Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ve tanıklar
Tanıklara sıra geldi. Bir cep defterim vardı; oraya sürekli notlar aldım. Çünkü savunmamı kendim yapmaya kararlıydım. İfadeler o zaman işime yarayacaktı.
İlk tanık, Müberra Yetkin. Ankara Radyosu uzun dalga spikeri. İlginç bir ifade verdi: Radyoevini Harb Okulu öğrencileri ele geçirdi. Radyodan yapılan uyarıları sürekli dinliyorlardı. Otuz kırk öğrenci bana silah çekti.
Müberra Hanım "Otuz kırk öğrenci bana silah çekti," deyince gülenler oldu. Yargıç, "Gülmeyin, gülmeyin!" dedi. "Ağlamanız lazım. Hani nöbet tutmaya gitmiştiniz?" Oysa gülünç olan, 1 hanıma 30-40 Harbiyelinin silah çekmesiydi. Bazı arkadaşlar bunun karikatürünü çizdiler.
Kurmay albay Ali Elverdi: 01.57'de radyodan "Talat'ın bir avuç çapulcusu muvaffak olamıyacaktır!" diye duyuru yaptım. Darbeciler dalga dalga geldiler. Silahlı çatışmaya girdik ama çekilmek zorunda kaldık.
Öğrencilerin hiçbir şeyden haberi yoktu. Hattâ bazılarına görev verdim; yaptılar.
Radyodan yapılan uyarıları binanın içinden duyabilmek için ordaki bazı aletlerin nasıl kullanıldığını bilmek gerekir. Öğrenciler bunu bilmiyordu. Onun için duymuş olamazlar.
Bir ara tutuklanıp Harb Okuluna getirildim. İkinci sınıf öğrencisi Nezihi Fırat’ı başıma diktiler. Beni öldürmek istediler.
Efendim, ben yazılı ifademde "Radyoevini Harb Okulu öğrencileri ele geçirdi," demiştim. Yanılmışım. Onlar teğmen rütbesindeki subaylardı. Harb Okulunda üçüncü sınıf olması gereken teğmenler artık yokmuş.
Yargıç: Öğrenciler ne yaptıklarını biliyorlar mıydı? Tanık : Hayır! Bilmiyorlardı. Kanaatimce aldatılmışlardı. Yargıç: Niçin bu kanaattesiniz? Tanık : Çünkü bana da itaat ediyorlardı.
Ali Elverdi konuşurken arkadaşlar, dinleyici balkonunda oturan Müberra Yetkin'e dönüp dönüp baktılar. "Nasıl, uyarıları herkes duyuyor muymuş?"
*
Ali Elverdi Paşa’nın BU VATANA KASTEDENLER adlı bir kitabı var. Orada olayı kendine özgü, bence Mayk Hammer’imsi, bir üslupla anlatıyor. O kitaptan bir bölüm. Sayfa 69-77. Benim seçtiğim başlık:
Kapanın elinde kalan radyo.
Gece saat 12'ye beş kala filan, telefon çaldı. Telefonda nöbetçi amiri Seyfeddin Karadağ vardı. Şimdi İstanbul'da emekli:
"Başkanım! Meydan sahnesi aktörlerinden Kartal Tibet telefon etti. Zatıâlinize bildirmemi söyledi. Ankara'nın içinde tanklar dolaşıyormuş. İhtilal mi ne var, diyor."
"Çabuk alarm ver!" dedim. "Ben şimdi geliyorum. Gelemezsem EMASSA plânı uygulancak. Haberiniz olsun."
Bu EMASSA emniyet, asayiş, sabotaj kelimelerinin ilk ikişer harfidir. Bu maksat için yapılmıştır. Yani bir ihtilale karşı gelmek için yapılan bir plândır.
Cipimi çağırdım. Cipim Merkez Komutanlığında kalır. Şehrin içinde. Birliğim tabii Mamak'ta. Cip geldi. Gazi Maden isminde Ordu'lu bir şoför.
"Ne oluyor Gazi," dedim. "Sokaklarda ne var?"
Hemen giyindim. Sten tabancamı aldım. Kırıkkale tabancamı da belime taktım. Sten tabancanın şarjörlerinin birisi bir odada, diğeri başka odada durur. Tabanca da ayrı bir odada. Çocuklar oynamasın diye. Hanım telaşla onları bulup bana getirinceye kadar bağırdık çağırdık; bindik arabaya... Bütün apartmandaki subaylara da bildirdim. Lojman olduğu için 10 tane subay...
Cipe binince radyoyu açtım. İskitler Caddesine çıkıp dıştan gidecektim tümenime. İlhan Baş radyoda Talât Aydemir'in beyanatını okuyordu:
"Türk milleti! Aradığınız, beklediğiniz Silahlı Kuvvetler iktidarı ele geçirip parlamentoyu feshetmiş, partileri kapatmıştır. Sokağa çıkma yasağı koymuştur. Sokağa çıkan, parolayı bilmezse ateş edilecektir." gibi şeyler...
TSK iktidara el koydu. 27 Mayıs 1960 Cuma günü sabaha karşı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş radyodan ihtilal bildirisini okurken...
Şoföre "Cipi geriye çevir; Millet Meclisi istikametine sür!" dedim.
Genel kurmayın önüne geldiğimde üç tane tank Genel Kurmay binasına namlularını çevirmişti. Ortadaki tankın üzerinde bir astsubay var. Diğer tankların üstünde erler... Önce astsubayın önüne geldim:
"Alçaklar! Sizi kim gönderdi buraya?" Astsubay irkildi. "Ne demek, efendim! Alarm verildi, geldik." "Niçin komutanlarınızı beklemediniz de başka kimselerin verdiği alarmla buraya geldiniz? Kime itaat ediyorsunuz?" "Bize kim emir vermişse o bizi bilmem ne yapar..." gibi başladı.
"İn aşağıya!" dedim.
İnmek istemedi. Tankın içine girmeye çalıştı. Tabii tüfeğimi üstüne doğrultunca indi. "Çankaya istikametine marş, marş!" çektim ona.
O koşa dursun erlerden iki tanesini cipe bindirdim. Öteki tankların erlerine de "Marş! Marş!" çektim. Çankaya istikametine doğru. Üç tankı tahliye ettikten sonra içine benim şoförü de göndrip "Bak kimse var mı?" dedim.
"Bomba atarım haa! Kim varsa çıksın dışarı," dedim. Yokmuş.
Öbür altı tank Millet Meclisine çevirmiş namlusunu. Onları da aynı şekilde tahliye edip Çankaya istikametine "Marş! Marş!" çektim.
Sonra cipe bindim. Bereli askerlere yani cipe aldığım tank askerlerine "Parola neydi, çocuğum?" dedim. HARBİYELİ ALDANMAZ, dediler.
"Sür!" dedim. "Radyoevine!"
Radyo bangır bangır söylüyor daha... Radyoevine doğru sürerken bir barikata rastladım. Yolun iki tarafını kesmişler. Barikatın önüne vardığımda bir üsteğmen geldi.
Parolayı sordu. "Harbiyeli aldanmaz." "Açın, geçsin!" dedi.
Geçtik. İkinci barikata geldik. Orda Erol Dinçer ismindeki üsteğmen cipin numarasından beni tanıdı. 904'tü numaranın sonu. Çünkü bizim birliktendi adam. 22 Şubatta da vardı. Üsteğmenin hem telsizi hem radyosu vardı.
"Durdurun! Kurmay başkanı bu!" dedi. Nereye gidiyor, demeye kalmadı "Bas gaza!" dedim. Barikatı yardık geçtik. Arkamızdan yağdırdılar ateşi...
Radyoevinin önüne geldiğimde orası karma karışıktı. 200-300 kişi var. Tam ortalarında cipi durdurduk. Bir kaç tane subay cipin kapısına asıldılar. Açtılar. "İsyan mı ettiniz, alçaklar?" İlk sözüm bu oldu. Tuncer Yener ismindeki bir teğmen: "Hayır! İsyan etmedik. Silahlı Kuvvetler..." filan deyince "Hangi Silahlı Kuvvetler? Aldatmışlar sizi," dedim.
Radyoevinin kapısına doğru yürüyorum. Tuncer Yener bu arada benim önümü açıyordu. Arkamdan öteki subaylar da ilerlediler. Tam kapıdan girerken Yaşar Başaran ismindeki ihtilalci, stenimin namlusuna yapıştı. 22 Şubatta Ankara Merkez Komutan muaviniydi. Emekli edilmişti.
"Kurmay Başkan buraya kadar nasıl gelir!" diye etrafındakilere bağırdı. "Sen radyoevini almakla ihtilal mi yapacağını zannediyorsun?" dedim. "Geliyor arkamdan koskoca tümen. Emir verdim; alarm verdim. EMASSA plânı uygulanıyor. Bunları da kanırdın. Bu çocukları da..."
Onlar şüphe içinde birbirlerini inandırmaya çalışırken ben steni bıraktım. Radyoevine daldım. Sten, Yaşar Başaran'ın elinde kaldı. Ama belimde tabancam vardı. Onu almadılar. Akıl edemediler.
Radyoevinin içinde Murtaza Vodinal var. Topçu albayı. Şimdiki merkez komutan muavini. 700 tane eri vardı. "Sen ne yapıyorsun burada?" dedim.
"Başkanım! Beni tevkif edip buraya getirdiler," cevabını verdi. Halbuki ordakilerle sarmaş dolaş olmuşlar. Allah bize bu günleri gösterdi, diye.
Anons odasını sordum. "Çıkamazsınız, efendim!" dedi. "Her basamakta bir kişi var." "Ben çıkarım," dedim. Çıkarken "Yahu, anons odası nerde?" diye bağırdım. "Yol gösterecek yok mu?" Lacivert elbiseli iri yarı birisi çıktı. Ekrem İrge adında. Üsteğmenken ordudan atılmış.
"Buyurun, yarbayım! Yol göstereyim!" dedi.
Yürüdük. Anons odasının asansör kapısı gibi oval pencereli bir kapısı var. İçeriye göz attım. İki subay, beş-altı tane de er. Erler silahlarını sivillere çevirmiş. Sivilleri sıkıştırmışlar bir köşeye. Bir kadıncağız da onlara mikrofonu ayarlıyor... Plâk koy, diyorlar; plâk koyuyor.
Kapıyı ittim. Açılmadı. Yanımda duran Ekrem İrge radyocu ya... "Efendim, anons bitince kilidi kendiliğinden çözülür. Otomatiktir," dedi. "Peki," dedim "öyleyse." Tabancamı çıkardım. "Ne oldu, yarbayım?" dedi. "Bilmem," dedim. Tam o sırada kapının kilidinin çözüldüğünü belli eden bir ses çıktı. Hemen kapıya tekmeyi vurdum. "Eller yukarı!"
Subaylar tabancalarını masaya bırakıp ellerini kaldırdılar. Tabancalarını aldım.
Benim tanktan indirip arabama aldığım iki tane nefer var ya, o iki nefer ardımdan gelmişler. Öbür tarafta açık kapı varmış; oradan içeri girmişler. İki tane jandarma erini de saf dışı edip silahlarını almışlar. O iki jandarma eri ağlıyormuş. Radyoevinin önüne koymuşlar onları...
Bereli tankçılar demiş ki "Gel gidelim! Kurmay Başkanı olan yarbay yukarı çıktı." Jandarmalar yol göstermiş. Yukarı gelmişler.
Anons odasındaki subaylardan aldığım silahları erlere uzatıp "Alın bunları," dedim. Sanki bunlar benimle beraber imiş ve arkadan koca bir alay geliyormuş havası verdim. Bunlar tabii diğer erlerin tüfeklerini de aldılar. Silahları alınan erlere dönüp "Buraya neden geldiniz?" diye bağırdım. "Bilmiyoruz," dediler. Onlar da subaylara cephe aldılar. İki ihtilalci subayı bir odaya tıktık. Erleri dışarıya çıkardık.
"Anons edeceğim; mikrofonu ayarlayın!" dedim. Müberra Yetkin ismindeki hanım spiker düğmeyi çevirdi. "Kırmızı ışık yanınca konuşabilirsiniz, yarbayım," dedi.
Işık yanınca konuşmaya başladım:
"Muhterem Türk milleti! Bundan evvel yapılan anonslar yalan ve yanlıştı. Şimdi işin doğrusunu söylüyorum. Ben Garnizon Kurmay Başkanı yarbay Ali Elverdi. Bunlar isyan etmişlerdir. Bunların isyanı Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bastırılmaktadır. Toplanıyorlar. Cezaları verilecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri, size sesleniyorum! Herkes kışlasına çekilsin. Genel Kurmay Başkanından emir beklesin. Emniyet mensupları, size sesleniyorum! Vazifenizin başına gidin. Anonslar devam edecek. Radyolarınızı açık tutun."
Ondan sonra plâk koydum.
Tümene telefon ettim: "Ne yapıyorsunuz? Kimler geliyor?" "Efendim, subaylar geliyor; tümen komutan muavinimiz geldi." Vehbi Engin Paşa'dan söz ediyorlardı. "Çabuk!" dedim. "Şeref bölüğünü buraya gönderin. Ben yalnızım. Anons ediyorum ama yalnız başımayım."
"Duyuyoruz sesinizi," dediler. "Gönderiyoruz."
Şeref bölüğü gelmiş ama Harbiyeliler ateş açınca tam siper yapmışlar. Yavaş yavaş geri çekilmişler. Kan dökülmesin diye... Radyoevine bir şey yapmamışlar.
Anonslara devam ettim. 56 dakika sürekli mikrofon başında durdum. Kâh plâk koydum kâh hitap ettim. Cevdet Sunay Paşaya da telefon ettim:
"Müsadenizle EMASSA plânını uyguluyorum bütün Türkiye'de," dedim. "Evladım, nasıl istiyorsan öyle yap." "Peki," dedim. Devam ettim. Biraz sonra bir binbaşı 14 tane inzibat eri getirdi.
"Efendim, emniyetiniz için bunları getirdim." "Aşağıdakiler ne oldu?" "Onlar çil yavrusu gibi dağıldı. Topluyorlar onları..." "Burada da iki tane var. Alın götürün," dedim. "İlhan Baş'la yanındaki adamı yolladık," dedi.
Anonslara devam ettik.
Radyoevinin içinde anonslara devam ederken beni korumak için 14 tane er getiren binbaşı tekrar geldi: "Efendim, buraya 10 tane otobüs, altı-yedi tankla Harbiyeliler geldi. Namuluları çevirdiler. Teslim olun yoksa ateþ edeceğiz, diyorlar. Ne yapalım?"
"Ne emir verdiysem onu yapın."
Binbaşıya verdiğim emir: "Yedi neferle bir kapıyı, yedi neferle diğer kapıyı tut. Bereli askerlerle de arka kapıyı tutmuştuk. Benden emir almadıkça radyoevinin içine kimseyi sokmayacaksınız."
"Efendim, ateş açarlar!" "Onlar ateş açarsa sen de açarsın!"
Binbaşı gitti. Maalesef teslim olmuş. Fakat o mangaların başında bulunan çavuşlar sonuna kadar direndiler. Hepsi yara aldılar. Üç tanesi ağır. Ama hepsi kurtuldular. Kulakları çınlasın. Allah onların gazasını mubarek etsin.
İhtilalcilerden de otuz sekiz tane yaralı vardı. On dördü ağır. İki tanesi sonradan öldü. Onları benim ciple hastaneye taşımışlardı. Her yer kan revan içindeydi.
Anons odasına bile mermiler sapıp gelmeye başladı. Askerler ateş almayan odalara çekildiler. Siviller onlara yardım ettiler. Kiminin kolunu sıktılar kiminin bacağını. Kan akmasın diye...
Biz böylece pencereden çıktık. "Teslim oluyoruz! Millî servettir. Kırmayın, dökmeyin bir yeri..." diye seslendim. "Gelin teslim alın!" İçeriye iki-üçyüz kadar Harbiyeli doldu. Bağırdım onlara:
"Kimin peşinden gidiyorsunuz? Nasıl aldandınız? Bir de "Harbiyeli aldanmaz!" diye bağırıyorsunuz... Silahlı Kuvvetlere emir verdim. EMASSA plânı uygulanıyor. Hepiniz rezil olacaksınız. Kahrolacaksınız. Biz sizi birer subay olarak görmek isterdik. Ama rezil oldunuz!"
Hiç biri kimin peşinden gittiğini bilmiyordu.
Kimisi: "Silahlı Kuvvetler yapmadı mı?" Kimisi: "Silahlı Kuvvetler yok mu?" Başkası: "Türkeş'in peşinden gidiyoruz." Bir diğeri: "Talât Aydemir'in peşinden gidiyoruz."
"Şunun peşinden gidiyoruz; bunun peşinden gidiyoruz..." gibi her biri başka bir şey söylüyordu. Sonra bir üsteğmen geldi. "Efendim, sizi teslim alıyorum!" "Al bakalım teslim. İşte tabancam." Tabancamı aldı. Bir kaç harbiyeli ile yandaki odaya geçtik.
Tuğgeneral Nuri Hazer (28. Tümen komutanı): Ortalıkta önce hiç Harbiyeli yoktu. Sonra ortaya çıkıp bir araya geldiler. Ben aralarından geçtim. Bana parola sormadılar; ateş etmediler. Şoförüm, "Ateş ettiler," derse inanmayın. Ateş edilseydi ben de silah sesi duyardım.
Her hangi bir yanlışa ve kazaya meydan vermemek için öğrencilerle sabaha kadar temas kurmadık. Sabah olunca başlarındaki subayla temasa geçtik. Ama öğrencilerin bundan haberi olmadı. Onlar karşıda duvar gibi duruyordu.
Sivil halkın önünde silahlarını teslim etmek istemiyorlardı. Sonunda hiç karşı gelmeden arabalara binip okullarına gittiler.
Yargıç: Kanaatiniz? Tanık.: Harbiyeliler aldatılmıştır.
Sayın Hazer'in "Onlar karşıda DUVAR GİBİ duruyordu," demesi ilgimi çekti. Bu sözü defterime özellikle yazdım.
Herkesin bize sırtını döndüğü o günlerde bu sayın tuğgeneral böyle kol kanat gerdi. Tanık olarak onun tümeninden biri gelince rahat bir oooooh çekerdik. Lehimizde yalan bile söylediler. Öteki birliklerden gelip aleyhimizde yalan söyleyen bazı subaylara denklik sağladılar.
Ama tanıkların çoğu ya tarafsız ya da 28. Tümenden olduğu için bize ceza vermek zorlaştı.
Kurmay albay Orhan Çokdeğer (Merkez Komutanı): Radyoevi darbecilerin eline geçince oraya harbiyeliler gitmesin diye yola barikat kurduk. Ama hem geç kaldık hem de barikat zayıftı.
Bir tankın üstünde ve ardında çok sayıda Harbiyeli geldi. Başlarında bir üsteğmen. Tankı durdurup üstündekileri uyardım. Üsteğmen, "Biz ihtilal yapıyoruz; ancak Aydemir'in emriyle hareket ederiz," dedi. Öğrenciler bunu duydu. Aldırmadılar; devam ettiler. Durduramadık.
Emrimdeki erlerle ilerledim. Tarım Bakanlığının önüne gelince bize ateş edildi. Sağımdan solumdan vızır vızır kurşunlar geçiyordu. Ben de tomsonumla havaya ateş ettim.
Yargıç: O kurşunlar size neden denk gelmiyordu? Siz canlı hedeftiniz; ayaktaydınız. Tanık: Efendim, onlar da her halde havaya ateş ediyordu.
Jandarma Komutanlığına ait binanın solundaki erlere, "Yavrularım! Benim yanıma gelin. Ben Merkez komutanıyım; komutanınızım!" dedim. Terddüt ettiler. "Yoksa ateş ederim," dedim. Koşarak geldiler.
Dağılmak isteyen Harbiyelileri enterne ettim.
TARIM BAKANLIĞININ ÖNÜNDE 15-20 Harbiyeli hiç karşı gelmeden teslim oldular. Yalnız, içlerinden biri silahını vermek istemedi. Zaten bence de bir askerin, silahını teslim edivermesi şerefli bir hareket sayılmaz. Harbiyelilerin arasında silah kullanmasını bilmeyenler de vardı. Bir tanesi cemseye binerken kazayla ateş etti.
Yargıç: Öğrencilerin aldatılmış olup olmadığı hakkındaki kanaatiniz?
Tanık: Bu bir silahlı ayaklanmadır. Bu bir Kabakçı isyanı, bu bir Patrona Halil isyanıdır. Genel kurmay Başkanının yatağının altını arayanlar, İkinci Başkana ateş edenleeer...
Yargıç: Bırakın onları! Onlar başka. Derece derece suçlular olacaktır. Öbür mahkemede yargılanıyor onlar. Ben yalnızca kanaatinizi sordum.
Tanık: Bunlar aldatılmıştır. Bunların temiz kanının üstüne bir ihtilal hükümeti kurulmak istenmiştir.
Yargıç: Tamam.
Talat Aydemir, Bir Numarakı Mahkeme'de. Onunla dikelen, tanık kurmay albay Necati Özdemir'in deyimiyle, ünlüüü Fethi Gürcan.
Bu sayın albay da yan tutmuyor sayılabilirdi. Ancak ifadesinde şu nedenlerle gerçeğe aykırı iddialar var:
(1) Öbür mahkemede tanıklık ederken "Salim Miman hem ihitilalcilere hem bize çalışıyordu," dediğine göre olayı önceden biliyormuş. Ama Merkez komutanı olarak etkin önlemler almamış. Anlaşılan, suçuluk duygusu içindedir.
(2) Olayı önceden haber aldığı ve girişiminin başarısız olacağını bildiği için baştan itibaren amansız ve katı davranıp etrafına ateş yağdırmış. Bunu haklı göstermeye çabalıyor.
(3) Öğrencilerin suçlu olduğu hakkında ön yargılıdır. Ancak, yargıç "Elebaşılar öteki mahkemededir," deyince bir an şaşkınlık geçirdi; sonra, öğrencilerin aldatılmış olduğunu söyledi.
Daha sonraki tanık ifadeleri şu gerçekleri ortaya çıkardı:
(1) Barikata çarpan o tank durmuş ama tankın motoru çalışmaya devam etmiş. Albayla o üsteğmen arasındaki konuşmanın öğrenciler tarafından duyulmasını motorun gürültüsü önlemiş.
(2)Tarım Bakanlığının önünde havaya da ateş edilmemiş.
(3)Tarım Bakanlığının önünde Harbiyelilerin "enterne" edilmesi değil devlet güçlerine katılması söz konusudur.
Yedek teğmen Nazmi Balcı: Parolayı öğrendim. Genel Kurmay’ın önündeki tankların subaylarını içeri aldık. Sonra tankların başında nöbet tutmaya başladım. Ordaki bir subay "Senin burda işin ne?" dedi. "Nöbet," dedim. "Gel radyoevine gidelim. Nöbeti burda tutacağına orda tut," dedi Gittim. Sabaha kadar orda kaldım. (Gülüşmeler). Yargıç: Bu da aldatılmış.
Kurmay binbaşı Nazım Uncuoğlu (22 Şubat’ta asteğmenlerin tabur komutanı): 00.50’de uyandırıldım. Ali Elverdi’nin duyurusunu dinleye dinleye Gülhane Hastanesinin yanına geldim. Harb Okulu öğretim müdürü A. Z. Önde’yi gördüm. Durumu anlattı. Belki bir yardımım dokunur diye Harb Okulu’na geldim. Parola: TAŞ. İşareti: FİŞEK. Okula saat 01.30 gibi ulaştım. Nöbetçi amiri Behzat Tanır’la konuştum. Nöbetçi kurulu bir odaya kapatılmış durumdaydı. Tutuklu subaylar okula getiriliyordu. Yarbay Pakoba "Bugün okul komutanı Talat Aydemir," dedi. Öğrencilerle karşılaştım. "Burada ne yapıyorsunuz?" diye sordum. "Nöbet," dediler. Bir öğrenci "Hareketi kime karşı yapıyoruz?" diye sordu. "Kendinize karşı," dedim. Gerçek durumun ayırdında değillerdi.
Yarbay Ziya Karahan: Parolayı öğrenip öğrencilerin arasından geçtik. Binbaşı Nihat Gümüşoğlu Genel Kurmay’dan "Harbiyeliler! Aldatıldınız. Okulunuza dönün!" diye bağırdı.
Tarım Bakanlığının önünde 50-60 öğrenci kendiliklerinden bize gelip teslim oldular. Yalnız bazıları silahlarının alınmasına tepki gösterdiler Bunları gruplar halinde Muhafız Alayına ve başka yerlere yolladık.
Beni sabah 2.30-3.00 gibi Harb Okuluna getirdiler. Öğrencilere, "Başınızda Talat Aydemir var; olağan görev yapmıyorsunuz," gibi bir uyarıda bulunmadım.
Tuğgeneral Ömer Özkan: Tarım Bakanlığının solundaki kavşakta Harbiyeliler önümü kestiler. "Ben generalim; bırakın!" dedim. "Biz yalnız Tulga ve Talât paşalardan emir aırız!" dediler.
Jandarma Komutanlığına gittim. Durumu oradan takip ettim. Caddede öğrenciler arsında onları kışkırtan subaylar vardı. Hareketin başından itibaren Genel Kurnay binasından hoparlörle uyarı yapıldı. Ateşle karşılık verdiler.
Sabah ortalık ağarınca bir öğrenci dikkatimi çekti. Perişandı. Çağırdım; yaklaştı. "Silahını bırak, gel! Ben generalim," dedim. "Bırakamam. Silah benim namusum," dedi. Silahı almasını bir astsubaya emrettim. Aldı.
Öğrenci, odama geldi. "Kimden emir aldınız? Naptınız?" dedim. Oracıktaki koltuğa yığılır gibi oturdu. Cevap vereceği yerde kendi kendisine mırıldandı. "Yarın sınavlarımız vardı..." Bir süre durdu; sonra devam etti: "Alarm, dediler... Aldılar getirdiler bizi..."
Aldanışları inanış şeklindeydi.
Bu sayın generalin yan tutmadığı, doğru söylediği ortada. İfadesindeki bazı belirsiz durumlar ise başka tanıklar dinlendikçe açıklığa kavuştu. Örneğin:
(1)Orada "Biz Tulga ve Talat paşalardan emir alırız," diyen, yalnızca bir kişiymiş.
(2)Öğrencilerin aralarında bazı subayların bulunması ve o subaylar tarafından kışkırtılması da söz konusu değil. Öğrencilerin nöbet devri sırasında bir birlerine söylediklerini sayın general öyle yorumlamış.
(3)Hoparlörle uyarı baştan itibaren değil 03.45'ten itibaren yapılmış. "Baştan itibaren" denen saatlerde biz ordan geçtik. Uyarı yapılmadı; ateş edildi.
Sayın generalin "Ben generalim!" demesi de arkadaşlar arasında şaka konusu oldu:
"Ben generalim!" dedim; inanmadı. Pencereden omuzumu gösterdim; başını çevirdi. Apoletimi söküp önüne attım. "Bak!" dedim. "Sahtedir," dedi.
Havacı tuğgeneral Süleyman Tuncay: İran Hava Kuvvetleri Komutanına verilen kokteyldeydim. Olayı Hava Kuvvetleri Komutanından saat 24.00’ten önce haber aldım. Ona Necmi Akyıldız, ona da Devlet Bakanı Hasan Dinçer haber vermiş. Tandoğan’da Harbiyeliler tarafından durdurulduk. "Başınızda kim var? Kimden yanasınız?" dedim. "Kimden yana olduğumuzu siz de bilirsiniz. Başımızda kim olduğunu söyleyemeyiz," dediler. Bir yüzbaşı gelince sertleşiverdiler. Başlarında Talat Aydemir’in bulunduğunu biliyorlardı. Yalnız bazı öğrenciler durumu saat 21.00’den sonra öğrendiklerini, bazıları saat 23.30’da yataklarından kaldırılıp getirildiklerini söylediler. Öğrenciler yol kesebilecek gruplara ayrılmışlardı ve grup başları vardı. Makine Kimya Kurumunun önünde bir cemseye mermi sandığı yüklüyorlardı. Grup başı olduğu anlaşılan Elazığ’lı esmer öğrenci "Talat Aydemir’den emir aldık," dedi. Bana silah çevirdi.
Bundan sonra aynı bölgeyle ilgili olarak havacı albay Nuri Aslantaş, havacı yarbay Mehmet Bük ve havacı binbaşı Mehmet Eziler tanıklık ettiler. Hepsi aynı şeyleri söylediler ama bazı ayrıntılarda bir birlerini yalanladılar.
Örneğin Tandoğan alanında Generale göre 40-50 öğrenci varmış; yarbaya göre 25-30; binbaşıya göre 5-6. Bindikleri arabanın rengi arabanın sahibine göre siyahmış; diğerlerine göre ise beyaz. Birisi evde arkadaşları gelmeden önce radyoyu dinlediğini, birisi radyoyu ev sahibinin değil kendisinin açtığını, bir başkası ise radyo dinlemediklerini çünkü radyonun bozuk olduğunu söyledi.
Bazı arkadaşlar ifadelerdeki bu çelişkilere dayanarak tanıkların aralarında önceden anlaştıklarını ama ayrıntılar üzerinde durmadıkları için duruşmada açık verdiklerini öne sürdüler. Bana göre, bu subaylar doğruyu söylediler ama abarttılar.
Sanık 1: Efendim, sayın general kokteylden geliyormuş; o gece içkili miydi?
Sanık 2: Tanıklar burada dahi işaretleşiyor. Lütfen ayrı yerlere otursunlar.
Yargıç tanıklardan birine Erzurum’lu esmer öğrenciyi teşhis etmesini istedi. Gelsin onlar!" dedi. Erol Noyan iriliğinde 5-6 arkadaş kalkıp orta yere geldiler. Ama Erol Noyan kalkmadı. Tanık bunlardan birini göstererek "İşte şu!" dedi. Salonda gülüşmeler oldu. Yargıç ta gülümseyerek "Olabilir," dedi "Olur böyle yanılmalar." Sonra "Gelsin Erol Noyan!" Geldi. "Bu mu?" Tanık kızararak: "Evet bu."
Avukat Asım Ruhacan da tanığa bir soru sordu. Tanık, "Avukat bey ne konuştuğunu bilmiyor galiba!" dedi. Avukat öfkeyle bağırdı: "Avukat bey ne konuştuğunu biliyor; albay bey ne konuştuğunu biliyor mu?"
Yargıç: Buna izin vermem.
Ruhacan ( bağırarak): Konuşturmayın böyle, efendim!
*
Ruhacan güven aşılayan bir hukukçuydu. O, salona girer girmez moralimiz yükselirdi. Çok az ama can alıcı sorular sorardı. Birkaç örnek:
Sabahattin Sayınsoy adında bir yarbay o gece dört öğrenciyi hareketten uzaklaştırıp Merkez Komutanlığına götürdüğünü, öğrencilerin gerçek durumu pek âlâ bildiklerini, onlara radyo dinlettiğini anlattı.
Ruhacan sordu: Radyoda kim konuşuyormuş?
Yargıç: Devlet adamlarımızdan biri, öyle değil mi?
Tanık: Efendim… evet!
Ruhacan: O halde tanık, öğrencileri hareketlerinin hükümete karşı olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Öğrenciler gerçeği bilseydi hükümet adına yapılan bir konuşmayı onlara dinletmek gerekmezdi.
Tanık o ana kadar öğrenciler hakkındaki suçlamalarının bir akıl yürütmeyle çürütüldüğünü anlayınca şaşırıverdi. Yargıç, "Tabii tabii," dedi. "Tanık bunu söylemeye çalışıyordu zaten."
Merkez Komutanı Orhan Çokdeğer ihtilalcilerin bir tankını durdurup öğrencileri uyardığını, tankın üstündeki subayın "Biz ihtilal yapıyoruz; bir tek Aydemir’den emir alırız!" dediğini ve öğrencilerin bunu duyduğunu anlatmıştı. Ondan sonraki tanık, "Ama tank durmadı," dedi.
Ruhacan: Efendim, bundan önceki tanığın söylediği ile bunun söylediği arasında çelişki var. Bu tanık tankın durmadığını, bir anda engeli yarıp geçtiğini söylüyor. Oysa önceki tanık bir takım konuşmalardan bile dem vurdu.
Yargıç, Merkez Komutanına "Açıklayın!" dedi. Sayın Çokdeğer artık gerçeği söylemek zorundaydı: "Tankın motoru durmamış olabilir ama her şeye rağmen o konuşmalar yapıldı."
Avukat Ruhacan, Albay Orhan Çokdeğerden işkilleniyordu. Bir keresinde yargıca şöyle yakındı "Merkez Komutanlığından bir tanık gelince sayın Orhan Çokdeğer dinleyiciler balkonunda yer alıyor. Bakın şimdi de orda. Yüksek mahkemenizin dikkatine sunuyorum.
Yargıç: Yok, o kadar da değil. Siz diyorsunuz ki önleyin; duruşma gizli olsun. Hayır, açıktır. İsteyen dinler.
Ruhacan: Efendim, ben "Önlem alınsın!" demiyorum. Savunmamızda dikkatinize sunacağımız bir olguya değiniyorum. Öteki birliklerden gelen tanıklarla Merkez Komutanlığından gelenlerin ifadeleri arasında büyük fark var.
Tecridin sonu
Bu havacı subaylar tanıklık ederken fırsat doğdu; raporcuklarla ilgili sorun çözüldü. O da şöyle oldu:
Generalin suçlamaları arkadaşları çok üzdü. Nerdeyse herkes kalkıp onu çuvallatacak bir soru sormak istiyor ama yargıç izin vermiyordu, "Sana ne? Ya, öyle mi? Olur, olur! Otur!" diyerek. Benim sabrım bile taşmak üzereydi.
Mecit Kocacıklı kalktı. "Efendim," diye bağırmaya başladı. "Biz burda iftiralara uğruyoruz. Tek tesellimiz soru sormak. Ona da siz izin vermiyorsunuz. İzin verin, efendim!
Mecit avaz avaz bağırıyordu. Anlaşılan saygısızlıktan cezayı göze almıştı. Ama Yargıç yine anlayışlıydı. "Bak," dedi; "her soru tanığa sorulur diye bir kural yok. Sorulmaya değer olanlar sorulur. Bazıları o kadar abes ki siz bile gülüyorsunuz."
Mecit (bağırmaya devam): "Bizi de azarlamayın! Cesaretimizi kırıyorsunuz!"
Avukat Haydar Demiraslan söz aldı. Askeri yargıçlıktan emekli bir albaydı. "Duruşmaları ilk günden beri izliyorum," dedi. "Bu gençler ilkokul öğrencisi imişler gibi davranılmayı hak etmiyor. Azarlanmayı, alay edilmeyi kaldırmaz onların yaşı, öğrenimi, mesleği. Bir avukat arkadaşa dahi "Gösteri yapma!" dendi. Oysa biz de hukukçuyuz; biz de yargıç idik. Bu aşağılanmayı kimse hak etmiyor."
Bundan sonra raporculardan Kenan Dikici söz aldı:
Efendim. Şimdiye kadar adalete müdahaleden çok söz edildi. Şimdi bir daha dikkatinize sunuyorum. Ya okulun adli amirliği savcılığı etkiliyor ya da savcılık adli amirliği. Raporcu denen bizler, ilk günden beri tecritteyiz. Suçumuz ne disiplinsizlik ne arkadaşlara baskıdır. Suçumuz raporla ilgili kılınmış olmak. Bir arkadaşın numarası yerine raporla ilişikli kılınmayan başka bir arkadaşın numarası adli subaylığa verilmiş. Sanki o arkadaş ta disiplini bozmuş, arkadaşlarına baskı yapmış gibi bizimle tecrit cezası çekti. Sonra derdini dilekçelerle anlattı; kurtuldu.
Bunun üzerine yargıç "Ben tecrittekilerin yalnızca raporla ilişkili görülenlerden ibaret olduğunu bilmiyordum. Tecride şu andan itibaren son verilecektir," dedi. Konuşmak isteyenlere artık söz vermedi. "Yasal olmayan bir uygulamaya son verilmiştir. Artık konuşmanın lüzumu yok."
O anda zafer kazanmış sayıyorduk kendimizi ve baş savcı her halde utanmıştır. O duruşmayı izlemekte olan okul komutanı ise "Erkek, ne durumda olursa olsun doğru söyler…" deyişini hatırlamıştır.
O gün yargıç öyleye kadar son derece nazikti. Ama öğleden sonra eski azarcı ve alaycı tavrına döndü.
"İnönü! İnönü!" diye bağırdılar.
Binbaşı Ahmet Eroğlu: Ben Merkez Komutanlığında 15-20 öğrenci gördüm; o kadar. Onlar da hareketten çekilmişti.
Adnan Midyat: Efendim. Savcının iddianamesinde öne sürdüğüne göre Menteş kampında biz bol eğlenceli ama disiplisiz bir yaz tatili geçirmşiz. Sayın tanık o zaman bizim Taburun komutan yardımcısıydı. Sorulsun, nasıl bir yaz tatili geçirmişiz.
Yargıç soruyu tanığa yöneltmedi.
Avukat Hasan Önen: Sayın tanık geçen yılın 22 Şubat’ında şu anda yargılamakta olduğunuz Üçüncü Taburun komutanıymış. O darbe girişimi sırasında tabur ne yapmış?
Yargıç: Bunu sorunca ne olacak?
Avukat: Efendim, bu öğrenciler başbakan İsmet İnönüye sevgi gösterisinde bulunmuşlar. O zor şartlar altında bunu yapabilen öğrenciler sonra İnönü’ye karşı hareket eder mi?
Yargıç: Onu savunmanızda söylersiniz. Siz efendim, soruyu işittiniz. Açıklayın. Mümkün olduğu kadar kısa.
Tanık: İlkin taburuma alarm verilmesini istemedim. Sonra fikrimi değiştirdim. Öğrencilere durumu açıklamamın daha uygun olacağını düşündüm. Bunları etrafıma topladım.
"Arkadaşlar," dedim. "Kendinizi yalnızca derslerinize verin diye, şimdiye kadar size duyurmadığım şeyler var. Şimdi sırasıdır. Hükümet aleyhine bir işe kalkışıldı. Komutanınız olarak sizin bu işe karışmanızı istemiyorum."
Beni sükunetle dinlediler. Sonra hep birden "İnönü! İnönü!"diye bağırarak sevgi gösterisinde bulundular. Darbeciler o gece bunları sabaha kadar sınıflarından dışarı bırakmadılar.
Kurmay albay Habip Alpay: Necatibey Caddesindeki Harbiyeliler gelişi güzel giyinmişti. Okuldan alel acele çıktıkları belliydi. Uyarıda bulundum. "Başınızda kim var?" dedim. Bir öğrenci "Talat Aydemir’dir!" dedi. Öğrencileri yürüyüş koluna sokup okula yönelttim. "Harbiye marşını söyleyerek marş!" dedim. İnadına söylemediler. Benim affedemediğim yanları, emirleri darbe girişimcilerinden almalarıdır. Ortalıkta bekleşen subaylar vardı. Görevlerinin başına neden gitmediklerini anlamadım. Öğrencileri uyarmıyorlardı.
Yargıç: "Aydemir’dir" diyen öğrenciyi teşhir eder misiniz?
Tanık: Ederim ama zaman alır. O kendini biliyor. Harbiyeli saklamaz; ortaya çıkar.
Yargıç: O kimse gelsin buraya.
Takma adı HACI olan arkadaş kalktı: "Efendim! O benim. Ama ‘Aydemir’dir,’ demedim; ‘Aydemir’miş,’ dedim." Durumu az önce başkasından öğrenmiştim.
Yargıç: "Aydemir’dir" mi dedi, "Aydemir’miş" mi? Malum, bu ikisinin arasında fark var. Tanık: "Aydemir’dir!" dedi. Sanık: Efendim… Yargıç: Yeter! Tanık senin istediğini söylemek zorunda değil. HACI dört yıl iki ay hapis cezası aldı.
Bu tanık "Hoca verir talkını, kendisi yutar salkımı" sözünü akla getiren bir tipti.
(1)"Ortalıkta bekleşen subaylar vardı," diyor. Ama kendisi de beklemiş. Evinin penceresinden durumu izlemiş. Ta sabah 7.30’a kadar.
(2)Sonraki tanıkların ifadesinden şu anlaşıldı: Habip Alpay’dan çok önce jandarma subayları öğrencileri uyarmış. Alpay zaten ikna edilmiş olan o öğrencileri okula getirmiş. Müdahale ettiği saatin 7.30 olmasından o da utanıyor olmalı ki raporuna bunu 5.00 diye geçirmiş; öğrencileri de "Albay Habip Alpay’a 5’te katıldık" demelerini tembih etmiş.
(3)"Öğrenciler inat olsun diye marş söylemedi" diyor. Kendisi onlardan biri olsaydı öylesine yorgun, uykusuz, istikbalinden endişeli iken marş söyleyebilir miydi?
Biraz garip olmuyor mu?
Duruşma yargıcı, bir sanığın ifadesinde çelişki yakalarsa "Biraz garip olmuyor mu?" diye sorar ama cevap istemez, "Evet öyle oluyor!" diye kendisi cevaplardı. Bunun bende bıraktığı izlenim: YARGIÇ aslında "Evet, seni anlıyorum," diyor. "Çelişkiyi açıklıycam diye eee, iii edip durma. Çelişkiye hepimiz düşeriz. İnsanız biz."
Bu hoşgörü sanıklara da bulaştı. Örneğin Turan Çağlar’ı dinlerken:
Hava kurmay albay TURAN ÇAĞLAR: Saat 24.00'te Bahçelievler'den Harbokulu'na geldim. Koruda yolun kıyısına saklanıp okulun kapısını gözetledim. Öğrenciler yarınki atamalardan söz ediyordu. "Nihat Erim başbakan olacak," gibi. Sonra Talat Aydemir geldi. Harbiyeliler onun çevresine toplandılar.
Yolun kıyısına saklanıp...
Sanık 1: Niçin ortaya çıkmamış; niçin gizlenmiş?
Sanık 2: Niçin görevinin başına gitmemiş? Yargıç: Sana ne? Görevini yapmadıysa hesabını üstlerine verir; sana değil.
Sanık 3: Efendim, özgürce bir şey söyleyebilir miyim? Yargıç: Elbette özgürce. Kimseden çekinmeyeceksin.
Sanık 3: Tanık Yekta Başeğmez dedi ki darbeci Nihat Conguroğlu Harb Okulu nöbetçi subaylığına gelmiş. Ordaki subaya, "Arabam bozuldu. Telefonunuzdan bir araba çağırabilir miyim?" demiş. Bahçelievler'de bir yere telefon etmiş. Araba gelmiş. Arabadan bir radyo çıkarıp nöbetçi subayının önüne koymuşlar. Radyoda "Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu!" deniyor, Harbiye marşı çalınıyormuş. Şimdi... Bu tanık Bahçelievler'den o saatte arabayla Harbokulu'na gelmiş. Bu BİRAZ GARİP olmuyor mu? Evet öyle oluyor.
Yargıç: Tamam mı? Peki.
Yuuuuh!
Kurmay Albay Necati Özdemir (Askerî Okullar öğretim şubesi müdürü): Olayı duyar duymaz sivillerimi giyip Kızılay'a gittim. Orda ünlüüü Fethi Gürcan'ı gördüm. O beni görmedi. Görseydi muhakkak beni şehit ederdi (gülüşmeler). Öğrenciler çok azimliydi. Gözlerinden ateş saçıyorlardı. Kur'an üzerine yemin ederim ki önlerine ana babaları çıksa çiğner geçerlerdi.
Bütün saloon: Yuuuuuuh!
Yargıç: Ne demek yuh? Söyleyeceği olan varsa gelir, mikrofon başında söyler. Bir daha böyle yaparsanız önlem alırım... Bu tavrınız sizin o geceki tavrınızı da açıklar.
Tanık: Evet, efendim. O gece de tıpkı böyleydiler! Yargıç: Siz de susun, efendim. Yalnızca söz verilince konuşun.
Öğrenci 1: Kendisi Fethi Gürcan'ı niye vurmamış?
Öğrenci 2: Bizi uyarmış, "Gelin arkadaşlar gidelim!" demiş te dinlememişiz mi?
Öğrenci 3: O görev anında niçin sivil giyinmiş? Şimdi niye subay giysisi var üstünde?
Öğrenci 4: Efendim, benim babam da en az benim yaşım kadar askerliği olan bir subay. O benim babam; önüme çıksa çiğner geçer miyim? Tanığın iftirasını iade ediyorum.
Öğrenci 5: "Kur'an üzerine yemin ederim!" diyor. Başta ettiği yemin Kuran üzerine değildi; o geçersiz mi?
Öğrenci 6: Efendim, bu albay bir yelkenci. Yargıç: Nerden biliyorsun? Öğrenci: Çünkü görevine gideceğine sivil giyinip duruma bakıyor.
Öğrenci 7: Efendim, bu tanık yalan söylüyor. Yargıç: Nerden biliyorsun? Öğrenci: Pazar günü beni görmeye geldi. "Tutanağı okudum. İfadende çelişkiler var; neden doğru söylemiyorsun?" dedi.
Yargıç: Doğru mu? Bu öğrenciyi ziyaret ettiniz mi? Tanık: Evet. Bir akrabamın kızıyla nişanlıdır. Onun ricası üzerine bunu görmeye geldim. Hakikaten ifadeleri...
Yargıç: Yeter!
Avukat Ruhacan: Tanık, öğrencileri uyarmaya çalışan bir subay grubu görmüş mü?
Tanık: Hayır, görmedim. Yalnız, öğrencileri siviller uyarıyordu.
Ruhacan: Kendisi öğretim şubesi müdürüdür. Olaydan önce okula bir uyarı ya da emri oldu mu? Yargıç: Bunu sormaya gerek yok. Belki o, emir vermiştir de okul yönetimi yerine getirmemiştir.
Tanık: Muhterem hakim bey! Şu öğrenci bana kafasını salladı. Hem de fena halde salladı.
Yargıç: Kimdir o? İbrahim Demir: Ben başımı sallamadım. Savcı: Efendim, bari bu davranışının gereği yapılsın.
Yargıç, karar duruşma sonunda alınacakmış gibi yaptı. Ama unutuldu gitti. Her halde İbrahim'i suçlu görmedi. Salondaki herkes yuh çeker, ceza almazken yalnızca başını salladı diye bir tek öğrenciye ceza verilemezdi.
İbrahim’in yalnızca başı sallanmış; öteki herkesin bütün vücudu zangır zangır sallanıyordu. Balkonda bayılanlar vardı. Duruşmaları ordan izleyenlerin çoğu subaydı. Onlar da heyecanımıza kendilerini kaptırmış, ağlıyordu.
Yargıç: Öğrenciler hakkındaki kanaatiniz? Tanık: Azimliydiler; kararlıydılar. Yargıç: Bu kanaate nerden vardınız? Tanık: Çünkü parolaları HARBİYELİ ALDANMAZ idi. Bu parolayı herkes bilir. 22 Şubatçıların eseridir.
Yargıç: Tamam. Çıkabilirsiniz.
Tanık benim önümden geçerken gözlerimi yumdum. Çoğu arkadaş, albayın yüzüne tükürür gibi bakıyordu. "Senin gibi subay olacağıma hiç olmuyayım daha iyi..." diyenler vardı.
Kararda bu albay gibi kimselerin kanaatinin geçerli sayılmadığı belirtildi. Çünkü HARBİYELİ ALDANMAZ parolasının 22 Şubat ile bağlantılı olduğunu belki bilmeyenler de vardı. Örneğin ben bilmiyordum.
Kur albay İsmail Hakkı Bayıdır (Cumhurbaşkanlığı Muhafız alayı komutanı): Alayım sabah 5.30-6.00 gibi harekete geçti. Bir öğrenci Jandarma Genel Komutanlığının penceresinden ateş ediyordu. Yaralılar vardı; onların alınmasını önlüyordu. Pencereyi yoğun ateşe tutarak onları aldım. Rastladığımız öğrencileri enterne ederek Harb Okuluna geldim. Korudan üstümüze ateş açıldı. Biz de karşılık verdik. Onların bazısını korudan çıkarıp enterne ettik. Okula geldim. Okul kapısının önünde Salim Miman vardı ve silahlı silahsız öğrenciler. Bir öğrenci yerden büyük bir kovan aldı. "Bakın albayım, bunu bize attılar!" dedi. "Nedeni sizsiniz!" dedim. Baktım, Salim Miman gidiyor. Durdurdum. "Nereye gidiyorsun?" "Öğrencileri yatıştırdık; bizim işimiz bitti," dedi. "Asıl bundan sonra işiniz başlayacak!" dedim. Onu tutukladım. Okulu ele geçirdik.
Yargıç: Can kaybınız nasıl oldu?
Tanık: Bir subayla iki erim UÇAKLARIN ATEŞİYLE şehid oldu. Beş altı erimi de öğrenciler bacaklarından yaraladı.
Yargıç: Size gelen bütün öğrencilerle ilgili olarak MÜSADEME sözü ediliyor. Doğru mu?
Tanık: Onu ben bilemem; onları getirenler bilir. Ben müsademeden söz eden bir rapor imzalamadım. Zaten o bir serlevhadır. Serlevhada anlam aranmaz. Serlevha diye her şey yazılabilir.
Kur binbaşı Kenan Güven: 01.30’da okulun nöbetçi subayına telefon ettim. Okulun başkalarının elinde olduğunu anladım. 2.20’de okula geldim. "Yukarı çıkacağım," dedim. Yanıma bir öğrenci kattılar. Onu uyardım ama cevap olarak bana silah çekti. Talat Aydemir’le karşılaştım. görev almayı reddettim. İnerken yolda Hadi Kantarcı’yla karşılaştım. "Öğrenciler emir dinlemiyor!" dedi. "O halde görev almayı reddet!" dedim. Bazı öğrenciler bizi selamladı; bazıları ise silah çektiler. Merkez Komutanının emrine girdim. Jandarma komutanlığı binasının önündeki öğrencileri arabalara bindirdim. Başka bir topluluğu Çankaya’ya yönelttim.Ama İkinci Sınıftan İbrahim Demir bana silah çekip "Burda senin borun ötmez!" dedi. Öğrencilere de "Geriye dön, marş!" " diye bağırdı. Öğrenciler ona uyup geriye döndüler. Uyardım ama dinlemediler; gittiler. Akay köşesinde makineliyle ateş açıldı. Tarım Bakanlığının yanındaki kavşağa saklandık. Bizi bulamadılar.
Yargıç: Okulun kapısında öğrenciler size topluca selam verip bağlılıklarını göstermişler. Onları niye emrinize almadınız?
Tanık: Silahlarını bize çevirenler de vardı; korktum.
Hasan Akçay: Binbaşım Tarım Bakanlığı’nın yakınındaki kavşaktan söz ediyor. Biz de ordaydık. Çatışma olmuş mu?
Tanık: Ben ordayken olmadı; daha önce oldu mu, bilemem.
Kur albay Mehmet Ali Ergin: "Başımızda bir üsteğmen var; Talat Aydemir’in emriyle indik," dediler.
Yargıç: "Talat Aydemir’in emriyle indik," mi dediler?
Tanık: Hayır! "Alarm verildi; indik!" dediler.
Savcı: Çelişkili konuşuyor. Doğruyu söylemesi için göz altına alınmasını talep ediyoruz.
Yargıç: Yanlışını düzeltti. "Alarm verildi; indik!" demişler.
Savcı: Mahkeme kurulunun kararını talep ediyoruz.
Duruşma yargıcı başkana eğildi, üyeye eğildi; sonra başka bir daha. Kalplerimiz küt küt atmaya başladı. Albayın ister dili sürçmüş olsun ister yalan söylediği gerçek... bizi korumaya çalıştığı belliydi; göz altına alınırsa kahrolacaktık.
Gereği görüşüldü. Karar: Tanığın göz altına alınmasına dair talebin başkanın aykırı oyuna rağmen oy çokluğu ile reddine.
Bütün başlar kurulun paşa başkanına çevrildi. Paşa, alı al moru mor, önündeki mikrofona tık tık tık vuruyordu. Sanki gürültü vardı da onu susturuyordu.
Hukuk öğrenimi varmış
Son olarak raporun hazırlanışıyla ilgili beş tanık ifade verdi. Bunların dördü raporun hazırlanışına değil yalnızca imza edilişine tanık olmuşlardı. Dediler ki, "Yalnızca dört öğrenci imzalarını kendi istekleriyle attılar." Beşinci tanık ise raporun hazırlanışına göz kulak olmuştu; "Öğrencilerin hepsi imzalarını kendi istekleriyle attılar," dedi.
Yargıç elindeki raporu öfkeyle salladı.
"Siz hukuktan hiç anlamaz mısınız?"
"Hayır!"
"Görev icabı tutanak filan da düzenlemediniz mi?"
"Evet. Birkaç kere tutanak düzenledim."
"Bakın şu rapora! Kurşun kalemle yazılmış. Rast gele imza edilmiş. Başı sonu yok. İsteyen istediği imzayı sokuşturabilir buna. Olur mu böyle?"
"Ben karışmadım. Onlar yazdılar; onlar imzaladılar."
Bir öğrenci: Hadi, çabuk olun! Komutan bekliyor. Bundan size hiç bir sorumluluk gelmiyecek. Siz yalnızca burada olduğunuz için imza atıyorsunuz," dememiş mi?
"Hayır."
Öğrenci: Bu adreste oturmuyor mu? (Okudu). "Bir şey olursa beni ararsınız," dememiş mi?
"Hayır."
Ergun Karlı: O geceden beni hatırlıyor mu; nasılmışım?
"Evet,hatırladım. Ötekilerden ayrıydı. Yatıyor, ‘Ben hastayım’ diye ağlıyordu. ‘Benim bu işlerle ilgim yok!’ diyordu."
Bir avukat: Yanlış anlaşıldı sanırım. Tanığın hukuk öğrenimi yok mu?
Tanık: Hukuk öğrenimim var.
Salonda mırıltı, homurtu; yargıcın yüzünde şaşkınlık, öfke.
__________________ hasanakcay.net
allahindini.net
|