Cariye, özellikle savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye köle yapılmış kadın demek.
Bu nedenle yazıya esir almak, köleleştirmek, cariye yapmak ile ilgili bir girişle başlayalım.
***
“Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir
almak bir peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz,
hâlbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok
bilgedir.” (Enfal; 8/67)
Bu ayet Bedir savaşında ele geçirilen esirlere ne yapılması gerektiği tartışması çıkınca nazil oldu.
Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanına içlerinde kendi amcası Abbas ve amca çocuğu Akil b. Ebi Talip’in de bulunduğu yetmiş esir getirildi. Hz. Ebubekir bunların fidye alınıp serbest bırakılmasını teklif ederken, Hz. Ömer öldürülmelerini, Abdullah ibn Revaha da odunu bol bir ateşte yakılmalarını teklif etti. Hz. Peygamber bu teklifler üzerine duygulanarak Ebubekir’i İbrahim ve İsa’ya, Ömer’i Nuh ve Musa’ya benzeten bir konuşma yaptı ve fidye alınarak serbest bırakılmaları yönünde eğilim gösterdi. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).
Dikkate edilirse ayette fidye almanın kınanıp, Hz. Ömer’in
görüşü doğrultusunda öldürülmeleri gerektiği yolunda bir görüş
belirtilmiyor. Sonuçta esirlerin öldürülmemiş olması, Allah tarafından
da Hz. Ömer’in teklifi doğrultusunda öldürülmesinin istendiği
yorumunu geçersiz kılmaktadır. Bilakis, tartışmaya katılan tarafların
hepsi birden eleştiriliyor ve bu tartışmanın kendisi mahkûm ediliyor. Kur’an, esirlere ne yapılacağı konusunda taraf olmuyor. Ömer’in teklifi doğru Ebubekir’inki yanlış demiyor.
Kuran’ın burada odaklandığı şeyin, kendilerinden çok şey beklediği Bedir’e çıkan bu bir avuç insanın “saf bir yürek temizliği içinde”
olup olmadıkları olduğunu anlıyoruz. Yani asıl ganimet, ele geçirme,
fidye, boyunlarını vurma, ateşte yakma vs. bunlar için tartışıp
durmalarına içerliyor.
Âdeta “Siz bunlar için savaşmadınız, sizin davanız esir, köle,
fidye, ganimet, öldürme, yok etme vs. değil” demeye getiriyor ve demek
istiyor ki: Ölümü göze alarak, yiğitçe ve mertçe giriştiği bir meydan
savaşı sonucu olmadıkça bir peygambere esir almak yakışmaz. Savaşta
yenilen taraf esir düşer; bu savaşın evrensel bir kuralıdır. Fakat
bundan kişisel menfaat temin etmeye kalkmak, insanları köleleştirme
amacı için kullanmak doğru değildir. Zafer sarhoşluğu içinde elinize
esir düşen insanları öldürmeyi veya onları para karşılığı serbest
bırakmayı düşünebiliyorsunuz. Hâlbuki siz saf hürriyet ve adalet savaşçısı olmalısınız. Böyle şeylere tenezzül etmemeniz gerekirdi. Size yakışan budur…
Sonuçta, önceden fidye karşılığı bırakılanların ardından esirlerin
her on kişiye okuma yazma öğretme karşılığı serbest bırakıldığını
görüyoruz. Bilebildiğim kadarıyla dünya tarihinde bu bir ilktir.
***
“Kur’an’ın ruhunu” bu olay vesilesi ile çok iyi kavradığı anlaşılan Hz. Ömer’in sonraki icraatlarının
hep bu yönde olduğunu görüyoruz. O Hz. Ömer ki sonraki savaşlarda esir
alınıp köle pazarlarında satılmak istenen insanları serbest bırakıp
memleketlerine geri göndertmiştir. (bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı”
başlıklı makalemiz).
Hele, Bedir’de ortaya çıkan “Kur’an’ın ruhu”nun, Hz. Ömer’den sonra Hz. Ali’de billurlaşan ifadesini şu olayda daha da net görüyoruz;
Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Suriye’nin fethi sebebiyle sayıları yüz bini
bulan erkekli kadınlı esirler ele geçmişti. Bu kadar insana ne
yapılacağı sorun olunca Hz. Ömer sahabeleri topladı ve onlara
görüşlerini sordu. Yapılan tartışmalar sonucunda hepsi için “idam” kararı çıktı. Fakat bu Hz. Ömer’in içine sinmedi ve kararı kabul etmeyerek, o anda hasta olduğu için toplantıya gelemeyen Hz. Ali’ye haber gönderdi ve görüşünü sordu.
Hz. Ali’nin verdiği cevabı lütfen dikkatle okuyun. “Kur’an’ın ruhu ve vicdanı” derken neyi kastettiğimi mükemmel anlatıyor.
“Ey Ömer! Bunların hepsi Bizans’ın zulmü altında inleyen sefil ve
biçare insanlardır. Artık bunlar bizim halkımızdır. Bunların kolları ve
cesetleri kazanıldı, şimdi de yüreklerinin kazanılmasına sıra geldi.
Görüşüm şudur: Hepsini kayıtsız şartsız serbest bırak! İslam’ın sevgi,
merhamet ve adaleti altında saadetle yaşasınlar. Varsınlar çoluk
çocuklarına kavuşsunlar.” (Filibeli Ahmet Hilmi; İslam Tarihi, shf. 287)
Hz. Ali, Hz. Ömer’in şahsında gelecek nesillerin Müslümanlarına çok esaslı bir mesaj veriyor ve adeta şunu demeye getiriyor: “Biz bu dini niçin kabul ettik, bu din neden var? Et kokmuş, tuz da kokarsa halimiz nice olur. Neden, niçin savaşıyoruz ey Ömer!”
Hz. Ömer bu görüşü büyük bir sevinçle kabul etti. Yüz bin esirin serbest bırakılması için derhal bölge komutanı Ebu Ebeyde b. Cerrah’a emir gönderdi.
O devrin savaşlarında eşi ve benzeri görülmeyen bu alicenap hareket,
o yüz bin esiri, İslam’ın gönüllü savaşçısı haline getirdi. Böylece
İslam, fethettiği o gün için Bizans toprağı olan Suriye’den bir daha
çıkmadı…
“Fetih” açmak demek; gönüller açmak, yürekler fethetmek…
İşgal ise zorla şekillendirmek... Bugün üzerine yan gelip yattığımız
İslam dünyası topraklarının ne ile kazanıldığını sanıyorsunuz? Dünya
Bizans’ın ve Sasani’nin zulmü altında ezilirken, İslam’ın, o günkü
dünya kamuoyunda estirdiği hürriyet ve adalet rüzgarı ile değil mi?
***
Şimdi…
Giriş biraz uzun oldu ama lütfen “kadın köle” demek olan cariye konusunu bu giriş ışığında okuyun.
“Cariye” kelimesi Arapça (CRY) kökünden geliyor. Sözlükte “olmak,
geçmek, koşmak, akmak” demek. Yapmak, yürütmek, uygulamak (icra),
akıcı, akan, geçerli (câri), kız çocuğu, halayık (câriyeh), su üzerinde akan, gemi (câriyetun), askerin günlük yiyeceği (cerâye), rota, alt yapı, kanal, çığır, akım yeri (mecra), akan, dolanan, elektrik akımı (cereyân) kelimeleri bu kökten…
Şu halde cariye, akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın demek.
Kur’an bir eski dünya alışkanlığı olan esir kadınların elden ele dolaşması, alınıp satılması olayına nasıl bakmaktadır?
Evlilik yetmiyormuş gibi, bir de “cariye” adı altında bir takım
kadınlara sahip olunabileceğini, hatta bunun bir sınırının da
olmadığını mı söylemektedir? Dahası bunu Müslümanlara tavsiye mi
etmektedir?
***
Kur’an fekku ragabe (kölelik zincirlerini kırmak, parçalamak) ve tahriru regabe
(kölelere özgürlük, hürriyet) diyerek köleliği kaldırma çağrısı yaptı.
Aşama aşama kaldırma operasyonlarına girişerek köleliğin olmadığı bir
toplum idealini Müslümanların önüne koydu. Bu çağrı o günkü dünyada
muazzam bir rüzgar estirdi. Fakat köleci dünya buna direndi. (Bkz.
“Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz).
Hayatın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, savaşlardan da en çok
zarar gören kadınlar oluyordu. O günkü dünyada savaşta yenilenin,
borcunu ödeyemeyenin kendisi köle karısı veya kızı da cariye olurdu.
Kadınlar alınıp satılır, elden ele dolaştırıldı. Bir cariye pazarına
gidip kurbanlık hayvan seçer gibi kadının dişlerine, etine, boyuna
posuna vs. bakıp satın alarak evinize götürebilirdiniz. (Tayland da
hala bu uygulama devam ediyor. Zengin batılılar parayla kadın ve çocuk
satın alıp evlerine/villalarına götürüyorlar).
Her zaman mağdurun, mazlumun, ezilenin yanında olan ve hatta onların
sesi ve soluğu olarak doğan Kur’an’ın böylesi bir uygulamayı onaylaması
mümkün müdür?
Kur’an’a baktığımızda kadınların çok kötü olan durumlarını
düzeltmeye yönelik ayetlerin geldiğini ve bir dizi reforma giriştiğini
görüyoruz. Kadınlarla ilgili bütün ayetleri bu çerçevede anlamak icab
eder.
Bu nedenle Kur’an’da “cariye” kavramı geçmez.
Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeler”
olarak yorumlayanlar yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına
yorulması hem beyhudedir hem de Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak
manasına gelir. Şu halde bir çok meal ve tefsirde “cariye” olarak
yorumlanan bu kavramı biraz deşelim bakalım ne demekmiş…
MELEKET EYMANUKUM: Harfi harfine “Sağ ellerinizin sahip olduğu”
demektir. Bu deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor; 1- Veli,
şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak 2-
Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak. Yani ister hür ister esir
böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu”
deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu
tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı
Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı
insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer
kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi
temasta bulunmaktan men etmektir. Cenabı-ı Hak bunu “sağ elin sahip olduğu”
ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikah ile
evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında
söz konusudur (Razi).
Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya
serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında
olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez. Yani “cariye”
yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah
kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denilir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.
***
Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü bunlardan ilki Reyhane,
Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile
yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest
bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kıyarak
evlendi. (Belazuri,1, 920).
Mariye ise babası İranlı,
annesi Yunan Mısırlı Hrıstıyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in
İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı
tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da
yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz.
Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi.
“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest
bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır,
sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı
istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2).
Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz
konusu olmazdı. Bu nedenle bir çok müfessirin bunun bir boşama (talak,
zıhar) olup olmadığını tartıştığını görüyoruz. (Razi, Kurtubi, İbn
Kesir, Zemahşeri). Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah sorumluluğu
altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep
ile aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek
erkek evladı olan İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu
açıdan da mümkün değildir.
***
“ Meleket eymanuhum” kavramına dönelim…
Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen bu deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda, örneğin şöyle olmak icab eder;
“Kesin olan şu; müminler kurtulacak!
Onlar namazlarında korku ve titreme içinde olanlardır.
Onlar faydasız boş işlerlerle uğraşmayanlardır.
Onlar karşılıksız arındırıcı harcamada bulunanlardır.
Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir.
Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır.
Yine onlar sözü ve emaneti namus bilenlerdir.
Onlar namazlarını asla ihmal etmeyenlerdir.
İşte onlardır varis olacak olanlar.
İşte onlardır ebedi Firdevs’e varis olanlar…” (Mu’minun; 23/1-11)
Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır”
manasına gelmektedir. Kadın erkek bütün eşleri kapsamaktadır. Çünkü 11
ayetlik yukarıdaki pasajda konu erkek ve kadın bütün müminlerin temel
özelliklerinin sıralanmasıdır. Aradaki “ev” bağlacı seçenek bildiren “veya” değil; açıklama getiren “yani” anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın kendi kendini tefsir ettiğine dikkat ediniz. “Düşünmek veya/yani şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur” (Furkan; 25/62) ayetinde geçtiği gibi.
Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı
nikahsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye”
uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir:
“Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)
Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten
bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah
kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak
bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters.
***
Şöyle bir soru soralım, daha iyi anlaşılsın. Bugün bir savaş olsa ve
Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir
düşse, özellikle kadın olanlarına ne yapmak lazım gelir?
Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak
askerlerin mülküne birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu
rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz. Cariyenin önce hamile
olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece efendisi
dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve
efendisi ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle
evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama geçer ve fakat mülkü
efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı cariyelerde
gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel
ilişkide kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz.
Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların
aşama aşama topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik
hukukudur. En azından Roma veya Sasani kölelik uygulamasından daha
insaflı olduğu kabul edilmelidir.
Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık
bir anlamı kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de
mümkün değildir. Bu konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh,
girişte değindiğimiz Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin ufkunu yakalamaktan
uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini
yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi
niyeti elden bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri
yetmemiştir.
Ancak bugün öyle değil.
Onlardan dahi iyi bir noktadayız ve cesur olmamızı gerektirecek bir çok sebep var.
Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş
esirleri hukuku”dur. Buna göre bugün bir savaş olsa ve Müslümanların
eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce esir düşse şunlar yapılır:
Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet olarak
görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye
yapılamaz. Evli olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye
ailesinden veya eşinden zorla koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa
kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü muamele, angarya,
işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler.
Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar.
Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler.
Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs.
karşılığı üçer beşer serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri
ile evlenmek ve Müslüman toplumda yaşamak isteyen olursa, kendi
rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve mehirleri
tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz
edilip serbest bırakılırlar.
Ya da zamanın Ali’si çıkar, hepsini bir meydana toplar, etkili,
dokunaklı ve gayet centilmen bir hitapla; insanlığa ne getirmek
istediklerini, niçin savaştıklarını, hürriyetin ve adaletin insanlık
açısından önemini, İslam’ın sevgi ve merhamet dini olduğunu,
kendilerini diğer din ve ideolojilerden ayıran farkın ne olduğunu, neye
hizmet için var olduklarını tıpkı Hz. Ömer’e anlattığı gibi anlatır ve
kayıtsız şartsız hepsi yurtlarına, yuvalarına gönderilerek serbest
bırakılırlar.
Kur’an’ın, girişte anlattığımız Bedir esirleri uygulamasında, daha sonraları da Hz. Ali’nin cevabında ifadesini bulan “ruhunu ve vicdanını” esas alan bir fıkıh çağımızda kanaatimce böyle olmak icap eder.
Geçmişte Bizans’ın ve Sasani’nin köleci düzenlerine ve saray
cariyelerine kendini kaptıranlar, ne yazık ki İslam’ın hürriyet ve
adalet iklimini çoraklaştırmış, vicdanını kurutmuş, insanlıkta
estirdiği o muazzam rüzgarı içten kırmış, üstelik bunun farkına
bile varamamışlardır. Zihnini ve ufkunu eski (ihya) çağlarında donduran
bir çoğumuz, hala farkında olmadığı için geçmişin cariye hukukunu
aşamamaktadırlar. Halbuki her çağın fıkhı o çağda üretilir, o çağı
yaşayanlarca üretilir.
Yazanın giriş bölümünü tekrar okuyun; o muazzam rüzgar tekrar oradan esecek, başka yolu yok.
recepihsan@gmail.com
Bu makale