneklikler göstermeyi “mehcur (terk edilmiş)”
bırakarak(25/30), Ortaçağ’da Anadolu’nun iç barış ihtiyacından doğmuş
olan hoşgörü guruları olan Mevlana ve Yunus Emre’nin şiirlerinden
ABD’nin politik hedeflerine hizmet edecek bir “Ilımlı İslam” veya
“Hoşgörü Dini” icat etmeye çalışıyorlar.
Uzaklık ve mesafe
pathos’unun yok olduğu bu insanlar, dağ ile vadi, kurt ile kuzu, adalet
ile zulüm, onur ile onursuzluk arasındaki uçurumu gözlerimizin içine
bakarak yok etmeye çalışıyorlar. Kimi, ne zaman ve hangi gerekçeyle
“hoş” görmemiz gerektiğini atlayarak. Oysa İslam dünyasının epeyce bir
bölümünün işgal altında olduğu, her türlü işkence, zulüm, tecavüz ve
baskıya maruz kaldığı bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken
değer “hoşgörü” değil; tersine hor-görü, öfke, gad(z)ap ...vs dir.
Tabii ki hedefini, zamanını, muhattabını doğru koyarak: “Kahrolsun
insanları çukurlara doldurup katledenler.” (85/4), “Kahrolsun Ebu
Leheb..”(111/1), “(Fiili düşmanlarınız olan) Müşrikler pisliktir
(necis); bu yıldan sora Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (9/28),
“Allah’ın lanet ettiği, kızdığı, kendilerini maymun ve domuz yerine
koyduğu, tağuta (güce) tapınanlardan daha kötü kim olabilir…”(5/60)
örneklerinde olduğu gibi…
*Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi · Temel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Ana Bilim Dalı ilhamiguler@hotmail.com
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|