Deli Laz Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 09 nisan 2006 Gönderilenler: 40
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Muhyiddin İbn Arabi Üzerine Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş
İlkel toplumların büyü, sihir, afsunları, Yunan'ın felsefesi, Hint ve Fars'ın mistisizmi ve İslâm'ın bazı unsurlarını bir potada eriterek orjinal bir inanç haline gelen tasavvuf 6. yüzyılda en büyük Üstad’ını da çıkarmakta gecikmez. Bu Muhyiddin îbn Arabi'dir. Onun hayatında ve fikirlerinde kendinden önceki dönemlerin tasavvufunun bütün özelliklerini görmek mümkündür. Ancak kendisi de orjinal unsurlar oluşturmaktan geri kalmamıştır. Bu yönüyle o tasavvufun zirvesi, özeti durumundadır.
İbn Arabi'nin Endülüste başlayıp buranın Hıristiyanlığından ve felsefesinden birşeyler alan, sonra sırasıyla Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır'ın eklektik düşünce ve inancından, Arabistan halkının islâm'ından, Anadolu ve İran şamanizmi, zerdüştlüğü ve maniheizminden, Suriyenin îsmaîliliğinden çok şeyleri alıp oluşturduğu tasavvuf düşüncesi bu zirvenin niteliğini gösterir mahiyettedir. Bütün bu bölgeleri kapsayan seyahatleri son nefesiyle birlikte Şam'da noktalanır. Onun öğretisi farklı bir inanç yapısı olma adayı olan tasavvufun bağımsızlık bildirisi durumundadır. Konuya biraz daha ayrıntılı değinecek olursak onun öğretisi felsefi bir temele sahiptir,
İhvan-ı Safa risaleleri yoluyla İskenderiye ve Empedoklesçi kozmolojiyi, Birunî'nin astronomik ve astrolojik çalışmalarının bazı özelliklerini ve Hermetik doktrinin kozmos anlayışını öğretisine almıştır.
Suhreverdî ye Farslı şair Evnâdüddin ile bizzat karşılaşıp, görüsmüş, onlardan Manî, Zerdüşt dininin ve İşrâkî felsefesinin bazı özelliklerini alıp öğretisine katmıştır.
Ayrıca kelâmcılarla görüşüp konuşmuş, hatta Fahreddin Razî ile mektuplaşmış, böylelikle öğretisine kelâm konularını da dahil etmiştir. İbn Sina felsefesini öğrenmiş ondan akıllar nazariyesini kopye etmiştir.
Bunların yanısıra diğer bazı filozoflardan ve kitaplarından Stoacılara ve Yeni Eflatunculara ait antik dönem düşüncelerini alıp onları da öğretisine katmıştır.(1)
Onun öğretisinde paganist özellikler az da olsa bulunur.
KuzeyAfrika kavimleri vasıtasıyla elde ettiği bu özellikleri geleceğe ait keşif ve haber verme, ayrıca huruf ilmi gibi değişik biçimlerde ortaya koyar.(2) O, öğretisine İslâmî bir renk katmayı da ihmal etmemiştir. Çünkü müslüman toplumunun üyesiydi. Bu itibarla İslâmî özellikler taşıması zorunluydu. 'Kur'an istinâd edilecek en kuvvetli delildir' (3) diyordu ancak buna rağmen Mısır'da idam edilmekten ancak gizlice kaçarak kurtulabilmişti. Zira bu ve benzeri güzel sözleri onun açısından gerçeği yansıtmıyordu.
Kur'an'ı en büyük delil olarak niteleyen İbn Arabî, bir başka zaman da, dinin nasslarının sembolik olduğu, çoğunun gerçekle ilgisinin olmadığı, sadece halkı biraz düzene sokmak için ifade edildiğini söylemekten çekinmiyordu.
O'na göre cehennemdeki azap bile sembolikti. Gerçek olsa bile alışılıp, azabı sona erecek olan bir şeydi.(4)
O, o güne tadar, içinde yaşadığı toplumda pek görülmeyen düşünce ve iddiaları ileri sürer. Bu yönüyle de orjinalliğini hep korur. Bunlarla ilgili olarak önceleri gaybdan sesler aldığı iddiası taşırken, zamanla Hızır'la görüştüğünü ve onunla konuştuğunu iddia etmeye başlar.
İddiaları burada da sona ermez, Peygamberle görüştüğünü ve O'ndan bazı talimatlar aldığını iddia eder.
Daha sonra ise, ALLAH'I RÜYASINDA GÖRDÜĞÜNÜ, O'ndan talimatlar aldığını iddia eder. İlk aldığı talimat ise, Kur'an'da geçen şekliyle Allah'ın peygamberlere ilk hitap ve emir verişi şeklinde olur. İddiasına göre Allah kendisine 'Kullarıma nasihat et' demiştir.
Bu arada Mirac'a da çıkar. (5)
Zaten bu özelliği nedeniyle iddiasına göre yazdığı kitabının beşeri kitaplardan farklı nitelikleri vardır. 'FÜTÛHAT'IN' BEŞERİ DEĞİL İLÂHÎ BİR KİTAP OLDUĞUNU SAVUNUR ve kitabını kendi istek ve iradesiyle değil, Allah'ın iradesi ve isteğiyle yazdığını belirtir. Bu diğer bir ifadeyle kitaplarının vahiy ürünü olduğunun üstü kapalı olmayan bir biçimde ifade eder.(6)
Ancak bütün bunlara rağmen o, peygamber olmadığını böyle bir iddiasının sözkonusu olamayacağını da söyler.(7) Bu ise zorda kaldığı zaman söylemek zorunda kaldığı sözlerine oldukça benzemektedir. Aynen, Fakihlerin toplum için gerekli olduğunu söylemek zorunda kalıp, zordan kurtulunca 'Fakihler bu ümmetin firavunlarıdır' (8) demesi gibidir.
O, iddiaları arasında kendisinin insanların en üstünü olduğu konusuna da yer verir. O'na göre bütün varlıklar sembolik olarak bir daire oluşturur ve bunun başlangıç noktası ilk Akıl'dır. İlk Akıl ile ilişkide olup, bu özelliğiyle zamanının Kutb'u olan kişiler vardır. Bu kutublardan her devirde sadece bir tane bulunur. Buna da İnsan-ı Kâmil denir. İnsan-ı Kâmil'den daha üstün ve mükemmel varlık yoktur. Zira Allah onu kendi suretinde yaratmıştır. O Masivallah'da Allah'ın gölgesidir. İnsan-ı Kamil olan kişi bu yüce makamı belirli çalışma ve gayretlerinin sonucunda elde etmiştir. Dolayısıyla Allah'tan, kendi istek ve arzusu olmadan vahiy alan peygamberler bile isteyerek, gayret sarfederek, kendisini yetiştirerek Allah'tan bilgi alan İnsan-ı Kâmil'den yüce degildir.
İbn Arabî tamamen kendi hayal ürünü bu düşüncelerini dile getirdikten sonra, son ve asıl iddiasını ortaya atar: Kendisi zamanının İnsan-ı Kamilidir. Hatta evliyanın en üstünü ve sonuncusudur. (Hatem'ül Evliya) (9)
O, şartların gereği kitaplarını çoğu zaman sembolik ifadelerle yazmaya özel gayret gösterir. İstenildiği gibi yorumlanabilecek şeyler söylemekten çekinmez. Böylelikle zor durumda kaldığında tevil edip kendisini kurtarmayı planlıyor gibi bir amaç taşısa gerektir. Bu tavrını ise başarılı bir zihin ve ifade cambazlığı ile gerçekleştirir.(10)
İnandırıcılığını artırmak ve düşüncelerini kabul ettirmek için Kur'an ayetlerini istediği gibi tevil edip, işine gelecek şekilde kullanmaktan çekinmez.(11) Eğer durum gerektiriyorsa bazen de kendi söylediklerinin yanlış anlaşıldığını, çünkü herkesin kendisini anlayacak kapasitede olmadığını, bu nedenle herkesin, kendi kitaplarını okumasının uygun olmayacağını, bazılarına kendi kitaplarını okumanın haram olduğunu belirtir.(12)
O, düşüncelerini ifade etmek için her durumdan yararlanmaya çalışır. Bununla ilgili olarak, Mekke'deyken karşılaştığı bir kadından etkilenir ve 'Tercüman'ül Eşvak' (Arzuların tercümanı) isimli kitabını yazar. Bir çok aşk şiiri kaleme alır.(13)
Onun sahip olduğu bu özellikler ve özellikle de İnsan-ı Kamillik, Hatem'ül Evliyalık iddiaları bir çok sûfi için amaç olur. Birçok kişi onun gibi veya ona yakın olabilmek için çalışır, çabalar. Hayatlarının gayesi bu olur. Bunu başarabilmek için de birçok metod ve teknikler geliştirirler.
|
Deli Laz Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 09 nisan 2006 Gönderilenler: 40
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İbn Arabi'nin inançlarının merkezini Vahdeti Vücud ve dinlerin birliği düşüncesi oluşturur. İlk defa nüve şeklinde Hakim-i Tirmizi'de açığa çıkan Vahdet-i Vücud insanı, İbn Arabi'de zirvesine ulaşır. Bu son duruma göre Yaratan ve yaratılan iki varlık vardır. Ancak bu ayrılık sadece isimdedir, Gerçekte bunlar aynı varlıktırlar. Tanrı ile Kainat bütünleşmiş tek varlık halindedir. Bu nedenle Vahdet-i Vücud'cu için görünen, hissedilen alemden başka varlık yoktur. Buna ise Tabiat veya Tanrı demek farketmez. Nasıl olsa iki ayrı isim de aynı şeyi ifade eder.(14)
Ibn Arabi'nin sistemleştirip sunduğu bu inancı daha iyi anlayabilmek için sözkonusu inancın sonraki taraftarlarının ifadelerini de dikkate almak yararlı olur. Varlığın birliğine inananlara göre hulûl düşüncesi çok aptalca bir iddiadır. Zira hululün olabilmesi için iki ayrı varlığın olması gerekir. Halbuki bütün varlık birdir ve bir olan şeyde hulul olmaz, imkansızdır. Bu düşünce mensuplarından en önemli şahsiyet Arifuddin el-Tilemsânî'dir. O, Kur'an'ın tamamıyla şirkle dolu olduğunu iddia edecek kadar Vahdet-i Vücud'cudur. İddiasını şöyle savunur. Kur'an yaratan-yaratılan ayrımı yapmaktadır ki, Bir'den başkasının varlığını kabul şirktir.(15)
'Varlıkta ancak Allah vardır', veya 'Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir.'(16) diyen Ibn Arabî, bu sözleriyle inancını ifade ederken Kur'an ayetlerini de hiçbir kural tanımaz tavırla yorumlamaktan çekinmez. O, Alî İmran suresinin 191. ayeti olan 'Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin' gibi bir ayeti bile şöyle yorumlar: 'Kendisinden başka birşey yaratmamıştır, eğer Hakkın gayrı birşey yaratmışsa o bâtıldır. Belki onları senin isimlerin ve sıfatların ile ortaya koymuştur. Senden gayrı olanları tenzih ederiz.'(17)
Ibn Arabî Vahdet-i Vücud inancını manzum ve nesir türü yazılarında ayrıntılı bir şekilde anlatıp, bu inancı sistemli bir inanç haline getirmeye çalışır. Konuya örnek olması açısından bir şiirinde şöyle der:
Ey varlığı yaratan nefsinde! Sen bütün yaratıklarını cemediyorsun, Yaratıyorsun, oluşu sona erenleri sende Dar da sensin, geniş de...(18)
İbn Arabî'nin öğretisinin ikinci özelliği DİNLERİN BİRLİĞİ inancı ile ilgilidir. Ona göre farklı dinlerin oluşu sadece isimlerin ve şekillerin farklılığındandır. Bundan, bütün dinlerin temelinin vahiy olduğu ancak sonradan ayrılıp değiştikleri gibi İslâm'ın bir esası anlaşılmamalıdır. Çünkü O'nun dinlerin birliği ile kasdettiği Vahdet-i Vücud inancı ile ilgilidir. O'na göre Tanrı ve Kainat bir olduğuna göre (!) Firavun bile Allah’a ibadet etmiştir. Bu nedenle o bile kamil bir mümindir. Zira taptığı şey de varlığın bir parçası (Bir’in bir unsuru) değil midir? Bu nedenle puta tapan bir kişi bile aslında (haşa) Allah’a ibadet etmektedir. Zira o putta Bir’in bir parçasıdır. (19) .
O bu düşünlerini manzum ifadelerle de dile getirir:
Her biçimi kuşatır kalbim: Ceylanlar için otlak ve Hıristiyan rahipler için bir manastırdır o, Ve putlara tapınak, hacılann kâbesi, Tevrat'ın levhaları ve Kur'an'ın sayfalarıdr aynı zamanda, Ben aşk dinine uyarım hangi yolu tutarsa Aşk'ın develeri, işte budur benim dinim ve inancım.(20)
Cüretkâr olmaktan da ziyade; tamamıyla İslâm dışı bu inançlarına rağmen bir İslam velisi olarak tanınan İbn Arabî'nin elbetteki karşıtları olmuştur. Genellikle İslâm öncesi inançlarını devam ettiren halk ve sufîler tarafından büyük destek kazanan İbn Arabî, İslam Uleması tarafından eleştirilmiş, inançlarının İslâm dışılığı ve gerçek mahiyeti olduğu gibi ortaya konmuştur.(21)
Ancak İslâm dışı inanç ve yaşantılarına meşruluk örtüsü kazandırmak isteyenler, İbn Arabî'nin felsefî düşüncelerine sığınıp varlıklarını devam ettirmişlerdir. Çünkü muhaliflerine rağmen halkın geneli tarafından olumlu tavırla karşılanmıştır onun bütün inanç ve özellikleri. Böyle olunca Sultanlar bile onun 'Velî'liğini tescil etmek zorunda kalmışlar böylelikle halk desteğini sağlama veya devam ettirmek arzusu taşımışlardır. Halkı bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek mümkün olamamıştır. Zira keramet veya hikmet inançları altında İbn Arabi'yi inanç, düşünce ve bakış açılarında yücelttikçe yüceltmişler 'Biz bu kıt aklımızla onu eleştiremeyiz' inancına sahip bir halde, bulundukları durumu devam ettirip. eleştirilere kulak asmamışlardır. Böylelikle o 'Kıt akıllarıyla' yanlışın takipçisi ve savunucusu fonksiyonunu üstlenmişlerdir.
Sonuç itibariyle Vahiy İslâmı ne derse desin, bâtiniliği kesin olan ve İslâm dışı özellikler temel karakteri olan İbn Arabî tarihin ve insanın ürünü olan Kültür İslâmının bünyesinde yerini almıştır. Kültür İslâmı'nın kendine yol ve ölçü kabul edenler için keilerine bağlanılması ve uyulması gereken en önemli kişi kabul edilmiştir.
Kur'an veya Sünnet ne demiştir, bu insanlar için hiç önemli değildir. Önemli olan İbn Arabî veya benzerlerinin ne dediğidir. Onlar varken Kuran ve Sünneti düşünmek kimin haddine (!) .
(1) Üç Müslüman Bilge,S. Hüseyin Nasr, S. 113,114,172; El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411 (2) Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı, Ali Mazeherî, S. 204 (3) Fütuhat, 2/A-58. (4) ‚Cehennem ehli, her ne kadar ateşte kalırsa da onların yanmalarından maksat haklarındaki gazap ve elemi kaldırmak içindir ki bu da Rıza’dır.’ (Füsûs ul Hikem, Muhyiddin İbn Arabi, S. 324, Çev: Nuri Gençosman, MEB. Yayınları.) (5) Fütuhat, 2/A-53, 69, 70-78, 79-84, 85, 92, 93-98, 99, 105-112, 119, 2/B-350-352; Üç Müslüman Bilge, S. 119. (6) Fütuhat, 2/B-455; İşarî Tefsir Okulu, Süleyman Ateş, S. 169. (7) Fütuhat, 2/A-113-118. (8) Fütuhat, 2/A-ll. (9) Fütuhat, 2/B- S. 404, 438 441, 462; Fusûs, S. 37-41; İslâm Felsefesi, Ord. Prof. Hilmi Zira Ülken, S. 248; Uç Müslüman Bilge, S. 124; İşarî Tefsir Okulu, S. 287, 288.
'Allah, insan-ı kamil'in dış suretini âlem'in hakikatleriyle suretinden, bâtınî çehresini de kendi sureti üzere inşa kıldı... Bu ilim, ancak Peygamberlerin ve Velîlerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resullerden görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Hazret-i Muhammed'in ışığıyla görürler. Velîlerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) son Veli’nin kandilinden müşahede ederler, hattâ Peygamber, o ilmi ne zaman müşahede etseler ancak Hatemi Velayet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resüllük ve Nebi'lik yani şeriat kurmak keyfiyeti sona ermiştir. Velîlik ise asla nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda Velîlerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya ışığından alırlar... Âdem çağından son Nebî'ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de nebilerden hiçbir ferd yoktur ki ilmini sonuncu Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in ışığından almış olmasın. Çünkü O hakikati ile mevcuttur ve bu da peygamberin 'Adem henüz su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim' mealindeki sözü ile sabittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebî olmuşlardır. Keza Velîlerin sonuncusu Hâtem-i Evliya da böylece Velî iken Âdem su ile toprak arasında idi... (Fusûs, 23, 37, 40, 41) , Ben Hâtem'ül Evliya Muhammed (İbnü'l-Arabî) 'yim.' (Fütuhat, 2/B-462) 'Gazalî açıkça şunu ifâde etmektedir: 'Velîlik rütbesinin, nübüvvet rütbesinden daha yüce olduğunu kim iddia ederse, onu öldürmek bence yüz kâfiri öldürmekten daha sevimli bir iştir. Çünkü onun dine vereceği zarar daha büyüktür.' (İbn Teymiye Külliyatı, 4. cild S.162)
(10) İslam Tasavvufunun Meseleleri, Prof. Dr. Erol Güngör, S. 95. (11) Felsefenin Tekniği, Prof. Dr. Nihat Keklik, S. 63, 64. (12) Üç Müslüman Bilge, S. 131. (13) İslam, Prof. Dr. Fazlurrahman, S. 184, 185. (14) Fütuhat, 2/B-405; Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İsmail Kara, 2/297-301; Türk Edebiyatı Tarihi, Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, S. 122;
Hak’tan başka varlıklar, yahut alem adıyla anılan şey Hakk’a nisbetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca Masiva yani Allah'tan başka olan varlıklar Allah'ın gölgesidir. Bu (temsil) varlığın âleme nisbet edilmesinin aynıdır.' (Fusûs, S. 139)
(15) Tilemsani’ye göre bu varlık aleminde hiç bir şekilde başka ve ayrı bir şey yoktur; kainat sadece Cenab-ı Hakk’ın sözleri ve kısımlarıdır; deniz içerisinde dalgaların, bina içerisinde odaların durumu neyse, aynen böyledir.(İbn Teymiye Külliyatı, 2. Cilt, S. 189) (16) Fütuhat, 2/B-405. (17) Cerrahoğlu, 2/9. (18) Mezhepler Tarihi, Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, S. 558. (19) 100 Soruda Tasavvuf, Abdulbaki Gölpınarlı, S. 89: Üç Müslüman Bilge, S. 129, 130; Teymiye, 2/181.
'Şu halde ilim sahibi kimse kime ibadet edildiğini, Allah'ın hangi suretlerde zahir olduğu için kendisine ibadet olunduğunu bilir ve anlar ki, şu çokluk ve ayrılık maddî suretlerde âza ve ruhanî mefhumlarda ruhî kuvvetler gibidir... MUSA İŞİ HARUN'DAN DAHA İYİ BİLİYORDU. ÇÜNKÜ O, ALLAH'IN MUHAKKAK KENDİSİNDEN BAŞKALARINA KULLUK EDİLMEMESİNİ EMRETMİŞ OLDUĞUNU KAVMİ ARASINDA BUZAĞIYA TAPANLARIN NEYE İBADET ETTİKLERİNİ VE OLAN HER ŞEYİN ANCAK ALLAH’IN KAZA VE TAKDİRİYLE MEYDANA GELDİĞİNİ BİLDİĞİ İÇİN KARDEŞİ HARUN'A HİTAB ETMESİ HARUN'UN BU HAKİKATİ İNKÂRINDAN VE BUZAĞIYA TAPMA KEYFİYETİNİ KAVRAYAMAMASINDAN İLERİ GELMİŞTİ. Çünkü arif, Hakk’ı herşeyde gören, belki Hakk’ı herşeyin aynı bilen kimsedir...(Fususu’l Hikem, M. İbn Arabi, S. 62, 382)
Firavun’un mü’min olduğu iddiası için bkz: (Fusus, S. 422-36) .
(20) Üç Müslüman Bilge, S. 131 (21) İslam Düşüncesinin Yapısı, Süleyman Uludağ, S. 164: 100 Soruda Tasavvuf, A. Gölpınarlı, S. 88.
|