Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
_Klasik fıkıh literatürünün bir bölümünü oluşturan taharet, namaz, oruç
ve hac gibi konuların, başına akaid konularının da eklenmesiyle,
bağımsız eserler hâlinde ortaya çıkışının tarihi bizde 15. yüzyıla
kadar geri götürülmektedir.(1) Halk arasında 'Namaz Hocası' veya
'İlmihal' olarak bilinen bu tür eserler, sözlü kültür yanında,
halkımızın temel dini bilgilerinin başlıca kaynağını teşkil etmektedir.
Bu bakımdan ülkemiz insanının din konusundaki bilgilerinin büyük ölçüde
namaz hocaları veya ilmihaller tarafından şekillendirildiğini söylemek
mümkündür. Bu kadar etkili olmalarına rağmen, bu tür eserlerin bilimsel
değeri üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Bunların sunduğu
bilgilerin ne derece sağlıklı ve yeterli olduğu meselesi bir yana, bu
bilgilerin ne tür bir dindarlığa yol açtığı üzerinde ise, neredeyse hiç
durulmamıştır. Halbuki milyonlarca insanın dine dair bilgilenme
sürecinde muhtemelen okuyup okuyacağı yegane kaynak konumundaki bu tür
eserlerin, devamlı surette gözden geçirilmesi ve toplumun ihtiyaçlarını
karşılayacak şekilde gerekli değişikliklerin yapılması, ihmale
gelmeyecek kadar önemi haiz bir meseledir. Konunun böylesine kapsamlı
bir biçimde ele alınmasının çok yönlü bir incelemeyi gerektireceği
aşikardır. Dolayısıyla, bu sınırlı incelemede cevabı aranması gereken
en önemli soru, kanaatimizce, ilmihallerin bir dindarlık tasavvuruna
sahip olup olmadığı, sahip ise, bunun ne tür bir dindarlık tasavvuru
olduğudur. Aşağıda işte bu sorunun cevabı aranacaktır.(2)
_İlmihallerin
konumuz açısından dikkat çeken ortak özelliklerine işaret ederek
incelememize başlayabiliriz. Bu özelliklerin başında "İslam'ın şartı
beştir" anlayışının belirleyiciliği gelmektedir. Zira ilmihallerin
neredeyse tamamı, "İslam'ın şartı beştir" anlayışını merkeze almış
durumdadır. Bu i1mihaller, iman, namaz, oruç, hac ve zekattan oluşan
İslam'ın beş şartı (?) dışında bazı konulara da yer vermiş olsalar da,
bunların, ilmihallerin temel ilgi alanını oluşturduklarını söylemek
mümkün değildir. Bu durum karşısında, İslam'ın kuşattığı alanlarla
mukayese edildiğinde "İslamın şartı beştir" anlayışının, İslam'ı son
derece dar bir alana hapsettiği açıkça görülmektedir. Bu ise,
ilmihallerin dindarlığı dar bir alana sıkıştırarak 'daraltılmış' bir
dindarlık önerdiği şeklinde yorumlanabilecek bir durumdur.
Daraltılmış Dindarlık
_Tekrar
hatırlatalım ki, Müslümanın bilmesi, inanması ve yapması-yapmaması
gereken hususları, yani İslam'ı bu beş hususa hasretmek, son derece
yanlış ve yanlış olduğu kadar, vahim sonuçlar doğurabilecek bir
anlayıştır. Zira İslam, kesinlikle bu beş husustan ibaret değildir.(3)
Yusuf Ziya Yörükan'ın da dediği gibi, İslam binasının ilkeleri yalnız
bunlar değildir.
_Kur'an-ı
Kerim'de Allah'ın birçok buyrukları vardır. ( ... ) Bu hadiste
gösterilen dört ibadet [namaz, oruç, zekat, hac] emrinden yalnız namaz
emri ilk emirlerdendir. Oruç emri Medine'de gelmiştir. Milleti savunma
[cihad] emri dahi zekat ve hac emirlerinden önce gelmiştir. Batıl
adetleri terk etmek, hurafelerle mücadele etmek, taassubu kaldırmak
emirleri de Mekke'de ilk zamanlarda gelen emirlerdendir. Şüphe yok ki
bunların Kur'an'da ötekilerden önce gelmesinin bir sebebi ve manası
vardır. Kaldı ki Müslümanlık bir bütündür, yalnız ibadetlere dair
olanları alıp, diğerlerini bırakmak olmaz [vurgu bize ait, M.H.K.]. Şu
halde, Peygamber'in bu dördünü diğerlerinden ayırması, ibadetlerin
imanı kuvvetlendirmekte ve ahlakı yükseltmekteki tesirini göstermek
maksadını güder. Nitekim ötekilerini de diğer hadislerde aynı suretle
bildirmiş bulunuyor. Peygamber diyor ki: 'İslam, insanların senin
dilinden ve elinden emin olmalarıdır.' Diğer bir hadiste de, 'İslam
kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmenizdir.'
deniliyor.(4)
_Kaldı ki, İslam'ın, kendisine gönül veren
müminlerine yönelik taleplerinin, sadece İslam'ın şartının beş olduğu
anlayışında ifadesini bulan hususlardan ibaret olduğunu ileri sürmenin,
tabir caizse, İslam'ı adeta kuşa çevirmek anlamına gelebileceği de
sağduyu sahiplerinin dikkatlerinden kaçmayacaktır.
_İlmihallerin
öngördüğü din(darlık) anlayışının dinin alanını nasıl daralttığını daha
net görebilmek için, İslami öğretiler manzumesinin bir şema halinde
gösterilmesi oldukça aydınlatıcı olacaktır.
1: Metafizik ilkeler alanı (Allah, ahiret, nübüvvet, evrenin, hayatın, insanın anlamı)
2: Ahlâki ilkeler alanı (adalet, eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma, iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek)
3: Ritüeller alanı (namaz, oruç, hac, kurban)
4: Normatif düzenlemeler alanı (cemiyet, hukuk, siyaset ve ekonomi alanı)
_Şemada
konuların sıralanışı, aynı zamanda önem sırasını da göstermektedir.
Buna göre, ilmihallerin III. sırada yer alan konuları ön plana çıkaran,
II. ve IV. sıradaki konuları ikinci planda gören bir yaklaşım
içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu hususu, ilmihallerin
ele aldıkları konulara ne kadar yer ayırdıklarına baktığımızda da
kolayca görmek mümkündür. Burada bir örnek olarak Ömer Nasuhi Bilmen'in
Büyük İslam İlmihali'ndeki konuların yoğunluk oranlarına bakmak yeterli
olacaktır. Bu ilmihalde belli başlı konulara ayrılan sayfa sayısını
şöyle gösterebiliriz (Timaş Yayınları, İstanbul 1995):
Namaz 250 Oruç 50 Zekat 50 Hacc 35 Kurban 15 Kerahet-İstihsan 30 Ahlak 30 Siyer 60 Toplam 520
_Doğrudan
İslami öğretiyle ilgili görünmeyen siyer kısmı dışta bırakılacak
olursa, toplam 460 sayfanın 400 sayfasının namaz, oruç, zekat, hac ve
kurbana ayrıldığı halde, ahlaka ve davranışlarla ilgili kurallara
sadece 60 sayfa ayrılmış olması, tespitimizin doğruluğunu gözler önüne
sermektedir. Bu tespitin, hemen bütün ilmihaller için geçerli bir
tespit olduğunu burada hatırlatmakta yarar vardır. Ortadaki bu durum,
söz konusu daraltılmış din anlayışının, aynı zamanda, İslami öğretinin
önemli yönlerinin cılız kaldığı, "zayıflatılmış bir din anlayışı"
şeklinde de nitelendirilebileceğini göstermektedir.
Daraltılmış Kulluk
_Allah'a
teslim olmak anlamına da gelen İslam'ın, Allah'ın isteklerine boyun
eğip, O'na itaat etmek şeklinde özetlenmesi mümkündür. Kur'an-ı Kerim,
insan ile Allah arasındaki bu ilişkiyi, ilk muhataplarının anlayacağı
bir dille 'ubudiyye-'ibade(t) (kulluk) benzetmesiyle ifade etmiş olup,
Allah'ın Müslümanlara yönelik talepleri ise, bireysel, toplumsal ve
evrensel boyutları olan taleplerdir. Böyle olunca da, ‘ibadet’in, her
konuda Allah'a itaat etmek anlamına geleceği de açıktır.(5) Mantıken
de, Allah'a kulluk etmek ve O'nun isteklerini yerine getirmek anlamına
gelen 'ibadet'in, İslami öğretinin bütün alanlarını kapsaması
gerektiğini anlamak zor olmasa gerektir. Ama buna mukabil, bütün
ilmihallerin, İslam düşüncesinin hemen her alanında da görüldüğü üzere,
ibadet kavramını da bir tür anlam daralmasına maruz bıraktıklarını
görmekteyiz. Zira ilmihaller, neredeyse ittifakla, ibadeti; namaz,
oruç, zekat, hac, kurban, Kur'an okuma vb. birtakım ritüellerle
sınırlandırmış durumdadır. Halbuki bunlar, zekat hariç yukarıdaki
şemada III no'lu alanda yer alan hususlardan ibarettir ki, sadece
bunların ifasına 'ibadet' adını verip de, diğer üç alanı dışarıda
bırakmak, hem kelimenin Arap dilindeki anlamına, hem de Kur'an'ın bu
kavramı kullanışındaki kapsayıcılığa aykırı bir tasarruftur. Bu yanlış
anlayış yüzündendir ki, aslında fenomenolojik olarak insanın iman ve
salih amele yönelmesini sağlamak amacıyla vazedilmiş olan bu ritüeller,
ibadet kapsamında değerlendirildiği halde, asıl amaç olan, her türüyle
‘salih amel’i ibadet kapsamı dışında mütalaa etmenin izahı mümkün
değildir. İslam geleneğinde egemen olan bu yanlış ve eksik ibadet
anlayışının, İslami öğretinin sınırlı bir alanını ibadet olarak telakki
edip, geniş ve son derece önemli pek çok alanı ibadet kapsamı dışında
bırakmakla sonuçlanacağı açık; bunun Allah'ın istediği ibadet (kulluk)
olamayacağı ise ortadadır. Sanırız bugün ülkemizde de İslam dünyasının
diğer bölgelerinde de, Müslümanların içinde bulundukları durumun bir
bütün olarak İslami öğretiyi içeren ‘ibadet’ kavramının bazı ritüellere
indirgenmesiyle ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böylesi
daraltılmış bir kulluk/ibadet anlayışına dayalı bir dindarlığın,
İslam'ın hedeflediği bir dindarlık olamayacağını söylemeye bile gerek
yoktur.
Derinliksiz Dindarlık
_Dinin,
özünde Allah ile insan arasında gerçekleşen derinlikli bir iç tecrübe
olarak nitelendirilmesi de mümkündür. Ne var ki, ilmihallerin böylesi
derin bir dindarlık vurgusuna sahip olmadıkları da gözden
kaçmamaktadır. Aslında, zaten alanı daraltılmış bir ibadet/kulluk
anlayışının, derinlik (deruni) boyutunun da ihmal edilmesiyle, artık
bir 'dindarlık'tan bahsedilip bahsedilemeyeceği bile tartışmalı bir hal
almaktadır. Hele Kur'an'ın, kulluk bilincinin tezahürleri olan namaz,
oruç, zekat, hac vb.den ziyade, bizatihi bu bilince ve onun'
derinleştirilmesine yönelik sık ve ısrarlı vurgularıyla mukayese
edildiğinde, ilmihallerin 'öz'ün önemini yeterince kavrayamadıkları
sonucuna varmak kaçınılmaz olmaktadır.(6) Bu açıdan, ilmihallerin arz
ettiği eksiklikleri daha yakından görebilmek için, en azından namaz,
abdest, oruç, hac vb. ritüellerin klasik tasavvuf literatüründeki ve
bazı çağdaş eserlerdeki ele alınış biçimlerine bakmak ve ilmihallerle
bir mukayese yapmak yeterli olacaktır.(7)
Şekilci-Mekanik Dindarlık
_Dinin
bu 'derin bilinç' boyutunun ihmalinin, şekilci ve mekanik bir
dindarlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Aslında bu açıdan bakıldığında,
önceki dinlerin başına gelenler İslami öğretinin de başına gelmiş ve
tasavvuf ehlinin, fukaha/ulemaya yönelik 'zahir ehli' eleştirisini
haklı çıkarırcasına, formalite ve şekilcilik, oldukça erken dönemlerde
zuhur edip yayılmış ve varlığını bugüne kadar etkili bir biçimde
sürdürmeye devam etmiştir. İlmihaller de işte bu olumsuz gelişmenin pek
çok ürünlerinden birisi olarak önümüzde durmaktadır. Zira mevcut
ilmihallerin hemen hepsi, aslında ortaçağda yazılmış fıkıh kitaplarının
ilgili bölümlerinin çevirisine dayalı derlemeler olduğundan, aynı
zamanda ortaçağ düşünce ve yaklaşımlarını da temsil ettiklerini
söylemek yanlış olmasa gerektir.
_Burada ilmihallerin
sergilediği şekilcilik örneklerini tek tek saymak mümkün değildir; zira
bu takdirde neredeyse ilmihallerin büyük bir kısmını aktarmak
gerekecektir.(8) Bunu yapmak yerine, ilmihallerde namaz, abdest, sular,
oruç, hac, zekat, hac vb. konular şekle ilişkin detayların, çok büyük
bir kısmına, ne Kuran'da ne de zayıf ve uydurmaları dahil hadis
rivayetlerinde rastlandığını dikkatlere sunmak yeterli olacaktır. Bunun
anlamı ise, ilmihallerin verdikleri bu muazzam detayların büyük bir
kısmının Hz. Peygamber ve ashabınca bilinen şeyler olmadığıdır. Bu
noktada sorulması gereken soru ise şudur: Bu kılı kırk yaran detayları
bilmeden de, Hz. Peygamber ve ashabı birtakım kulluk görevlerini
rahatlıkla yerine getirebildiklerine göre, bugün Müslümanları bunlarla
mükellef tutmanın gereği ve yararı nedir? Bizce bu sorunun cevabı da,
üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren çok önemli bir meseleyle karşı
karşıya bulunduğumuzu gözler önüne serecektir.
Anakronik Dindarlık
_İlmihallerin,
kullanılan dil, kavramsal çerçeve ve verilen örnekler açısından, keza
zihniyet ve bakış açıları bakımından bugüne ait olmadıkları hemen ilk
bakışta göze çarpmaktadır. Mesela bugün için hiçbir anlamı olmayan
‘köleler’le ilgili pek çok hükme ilmihallerde yer verilmesi, buna iyi
bir örnek teşkil etmektedir.(9) Keza savaşlarla alınmış bir beldede
hatibin sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbe okuması
gerektiği (Bilmen, s. 158) seferilikten söz ederken, yelkenli gemilerle
seyahatten, kafile halinde develerle yolculuktan dem vurulması (s.
166), ancak ana dili Arapça olanlar için anlamlı olan 'zelletu'l-kari'
konuları (s. 206, vd. 209, vd.), mescit lambalarında kirli yağ
kullanmaktan (s. 233) yeni fethedilen bir yerdeki gayr-i müslim
kabirlerini açmaktan (s. 255), kadının evinde oturup dışarı çıkmamakla
yükümlü olduğundan (s. 268) rü'yet-i hilal konusunda iki kadının
şahitliğinin ancak bir erkeğinkine denk olduğundan (s. 269), fakire
kefaret olarak "boylu bir entari, kısa bir gömlek veya yalnız bir don"
verilebileceğinden (s. 292), devletin amil, aşir, sai denilen zekat
toplama memurlarının bulunduğundan (?) (s. 319), zekat ve sadaka-i
fıtır vb. konuları ilgilendiren ölçülerle ilgili olarak, ortaçağa ait
uzunluk, ağırlık, hacim ölçülerinden -mesela, arşın, fersah, mil,
dirhem, sa', vesk, rıtl, ok atımı mesafesi, yaya yürüyüşü-
bahsedilmesi, burada örnek verilebilir. Benzer şekilde, fitre
sadakasında, buğday, arpa, hurma ve kuru üzümün değişmez ölçüler olduğu
(10) iddiasına da bu çerçevede yer verilebilir. Yine bugünkü Irak
topraklarının 'haraç arazisi' olduğundan dem vurulması (s. 334), Hz.
Peygamber soyundan gelenlere 'hazinedeki' (?) 'ganimet' (?) paylarından
verileceği (s. 341), hacı adayının beraberinde Mekke'ye kurbanlık
götürmesi (s. 368, 369), en faziletli kazanç yolunun önce cihad, sonra
sırayla, ticaret, ziraat ve sanat şeklinde belirlenmesi (s. 417, 418),
ihtikardan [karaborsacılık] söz edilebilmesi için malların asgari kırk
gün depolanması gerektiği (s. 420), borçlanma konusuna örnek olarak
buğday, arpa, yumurta ve ceviz borçlanılmasından dem vurulması (s.
422), ameliyat amacıyla hastaya, onun aklını giderecek (?) temiz bir
ilaç içirilmesinde [narkoz] bir 'sakınca görülmemesi' (?) (s. 426),
erkeklerin etekli elbise giymesi ve elbiselerinin eteklerinin,
bacaklarının yarısına kadar uzatılabileceği (s. 428), pek yüksek
binalar yaptırmanın 'mekruh' olduğu (s. 429), oyun ve eğlence denilen
birtakım zararlı ve 'faydasız' eğlencelerin caiz olmadığı, yararlı
eğlencelerin ise kişinin ailesiyle eğlenmesi, atını eğitmesi ve ok
yarışı olduğu ve at terbiye edip, silah eğitimi görmenin fazileti (s.
433), tavla, satranç gibi oyunların harama yakın mekruh olduğu, zira
bunların zaman kaybına sebep ve kumara itici olduğu (s. 433-434),
ameliyatların bazı zaruretlere binaen 'caiz' olduğu (?) (s. 435), on üç
yaşına giren çocukları namaz kılmazlarsa dövmek, on altı yaşına giren
çocukları da evlendirmek gerektiği (s. 444), kadının kocasının dine
uygun 'emirlerini' tutması gerektiği (s. 444) gibi hususlar da burada
zikredilebilir.
_Bu ve benzeri örnekler, ilmihallerin bize bir
gelecek perspektifi sunmak şöyle dursun, bugünün ihtiyaçlarına bile
cevap vermekten uzak olduğunu, hatta daha da vahimi, adeta bizi asırlar
öncesine sürüklediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Okuyucusunun
zihnini ve bakışlarını geçmişe, asırlar öncesine çeviren ilmihallerin
sunacağı dindarlık anlayışının bugüne ait bir dindarlık olamayacağı
aşikardır.
_Çağın gerçeklikleriyle ilgisi olmayan bu gibi
hususlara ilmihallerde bol bol yer verilmiş olması, tekrar ifade edelim
ki, bu ilmihallerin aslında ortaçağ toplumsal şart ve ihtiyaçlarına
göre yazılmış olan Arapça fıkıh kitaplarının, bugünün şartlarına
uyarlanmaksızın, aynen Türkçe’ye tercüme edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Yoksa aklı başında hiçbir kimsenin, yukarıdaki
örnekleri, ciddiye alarak ve hiçbir rahatsızlık duymadan 21. yüzyıl
insanına sunması mümkün değildir. Bu bakımdan çağdaş insana, çağdaş bir
dille ve çağdaş duruma ait örneklerle Müslümanları geçmişten bu çağa
getirecek, hatta gelecekteki muhtemel gelişmeler konusunda da onları
techiz edecek ilmihallere ihtiyaç olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Eksik ve Yanlış Bilgi, Eksik ve Yanlış Bir Dindarlık Doğurur
_Eksik
ve yanlış bilgiler üzerine sağlıklı bir dindarlık bina etmek mümkün
değildir. Ne yazık ki, mevcut ilmihallerin yapmaya çalıştığı şey,
bundan pek de farklı değildir. Bunu da fazla garipsememek gerekir, zira
biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu ilmihaller çağdaş durumların
esas alındığı ve bilimsel araştırmalardan beslenen eserler olmayıp,
ortaçağa ait fıkıh kitaplarının aynen tercümesinden, yani bir başka
ifadeyle, geçmişte üretilmiş olan yorum ve bilgilerin, hiçbir tenkit
süzgecinden geçirilmeksizin bugünün insanına sunulmasından başka bir
şey değildir. Nitekim yine Bilmen'in ilmihalinden seçtiğimiz aşağıdaki
örnekler, durumu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak,
detaylara geçmeden önce, bu ilmihalde zikredilen hadis rivayetlerin
hiçbirinin, ne kaynağının, ne de isnadının bulunduğuna, birçoğunun
araştırıldığında hiçbir hadis kaynağında yerinin tespit edilemediğine
dikkat çekmek yerinde olacaktır.(11) Keza müellifin Miraç konusundaki
rivayetlerin arzettiği muazzam problemler yumağından(12) habersiz
olduğunu gösteren ifadelere de rastlanmaktadır (s. 103). Yine mesela,
on yaşına geldiğinde namaz kılmayan veya Ramazanda oruç tutmayan
çocuğa, üç tokattan ziyade olmamak üzere, velisi tarafından hafifçe
elle vurulması veya dövülmesi gerektiğine dair iddianın (s. 104, 282,
444) dayanağı olan hadis rivayetlerinin sıhhati araştırılmamış ve
tabiatıyla problemli bir rivayet olduğu(13) gözden kaçmıştır.
_Gelelim
detaylı örneklere: Kadınların imama uymasının sahih olabilmesi için,
imamın kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesinin zorunlu olduğu ifade
edilmiştir ki (s. 118), bunun şer'i bir delili mevcut değildir.
Namazların sünnetlerinin -doğrusu nafılelerin- hak görülmemesinin, boş
ve hikmetten uzak sayılarak küçümsenmesinin 'küfür' olduğu iddiası da
(s. 129) ağır bir hüküm olup, bu konuda yeterli inceleme yapılmadan,
eski kitaplara uyularak olduğu gibi aktarılmıştır. Kadınların cemaatle
kılınan namazlara katılmalarının "kerahatten sayıldığı" iddiası (s.
147) birtakım rivayetlerle desteklenmeye çalışılırken, asr-ı saadetteki
uygulamaların bu iddiayı nakzettiği ise, nasılsa dikkatlerden
kaçmıştır. Buna bağlı olarak, sabah namazının iki rekat farzı için
kametin sadece erkeklere mahsus olmak üzere getirileceği iddiasının da
(s. 148) neye dayandığı meçhuldür. Namazların cemaatle kılınışına dair
verilen bilgilerin bir kısmının doğruluğu şüpheli, bir kısmı ise, o
konudaki farklı uygulamalar içerisinden sadece belli tercihleri
yansıttığı halde -mesela cemaatle kılınan namazda Fatiha suresinin
sonunda amin'in gizlice söylenmesi gerektiği (s. 153) gibi- bunların
toptan "Peygamber efendimizden şüphe götürmeyen bir rivayetle sabit
olmuş ve zamanımıza kadar geçen yıllarda bütün ümmetin ittifakı ile
kararlaştırılmıştır." şeklinde mutlaklaştırılması (s. 154) da,
rivayetler konusunda yeterli araştırmanın yapılmadığının açık bir
göstergesidir. Hele Hz. Peygamber'in teravih namazını yirmi rekat
olarak kıldıkları iddiası (s. 164) hiçbir delile dayanmayan,
dolayısıyla, tarihi gerçeklere aykırı bir iddiadır. Arafat ve Müzdelife
dışında, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının
birleştirilerek kılınmasının caiz olmadığı iddiası da, Hanefi fıkıh
kitaplarındaki bir hükmün, doğru olup olmadığı araştırılmaksızın, aynen
tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır (s. 170). Halbuki araştırıldığında,
diğer mezheplerde olduğu gibi, Hanefilerin de gerektiğinde namazları bu
şekilde birleştirerek kılmanın mümkün olduğu kolayca görülmektedir.(14)
Kişinin uyuyakalmak, unutmak veya dalgınlık dolayısıyla kılamadığı
sayılı namazlar dışında, aylar, hatta yıllar boyunca kılmadığı geçmiş
namazların kaza edilmesi gerektiği iddiası da (s. 172, vd.) sağlam bir
delile dayanmayan, üstelik Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaya da ters
bir iddiadır. Bilhassa, on dört secde ayetini bir mecliste okuyup, her
biri için ayrı ayrı secde yapan, ardından da hepsine birden on dört
secde yapan kimsenin, dünya ve ahiret işlerinde, Allah'ın kendisini
üzüntü ve kederden koruyacağına dair, kaynağı meçhul bir rivayetten
bahsedilmesi ve bu rivayetin güvenilirliğinde hiçbir kuşku
yokmuşçasına, herhangi bir araştırma ve incelemeye gerek görülmeksizin
okuyucuya sunulması da (s. 193) kanaatimizce son derece yanlıştır. Aynı
şekilde, sağlam hiçbir rivayete dayanmayan, "Kandil gecelerinin ve bu
gecelerde yapılacak ibadetlerin faziletine" dair görüş ve kanaatler de
(s. 196-197) yanlış bir dindarlık anlayışının doğmasına yol açmaktadır.
Halbuki klasik dönem ulemasının, bu konudaki rivayetlerin son derece
güvenilmez olduğunu ortaya koyan eserlerine(15) vakıf olunsaydı, bu
gibi bir yanlışın ortaya çıkmasına fırsat verilmezdi. Benzer şekilde,
istihareden sonra rüyada beyaz ve yeşil görülmesinin hayra, siyah ve
kırmızı görülmesinin ise şerre işaret olduğu iddiası da (s. 199),
'mushafa bakma'nın bir ibadet olduğu iddiası da (s. 215) dini bir
temelden yoksundur. Kaldı ki, Hz. Peygamber'in, kendi döneminde olmayan
bir mushafın faziletinden söz etmesi de mümkün olmasa gerektir. Iskat-ı
salât denilen uygulamanın da dinde hiçbir temeli olmadığı halde, uzun
uzun nasıl yapılacağı anlatılmıştır (s. 227-230). Bir mescidin içi ve
arsası mescid olduğu gibi, semaya kadar olan üst tarafının da mescid
hükmünde olduğu, onun için mescidlerde yapılması mekruh ve yasak olan
şeylerin, bunların üstlerinde de mekruh olduğu iddiası (s. 230), hem
temelsiz, hem de mantıksızdır. Aynı şekilde, en faziletli mescid
sıralamasında Kabe, Mescid-i Nebevi ve Beytu'I-Makdis'den sonra,
sırasıyla en eski mescidlerin, daha sonra da en büyük mescidlerin
geldiğine dair ifade de (s. 231) dini temellerden yoksundur. Hele hele
recm ve irtidaddan dolayı verilen ölüm cezasının kesin dini temelleri
varmışçasına,(16) taşlanarak öldürülenin cenaze namazının kılınıp
kılınılmayacağının tartışılması (s. 245) ve mürtedin cenaze namazının
kılınmayıp, cesedinin boş bir arazideki çukura gömüleceği iddiası (s.
246) da öncekilerden farksızdır. Bugün de uygulanmakta olan şekliyle
"ölülere telkin verme"nin (s. 249) de hiçbir sağlam dini dayanağı
yoktur.(17) Ölünün yakınlarının ilk hafta içinde fakirlere sadaka
verip, sevabını ölüye bağışlamalarının Sünnet olduğu iddiası da (s.
253) asılsızdır. Ölülere Yasin suresi okunmasının sevap olduğu iddiası
da (s. 254) temelsizdir.(18) Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında
kalan, veba, taun, ishal, sıtma ve zatülcenb hastalıklarından birisiyle
veya akrep sokması ile ölen, nifas halinde veya gurbet elinde veya ilim
yolunda veya Cuma gecesinde ölen kimselerle; sevabını Allah'tan
bekleyen müezzinin ve doğru alışveriş yapan Müslüman bir tüccarın,
ailesinin geçimini kazanmak için, hak üzere bir çalışma sonunda ölenin
'şehid' sayılacağı iddiası da (s. 257) son derece çürük rivayetlere ve
zorlama te'villere dayalı bir iddiadan başka bir şey değildir. Uyku
halinde bir şey yiyip içme'nin orucu bozacağı görüşü ise (s. 276)
İslam'ın mükellefiyet anlayışıyla uyuşmayan bir görüştür.(19) Benzer
bir durum, oruçlunun vücuduna saplanıp kaybolan odun ve demir benzeri
bir şeyin, orucu bozacağı iddiası (s. 279) için de söz konusudur.
Ramazan orucunu bozanın peşpeşe iki ay (altmış gün) oruç tutması
gerektiği görüşü de (s. 282, 290-291) doğruluğu yeterince
araştırılmadan verilmiş acele bir hükümdür.(20) "Allah için bir gün
oruç tutayım" diyeceği yerde yanılarak "Bir ay oruç tutayım" diyen bir
kimsenin, bir ay oruç tutması gerektiği şeklindeki görüşün (s. 306) de,
İslam'ın mükellefiyet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığı oldukça
tartışmalıdır. Kurban sahibinin elinin hayvanı kesenin eli üzerinde
olduğu bir durumda, her ikisinin de besmele çekmesi gerektiği,
birisinin bile besmeleyi terk etmesi durumunda, hayvanın etinin
yenmeyeceği hükmü (s. 392) incelemeden verilmiş acele bir hükümdür;
zira yenmesi yasak olan, Allah'tan başkası -mesela putlar- adına
kesilen kurbanlardır. Besmele çekilmemesi ise, onun Allah'tan başkası
adına kesildiğini göstermez. Kaldı ki, bir başka yerde, besmele çekip
çekmediği belli olmayan Ehl-i Kitaptan birinin kestiğini yemenin caiz
olduğunu söyleyip de (s. 399), yine besmele çekmeyi terk eden bir
Müslümanın kestiğinin yenmeyeceğini söylemenin açık bir çelişki
olduğuna da bu vesileyle işaret etmek gerekir. Aynı çelişki, besmelenin
kasden terk edilmesi durumunda avın etinin yenmeyeceği, hatta haram
olduğu yönündeki hükümde de (s. 401) söz konusudur. Halbuki müellifin
de işaret ettiği, besmeleyi şart görmeyen İmam Şafi'i'nin, bugünün şart
ve ihtiyaçları bakımından rahatlatıcı olan görüşünün esas alınması daha
isabetli olurdu. Yüce Allah'ın kitapları ve peygamberleri yanında,
'velilerinin' de kudsiyet kazandığını söylemenin (s. 410) dini bir
temele dayanması şöyle dursun, bu, İslam'a taban tabana zıt inanç ve
uygulamalara davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Öte yandan,
abdestsiz Kur'an okuyabilmek ve mushafı abdestsiz ele almakla ilgili
olarak, bunun caiz olabileceği yönünde de görüşler varken, aksi yöndeki
görüşleri esas almak da (s. 411) bugünün şart ve ihtiyaçları yönünden
insanların Kur'an ile olan bağlarını zayıflatıcı bir işlev görmektedir.
Keza bir suyun temiz olmadığını, fasık veya gayri müslimin haber
vermesi halinde, bu bilgiye itibar edilmeyeceğini söyleyip (s. 413),
birkaç paragraf sonra, aynı fasık ve gayri müslimin sözlerinin
alım-satım ve benzeri muamelelerde geçerli sayılması da (s. 413) açık
bir çelişkidir. Kur'an'ın belli bir bağlamda ve belli tarihsel şartları
gözeterek, vadeli borçlanmalara ilişkin muamelelerde iki kadının
şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu yolundaki hükmü,
herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin, nikah şahitliğine de teşmil
edilmiştir (s. 413) ki, bu hükmün bugünün şartlarında geçerli olup
olamayacağı hiç düşünülmemiş,(21) muhtemelen bu konuda klasik fıkıh
kitaplarının körü körüne taklidiyle yetinilmiştir. Bir doktorun tedavi
edeceği bir hanımın herhangi bir organına zaruret miktarı bakabileceği,
fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırmasının daha uygun
olacağı hükmü de (s. 417) bugünün şartlarında pek pratik
görünmemektedir. Yeme-içme konusunda, insanın kuvvetlenmek için
doyuncaya kadar yiyip içebileceği, bundan fazla yemenin ise haram
olduğu hükmü (s. 427) şer'i dayanaktan yoksun, çok da sert bir
hükümdür. Yemeğe tuzla başlayıp, tuzla bitirmenin 'Sünnet' olduğu
iddiası da (s. 428) tamamen temelsiz bir iddiadır.(22) Aile planlaması
ve gebeliği önleyici tedbirler alma konusunda takınılan olumsuz tavır
da, konunun iyice incelenmemiş olmasından ve bu uygulamaların mutlaka
Müslümanların nüfusunu azaltma gibi olumsuz bir amaca hizmet edeceği
varsayımından kaynaklanmaktadır (s. 434). Ölen bir kadının rahminde
canlı bir bebek bulunduğu takdirde, bu bebeği kurtarmak için kadının
karnını sol taraftan yarmak gerektiği hususu ise (s. 435) ilmihalden
ziyade tıbbın karar vereceği bir konu olsa gerektir.
_Aileyle
ilgili görevlerden bahsedilirken, kocanın başlıca görevleri arasında,
eşiyle güzel geçinmek, onu korumak ve geçimini sağlamaktan dem
vurulduğu halde (s. 443) 'eşini sevmek'ten söz edilmemesi, aynı şekilde
kadının kocasını sevmesinden bahsedilmemesi, Hz. Peygamber'in
Sünnet'inin yeterince incelenememiş olmasından kaynaklanmış olmalıdır.
Keza on altı yaşına giren çocuğun, bir manisi olmadığı takdirde
evlendirilmeye çalışılması gerektiği görüşü (s. 444), dinle doğrudan
ilgisi olmayan, bugün için ise pek de anlamlı olmayan bir açıklama
olarak nitelendirilebilir. İtaat başlığı altında, üst amirin dince
yasak olmayan emirlerini dinleyip ona itaatten bahsedildiği halde,
onların İslam'a aykırı uygulama ve emirleri karşısında gösterilmesi
gereken tepkiden söz edilmemesi (s. 453), bugün İslam dünyasında sivil
muhalefetin ve eleştirel düşüncenin niçin gelişmediği konusunda bizlere
ipucu vermektedir.
_Öte yandan, peygamberler tarihine tahsis
edilen bölümde yer alan birtakım bilgilerin de, araştırma mahsulü
olmayıp, geçmiş kaynaklardan aynen derlenmiş bilgiler oldukları
görülmektedir (Mesela, s. 476, 477, 478, 479, 480, 485, 486, 492, 496,
497, 498, 506). Bu konuda yeterli araştırma yapılmadan, önceki ulemanın
kanaatlerinin aynen sürdürüldüğüne dair tipik bir örnek olması
bakımından, Hz. İsa'nın (a.s.) göğe yükseltildiği iddiasını burada
zikretmek yerinde olur.(23) Yine sahabe tanımı ve sahabenin tamamının
mübarek, mukaddes ve her yönden saygıya değer oldukları yönündeki
ifadeler (s. 500) de araştırmaya dayalı olmaktan ziyade, geçmişi toptan
tezkiye ve takdis eden bir zihniyetin ürünü olarak görülmelidir. Aynı
şekilde ay'ın bölünmesi ve Miraç mucizelerine tahsis edilen bölümde
verilen bilgiler, konuyla ilgili rivayetlerin çelişki, problem ve
zaafları görmezlikten gelinerek, muhtemelen de böyle bir durumun
varlığından habersiz bir şekilde sunulmuştur (s. 504-505) ki, konuyla
ilgili araştırmaların sonuçları, burada verilen bilgileri doğrulamak
şöyle dursun, sıhhatleri konusunda ortada son derece ciddi kuşkuların
bulunduğunu göstermektedir.(24)
Erkek Egemen ve Yetişkin Merkezli Dindarlık
_İlmihallerin
bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğu(25) tekrar
hatırlanacak olursa, geçmişte ve günümüzde hakim anlayış olan erkek
egemen bakış açısının, fıkha, oradan da ilmihallere yansımasını
garipsememek gerekir. Halbuki Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in kadın
konusundaki bakış açısını yansıtan bazı rivayetlerden yola çıkılarak,
tam tersine, kadın-erkek eşitliğini esas alan bir yaklaşımı da
savunmanın mümkün, hatta daha isabetli olacağına dair yapılmış pek çok
çağdaş araştırma karşısında, ilmihallerin bu açıdan da gözden
geçirilmesi cihetine gidileceği yerde, maalesef bu yönde ciddi bir adım
henüz atılmış değildir. Cuma namazının ve teşrik tekbirlerinin kadınlar
için gerekli görülmemesi (s. 163), asr-ı saadetteki uygulamalar
görmezlikten gelinerek, kadın ve çocukların bayram namazlarına
katılmalarının teşvik edilmesi şöyle dursun, bunun tamamen sükutla
geçiştirilmesi (s. 164), kadının kocasının niyetine göre mukim ve
misafir olacağı (s. 169), kocasının izni olmadan, kadının nafile oruç
bile tutamayacağından dem vurulurken, aksi durumda kadının izninin
gerekli görülmemesi (s. 261), ancak erkeğin, hasta, oruçlu veya hac ve
umre için ihramlı olma durumunda karısını nafile oruç tutmaktan
menedemeyeceği (s. 262), Şevval ve Zilhicce hilalleri konusunda iki
kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olabileceği (s. 269-270),
asr-ı saadetteki uygulama tam ters yönde olduğu halde, kadınların kendi
evlerinde namaz kılmalarının mescidlerde namaz kılmalarından daha
hayırlı olduğu (s. 308) kadının itikafının kocasının iznine bağlı
olduğu -ki kocasının da itikaf için karısından izin alması gerektiği
akla bile getirilmemektedir- (s. 308), Kur'an'da hacca gitmek için,
kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın, sadece maddi imkan ve yol güvenliği
şart koşulduğu halde, kadının -güvenlik tehlikesinin bulunmadığı
durumları da kapsayacak şekilde- mutlak olarak mahremsiz yolculuğa
çıkamayacağı (s. 353), telbiye getirirken seslerini yükseltmemeleri,
remel ve hervele gibi bazı uygulamaları yerine getirememeleri sebebiyle
kadınların haclarının -akıl ve dinlerinin eksik olduğu iddiasının bir
uzantısı olarak- erkeklere kıyasla 'noksan' olduğu (s. 378), hac
yolunda kocası veya mahremi ölen kadının 'muhsar' sayılacağı ve hac
yapmayarak ihramdan çıkması gerektiği (s. 381), Müslüman ve Ehl-i
Kitaptan olanların "kadın dahi olsalar" (?) kestiklerinin yenebileceği
(s. 399), -yine asr-ı saadetteki uygulamaların hilafına olarak- İslam
kadınlarının abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili birtakım
meseleleri, ya kocaları ve mahremleri aracılığıyla ya da "kocalarının
izni ile" ve "arasıra bir ilim meclisine giderek" öğrenmeye
çalışabilecekleri, ama kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine
katılamayacaklarının ileri sürülmesi(26) (s. 407), ancak kocası bir
meseleyi çözemediği veya sorup öğrenmekten çekindiği takdirde, gidip
ehlinden sorma hakkının olabileceği (s. 407), yine evlilik konusundaki
şahitlikte de iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahit- liğine denk
sayılacağı (s. 414), kocanın karısına karşı görevleri arasında "zevcesi
ile güzel geçinmek" zikredilirken, kadına kocasının dine uygun
'emirlerini' tutma mükellefiyetinin düşmesi (s. 443-444) gibi hususlar,
yukarıda sözü edilen erkek egemen bakış açısının birer yansıması
niteliğindedir.
_Öte yandan, çocuk ve gençlerden ziyade
yetişkinlerin esas alınması, çocuk ve gençlerin, hele kız çocukların ve
genç kızların dışlanması, namaz haricinde çocukların camiye sokulmaması
yönündeki telkinler (s. 232) çocuğun dayakla namaza ve oruca
alıştırılmasının tavsiye edilmesi (s. 282), şu anda İslam dünyasının
-ve de ülkemizin- nüfusunun çok önemli bir kısmını oluşturan genç
nesillerin yok sayılmasından başka bir anlama gelebilir mi? İslam
dünyasının geleceği kendilerine bağlı olan gençliğin, ilmihallerde
tamamen ihmal edilmesinin izahı mümkün olmasa gerektir.
Psikopatolojik Dindarlık
_İlmihallerin
belki de en zararlı yönlerinden birisi, psikopatolojik bazı
davranışlara yol açabilecek birtakım bilgileri okuyucularına çekinmeden
sunabilmiş olmalarıdır. Bu konuda verilebilecek en yaygın ve tehlikeli
örnek, temizlikle ilgili vesvese ve obsesyonlara yol açan, gusülle
ilgili -hemen her ilmihalde karşılaşılabilecek- şu tür açıklamalardır:
_Vücut
yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek,
kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşların ve
bıyıkların aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar
sık olsa bile suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri
kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. (...) Kapanmış olan küpe
deliklerinin içini de yıkamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek olan
küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp
yıkamalıdır.(27)
_Bu satırları okuyan birinin vesveseci olmaması
mümkün değildir. Nitekim hemen hepimiz özellikle abdest ve gusül
konusunda, bu gibi ifadelerden kaynaklanan ve bazen son derece ciddi
sonuçları da olabilen obsesyon örneklerini çevremizde bol bol
görebiliriz. Yukarıda anlatılanlar bir yandan dini dayanaklardan yoksun
iken, öte yandan da bazı rivayetlerin lafızcı bir şekilde anlaşılması
gibi bir yanlıştan kaynaklanmaktadır. Bu bilgilerin hiçbirisinin Hz.
Peygamber'in hayatında yeri ve karşılığı yoktur. Kaldı ki, Hz.
Peygamber dönemindeki kısıtlı su ve banyo imkanları düşünüldüğünde, bu
açıklamaların hiç de gerçekçi olmadığı kolaylıkla anlaşılır.
_Bu
noktada ilmihallerin dindar insanların psikolojilerini bozmakla mı,
yoksa onlara sağlıklı bir ruh hali sağlamakla mı yükümlü olduklarını
sormanın zamanının gelip geçtiği kanaatindeyiz.
_Elbette
ilmihallerin olumsuz yönleri bunlarla sınırlı değildir. İlmihallerde
verilen bilgiler arasındaki çelişki ve tutarsızlıklar,(28) gereksiz ve
anlaşılmaz açıklamalar,(29) şekilciliğin tabii bir sonucu olan "kılı
kırk yarma" mantığı(30) ve araç niteliğindeki hükümlerin ve hususların,
amaçlan gölgede bırakması,(31) mezhepçilik ve ırkçılık sayılabilecek
bazı ifadelerin mevcudiyeti(32) gibi hususlar, ilmihallerin hepsinde şu
veya bu ölçüde görülen olumsuzluklara dair verilebilecek bazı
örneklerdir. Hemen hemen Türkçedeki bütün ilmihallere büyük ölçüde
teşmil edilebilecek olan bu gibi tespitleri daha da çoğaltmak her zaman
mümkündür. Şimdi bu tespitlerin ışığında, şu nihai soruyu sorma zamanı
gelmiştir: Durumu bu olan ilmihaller, okuyucularında nasıl bir
dindarlığa yol açabilir?
_Bu soruya verilecek cevap kısa ve
nettir: Mevcut ilmihallerin, ‘nasıl’ı bir yana, herhangi bir dindarlık
'geliştirmesi' dahi söz konusu değildir. Zira bu ilmihallerin, derinlik
ifade eden 'dindarlık' geliştirmesi şöyle dursun, standart bir Müslüman
tipi yetiştirmesi bile mümkün görünmemektedir. Çünkü bu ilmihaller her
şeyden önce, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam'ı, "İslam'ın şartı
beştir" şeklindeki dar ve yanlış bir anlayışa hapsetmekte, buna bağlı
olarak da, hayatın her alanında sergilenmesi gereken ibadet=kulluğu;
namaz, abdest, oruç, hac, kurban vb. ibadat-ı mersumeye hasretmektedir.
Yine bu yaklaşımın bir uzantısı olarak ilmihaller, derinliksiz, şekilci
ve mekanik bir 'formalite Müslümanlığı'na, ister istemez yol
açmaktadır. Dinin şekil kadar, hatta ondan da önemli olarak, 'ruh ve
öz' olduğu unutulmuş, bu formalite Müslümanlığı, şer’iliği tartışmalı
pek çok fıkhi detaylara boğulmak suretiyle ilmihaller, adeta bir
'talimatname'ye dönüştürülmüştür. O kadar ki, Allah'a kulluk
görevlerinin bir kısmını teşkil eden, namazı kılmak, orucu tutmak,
zekatı vermek, hacca gitmek, kurban kesmek vs. için bir Müslümanın
bilmesi gerekenler (?) dört cilt (toplam 1800 sayfa) tutacak kadar
teferruata boğulabilmiştir.(33) Tam da bu noktada insanın aklına ister
istemez şu soru tekrar gelmektedir: Acaba namaz kılan, oruç tutan,
zekat veren, hacca giden, kurban kesen Hz. Peygamber ve ashabı, bu 1800
sayfalık bilginin ne kadarını biliyordu? Kuşkusuz çoğu yorum ve ictihad
ürünü olan bu detayların çok büyük bir kısmını bilmiyorlardı, buna
rağmen kulluk görevlerini en iyi şekilde yerine getirebiliyorlardı. Hem
de bunları sadece formalite olarak değil, gerçek bir dindarlığa ve
gerçek bir İslamî bilince dönüştürerek bunu başarıyorlardı.
_Bu
noktada ilmihallerin topluma sunduğu, dönemi geçmiş, yanlış, eksik,
temelsiz ve hatta bazısı zararlı bilgileri de bir tarafa bırakacak
olursak, Müslümanda bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla İslamî
bir bilinç doğuracak, derinlikli, özü formalitelere feda etmeyen,
insanı özellikle ahlakî alanda olgunlaştırıp dönüştürmeyi amaçlayan,
sağlam bilgi temeline dayalı, psikolojik ve pedagojik boyutları ihmal
etmeyen, çağın ruhuna hitap edebilecek bir ilmihale – özellikle de
geleceğimizin teminatı olan genç nesiller açısından- acilen ve şiddetle
ihtiyaç olduğunda en ufak bir şüphe olmadığını belirtmek bir
zorunluluktur.
Dipnotlar:
1. TDV İslam Ansiklopedisi "İlmihal" maddesi.
2.
Literatür taramasına dayalı bu incelemede, toplumdaki yaygınlık ve etki
düzeyleri sebebiyle, Mızraklı İlmihal, Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük
İslam İlmihali, Ahmet Hamdi Akseki'nin İslam Dini, DİB'ğının ilmihali
ile TDV'nın ilmihali esas alınmış, örnekler ise Bilmen'den verilmiştir.
Ancak, bu örneklerin hemen tamamının bütün ilmihallerde şu veya bu
ölçüde tekrarlandığını da burada vurgulayalım.
3. "İslam'ın
şartı beştir" anlayışınınn geniş eleştirisi için bkz. M. Hayri
Kırbaşoğlu, "Bir Hadis ve Yorumu: İslam'ın Şartları", Diyanet Gazetesi
(Ocak, 1989),sayı: 359, s. 3 ve 27.
4. Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara 2002, s. 65-66.
5.
Nitekim İbn Manzur (Ö. 711/1311) da el-ibadetu: et-ta'atu demek
suretiyle bu hususa işaret etmektedir. Bkz. Lisanu'l -'arab, Beyrut
t.y., III. 272.
6. Hakkı itiraf etmek gerekirse, bu bakımdan
Ahmet Hamdi Akseki'nin Müslümana Büyük İlmihal adlı eserinin (İstanbul
1971) mevcut i1mihaller içerisinde en iyi durumda olduğunu da
belirtmeden geçmemek gerekir .
7. Böyle bir mukayese için
konuyla ilgili en geniş eserlerden olması itibarıyla İmam Gazali'nin
(ö. 505/1111) İhya’u 'ulümi'd-din adlı eserinin tamamına, keza Şah
Veliyullah ed-Dehlevi'nin Huccetu’llahi'l-baliğa'sına ve Ali
Şeriati'nin Hac adlı eseri ile Garaudy'nin İslam ve İnsanlığın
Geleceği, İslam'ın Vaat Ettikleri, Yaşayan İslam gibi eserlerinde yer
yer yaptığı konuyla ilgili yorumlara başvurulabilir.
8. Mamafih
burada. yine Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'nde (İstanbul
1995) tespit ettiğimiz bazı örneklerin yerlerine işaret etmeden de
geçmeyelim: Bkz. s. 121-122, 123, 129, 130, 131, 132, 136, 145-147,
157, 162, 189, 216, 222, 223,224, 225, 228, 232, 237, 244, 246, 279,
294, 295, 296, 298, 299, 300, 318, 336, 362, 365, 366, 396, 402, 403,
412, 429, 433.
9. Bkz. Ö. N. Bilmen, age., s. 108, 155, 169, 290, 292, 298, 340, 344,424.
10.
Bu yaklaşımın eleştirisi için bkz.M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam
Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım-. Ankara Okulu. Ankara 1999.
s. 97-98.
11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nihat Koçak, Ömer
Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihalindeki Hadislerin Tahrici
(basılmamış lisans tezi), AÜİF, Ankara 1989.
12. Miraç
rivayetlerinin fevkalade problemli durumunu görmek için bkz. Ahmet
Molu, Miraç Hadislerinin Hadis Bilimi Açısından Değerlendirilmesi
(yayımlanmamış yüksek lisans tezi, AÜİF, Ankara 2001.
13. Bu
konudaki rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettiği problemlerle
ilgili olarak bkz. Mustafa Ertürk, "Çocuğun Dini Eğitiminde Kullanılan
Bir Hadis ve Tahlili", Marife, II (Konya, 2002), sayı: 2, s. 53-79.
14. Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Namazların Birleştirilmesi, İlahiyat Yayınları, Ankara 2002.
15.
Bkz. Ebû Şame el-Makdisi, el-Ba’is 'ala inkari’l-bida’i ve'l-havadls,
Kahire, t.y.; ayrıca bkz. Salih Özer, Hadis Literatüründe Mübarek
Zaman/Kutsal An Mefhumu ve Kandiller Örneğinin Tetkiki (yayımlanmamış
yüksek lisans tezi), AÜİF, Ankara 1995.
16. Kur'an'da yer
almayan ve sadece hadis rivayetlerine dayandırılan recm cezasıyla,
mürted için öngörülen ölüm cezasına dair rivayetlerin isnad ve metin
açısından arz ettikleri problemler konusunda bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu,
"İslam'a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat Meselesi", İslamiyat V
(2002), sayı: 1, s. 125-132.
17. Bu konuda bkz. Muhammed Ahmed Abdusselam, Kur'an Niçin İndlrlldi?, Fecr Yayınları, Ankara 1989, s. 55-56.
18. Bkz. age., s. 54-55.
19.
Bu konuda bkz. Mehmed S.Hatiboğlu, "İslam Mükellefiyet Anlayışı ve Buna
Aykırı Bir Maliki- Hanefi Kıyası", AÜİFD, XXI (1976) s. 185-197.
20.
Oruçlu iken cinsi münasebette bulunmak veya yiyip içmek suretiyle
olsun, kasden orucunu bozanların iki ay sürekli kefaret orucu tutması
gerektiğine dair yaygın hükmün yanlışlığına dair geniş bilgi için bkz.
Musa Carullah Bigiyef, Kitabu's-Sunne, Ankara Okulu, Ankara 2000, s.
115-117, dipnot, 87 (Yazara ait, Uzun Günlerde Oruç, çev. Yusuf
Ura1giray, Ankara 1975, s. 213-217’den naklen)
21. Kadının
şahitliği meselesindeki değerlendirmeler ve yeni yaklaşımlar konusunda
geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "Kadın Konusunda Kur'an'a
Yöneltilen Başlıca Eleştiriler", İslami Araştırmalar (Kadın Özel
Sayısı), V (1991), sayı: 4, s. 276-277; Hayreddin Karaman, "Kadının
Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", agd. s. 287; Ali Bulaç,
"Mekasidu'şŞeria Bağlamında Kadının Şahidiği Konusu", agd. s. 297, vd.
İlhami Güler, "Kur'an'da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri", agd. s.
315-316. Süleyman Ateş, "İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar", agd., s.
324. Hüseyin Hatemi, "Modern Mahrem ve İslam'ın Kadına Bakışı", agd.,
s. 331.
22. Bu iddianın dayanaklarını oluşturan hadis
rivayetlerinin uydurma olduğu konusunda bkz. M.Hayri Kırbaşoğlu, İslam
Düşüncesinde Sünnet -Eleştirel Bir Yaklaşım-, s. 46.
23. Kökleri
asırlar öncesine giden bu kadim telakkinin dayanakları ve eleştirisi
için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "Hz. İsa'yı Gökten İndiren Hadislerin
Tenkidi", İslamiyat III (2000), sayı: 4, s. 147-168; Mehmet Ünal,
"Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa'nın Ölümü, Ref'i ve Nüzulü", agd. s.
133-146.
24. Miraç rivayetleriyle ilgili olarak bkz. dipnot, 12;
ayın yarılmasıyla ilgili olarak da bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif
Hadis Metodolojisi, Kitabiyat Yayınları, Ankara 2002, s. 341-343.
25.
Mesela, Bilmen'in ilmihalinde zikredilen kaynaklar şunlardır: Kur'an-ı
Kerim, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Cami'u's-Sağir, Kirabu't-Terğib
ve't-Terhib, Şema'il-i Tirmizi, Şifa-i Şerif, Mevahib- i Ledünniye,
Akaid-i Nesefiye, Şerh-i Mekasıd, Şerh-i Mevakıf, Mebsut-ı Serahsi,
eI-Bedayi, elHidaye, el-Bahru'r-Ra'ik, erDürer ve'l-Gurer, Mülteka,
Halebi, Merakı'l-Felah, Haşiye-i Tahtavi, . ed-Dürrü'l-Muhtar,
Reddü'l-Muhtar, Mecmu'a-i İbn Abidin, Feteva-yı Hindiyye, Feyziyye,
Behçe, Netice, Ali Efendi, Abdurrahim Fetvaları ve Mecmu'a-i Cedide,
Muhtasar-ı Ebi'z-Ziya, Şerh-i Ebi'l-Berekat, Haşiye-i Düsüki,
Kitabu'l-Ümm, Tuhfetü'l-Muhtaç, Neylü'l-Mera'ib, Keşşafü'l-Kına,
Kirabu'l-Muhalla, Bidayetü'l-Müctehid, Nihayetu'l-Muktasit [Bu son isim
aynı bir eser değil, Bidayetu'l-Muctehid'in isminin devamıdır.],
el-Mizanu'l-Kübra, İhya'u'l-Ulüm, Tarikat-ı Muhammediye, Şerh-i
Şir'atü'l-İslam, Siyer-i İbn Hişam, Tarih-i İbn Esir, Siyer-i Halebi.
26.
Bu satırlar adeta İncil'deki şu ifadelerin bir yansıması gibidir:
"Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar
sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın
da dediği gibi, tabi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde
kendi kocalarına sorsunlar, çünkü kadıya kilisede söylemek ayıptır"
(Korintoslulara I.Mektup, 14: 34-35). Bu anlayışın eleştirisi ve
İslam'da yeri olmadığı konusunda bkz. Rıza Tahiri, "İslam'da Genel
Haklar ve Masuniyetler", Yeni Ümit (Ocak-Mart, 2002), sayı: 55, s. 40.
27.
Bilmen, age., s. 92-93, no: 186, 187. Hemen hemen aynı ifadeler Diyanet
İlmihali’nde (Ankara 1999), s. 108-109'da mevcut olup, ayrıca Diyanet
İşleri Başkanlığı bu sağlıksız anlayışı Diyanet Takvimi aracılığıyla
(bkz. 08.01.2003 tarihli takvim yaprağı) geniş halk kitlelerine yaymaya
çalışmaktadır.
28. Bu konuda bkz. Bilmen, age., s. 118/76;
121/103; 124/122-123; 153-154/5, 6, 7; 167/253; 168/256; 188/363;
196/5, 7, 8; 217/13; 222-223/5; 225/23; 238/534; 273/71 (namaza
kıyasla); 341/99 (Burada zekat ve sadakaların insanların yıkantısı
[kiri] sayıldığı, dolayısıyla Haşimoğullarının şeref ve kıymetine
yakışmayacağı ifade edilirken, bunların sıradan Müslümanların şeref ve
kıymetine yakıştığı, dolayısıyla sıradan Müslümanların şeref ve
kıymetlerinin pek de önemli olmadığı sonucu çıkmaz mı?); 363/43-1
(Haccı helal mal ile yapmak haccın sadece bir edebi mi, yoksa önemli
bir Şartı mıdır?); 372/4; 375/78 413/48-51; 425/109 (Burada verilen
bilgilerle, at ve eşek etinin haram olduğu hükmü arasında bir çelişki
doğmaktadır.); 430/146; 473 (Dinin kolaylık olduğuna dair burada yer
alan açıklamalar, bizatihi bu ilmihaldeki zorlaştırıcı ve kılı kırk
yancı hükümlerle bir arada değerlendirildiğinde, ortaya açık bir
çelişki çıkmaktadır.)
29. Bkz. age., s. 134 (Türkçe ezanla
ilgili açıklamalar); 164/232, 235; 165/241; 176/299; 190/377;
195/403-2; 196/5; 218/30; 227/480; 239/543 (Hunsa-i miişkil'in
cenazesinin yıkanmayacağına dair); 315/9-1 (Mürtedin irtidad öncesi
zekat borçlarının düşeceği hakkında); 316/3; 319/13 (Bugün söz konusu
olmayan zekat memurları hakkında); 375/75; 395/40; 396/47 (Saksağan,
kumru, bülbül ve keklik eti yiyenin belaya tutulacağına inanıldığı için
yenmelerinin iyi olmadığı hakkında); 398/56 ("Deniz insanı"nın (?)
yenmesinin helal olmadığı hakkında); 401/75; 423/102; 427/122-123;
430/142-144; 431/148 vd. 434/165; 465/63 (Taassubu olumlar görünen
açıklamalar hakkında).
30. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 190/375-379; 205/406 ve pek çok yerde.
31.
Mesela bkz. Bilmen, age., s. 114/58 (Namaz vakitlerinden bir-ikisi
bulunmayınca, o vakit namazlarının ora halkına farz olmayacağı);
271-272/67 (Ramazan hilalinin hesapla tespitinin caiz olmadığı
hakkında); 336/77-2, 3 (Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze, su,
tuz, zift, neft (petrol) gibi maddelerden humus alınmayacağı hakkında).
32.
Mesela bkz. Bilmen, age., s. 217/10 ve pek çok yerde; 496/78-79 (Hz.
Peygamber'in 'nesebinin', 'mübarek' ve 'yüksek'liği); 527/179
(Kureyş'in asalet ve şerefi).
33. Burada kastettiğimiz eser,
Vecdi Akyüze ait Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslam Fıkhında
İbadetler) adlı, İz yayıncılık tarafından yayımlanan (İstanbul 1995) ve
Yeni Şafak gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılan eserdir.
34.
Aslında böyle bir ilmihâl yazmanın son derece yararlı olacağını
düşünmekle birlikte, bunu, hadis/Sünnet alanındaki problemlerin
çözümüne yönelik projemizin tamamlanmasından sonraki bir tarihe tehir
ediyorduk. Ancak toplumdan gelen yoğun talepler karşısında, böyle bir
ilmihâl yazma işinin daha fazla tehir edilmemesi gerektiği
anlaşılmaktadır. Cenab-ı Hak’tan bizi bu konuda başarılı kılmasını
niyaz ederiz.
Gönderen
Osman Tuna GÖKGÖZ
zaman:
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dindarlık Bağlamında Amel-i Salih Kavramına
Sosyolojik Bir Yaklaşım
Tanımı, kapsamı ve kategorileri ile ilgili tartışmaların hâlâ devam ettiği
dindarlık kavramı, bilhassa son yıllarda üzerinde daha da yoğunlaşılan bir olgu
olmuştur. Bu tartışma ve muğlaklık, bir yandan dinin tanımı ve ona yüklenen
anlam ve çerçeve ile birebir ilintiliyken, diğer yandan kültürel dönüşüm,
cemaatleşme gibi sosyolojik gerçekliklerle alâkalıdır. Dolayısıyla bu
karmaşıklık ve muğlaklık, çok farklı dindarlık anlayışlarını beraberinde
getirmektedir. Bunu özellikle günümüzde dindarlık ölçekleri ile ilgili
tartışmalarda gözlemlemek mümkündür. Kanaatimizce dindarlıkla ilgili
tartışmalarda ortaya çıkan gerilim, bireysellik toplumsallık tayfında görünür
olmaktadır. Bu da öncelikle dinin, ardından dindarlığın kapsamı sorununu
işaretlemektedir. Bilindiği gibi dindarlığı besleyen ve geliştiren öge
ibadettir. İbadetin kapsamı ile ilgili algılamalarda ise amel-i sâlih kavramının
çerçevesi çok önem taşımaktadır. Bu bağlamda temel sorun, özelde İslâm’ın
metinlerinden değil, algılayıştan kaynaklandığı için sosyolojiktir. Biz bu
makalede “amel-i sâlih” kavramı üzerinden dindarlık kavramının tanım ve
kapsamını sosyolojik olarak sınamaya ve bu kavrama yeni bir çerçeve getirmeye
çalışacağız. Bu açıdan öncelikle bir tarih okuması yaparak sorunun global
boyutlarını görmeye, kavramsal ilişki ve analizlerin ardından İslâm’ın otantik
metinlerine referansla konuyu kısaca betimlemeye, daha sonra Türkiye’deki
dindarlık algısını amel-i sâlih çerçevesinde değerlendirmeye ve son olarak da
yeni bir dindarlık kavramını mümkün olabildiğince efrâdını câmi ağyârını mâni
bir şekilde inşa etmeye çalışacağız.
Bir Tarih Okuması:
Geleneksel ve modern (toplum) dönem kategorileri, bilhassa “şimdi”nin
karakteristiklerinin daha iyi vurgulanması açısından en yaygın olarak kullanılan
bir ayrıştırmadır. Rasyonellik, teknoloji, ilerleme gibi temel birtakım
nitelikleriyle geleneksel toplumdan farklılaştırılan modern toplum olgusunun,
konumuzla ilgili en önemli özelliği,
Descartes ile daha da tescillenen çifte gerçeklik alanıdır. Daha da somut bir
ifadeyle söyleyecek olursak kutsal/profan, din/din dışı, maddî/manevî, ruh/beden
gibi düalistik yapılardır. Bunun bir sonucu olarak kutsal ile profan, mekânsal
ve zamansal olarak birbirinden bağımsızlaşarak kendi başına ontik kategoriler
olarak algılanmaya başlanmıştır. Şüphesiz bunun Batı tarihi içerisinde,
Hıristiyanlıkla da bağlantılı olarak uzun bir tarihî ve sosyal bağlamı
bulunmaktadır. Bu ayrışmanın son tahlilde, dünyevîliğin öne çıktığı bir kriz ile
sonuçlandığını bugün ilgili literatürlerden okumaktayız.
İlgili literatüre bakıldığında, geleneksel toplumlarda genel olarak böyle bir
bağımsız alan ayrıştırmasının işletilmediği, bireysel ve toplumsal hayatla dinin
içiçe olduğu vurgulanır. Meselâ Kolakowski’ye göre, öyle çok eskiden de değil,
yakın bir zamana kadar din kategorileri şâmil-i mutlak idi, bütün diğer teorik
ve kavramlaştırmalara hâkim olup onları örtmekteydi. Kültürün, beşerî ilişki ve
emellerin dinî isimleri vardı. Bu şümul bugün varit değildir.[1]
Bilhassa klâsik sosyoloji çalışmalarında bu vurgu daha da belirgindir.[2]
Meselâ Eliade’ye göre, kültürün en arkaik seviyelerinde bile, insan olarak
yaşamak, bizatihi dinî bir faaliyettir. Orada, beslenmenin, seks hayatının ve
çalışmanın kutsal bir değeri vardır. Başka bir tabirle, insan olmak, dinî bir
varlık demektir.[3]
Bu vurgular kutsal/profan ayrımlarının modern zamanlara ait bir olgu olma
durumunu keskinleştirmektedir. Bu konuda kimi rezervlerimiz olmakla birlikte
konuyu dağıtmamak için detaya girmeyeceğiz.
Kutsal/profan ayrımının konumuzla ilgili olarak ortaya çıkardığı sonuç dinin son
derece sınırlı bir şekilde tanımlanması ve dünyevîleşmedir. Böylece birbirlerine
karşıtlık ilişkisi içerisinde ele alınan bu kavramlar, yeni bir zihniyet,
bölümleme ve din algılayışını ortaya çıkarmıştır. Buna göre kutsal; dinlerin
aşkın nitelik atfederek yücelttiği inanç, kurum veya varlıklar olarak rasyonel
olanla tezat konsepti içerisinde tanımlanırken, profan da, bu ayrışmada kutsal
olmayana ait olan; gündelik rasyonelleştirilmiş pratiğin dışında sembolik bir
anlamı olmayan, kutsal olana saygısızlık eden şeklinde bir tanım kazanmıştır.[4] Bu
açıklamaya göre din, kutsal şeylerle, yani dünyevî veya varoluşun (din
dışı/profan) zorunluluklarından ayrı olarak kurulan şeylerle ilgilenmek
zorundadır ve buradaki iddia, dünyanın sosyolojik ve dinsel yorumlarının
çoğunlukla rakip yorumlar olduğudur.[5]
Dolayısıyla dünyevî işler sâlih bir amel olsa da kutsalın kapsamı dışında
kalması hasebiyle ibadet değildirler ve dindarlığı besleyen bir öge olamazlar.
Açıkça Kilise hegemonyasına son vermek niyetiyle ve Batı’nın hâkim dili ve
kodlarında içerilen Tanrı-insan gerilimi, Tanrı’nın gerileyişinde temsil edildi.
Buna Aydınlanma’nın ortaya çıkardığı sonuçlar da eşlik edince, din ilkel
zamanlara mahsus bir fenomen olarak tanımlanmaya başlandı. Nitekim Lucretius’dan
Russell’a kadar eleştirel rasyonalist geleneği belirleyen dinin tabiatı ve
kaynağına dair herhangi bir görüş varsa, bu, tüm dinlerin aklın askıya alınması,
bilim ve hakikî bilginin yokluğu, kısaca bâtıl inançtan meydana gelmesi
şeklindeki bir tanımlamadan dolayıdır.[6]
İnsanı aşan hiçbir otoritenin olmayacağı
fikri sonucu kainat, artık matematik ve geometrinin kavramlarıyla ve deneysel
olarak kanıtlanmış nedensel ilişkilere dayalı olarak kavranmaya ve açıklanmaya
çalışılıyordu... Sonuçta XVIII. yüzyıla gelindiğinde Tanrı, insanın bakışından
(dünya tasavvurundan) uzaklaştırıldı. Böylece Tanrı mekanikleşen bir evrende yok
olmuştu.[7]
Bu ayrım sonucunda kutsal ve profan
birbirinden bağımsız çifte gerçeklik alanı olarak algılanınca, ancak birtakım
sınırlı inanç ve ritüellerle sınırlı olarak tanım buldu. Profan ise aşkınlığa
her türlü başvuruyu reddederek kendini, dünyayı inşa etmeye girişmiş, kendini
kendi, dünyayı tüm kutsallıktan arındırdığı ölçüde yapabileceğine inanmıştır.[8]
Bunun bir sonucu olarak din, kutsalla ilintili bir fenomen olarak görülmüş ve
kutsal/profan ayrımı da modernliğin yayıldığı ölçüde evrensel bir nitelik
kazanmıştır. Nitekim Durkheim bunu şu totalleştirici
ifadelerle anlatmaktadır: Kutsal varlıklar tarifleri gereğince
diğerlerinden ayrılmış şeylerdir. Onları ayıran cihet, kendileriyle kutsal
olmayan şeyler arasında bir ayrılığın bulunmasıdır. Tabiî olarak bunlar
birbirlerinden ayrı şeylerdir.[9]
Bunun bir sonucu olarak dünyevîleşme baş
göstermektedir. Dünyevîlik, insanın dinî vesayetten kurtulması,[10]
dinden yoksunlaşma[11] ya
da dinin giderek toplumsal önemini yitirdiği[12]
süreci ifade etmektedir. Böylece din, bir dereceye kadar özel bir sorun
olmuştur.[13]
Kısaca tarihi ve içeriğini anlatmaya
çalıştığımız bu düşünce, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türkiye’de de
nüfuz kazanarak din anlayışını belirlemeye başlamıştır. Modernliğin giderek
temellük edilmesine paralel olarak din, kutsal/profan ayrımında kutsalla
ilintilendirilerek algılanan ve tanım kazanan bir fenomen olmuş,
entelektüellerden başlayarak daha geniş halk katmanlarına doğru bir yaygınlık
kazanmıştır. Bu ayrışma kimi kırılmalarla birlikte Türkiye’de de benzer bir
bağlama oturarak anlaşılmıştır. Nitekim Baltacıoğlu, “dinî olguların hususî
karakterlerinden biri; dinî inançların mevzuu kutsal şeylerdir. Her dinî itikat
kâinatı kutsal olan ve olmayan diye ikiye ayırır ve bunlar arasına birbirine
ircaı mümkün olmayan bir tabiat farkı koyar”[14]
derken kutsal ve profan’ı Durkheimcı bir tarzda algılamaktadır. Mehmet
Taplamacıoğlu’nun konuyu açımlarken ortaya koyduğu ifadeler bir yandan Batılı
bir düşünsel çerçevenin İslâmî karşılıklarını aramak şeklinde ortaya çıkarken,
diğer yandan “din” ve “kutsal” özdeşliğini vurgulamaktadır; din, manevî bir
birlik meydana getiren topluluğun kutsal şeylerle ilgili inanma ve
tapınmalarından doğan dayanışmalı bir sistemdir. Bir dinin varolması için
mutlaka kutsal ve kutsal dışı ayrımına dayanan iman ve amelin yer alması ve
bunları benimseyen ve uygulayan tinsel bir cemaatin meydana gelmesi şarttır.
Kutsal ve kutsal dışı âlem yalnız birbirine karşıt değil, aynı zamanda kıskanç
şekilde rakiptirler. Bir kimse kutsal dışı hayatta tamamen ayrılmadıkça dinî bir
hayata kavuşamaz. Manastır hayatı ancak dış âlem ve asrî hayatla ilgi ve
bağlılığı kesmekle mümkündür. Tasavvuf insanı kutsal dışı hayattan ayırarak
kutsala ulaştırmak amacını güder. İslâm’daki haram-helâl kavramları bilim
alanında kayıntılara elverişlidir. Helâl, kutsal dışının karşılığı olabilir ki,
Frenkler buna profan derler. Profan, tapınak anlamındaki “fanun” kökünden gelir.
Tapınak dışında kalan kısma “profanun” denilmektedir.[15]
Dini bu algılama tarzı ile ilgili olarak
birkaç hususun özellikle altını çizmek gerekmektedir. Öncelikle din, sadece
“kutsal” ile özdeşleştirilerek maddî/manevî, ruh/beden gibi ayrıştırmalarda
manevî, ruh gibi kavramlara refere edilerek tanımlanmaktadır ki, bu, dinin son
derece sınırlı bir çerçevesidir. Kanaatimizce dindarlığın sınırlı tanımı ile
ilgili sorunun temeli de buradadır. Zira dindarlığın birkaç ritüele indirgenerek
tanımlanması, dinin indirgeyici tanımları sebebiyledir. Taplamacıoğlu’nun
mantığını kullandığımızda, ibadet yerlerinde (manastır, cami vb.) yapılan birkaç
ritüel, birkaç kıyafet ve dinî semboller dışında dindarlığı besleyecek bir
ibadet yapmak söz konusu değildir. Ya da kutsalla birleşmek üzere tasavvuf
hayatı yaşamak gereklidir. Görüldüğü üzeri dini kutsalla özdeşleştiren bu
mantık, ibadetin anlamını daraltmaktadır ki, bunun sonucu dindarlık da birkaç
ritüele indirgenmiş olmaktadır.
Dindarlık: Tanım ve Kategoriler
Dinin kapsamı ile ilgili bu kısa tarih okumasının ardından, kısaca “dindarlık”
kavramı ve onun içeriğinden bahsetmek istiyoruz. Doğrusu dindarlıkla ilgili
çalışmalara göz atıldığında, genel olarak dindarlığın “bireysel”likle
çerçevelendiği gözden kaçmamaktadır. Buna bağlı olarak dindarlıkla ilgili ölçme
ve değerlendirmeler de, çoğunlukla bu dar alanda yapılmaktadır. Söz gelimi;
Batı’da kurumsal anlamda kiliseye bağlılık,[16]
İslâm’da ise bireysel dindarlık ölçülegelmektedir. Bu, dinin modern tanımı ile
yakından ilintili gibi görünmektedir.
Ancak “dînî” kavramının “hayata yönelimli”[17]
bir projeksiyon geliştirmesi durumunda dindarlığın çerçevesi
genişleyebilecektir. Bu ise, insan hayatını bir bütün olarak görmek ve varoluşu
birbirinden bağımsız ontik kategoriler olarak almamakla mümkündür. Bu bağlamda
biz dindarlığı, “dinin insan hayatına nüfuz derecesi” şeklinde kısaca
tanımlayabiliriz. Bu tanım, dinin teorik boyutunu (inanç), ibadet ve yaşama gibi
bütün safhalarını içine alır. Tanımda yer alan “insan” ifadesinin bir tekillik
ifade etmediğini, “derece” kelimesinin ise, dinin yaşanma şiddeti ve yoğunluğuna
vurgu yaptığını belirtmeliyiz.
Dindarlıkla ilgili çalışmalarıyla tanınan Glock, din/dindarlık için beş boyutu;
dinî tecrübe, âyinsel (ibadet), ideolojik (inanç), bilgi ve dinî kanaatlerin
etkileme boyutu şeklinde formülleştirmekte, ve bizim dindarlığı genişleten
tanımımızı “etkileme boyutu” şeklinde ifade etmektedir. Her ne kadar Glock’un
tartışmasının satır aralarında kutsal/profan ayrımının izlekleri bulunsa da,
Glock’da dindarlığın genişleyen çerçevesini önemsemekteyiz. Ona göre etkileme
boyutu, anılan diğer dört boyuttan farklıdır. Bu kategori ile birey olarak
insanın dini inanç, pratik, tecrübe ve bilginin bütün seküler sonuçları
özetlenebilir. İnsanların ne yapmaları gerektiğini ve dinlerin etkilemesi sonucu
hangi zihniyete sahip olmaları gerektiğini belirleyen dinî kuralların tümü
burada ortaya çıkar. Amellerin teolojik anlamının burada bir yeri vardır.[18]
Esasen bugün gelinen noktada, dinin eski dar
tanımının ortaya çıkardığı gerilim, sosyal hayatta krizler biçiminde görünür
olmuştur ki, bu durum farklı biçimlerde ifade edilmektedir. Nitekim W.H. Whyte,
günümüz insanının dinin tapınmayla ve doktrinle ilgili yanlarından çok,
toplumsal sorunları çözümlemek ve kişiyi yalnızlıktan kurtarmaktaki
yararlılığıyla ilgilenmekte olduğunu saptamaktadır.[19] Yine
postmodern durumda dinin konumu ile ilgili tartışmalarda sosyal teorisyenlerin
çok sık olarak alanı daralmış, iflas etmiş veya ölmüş bir fenomen farzettikleri
dinin yeri, bir yüzyıl değilse onlarca yıl sonra bugün yeniden gözden geçirilme
ihtiyacı hissettirmektedir.[20]
Dindarlıkla ilgili farklı tipolojiler
geliştirilmiştir.[21]
Meselâ, Taplamacıoğlu beş dindar kategori ayırt eder. Bunlar:
1- Gayr-ı âmil: namaz kılıp oruç tutmadığı gibi cenaze namazları dışında hiçbir
şeye katılmazlar.
2- İdare-i maslahatçı: İçinde yaşadığı ortamın fertlerine bağlıdır. Onlar
yaparsa yapar, yapmazsa yapmazlar.
3- Dini bütün veya âmil zümre: Bunlar namaz ve oruçlarını tutar, dinî ödevlerini
yerine getirirler. Fakat ibadet dışında iş güçleriyle uğraşırlar. Orta tertip
dinî ve toplumsal yardımda bulunur, oldukça dürüst bir hayat sürerler.
4- Sofu zümresi: Dünyevî görevlerini kaplayacak kadar din gereklerine saygı
gösterir. Bunların çoğu yaşlı kimselerdir; farz ve sünnetten başka oruç ve
namazlarını savsaklamazlar. Günlerinin büyük kısmını ibadetle geçirirler.
5- Sofia zümresi: Dinî ve çok aklî devrimci unsurlar taşıyan İslamlığı ters
tarafından anlamışlardır. Onların kanununa uyulacak olursa toplum fertlerini
baştan sona kadar cezalandırmak gerekir: Sağa bakmak haram, müzik dinlemek
günah, futbol fena ve bütün yenilikler gâvur icadıdır.[22]
Fakat bu kategorizasyon da da kutsal/profan ayrımının işletildiği satır
aralarından okunmaktadır. Taplamacıoğlu’nun anlatımında ibadet, birkaç ritüele
indirgenmiş görünmektedir.
Hayri Kırbaşoğlu ise makalesinde, “İlmihal dindarlığı”nın versiyonlarını
detaylandırarak açımlar. Bunlar; 1- Daraltılmış dindarlık 2- Daraltılmış kulluk
3- Şekilci-mekanik dindarlık 4- Anakronik dindarlık 5- Erkek egemen ve yetişkin
merkezli dindarlık 6- Psikopatolojik dindarlık.[23]
Kırbaşoğlu, makalesinin içeriğinde dindarlığın kapsamı ve şekilci dindarlık
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Şüphesiz çok farklı kategoriler de bulunmaktadır.
Ancak burada bu kadarını zikretmekle yetineceğiz.
Biz ise konumuz bağlamında modern ve geleneksel nitelikler gösteren dindarlıklar
gözlemlemekteyiz. Modern dindarlık, yukarıda betimlediğimiz üzere dini,
kutsal/profan ayrımında kutsalla özdeşleştirip modern tarzda tanımlayarak
çerçeveleyen bir dindarlıktır. Dinin sadece sübjektif boyutuna vurgu yapan bu
dindarlık biçimi, kendi içerisinde de gevşek ve sıkı dokunuşa sahiptir. Tarihsel
bir din anlayışına sahip bu dindarlık biçiminde dinsel sembollerin görünürlüğü
zayıftır. Dini daha çok rasyonel bir tarzda algılama eğilimindedirler. Bu durum,
onların dinin inanç boyutunu rasyonel bir akıl süzgecinden geçirerek kabul
etmeleri sonucunu doğurur. Ritüeller konusunda da daha gevşek söylemlere sahip
oldukları gözlemlenmektedir.
Geleneksel dindarlık biçimi ise, orta ve alt sosyal sosyal tabakalardaki çok
geniş kesim için geçerlidir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, buradaki geleneksel
ifadesi pre-modern bir döneme değil, dinî bilgi ve pratiklerin bir önceki
nesilden geleneksel olarak tevarüs edildiği duruma işaret etmektedir. Sentezci,
eklektik, fonksiyonel bir din anlayışına sahip olan geleneksel dindarlık da
bilinçaltında kutsal ve profan ayrımını işletir. Oldukça şekilci bir dindarlık
anlayışının hâkim olduğu bu dindarlık, bu bağlamda birtakım eşya ve kişi, mekân
ve zamanlara kutsallıklar yüklemekte ve hatta zamanla bu kutsalların sayısı
artmaktadır. Dolayısıyla geleneksel dindarlıkta dinsel sembollerin yeri çok
büyüktür ve bunlar dindarlığın en önemli göstergeleridir. Evliya mezar ve
türbelerini ziyaret, adak adamak, bazı önemli tarihî şahsiyetleri kutsamak,
tespih çekmek vb. bu ritüellerden bazılarıdır.
Ancak belirtilen her iki dindarlık biçimini aynı çizgide buluşturan ortak nokta;
açık veya bilinçaltında kutsala dair aynı görüşlere sahip olmalarıdır.
Dolayısıyla kutsal/profan şeklinde açımlanan bu ayrım, “dinî hayat” için
yapılacak olan ritüelleri direkt kutsalla özdeştirilenlerle sınırlama
eğilimindedir. Bu bakımdan dindarlıkla bağlantılı olarak ortaya çıkan ibadet ve
ritüelleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât
vermek, hacca gitmek, tespihle zikir yapmak, evliya ve önemli bazı şahsiyetlerin
türbe ve mezarlarını ziyaret etmek, cenaze, sünnet, evlilik gibi merasimlerde
mevlüt okutmak, cübbe giymek, Kur’ân-ı Kerîm’i yüzünden okumak ve hatmetmek,
adak adamak, kurban kesmek vs. Dikkat edilirse bu ritüeller kutsal/profan
ayrımında direkt kutsalla özdeşleştirebilecek fiillerdir. Biz sınırları
daraltılmış bir dindarlıkla ilgili krizin tam da bu noktada oluştuğunu
düşünmekteyiz.
Dindarlık, İbadet ve Amel-i Sâlih
Bilindiği gibi dindarlık, ibadetle ve amel-i sâlihle yakından ilintili bir
kavramdır. Çünkü dindarlık, ibadetle içi doldurulan ve tanımlanan bir kavramdır.
Bu bağlamda ibadetler, her ne kadar bizzat amaç olmayıp öz itibarıyla yüksek
amaçlara basamak niteliğinde ise de, dine bağlılığın ve bir anlamda dindarlığın
dışa yansıyan bir göstergesi mesabesindedir.[24]
Ancak buradaki temel sorun, “ibadet”lerin kapsamının son derece sınırlı
tanımlanması ve amel-i sâlih kavramının yeterince açılımının ortaya
konamamasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım”[25]
ifadesindeki ibadet kavramı, insan hayatının bütününü ibadet kapsamı içine alan
bir imaya sahiptir. Dolayısıyla ibadet namaz, oruç, hac, zekât gibi ritüellerin
dışında çok daha kapsayıcı ve geniş olması gerekmektedir. Bu bağlamda Allah’ın
(c.c) sevdiği ve razı olduğu her türlü söz ve davranışı ibadet olarak görmek
gerekmektedir.[26]
Şu hâlde İslâmî açıdan ibadet, hayattan ayrı bir şey değildir. Hayatın her
safhası ibadet hâline getirilebilir. Aslında Kur’ân’da imanın hemen ardından
onun bir gereği olarak çokça zikredilen “sâlih amel” (yararlı iş)lerin ibadet
kapsamına dâhil olmasıyla, ibadetin, hayatın her anını ve her yönünü kucaklaması
mümkündür.[27]
Böylece ibadet ve amel-i sâlih birbirleriyle
çok yakından ilintili iki kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Aralarında
umum-husus ilişkisi vardır. Yani her ibadet aynı zamanda bir amel-i sâlih iken,
her amel-i sâlih ibadet olmayabilir. Zira amel-i sâlihin ibadete dönüşmesi iman
ve niyetle ilgili bir durumdur. Bir başka deyişle, amel-i sâlih, iman ve halis
niyetle yapıldığında ibadete dönüşmektedir.
Arapça kökenli bir kelime olan “amel”, sözlükte iş, vazife[28]
anlamlarına gelmektedir. Fiil sözcüğünden daha hususî bir anlam taşıyan amel,
hayvan ve bitkilere nispet edilmez; aynı zamanda hem iyi (sâlih) hem de kötü
ameller için kullanılır.[29]
Genel olarak iş, fiil, hareket için kullanılan “amel” kavramı, “sâlih” sıfatıyla
çerçevelenerek Allah’a ibadet kulluğa dönüşmektedir ki bunun meşruiyyeti
İslâm’ın bizzat kendisidir. Bu durumda amel-i sâlih’in en azından İslâm’ın
açıkça karşı çıkmadığı ve faydalı amelleri kapsadığı söylenebilir. Böylece insan
hayatının hiçbir kısmını dışarıda bırakmaksızın İslâm’ın yasaklamadığı, insan ve
toplumların faydasına olan fiillerin tümünü amel-i sâlih kapsamında ele almak
uygun olacaktır. Buna göre aile hayatı, çalışma hayatı, selâmlaşma, dürüstlük,
insanî ilişkiler, komşuluk vs. birçok gündelik faaliyeti namaz, oruç, hac,
zekâtla birlikte amel-i sâlih olarak görmek durumundayız.
Kur’ân-ı Kerîm, amel-i sâlih kim tarafından yapılırsa yapılsın (mü’min, kâfir)
kötü görmemekle birlikte, onun uzun vadeli (ahirete yönelik) ve anlamlı olmasını
imana bağlamakta ve öylece semereli kılmaktadır.[30]
Bir mü’minin görevi hayatını Allah’a adayarak yaşamasıdır ki, böylece tüm hayatı
ibadete dönüşebilecektir. Bu bağlamda bugün en ibadetle alâkasız iş bile amel-i
sâlih dolayımıyla ibadet olarak dindarlık portremizi tamamlayan bir unsur
olabilecektir. Tam da bu noktada Kur’ân-ı Kerîm’de geçen amel-i sâlih kavramını
dindarlık ekseninde ele alarak konuyu açımlamak istiyoruz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Amel-i Sâlih:
Kur’ân-ı Kerîm’de amel-i sâlih, çok farklı âyetlerde geniş kapsamlı ve hayatın
farklı boyutlarını içine alan bir anlatımın konusudur. Şüphesiz burada amel-i
sâlih kavramının zikredildiği tüm âyetleri ele almamız mümkün olmadığından, bu
başlık altında bazı âyetlere referansla amel-i sâlih kavramının kapsamını
netleştirmeye çalışacağız.
Faizle ilgili bir âyetin ardından “İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve
zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku
yoktur, onlar üzüntü de çekmezler”[31]
âyetinde namaz ve zekât gibi iki önemli ibadete dikkat çekilmektedir. Bilindiği
gibi namaz bedenî, zekât ise malî ibadetlerin başı olduğundan sâlih amellerin de
başında gelmektedir.[32]
Adalet, doğru şahitlik ve isyandan kaçınma başka bir âyette sâlih amele eklenir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin.
Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır. Allah’a
isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir. Allah, iman eden ve
iyi şeyler yapanlara söz vermiştir; onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır.”[33]
Hakka tecavüz etmemek de bir sâlih ameldir: “Dâvûd: And olsun ki, senin
koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur.
Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman
edip de iyi işler yapanlar müstesna...”[34] Bir
başka âyette ise yeryüzünde bozgunculuk ile sâlih amel tezat konsepti içerisinde
ele alınmaktadır: “Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah’tan) korkanları yoldan
çıkanlar gibi mi sayacağız?”[35]
Bir âyette deyiş hâline gelen “karıncayı bile
incitmemek” amel-i sâlihe konu olur: “Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman,
bir karınca: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına
varmadan sizi ezmesin dedi. (Süleyman) Onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi
ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve
hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların
arasına kat.”[36] İş
hayatında dürüstlük ve kalite de Hz. Dâvûd (a.s) üzerinden amel-i sâlihe dâhil
edilmektedir: “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd Hanedanı)
iyi işler yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim diye vahyettik.”[37]
Temiz ve helâlinden rızık elde etmek de bir amel-i sâlihtir: “Sizi huzurumuza
yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. İman edip iyi amelde
bulunanlar müstesna; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar
(cennet) odalarında güven içindedirler.”[38]
Bir başka âyette iman edip sâlih amel
işleyenlerin, halkın en hayırlıları olduğu ifade edilmektedir ki,[39]
ifade toplum içinde toplumun hayrına olan tüm amellere doğru genişlemektedir.
Nitekim Elmalılı M. Hamdi Yazır bu âyetle ilgili şu yorumu yapar: “Güzel amel
işleyenler, sadece namaz ve zekât gibi dinin aslî temellerinden olan amellere
mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek ayrıntılardan, gerek farzlardan, gerek
nafilelerden, gerek ibadetlerden, gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan,
kurtuluşa hizmet eden, hayra yarar bütün iyi ve faydalı amelleri işlemek ve
yasaklardan sakınmak da güzel amel (amel-i sâlih) mânasına dâhildir.”[40]
Bir başka âyette geçen “Bâkiyâtü’s-sâlihât” (ölümsüz olan iyi işler) ifadesi de,[41]
tefsirlerde son tahlilde marifetullah, muhabbetullah ve hizmetullah ile meşgul
olmaya sevk eden ve çağıran her fiil, söz, baki olan sâlih ameller olarak
açıklanmaktadır.[42]
Amel-i sâlihin takva ile olan yakın ilişkisi
dile getirilmelidir. Nitekim bir âyette sâlih amelin takvayı, takvanın da sâlih
ameli beslediği anlaşılmaktadır: “Allah’a itaat edin, Resûle de itaat edin ve
(kötülüklerden) sakının. Eğer yüzçevirirseniz bilin ki Resûlümüzün vazifesi
apaçık duyurmak ve bildirmektir. İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla
sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra hakkıyla sakınıp iman
ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel
yaptıkları taktirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur.”[43]
Böylece amel-i sâlih “daha çok sakınma”nın ve “Allah’a yakınlaşma”nın imkanı
olarak ortaya çıkmaktadır ki takva budur.”[44] Salt
dünyadan faydalanma adına yapılan faaliyetler ya da “sâlih” olmayan ameller
değerli değildir: “Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar,
hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[45]
Amel-i Sâlih Bağlamında Türkiye’deki
Dindarlığın Ana Karakteristikleri:
Şüphesiz Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren kendisini yoğun bir şekilde
hissettiren Batılılaşma süreci, belki en fazla dine ilişkin bir transformasyon
sürecini beraberinde getirmiştir. Böylece gerek din gerekse dindarlıkla ilintili
teorik ve pratik ciddi bir kargaşa ve muğlaklık oluşmuştur. Batılılaşmanın ilk
ima ettiği şey ise, Aydınlanma’nın enstrümanları ile din arasında oluşan
gerilimin farklı toplumsal tabakalardaki yansımasıdır. Dolayısıyla kültürel
kodların bir müddet sonra “anlamlandırma” konusunda yaşadığı sıkıntı, direkt
olarak dine gönderme yapan bir krizi işaretlemiştir.
Tarihî ve toplumsal koşulları içerisinde tanımının içeriği farklılaşan
dindarlık, böylece din anlayışının yaşadığı serüvene paralel bir tartışmanın
konusu olmuştur. Bugün gelinen noktada belirtilmelidir ki, tarikatlardan
cemaatlara, bireyselleşmeden liberalleşmeye kadar bir çok faktörün, dindarlığın
amel-i sâlih bağlamında kapsamını belirlemede önemli rollerinin olduğu
muhakkaktır. Ancak bir üst belirleyici olarak batılılaşma/modernleşme sürecini
her defasında hatırlamak ve altını çizmek gerekmektedir. Biz bu başlık altında,
Türkiye’de farklı karelerde yer alan dindarlık enstantanelerinden örnek resimler
çizerek, buradaki temel problemlere dikkat çekmeye çalışacağız.
Kutsal/profan ayrımına dayanan dindarlık, dini kutsalla özdeşleştiren bir
içerikle tanımlandığından buradaki esas problem hayatın kutsallarını tespit
etmekte düğümlenmektedir. Ancak her halükârda bu kutsalların oldukça sınırlı
olduğu bir gerçektir. Bu açıdan dindarlığın içini besleyen ögeler, daha çok
dinin sembolik açıdan kendisini görünür kıldığı birkaç maddeden ibarettir. Zaman
zaman bu kutsallar, kimi meslek ve mekânlara doğru genişleme istidadı gösterse
de, son tahlilde dindarlık bu maddelere indirgenmektedir (söz gelimi öğretmenlik
kutsaldır, Mevlâna müzesi kutsal bir mekândır gibi). Dolayısıyla din ile
ilintilendirilen kimi tarihî ve toplumsal nesneler de bir şekilde kutsallık
kazanmakta ve bunlar belirli zamanlarda ziyaret edilip el sürülerek dindarlık
pekiştirilmektedir. Nitekim Topkapı Sarayı’nda kutsal emanetler, Hırka-ı Şerîf
Camii’nde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hırkasını ziyaret ve ona el sürme, Sakal-ı
şerîf ziyaretleri, Fatih Sultan Mehmet’in türbesinin bu amaçla ziyareti ya da
Telli Baba vb. şahsiyetleri ziyaret bu türdendir. Tüm bunların gevşek ya da sıkı
olma durumuna rezerv koyarak (yani bunları yapma sıklığı) modern ve geleneksel
dindarlığın bilinçaltını oluşturduğunu söylemek mümkündür. Şimdi bu çerçevede
bazı örnek ve söylemlerden yola çıkarak dindarlık anlayışlarını tahlil etmek
istiyorum.
“Namaz kılmıyorum ancak kalbim çok temizdir” söylemi bunlardan birisidir. Daha
çok modern dindarlık anlayışınca dillendirilen bu söylem, dindarlığı soyut bir
kalp temizliğine bağladığından amel-i sâlihin kapsamıyla ilgili muğlak bir
düşünceye sahiptir. Hatta zaman zaman İslâm’ın temel rükûnlarından olan namaz,
oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin yerine başka iyiliklerin yapılmasının daha
önemli olduğu düşünülmektedir.
Bunun karşılığında ise amel-i sâlihi salt namaz, oruç, hac, zekât ve zikir gibi
birtakım ibadetlere indirgeyenler bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kategorinin
dindarlık anlayışında da amel-i sâlihin kapsamının dar olduğu görülecektir.
İbadet ile insan hayatının çok farklı boyutları birbirinden bağımsızlaştırılarak
ele alındığından, dindarlığın yegâne sınırı bazı ibadetler olarak görülmekte;
söz gelimi, iş hayatında kalite ve ehliyet sahibi olma, dürüstlük, ahlâk, aile
babalığı dindarlığı besleyen birer öge olarak tanımlanmamaktadır. Böylece zaman
zaman namaz kılan ama dürüst olmayan, hacca giden ancak ahlâkı zaafa uğramış,
bol bol zikir yapan ancak işleri kalitesiz insanlar ortaya çıkabilmektedir.
Yaşam biçiminin tamamen dışarıda bırakılarak, dindarlığın kılık kıyafete
indirgendiği bir şekli de yaşadığımız sosyal hayatta gözlemleyebiliyoruz. Bir
kısım insanlar hiçbir şekilde insanların yaşam tarzı ve kılık kıyafetinde
ilkeler olamayacağı düşüncesindeyken, diğer kısmı da ahlâkî yaşam tarzını
dışarıda bırakan salt giyim kuşam üzerinden işletilen bir dindar portresi
çizebilmektedirler.
Bugün gelinen noktada indirgemeci yaklaşım o kadar yaygınlaşmıştır ki, dindarlık
da çok farklı toplumsal tabakalarda bulunulan konum gereğince belirlenmektedir.
Buna bağlı olarak her tabaka birkaç ritüel üzerinde yoğunlaşmakta ve dindarlığın
yegâne portresinin kendisi olduğunu iddia edebilmektedir. Hâlbuki soygunlar,
vurgunlar, fuhuş, hırsızlık, ahlâksızlık vb.nin bu kadar arttığı bir toplumda
hiç kimsenin kâmil bir dindar hayat yaşadığını iddia etmesi mümkün değildir.
Nitekim 17 Ağustos depremi her şeyden önce ahlâkın çöktüğünü net bir biçimde
göstermektedir. Bu durum, dindarlığın yanlış anlaşıldığına dair bir done olarak
ele alınmalıdır.
Bugün yaşanan dindarlığın amel-i sâlih açısından oldukça dar, eksik ve ortaya
çıkan sonuçları itibarıyla çarpık olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Bu
dindarlık anlayışında temel ibadetler bile tam değildir. Onun dışında zikir
sadece tespihle belirlenen sayıda bazı kelimelerin tekrarlanmasına
dönüşebilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’le ilişki salt okumakla sınırlı kalmıştır. Adak
adama, evliya ve tarihî şahsiyetlerin türbelerini ziyaret
ederek onlardan medet umma, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hırkasına dokunma
ve Sakal-ı şerîfi görme, kandil gecelerinde mevlüt dinleme, cenaze, sünnet ve
evlilik merasimlerinde mevlüt okutma, kandil simidi dağıtma gibi birtakım
ögelerle sınırlı bir dindarlık görülmektedir. Bu ritüeller bugün kişinin
dindarlığı için yeterli görülmekte, sosyal hayatı nasıl olursa olsun bunları
yerine getiren insanlara dindar gözüyle bakılmaktadır. Nitekim toplumumuzda
hacca gitmek bu konuda tipik bir örnektir.[46]
Bazen kişinin hayatını nasıl yaşadığı iş hayatının kalitesi, insanî ilişkileri
hiç kontrol edilmeden hacca gitmiş olması, o kişinin statüsü, dindarlığı ve
dürüstlüğü için yegâne kriter yapılabilmektedir. Diğer yandan “hacca gidip
geldikten sonra teraziye dokunmamak gerekir” söylemini irdelediğimizde, insan
hayatının bir başka yönden bölümlenmeye uğradığını görürüz. Öyle ki burada,
dindarlığı kâmil anlamda insan hayatının hac sonrası bölümüne erteleme iması
vardır.
Dindarlıkla ilgili bu yanlışın sosyal hayata yansıyan bazı sonuçlarını da
görmekteyiz. Bu bağlamda Batı’daki kilise dindarlığına benzer biçimde
dindarlığın salt cami ile ilişkiler çerçevesinde belirlendiği bir cami
dindarlığı oluşabilmektedir. Nitekim nakdî yardım yapacak bir kimsenin yardıma
muhtaç insandan ziyade, camiye yardımı dindârane bulması böyledir. Şüphesiz bu
verdiğimiz örneklerle camiye yardım etmeyi ya da hacca gitmeyi dindarlık
bağlamında eleştiriyor değiliz. Camiye yardım etmek, cemaatle namaz için camiye
devam etmek dindarlığın tabi ki önemli bir parçasıdır. Biz burada tek yönlü bir
perspektifi ve amel-i sâlihi indirgeyici görüşleri eleştiriyoruz.
Kısacası Türkiye’de yaşanan dindarlığı gözönüne aldığımızda amel-i sâlihin
sınırlı tanımı dolayısıyla eksik, yanlış ve zaman zaman çarpık bir dindarlık
anlayışı olduğunu görebilmekteyiz. Bunun temel sebeplerinin başında kanaatimizce
hayata bütüncül olarak bakamamak ve sanki hayatın dışında başka bir din ve
dindarlık varmış varsayımından hareket etmek gelmektedir.
Sonuç ya da Dengeli (Vasat) Dindarlık
Buraya kadar anlattıklarımızdan net bir biçimde anlaşılacağı gibi, din-kutsal
özdeşliğiyle şekillenen dindarlık, amel-i sâlih dolayımıyla dindarlığın alanını
daraltmakta; dolayısıyla dindarlık oldukça şekilci bir mahiyet almaktadır. Bu
mantığı kullandığımızda imamlar ve din dersi öğretmenleri yaptıkları iş
gereğince hayatlarının bütününde amel-i sâlih işleme şansına sahip olurlarken,
bir İngilizce öğretmeni ile inşaat mühendisinin yaptığı işin dindarlıkla hiçbir
bağlantısını kurmak mümkün olmayacaktır. Dinsel sembollerin üzerinde görünür
olduğu insanlar salt bu görüntüden dolayı kendinden menkul dindar olarak
vasıflandırılabilecektir. Mevlüt okutmak bir dindarlık faaliyeti olarak
görülürken, Almanca öğrenmek din dışı bir iş olarak algılanacaktır. Şüphesiz bu
örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak belirtilmelidir ki, bu anlayış
devam ettiği müddetçe salt şekilcilik ön plâna çıkacak, kamu ve özel binalar
çürük yapıldığından yıkılacak, eğitim iflas edecek; kısacası insanlığın kalitesi
düşecek, bozuk bir toplum giderek bozuk bir dünya ile başbaşa kalınacaktır. Bu
açıdan dengeli (vasat) bir dindarlığın tanımlanması gerekmektedir. Buradaki
“vasat” kavramını Kur’ân-ı Kerîm’e referansla[47]
“denge”ye içkin bir bağlamda kullandığımı belirtmeliyim.
Dengeli bir dindarlık için öncelikle hayatı bir bütün olarak görmek
gerekmektedir. Buna göre namaz, oruç, hac, zekât gibi farzların yanı sıra
yasakların da önemle dikkate alınması gerekir. Mümkün olduğunca bazı nafile
ibadetlerin yerine getirilmesi de buna eklenmelidir. Bunların dışında iyi bir
anne ve baba olmak, sorumluluklarının bilincine varmak, çevresini temiz tutmak,
hayatı boyunca dürüst olmak, kaliteli iş ve hizmet üretmek vs. tüm bunlar da
dindarlığın ögeleridir. Bu açıdan projesini iyi çizen mimar, malzemeden çalmayan
müteahhit, dersini nasıl en iyi öğreteceğinin gayreti içinde olan öğretmen,
hastasına en iyi hizmeti veren doktor, denizleri kirletmeyen vatandaş, çöpleri
çöp kutusuna atan ve yerlere tükürmeyen insanlar, bunları Allah rızası için
yaptıklarında dindârâne bir davranış göstermektedirler. Tüm bunlar amel-i
sâlihtirler ve insan bunları yapmakla dindarlığın şiddet ve kesafeti daha da
artar.
Buna göre namaz kılmayan ancak kaliteli ve dürüst iş yapan insanların dindarlığı
nasıl yetersiz ve eksikse, namaz kılan fakat hileli iş yapan insanın dindarlığı
da yetersizdir. Dinin şeâirinden olan kimi semboller dindarlık için önemlidir.
Ancak salt dinsel sembolleri, birkaç ritüel ve kıyafete indirgenmiş bir
dindarlığı kâmil bir portre olarak tanımlayamayız. Aslında kâmil bir dindar
portresini Hz. Peygamber’e (s.a.s.) refere ederek çizmek daha anlamlı ve somut
olacaktır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber nafilelere kadar birçok ibadeti yaptığı
gibi zikir de yapmış, yalan söylememiş, dürüst, fedakâr, aile ve toplumsal
ilişkilerinde dengeli davranmış; kısacası hile ve yalan üzerine bir hayat
kurmamıştır. Kimi zaman yapıldığı gibi nafilelere varıncaya kadar hiçbir ibadet
ve iyiliği küçümsemediği gibi, insanların salt namaz ve oruçlarına bakarak
onları değerlendirmemiştir.
Bugün gelinen noktada dindarlığın oldukça daraltılmış bir nitelik kazanması,
giderek toplumsal sorunların ağırlaşmasını sonuçlamaktadır. Hastasından bıçak
parası isteyen doktor, malzemeden çalan müteahhit, bugün git, yarın gel diyen
memur, fahiş fiyatla mal satan ve fırsatçılık yapan tüccar, hileli mal üreten
fabrikatör, dersini vermeyen öğretmen, araştırma yapmayan akademisyen, haksız
hüküm veren hâkim bazı dinî ritülleri yerine getirse de kâmil bir dindar olmayı
haketmediği gibi, namaz kılmayan, temel ibadetleri ve nafileleri küçümseyen,
dinin helâl ve haramlarını dikkate almayan bir kimseye de iş hayatında dürüst
olsa bile dindar diyemeyiz. Buradaki temel sorun dini çok soyut biçimde
algılamaktır. Söz gelimi kimi oturma ve ev ziyaretlerinde sadece tefsir, hadis
gibi “sohbet”ler dinî olarak algılanmakta, meselâ sosyal bilimlerle ilgili bir
tartışma amel-i sâlih olarak görülmemekte ve yararsız addedilmektedir. Bu
durumda akşam “dînî sohbet” yapan, ancak bilgi ile amelleri arasında hiçbir
bağlantı olmadan salt “dînî” vasfıyla bu bilgileri dinlemekle dindar olunacağı
fikrine sahip portreler ortaya çıkmaktadır.
Konuyu Halil Cibran’ın “Nebi” isimli
kitabında anlattığı bir hikâyeyle sonlandırmak istiyorum. Zamanın bilgesi
el-Mustafa ile Orphalese halkı arasında geçen diyalogta insanlar teker teker
soru sorarlar;
el-Mitra: “Bize sevgiden söz et” der ve el-Mustafa cevap verir.
Yine el-Mitra sorar: “Evlilik için ne dersin?” der ve El-Mustafa cevap verir.
Sonra yavrusunu göğsüne bastırmış bir kadın söze karışır: “Bize çocuklardan söz
et.” el-Mustafa çocuklardan söz eder.
Sonra bir zengin söz alır: “Bize vermekten söz et.” el-Mustafa vermekle ilgili
düşüncelerini anlatır.
Sonra han sahibi yaşlı bir adam söz alır ve “bize yemek ve içmekten söz et” der.
el-Mustafa insanın niçin yemek ve içmek zorunda olduğunu anlatır.
Sonra bir çiftçi söz alır: “Bize çalışmaktan söz et” der. el-Mustafa çalışmaktan
söz eder. Birçok kimse sevinç, keder, konut, giyim, alım-satım, özgürlük,
düşünce ve hırs, acı, kendini bilmek, öğretim, dostluk, söz söylemek, zaman, iyi
ve kötü, tapınmak, zevk, güzel sözden sorar. el-Mustafa bunların hepsine
cevaplar verir.
En sonunda yaşlı bir din adamı söz alır ve: “Bize dinden söz et” der. el-Mustafa
Cevap verir; “Bugün ben size dinden başka bir şeyden söz ettim mi ki?” ve şöyle
devam eder; “Kim saatlerini önüne koyup da bu Tanrı için; bu benim için, bu
canım için diyebilir ki?..”[48]
Sonuç olarak bir mü’minin, Allah’a (c.c) iman ettikten sonra hayatın bütününü
ibadet hâline getirmesi mümkündür. Ancak hayatını “ibadet”leştiren bir mü’min,
kâmil anlamda dindar olabilecektir. Hayatı ibadet hâline getirmek ise, sâlih
amellerin kapladığı yerle doğru orantılıdır. Kişi tüm işlerini imanla ve
Allah’ın rızasını kazanmak maksadına binaen yaparsa,
amel-i sâlih, o insanın hayatının bütününü kaplayacaktır. Böylece
dindarlık, birkaç ritüel ve bazı kıyafetlere indirgenmiş olmayacaktır.
[1]
Leszek
Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması (trc. Selahattin Ayaz),
Pınar Yay., İstanbul 1999, s. 100.
[2]
bk. James G.
Frazer, Altın Dal-Dinin ve Folklorun Kökleri (trc. Mehmet H.
Doğan), Payel Yay., 1991, İstanbul I/8-33.
[3]
Mircae Eliade,
Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu (trc. Mehmet Aydın), Kültür
Bakanlığı Yay., Ankara 1990, s. vııı-ıx.
[4]
Ömer
Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yay., İstanbul 1992,
s. 223 ve 295.
[5]
Roland
Robertson, “Din Sosyolojisinin Gelişimi”, Din Sosyolojisi (trc.
Abdullah Topçuoğlu, der: Yasin Aktay-M.Emin Köktaş), 2. baskı, Vadi
Yay., Ankara 1998, s. 220-232.
[6]
Robert
A.Nisbet, The Sociological Tradition, 4. Edition, Heinemann
Educational Books Ltd., London 1976, s. 222-223.
[7]
Geoge Frankl,
Batı Uygarlığı- Ütopya ve Trajedi (trc. Yusuf Kaplan),
Açılımkitap Yay., İstanbul 2003, s.175-176.
[8]
Mircea Eliade,
Kutsal ve Din Dışı (trc. M. Ali Kılıçbay), Gece Yay., Ankara
1991, s. 179-180.
[9]
Emile
Durkheim, Din Hayatının İptidâî Şekilleri (trc. Hüseyin Cahit),
Tanin Matbaası, İstanbul 1924, II/108.
[10]
Peter L.
Berger, Kutsal Şemsiye-Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları
(trc. Ali Coşkun, 2. baskı, Rağbet yay., İstanbul 2000, s. 166.
[11]
Abdurrahman
Arslan, “Sekülerizm; Akleden Kalbin Parçalanışı”, Bilgi ve Hikmet,
sayı 2, İstanbul 1993, s. 11.
[12]
Gordon
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü (trc. Osman Akınhay-Derya Kömürcü),
Bilim ve Sanat Yay., Ankara 1999, s. 645-646.
[13]
T.B.
Bottomore, Toplumbilim-Sorunlarına ve Yazınlarına İlişkin Bir Kılavuz
(trc. Ünsal Oskay), 2. baskı, Beta Yay., İstanbul 1984, s. 262.
[14]
İsmail Hakkı
Baltacıoğlu, Sosyoloji, Sebat Basımevi, İstanbul 1939, s.
106-107.
[15]
Mehmet
Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi-Giriş, Ankara A.Ü.İ.F. Yay., 1961,
s. 49-52.
[16]
Kiliseye bağlı
kişisel dindarlıkla ilgili olarak bk. Thomas Luckmann, “Modern Toplumda
Din ve İnsan”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
sy. 5, İzmir 1989, s. 431-447.
[17]
Marshall G.S.
Hodgson, “Müslüman Bireyin Dindarlığı: Tarihle ve Nefisle
Yüzleşmeler-750-945 Civarı”, İslâm’ın Serüveni-Bir Dünya
Medeniyetinde Bilinç ve Tarih (trc. Metin Karabaşoğlu), İz Yay.,
İstanbul 1995, I, 323.
[18]
Charles
Y.Glock, “Dindarlığın Boyutları Üzerine”, Din Sosyolojisi (trc.
M.Emin Köktaş), s. 254-255.
[19]
T.B.
Bottomore, a.g.e., s. 262
[20]
David Lyon,
“Religion and the Postmodern: Old Problems, New Prospects”,
Postmodernity, Sociology and Religion (ed. Kieron Flanagan-Peter C.
Jupp), St. Martin Press, New York 1996, s. 16.
[21]
Dindarlıkla
ilgili tipoloji ve değerlendirmeler için bk. M.Emin Köktaş,
Türkiye’de Dinî Hayat-İzmir Örneği, İşaret Yay., İstanbul 1993, s.
47-67.
[22]
Mehmet
Taplamacıoğlu, “Yaşlara Göre Dinî Yaşayışın Şiddet ve Kesafeti Üzerinde
Bir Anket Denemesi”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
s. 145.
[23]
M.Hayri
Kırbaşoğlu, “İlmihal Dindarlığının İmkânı Üzerine”, İslâmiyat,
V/4, Ankara 2002, s. 109-124.
[24]
Kurul,
İlmihal-İman ve İbadetler, TDV Yay., İstanbul, ts., I, 219.
[26]
Habil Şentürk,
Psikoloji Açısından Hazreti Peygamberin İbadet Hayatı, Bahar
Yay., İstanbul ts. s. 36.
[27]
Hüseyin
Certel, “Dinî Hayatta İbadetin Yeri ve Önemi”, Dinî Araştırmalar,
II/4, Ankara 1999, s. 212.
[28]
Mevlüt Sarı,
el-Mevârîd, Bahar Yay., İstanbul 1982, s. 1050.
[29]
Râgıp
el-Isfehânî, el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’ân, Kahraman Yay.,
İstanbul 1986, s. 519.
[30]
bk. el-Bakara
2/25, 277; el-Mâide 5/8-9, 91-93; et-Tâhâ 20/81-82; Sebe’ 34/37; Sâd
38/24, 28; Muhammed 47/12; el-Beyyine 98/7; el-Asr 103/1-3.
[32]
İmam Kurtubî,
el-Câmi‘u li ahkâmi’l-Kur’ân (trc. ve notlar ekleyen: M. Beşir
Eryarsoy), Buruc Yay., İstanbul 1997, III/602-603.
[40]
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili (sadeleş. İsmail
Karaçam vd.), Azim Yay., İstanbul ts., s. 239.
[42]
Fahreddin
er-Râzî, Tefsir-i kebîr-Mefâtihu’l-gayb (trc. S. Yıldırım vd.),
Akçağ Yay., Ankara 1990, XVI/191-192; İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı
Kerîm Tefsiri (trc. B. Karlığa-B. Çetiner), Çağrı Yay., İstanbul
1984, IX/4992-4997.
[46]
Daha geniş
bilgi için bk. Mehmet Bayyiğit, Sosyo-Kültürel Yönleriyle Türkiye’de
Hac Olayı, TDV Yay.,
Ankara 1998.
[48]
Halil Cibran,
Nebi (trc. Ömer Rıza Doğrul), Pınar Yay., İstanbul 2001, s.
21-95.
_________________________
Kaynak: Yard.Doç.Dr. Mustafa Tekin, Dindarlık Olgusu Sempozyum Tebliğ ve
Müzakereleri, KURAV Yayınları, s. 49-63
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|