Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
TESBİH
iktibas.info’dan alıntıdır
‘Tesbih’ kavramı, Allah’ın
yüceliğine şahitlik etmek gibi bir konumdan ne yazık ki, namazların ardından
duyarsız bir şekilde ağızdan çıkan ‘s’ sesinin güdümünde parmak uçlarıyla
taneleri aralanan 99’luk bir boncuk dizisine isim olmak gibi bir "kavram
içini boşaltma" belasına maruz kalmıştır. Bununla beraber, ‘tesbih’in bir
kavram olarak önemini yitirdiğini, anlamını kaybettiğini söylemek mümkün
değildir. Çünkü Kur’an, bütün kavramlarının olduğu gibi, tesbih’in de kıyamete
kadar canlılığını sürdürmesinin garantisidir.
Tesbih kelimesinin kökü ‘se-be-ha’
fiilidir. Se-be-ha sözlükte yüzmek, uzaklaşmak, yıldız hızlı hareket etmek, bir
topluluğun yeryüzünde yayılıp hakim olması, suyun yayılıp kaplaması gibi
anlamlara gelmektedir. ‘es-Sebhu’ suda ve havada hızlı yayılışı ifade eder.
Mecazen yıldızların uzaydaki hareketleri için kullanılır: "ve kullün fi
felekin yesbehûn" (Hepsi bir yörüngede akıp/yüzüp gitmektedir) (21/Enbiya,
33; 36/Yasin, 40). Atların hızlı koşması ‘sebh’ (sebhan) fiili ile ifade
edilir. İşlerdeki süratli koşuşturma için de aynı kelime kullanılır:
"Senin için gündüz uzunca bir koşuşturma vardır." (73/Müzzemmil, 7).
‘Se-be-ha’ fiilinden türeyen
tesbih, Allahu Teala’yı tenzih etmektir. Söz, fiil ve niyet olarak ibadetlerin
geneli için kullanılır. (Rağıb). Kelimenin kök anlamı göz önüne alındığında,
Allah’ı iman ve amelle tenzih edişte sürekliliği, sağa sola sapmamayı ve
tezliği ifade ettiği düşünülebilir. Elmalılı Hamdi Yazır, ‘tesbih’i,
"Allah Teala’yı Cenabı akdesine layık olmayan şaibelerden gerek itikaden,
gerek kavlen ve gerek kalben tenzih etmek ve uzak tutmaktır" diye
tanımlamaktadır.
Kur’an’da tesbih konusunun
işlendiği ayetlerde, insandan ziyade, insan dışındaki diğer mevcudatın Allah’ı
tesbih ettiği teması ağırlıklı olarak işlenmektedir. Kur’an’ın haber verdiğine
göre, alemdeki bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler. Şimdi bu konu üzerinde
biraz detaylı durmamız gerekmektedir.
Kur’an’ın bazı ayetlerinde,
göklerde, yeryüzünde ve her ikisi arasında bulunan şeylerin tamamının Allah’ı
tesbih ettiği bildirilmektedir. Bunlardan, hemen hemen noktasına virgülüne
kadar birbirinin aynısı olan, sadece birinde (57/Hadid, 1) ‘el-Arz’
kelimesinden önce bir ‘mâ’ mevsul edatının eksik olduğu üç ayette şöyle
denmektedir:
"Göklerde ve yerde olan her
şey Allah’ı tesbih etmektedir." (57/Hadid, 1; 59/Haşr, 1; 61/Saf, 1).
Bu ayetler ilgili surelerin ilk
ayetleridir, yani sure bu girişle başlamaktadır. Bu üç ayette ‘sebbeha’, yani
‘se-be-ha’ fiilinin tef’ıl babından ve mazi sîgası kullanılmıştır. Bu durumda
ayetler zahiren, "…her şey Allah’ı tesbih etti" diye tercüme edilmek
durumundadır. Fakat arapçada ve Kur’an’da bu şekilde, geçmiş zaman (mazi)
kipiyle şimdiki ve geniş zaman ve hatta bazen de gelecek zaman anlamının
kastedildiği yerler bulunmaktadır. Meallerde de genellikle bu ayetler
"…tesbih ederler" diye tercüme edilmektedir. Bununla beraber,
‘yüsebbihu’nun (tesbih ederler) yerini alacaksa, neden öyle denmedi de
‘sebbeha’ dendi, diye sorulabilir. Elbette bu soru haksız değildir ve ‘sebbeha’
mazi fiilinin kullanılması şöyle bir inceliğe binaen olmalıdır: Gökler ve
yeryüzünde olan her şey, ilk varlık alanına çıkışı itibariyle Allah’ı tesbih
ettiler, yani varlık alanına gelirlerken Allah’ı tesbih ettiler, onların var
kılınmaları, Allah’ın varlığına, yüceliğine şehadettir. Fakat bu varlıkların
tesbihi elbette ilk başlangıçtakiyle kalmadı. İlk günden bugüne kadar bu süreç
devam etti, kıyamete kadar da devam edecektir.
Bunun bir örneği, evrenin
yaratılışından bahseden Fussilet suresinin ilk ayetlerinde bulunmaktadır. Buna
göre, Allah, duman halinde bulunan göğe yönelerek, göğe ve arza şöyle
emrediyor: "isteyerek veya istemeyerek gelin!" Her ikisinin cevabı,
"İsteyerek geldik!" oluyor. (41/Fussilet, 11). Bu ayet, kâinâtın
yaratılışının ilk başlangıcına ve Allah’a olan itaatine işaret etmektedir.
Fakat göklerin ve yerin Allah’ın emrine "isteyerek geldik" demiş
olmaları bir kere olmuş bitmiş bir iş değildir, bu teslimiyet o günden bugüne
süregelmekte olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Diğer bazı ayetlerde ise muzari
sigasıyla (geniş zaman) göklerin,
yerin ve her ikisi arasındakilerin Allah’ı tesbih ettikleri haber
verilmektedir:
"O, Allah’dır. Yaratıcı,
yoktan var edici, şekil verendir. Bütün güzel isimler O’na aittir. Göklerde ve
yerde bulunan her şey O’nu tesbih eder. O azîzdir, hikmet sahibidir."
(yüsebbihu lehû mâ fis-semâvâti vel ard) (59/Haşr, 24).
"Göklerde ve yerde olanların
hepsi melik, kuddûs, azîz ve hikmet sahibi Allah’ı tesbih ederler."
(yüsebbihu lillahi mâ fis-semâvâti ve mâ fil ard…) (62/Cuma, 1).
"Göklerde ve yerde olan her
şey Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd de O’na aittir. Ve O her şeye
kâdirdir." (yüsebbihu lillahi mâ fis-semâvâti ve mâ fil ard…) (64/Teğabün,
1).
"Görmez misin; göklerde ve
yerde bulunan her şey ve dizi dizi kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Her biri
kendi duasını ve kendi tesbihini bilmiştir. Allah onların yaptıklarını tam
olarak bilmektedir." (yüsebbihu lehû men fis-semâvâti vel ardı vet’tayru…)
(24/Nur, 41).
"Gök gürültüsü Allah’ı tesbih
eder. Melekler de O’nun korkusundan (tesbih ederler)." (ve
yüsebbihu’r-ra’du bi-hamdihi vel melaiketu min hıîfetih) (13/Ra’d, 13).
"Yedi gök, yeryüzü ve orada
bulunanların tamamı Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbihi etmeyen
hiçbir şey yoktur. Lakin şu var ki, siz onların tesbihini anlamazsınız. O, çok
yumuşak ve bağışlayıcıdır." (tüsebbihu lehû’s-semâvatu’s-seb’u…) (17/İsra,
44).
Bu ayetlerin tamamında ‘tesbih’
kavramı muzari fiili ile ifade edildiği için, "Allah’ı tesbih
ederler" şeklinde geniş zaman kipiyle çevrilmeye elverişlidir.
Buraya kadar yazdığımız
ayetlerden, ihtilafsız, kesin olarak anlaşılan şudur: İster mazi (geçmiş) , ister muzari (geniş) sigasıyla bildirilmiş olsun,
göklerde, yeryüzünde ve her ikisi arasında bulunan şeylerin tamamı Allah’ı
tesbih etmektedirler. Bu tesbihin mahiyetini müzakere etmeden önce, gökler ve
yer (semâvat ve arz) ve ‘her ikisi arasındakiler’in neye tekabül ettiğine açıklık
getirmek gerekmektedir.
‘Semâvât’ kelimesi ‘semâ’nın
çoğuludur ve gökler demektir. ‘Gök’ ve ‘gökler’ kelimesi ilk bakışta, oldukça
yalın, basit bir gerçekliğe işaret eder görünmektedir. Tecrübi olarak bütün
insanlar göğü bilirler. Görme özrü bulunanların dışında, gözlerini göklere
dikmemiş hiçbir insan tasavvur edilemez. Fakat ‘gökler’in delalet ettiği
derinlikli anlam bu kadar basit değildir. Çünkü bu kelimeyle, kafamızı
çevirdiğimiz zaman gördüğümüz, üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın tavanı gibi
duran ‘gök kubbemiz’den daha geniş bir alan kastedilmektedir.
Kur’an’ın indiği dönemin uzay ve
kâinât bilgisi gereğince Kur’an ‘gökler’ demiştir. Fakat ‘gökyüzü’ dendiği
zaman, nerde başlayıp nerde bittiği bilinmeyen, uçsuz bucaksız bir uzay akla
gelmektedir. Bu uzay, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri ve galaksi
kümelerini içermektedir. Astronomi bilgisinin oldukça sınırlı olduğu miladi 7.
yüzyıl insanları açısından ‘gökler ve yeryüzü’, üzerinde yaşadığımız bu dünya
ile onun göğünü temsil etmektedir. Halbuki ‘gökler’, bütün uzay ve içindeki
yıldızları ve gezegenleri, yani kâinâtı kapsayan bir terimdir. ‘Arz’ ise,
üzerinde yaşadığımız dünyadır. Dikkat edilirse ‘gökler ve yeryüzü’ derken sanki
ikisi birbiriyle benzer çapta iki alandan bahsediliyor intibaı uyanmaktadır.
Oysa arz, yani dünya, uzaya kıyasla, dağa oranla bir nokta gibidir. Bu iki
terimin bu şekilde kullanımı, Kur’an’ın indiği dönemdeki toplumun ‘dünya’,
‘uzay’, zaman ve mekan algısıyla yakından alakalıdır. Uzay hakkında
derinlemesine bilgisi olmayan toplum için, sanki kâinât, üzerinde yaşadığı
dünya, gökyüzü ve güneş, ay gibi bazı gezegenlerden ibarettir. İşin aslı,
‘semâvât’ terimi, diğer yıldızlar ve gezegenlerin yanı sıra zorunlu olarak
‘dünya’yı da içerir.
‘el-Ard’ (arz: elif harfi ile;
ayın harfi ile arz başka kelime olur) terimi, ‘semâ’nın mukabili olarak
kullanılır. Aslında Arapça’da bir şeyin en yüksek noktasına ‘semâ’, en alt
tarafına da ‘arz’ denmektedir. Kur’an’da ‘arz’ kelimesi ile yeryüzü, yani dünya
kastedilmektedir.
Yukarıdaki ayetlerde "göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey"in
Allah’ı tesbih ettiği belirtilmektedir. Bu ayetlerde o kadar genelleyici bir
ifade kullanılmıştır ki, göklerde, yeryüzünde ve her ikisinde bulunan her şey,
yani bütün varlık Allah’ı tesbih edenler zümresine dahil edilmiştir. Buna göre,
kâinâtta Allah’ı zikretmeyen hiçbir şey kalmamaktadır. Var olan her şey O’nu
tesbih etmektedir.
İşte Kur’an’ın bu hükümleri,
materyalist ve pozitivist felsefenin aksine, ‘cansız madde’ olarak
adlandırılan, insan, hayvan ve bitki dışındaki varlık kategorisine büyük bir
anlam yüklemektedir. Vahyin eğiticiliğinden nasibini almamış zihinlere göre
sıradan cansız madde olan tabiat ve evren, Kur’an mü’minleri nazarında, Allah’ı
tesbih eden bir ‘kul’ statüsüne yükseltilmiştir.
Peki, kâinâttaki bütün varlıklar
Allah’ı nasıl tesbih etmektedirler? Tesbihin mahiyeti nedir? Kâinâtın tesbihi,
insanın Allah’ı tesbih etmesi gibi bir şey midir? İkisi aynı mı, gayrı mıdır?
Bu tesbihi biz insanların da bilip anlaması mümkün müdür?
Öncelikle, insanın dışında kalan
ister hayvan, ister bitki, ister diğer varlıklar ve isterse uzayın
derinliklerinde yer alan diğer yıldızlar ve içlerinde bulunan bilmediğimiz şeyler
olsun, bunların Allah’ı tesbihi, biz insanların ‘sübhanellah’ sözüyle tesbih
etmemize benzetilemez. Çünkü ‘sübhanellah’ demek, sözdür ve harflerle konuşmak
insana özgü bir eylemdir. Fakat ‘konuşma’nın tek biçimi, bizimki gibi sesle ve
harflerle olan değildir. İnsan için nasıl bir de ‘beden dili’ varsa, eşyanın ve
hayvanların da kendilerine has mesaj dili vardır. Bu gerçeğe rağmen, nedense
insan haricindeki varlıkların tesbihi, aynen insan gibi, sesle ve sözle tesbih
olarak anlaşılmak istenmektedir. Halbuki, dilimizle ‘sübhanellah’ demek,
tesbihin biçimlerinden biridir ve biz insana mahsustur. Söz söylemenin,
konuşmanın, yazı yazmanın da biz insana mahsus olması gibi… Şüphesiz insanın
tesbihi, yani Allah’ı tenzih etmesi ve O’nu yüceltmesi sadece sözlü olandan
ibaret değildir. Bu böyle olduğu gibi, diğer varlıkların tesbihi de harflerle,
kelimelerle olmak zorunda değildir.
İnsanın dışında, örneğin hayvan ve
bitkinin veya suyun Allah’ı tesbih etmesini şöyle tasavvur edebiliriz: Bu
varlıklar, Allah’ın yaratılıştan verdiği özelliklerle, kendilerine yüklenen
görevleri hakkıyla yerine getirmektedirler. Fussilet suresinde anlatılan da
budur. Bu varlıkların, adeta yaratılıştan kodlandıkları fiil ve davranışları
hakkıyla işlemeleri, kendilerinden beklenen rolü mükemmel şekilde yerine
getirmeleri, varlık ummanında kendilerinden isteneni eksiksiz biçimde ifa
etmeleri, kendilerini yaratan Allah’ın varlığına tanıklık etmekte, O’na en iyi
biçimde şehadet etmektedirler. Kâinâttaki bu düzgün, mükemmel işleyiş, Mülk
suresinde (3-4. ayetler) anlatıldığı gibi, evrendeki kusursuz, düzen, nizam ve
intizam; ses, renk, koku, görüntü ve müzikal ahenk hep Allah’ı işaret
etmektedir. Var olan bütün bu ‘şeyler’ Allah’ın varlığını, kudretini, azametini
haykırmaktadırlar. Her ne kadar ‘haykırmakta’ diyorsak da, bu, lafın gelişidir.
Onların haykırışı, sesle ve harfle değil, kendilerine mahsus hal diliyledir.
İşte bundan dolayı Kur’an bunlara
âfaktaki ayetler demektedir. Vahyi oluşturan kelamın dışındaki varlıklar ‘kevnî
ayetler’dir. Yani oluşu gösteren işaretler, belgeler ve kanıtlardır. İşte bu
ayetleri iyi okuyabilen insanlar, ‘ala kulli şey’in kadîr’ Allah’ı bilip
anlamakta hiçbir güçlük çekmezler. Bilakis bu ayetleri tefekkür ettikleri için
imanları artar, yerleri ve gökleri Allah’ın boş yere (batıl olarak)
yaratmadığını idrak ettikleri için (3/Al-i İmran, 190-191) kalpleri titrer.
(8/Enfal, 2; 22/Hac, 35).
Varlık aleminde, Allah’a isyan
eden, Allah’ın emirlerinden dışarı çıkan, Allah’a rağmen kendi başına buyruk iş
yapan, kısacası Allah’ın varlığına, birliğine ve O’nun kudretine delalet
etmeyen hiçbir varlık yoktur. Bitki, hayvan ve tabiat deyince aklımıza gelen
‘şey’lerden bir tane bile böyle bir varlık bulmamız mümkün değildir. İşte
varlık alemindeki bu mükemmelliği iyi okuyan insanlar, her şeyin O’na işaret
ettiğini anlamaktadırlar. Böylece Allah tesbih edilmiş olmaktadır. Sanırım bal
arısı, anlatmak istediğimizin en iyi örneğidir. Allah’ın kendisine yaratılıştan
öğrettiği bal yapmayı, peteğiyle birlikte mükemmel şekilde işleyen bu küçücük
böcekler, Allah’ın yüce kudretine nasıl da delalet etmektedirler! Sadece arıya
dikkatle bakan insanlar, başka hiçbir şeyi düşünmeseler bile, gökleri, yeri ve
her ikisi arasındaki her şeyi, gücü sonsuz olan bir Allah’ın yarattığını
anlamakta zorlanmazlar.
Kur’an, göklerde kanat çırparak
uçan kuşların da Allah’ı tesbih ediyor oluşlarına dikkat çekmektedir. Yüzeysel
bir düşünce, kuşların tesbihini mutlaka ses olarak -en azından ötmelerini buna
yorarak- algılamak isteyebilir. Oysa kuşların göklerde uçuşu bir mucizedir ve
zaten Kur’an da buna dikkat çekmektedir. Fakat, hayata gözlerini açtığında
kendini böyle bir ortamda bulan insan, duyularının aşina oluşu nedeniyle bu
mucizeyi, ‘anmaya değer’ bulmamaktadır. Şu halde, kuşlara bakan mütefekkir
(düşünen) insan, Allah’ın yüceliğini idrak etmekte, Allah’ı nâkısalardan tenzih
etmektedir.
Kur’an’ın bu alanda söylediği çok
mühim bir şey var. Kur’an’a göre, kâinâttaki her şey Allah’ı tesbih etmektedir;
Allah’ı, hamd ederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur ve fakat biz onların
tesbihlerini anlamayız:
"Yedi gök, yeryüzü ve
bunlarda bulunan herkes (her şey) O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur, ne var ki, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O
çok yumuşak ve af edicidir." (17/İsra, 44).
Bu ayet, buraya kadar yer
verdiğimiz diğer ayetlerle çelişmekte midir? Onlarca ayet, varlıkların Allah’ı
tesbih ettiğini söylerken bu ayet "siz onların tesbihini
anlamazsınız" kaydıyla, bir anda bütün bir kurguyu allak bullak mı
etmektedir? Hayır, bizce böyle değil.
"Onların tesbihlerini anlamazsınız" sözünü gerçek anlamından ziyade,
bir dikkat çekme, dikkat çekilen hadisenin ancak ince bir nazarla
kavranabileceğine işaret olarak algılamak daha doğru olur kanaatindeyiz.
‘Fe-kı-he’ fiili iyice anlamak, idrak etmek, kavramak anlamına gelir. ‘Lâ
tefqahûne’ sözü, literal olarak "siz onların tesbihini anlamazsınız"
demektir. Bizce bunu, "siz insanlar, eşyanın/varlığın bu tesbihini asla
bilmez ve anlamazsınız" şeklinde anlamak hata olur. Bu tıpkı,
münafıklardan bahsederken, Peygamberimize hitaben, "onları sen bilmezsin,
onları biz biliriz" (9/Tevbe, 101) sözüne benzemektedir. Bu söz aslında
(daha önce nifak kavramında işlediğimiz gibi), Peygamber (a.s)ın münafıkları
bilmediği anlamına gelmemektedir. Çünkü münafıkların bütün özellikleri
Kur’an’da sayılmakta, savaşlara önce katılıp sonra ayrılmaktalar, mescid-i
dırar ile kendilerini ortaya koymaktalar, Peygamber’in hanımına iftira
atmaktalar, Peygamber’in, Kur’an’ın, İslam’ın ve Müslümanların aleyhinde daima
nifak hareketlerine girişmektedirler. Şu halde, münafıkları kastederek,
"sen onları bilmezsin" demek, aslında onları bildirmenin bir yolu
olsa gerektir. Bunu böyle ifade etmenin, münafıklara da kinayeli bir göndermesi
olsa gerektir.
Bunun gibi, bütün kâinâtın Allah’ı
tesbih ettiği, fakat onların tesbihini bizim anlamayacağımızı söylemek, edebi
bir anlatım ve dikkat çekmeye matuf bir sanatsal ifadedir. Bunun anlamı şu
olmalıdır: Biz insanlar belki diğer varlıkların tesbihini bizim gibi sesle,
sözle, harflerle ve kelimelerle olacakmış gibi düşünmeye meyilliyiz. Halbuki
tabiata yüzümüzü çevirdiğimiz vakit, ‘sessizlik sesi ile’, hal diliyle konuşan
bir alem görmekteyiz. Aslında insan da her zaman mesajını kelamla iletmez;
insan beden diliyle de ‘konuşur’. İşte insan, tabiata baktığında ondan sözler
işitmez. Fakat tabiatın lisan-ı halini okumasını bilirse oradan çok büyük
mesajlar çıkartır. Tabiatın mesajı, herkes tarafından algılanır değildir. Çünkü
‘herkes’ tabiata, mesajını algılamak amacıyla bakıyor değildir. Söz konusu
mesaj, tefekkürle, ta’akkul ile, tedebbür ve tezekkürle anlaşılır. İşte bu
şekilde kâinâta bakanlar, kâinâtın, Allah’ı nasıl da tenzih eden işaretlerle
dopdolu olduğunu, nasıl da zamanın, mekanın, oluşun biteviye Allah’ı tesbih
ettiğini anlayacaktır. Bunu anlamak için, mü’min gözüyle, basiretle, ibret
gözüyle bakmak gerekmektedir. Materyalist biri için evren mekanik bir düzen
iken, mü’min için evren, kevnî ayetler yumağıdır; Allah’ın hikmetlerinin
denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, denizin tükenmesi pahasına,
yazmakla bitmeyeceği amaçlı bir âlemdir, ilahî bir mekteptir. Yaratılışın her
an yinelendiği bir akıştır adeta.
Kâinâtın tesbihi, sanki ilahi sır
perdesi altında işlemektedir. Fakat o perde hiç kalın değildir. Yeter ki
insanlar akıllarını kullansınlar ve tefekkür etsinler. Akleden ve tefekkür eden
insanlar, o perdeyi aralamakta, varlıkların Allah’ı tesbih ve zikir edişini
görebilmektedirler.
Kâinâtın yaratılışı, gece ile
gündüzün düzenli işleyişi, yani zamanın ve mekanın mükemmel işleyişi akıl
sahipleri için birer ayettir. İşte mü’minler, ister ayakta iken, ister
otururken ve isterse yatarken Allah’ı zikrederler, bunların boş yere, iş olsun
diye (batıl yere) yaratılmadığını düşünerek Allah’ı tesbih ederler. (3/Al-i
İmran, 190-191). Bu da, varlıkların tesbihini insanın anlayacağına dair bir
ipucudur.
Kâinâtın Allah’ı tesbihi, ‘secde’
kavramıyla da işaret edilmiştir. Bir başka deyişle, ‘tesbih’le ‘secde’
kavramları arasında büyük bir ilgi ve alaka vardır. Göklerde ve yerde
bulunanlar, isteyerek ya da istemeyerek Allah’a secde etmektedirler. (13/Ra’d,
15). Rağıb İsfehani, kâinâtın tesbihini siz anlamazsınız ayetiyle, Ra’d/15
ayeti arasında bağıntı kurmaktadır. Bu ayet aynen Fussilet suresinin 12.
ayetini çağrıştırmaktadır. Fakat önemli olan burada, secde kavramının tesbih
kavramıyla hemen hemen aynı anlamda kullanılmış olmasıdır. Bu ayette, tesbih
ayetlerinin aksine, "gökler ve yeryüzü" değil de, "göklerde ve
yeryüzünde bulunanlar"ın Allah’a secde ettikleri haber verilmektedir.
Kâinâttaki varlıkların Allah’a secde etmesi, söz konusu varlık aleminde mutlak
manada Allah’ın egemenliğinin geçerli olması demektir. Varlık, Allah’ın koyduğu
yasalara harfiyen bağlıdır. Herhangi bir itaatsizlik söz konusu değildir.
Kur’an, yukarıdan beri konu
edindiğimiz, kâinâtın tesbihini genel olarak anmasının dışında bir de, mesela
dağların (21/Enbiya, 79; 38/Sa’d, 18), şimşek ve meleklerin (13/Ra’d, 13)
Allah’ı tesbih ettiğine değinir. Meleklerin Rablerini tesbih etmeleri, üzerinde
fazlaca durulan bir husustur. Daha Adem’in yaratılmasını ilk işittiklerinde
melekler Allah’a, O’nu sürekli hamd ile tesbih ve takdis ettiklerini
söyleyerek, Allah’ı tesbih etmeyecek bir varlığı ne diye yarattığı sorusunu yöneltmişlerdi.
(2/Bakara, 30).
Allah, insan diye bir varlık
yaratacağından melekleri haberdar ettiğinde meleklerin O’na müteveccihen:
"Biz seni, hamd ederek tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat
çıkartacak, orada kan dökecek bir varlığı mı yaratacak (halife
kılacak)sın?" (2/Bakara, 30) demeleri, konumuz açısından çok manidardır.
Zira melekler, kendileri Allah’ı tesbih (ve takdis) ettiklerini söylüyorlar,
ama insanın tesbih ediciliğinden bahsetmiyorlar. Bu da, insanın yaratılış
itibariyle tesbih etmeye de, tekfir etmeye de meyilli bir varlık olduğuna
delalet etmektedir. Herhalde buna binaendir ki, Kur’an, kâinâttaki her şeyin
Allah’ı tesbih ettiğini kaydedip, bu konuda varlıklara bir ‘emir’ vermekten
bahsetmezken, insana "Rabbini tesbih et!" mealinde emir verir.
"O’nu hamd ile tesbih et" (25/Furkan, 58); "Rabbine hamd ederek
sabah ve akşam tesbih et" (40/Mü’min, 55); "Rabbini hamd ederek
tesbih et" (110/Nasr, 3); "Yüce Rabbi’nin ismini tesbih et!"
(56/Vakıa, 74, 96; 69/Hakka, 52; 87/A’lâ, 1) gibi. Çünkü insan, kendisine yol
gösterilmesi gereken bir kuldur. Allah ona ne yapacağını vahiyle öğretmiştir.
Rabbani terbiyeyi almazsa insan, Rabbini tesbih etmeyi bilemez. Oysa diğer
varlıklar, hiç kibirlenmeden, bıkıp usanmadan Rablerini tesbih etmektedirler.
(21/Enbiya, 19-20). İnsan aynı zamanda müstekbir ve Rabbi’ne karşı müstağni bir
varlıktır; melekler ise hiç yüksünmeden gece gündüz mütemadiyen Allah’ı tesbih
ederler. (41/Fussilet, 38).
İnsanın mü’min olanı, Allah’ın
ikazı (tezkir) kendisine fayda veren ve bu ikaz sonucunda Rabbine hamd eden ve
O’nu tesbih eden varlıktır. Allah’ın öğüt vermesi karşısında mü’minler
büyüklenmezler, istikbar etmezler, hadlerini bilirler ve hatta huşû ile secdeye
kapanırlar. (32/Secde, 15). Secde etmek Allah’ı tesbih etmenin önemli bir
biçimidir. Secdede insan, ubudiyetin en uç noktasına ulaşmakta, büyük bir makam
karşısında yüzünü yerlere sürmekle, insan benliğini gurur ve kibirden
arındırmanın (tezkiye) en ileri boyutunu yaşamaktadır. Dolayısıyla, Allah’a
secde etmeden O’nu tesbih etmek asla kamil olmayacağı gibi, Allah’ı her haliyle
tesbih etmeyenlerin de secde etmeleri bir değer ifade etmeyecektir. Secde
bilinçli olmaz da, sadece şekilde kalınırsa, sıradan bir geleneğin tatbiki
olur, tesbih değeri olmaz. Secde ile biçimsel olarak Allah tesbih edilirken,
yaşamın başka alanlarında tekfir ve teşrik edilmemelidir.
Namaz, mü’minlerin Rablerini her
türlü kemal dışı sıfatlardan tenzih edişlerini ifade eden dua ve sözcüklerle
doludur. Her namazın başında sübhaneke duası okunur ki, Allah’ı tenzih ederek
başlamaktadır. Rüku’da ve secdede "büyük/yüce olan Rabbim yücedir"
cümleleri tekrar edilmektedir. Namazların sonunda okunan ayetel kürsi (2/Bakara,
255), Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih etmekte, en mükemmel bir söz dizimiyle
O’nu tesbih etmektedir.
Allah’ın tesbih edilmesi, O’nun,
hiçbir eksik sıfat taşımadığının, her şeye gücü yeten, yoktan var eden, hiçbir
varlığa benzemeyen, eşi ve benzeri olmayan bir İlah olduğunun kabulü ve
ikrarıdır. Bu şuura eren insanlar, sözle ‘sübhanellah’ diyebilecekleri gibi,
mesela secde ederek de Allah’ı tesbih etmiş olurlar. Allah’dan başka hiçbir
ilah olmadığını ve hiçbir zaman, ilah olduğu ileri sürülen paçavralara tapmayacağını
söylemek gibi, bizzat bu esas doğrultusunda bir hayat yaşamak da Allah’ı
tesbihtir, yani O’nu tenzih etmek ve tazim etmektir. Allah’ı tesbih hem kaville
hem de fiille olmalıdır.
Namaz gibi kısmen kişisel
ibadetlerin dışında, mesela dinin tebliği de, Allah’ı tesbih etmenin önemli bir
alanıdır. Risalet görevi bir anlamda Allah’ı tesbih etmektir. (20/Taha, 33).
Dolayısıyla Rasuller en iyi tesbih edicilerdir. Çünkü risalet sabır ve salatla
tahammül etmek ister. İslam’ın tebliğcilerine ilahi tavsiye, sabretmek
(40/Mü’min, 55; 52/Tur, 48) ve Allah’ı tesbih etmektir. Tebliğci, şikayet
yerine, Rabbini tesbih edecek, O’nun yardımını talep edecektir. Muhammed
(a.s)a, kavminin kendisini, göğsünü daraltacak kadar yalanlamasına karşı, adeta
yapılabilecek tek şey olarak, Rabbine hamd ederek O’nu tesbih etmesi, secde
edenlerden olması ve kendisine ‘yakîn’ gelinceye kadar Rabbi’ne ibadet etmesi
emredilmiştir. (15/Hıcr, 98-99). Benzer şekilde, müşriklerin sataşmalarına
karşı, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbine hamd ederek tesbih
etmesi, gecenin ve gündüzün belli aralıklarında Allah’ı tesbih etmesi (namaz)
emredilmektedir. (21/Enbiya, 130; 50/Kaf, 39-40; 52/Tur, 49; 76/İnsan, 26)
Belki böylece Allah’ın rızasını kazanabilecektir. (21/Enbiya, 130). Muhammed’in
bir şahid, müjdeci ve uyarıcı elçi olarak gönderilmesi de, mü’minlerin sabah ve
akşam Allah’ı tesbih etmelerini hatırlatmak içindir. (48/Fetih, 8-9).
Yunus Peygamber, tesbih kavramı
bağlamında bizim için öğretici bir örnektir. O, nübüvvet görevini hitama
erdirmeden bırakıp gitmiş, fakat Allah’ın verdiği bazı belalarla imtihan
edilmişti. Hatasını anlayan Yunus, Allah’ı tenzih etmiş (‘sübhanellah’) ve
kendi nefsine zulmettiğini itiraf ederek Allah’dan af dilemişti. (21/Enbiya,
87). Yunus’u balığın karnından kurtaran, onun Allah’ı tesbih etmesidir. Böyle
yapmasaydı kıyamete kadar onun karnında kalması mukadderdi. (37/Saffat, 143).
Ne ticaret, ne de alış-veriş, yani
dünya meşgalesi mü’minleri Allah’ı zikretmekten, O’nu tesbih etmekten, O’na
tapmaktan, O’nun yolunda gitmekten alıkoymaz. (24/Nur, 36-37). Kur’an’da üç
kardeşe ait bahçe meseli, Allah’ı tesbih etmeyen, adeta Allah’dan (Allah’ın
‘verin’ dediği yerden) mal kaçırmaya çalışırken suçüstü yakalanan ve
cezalandırılan kimselerin ibretlik öyküsü olarak anlatılır. (68/Kalem, 28).
Dolayısıyla, Allah’ı tesbih etmek, sahip olduğumuz zenginlikleri muhtaçlarla
paylaşmayı gerektirir.
Mü’minlerin Allah’ı tesbih
etmeleri, Allah’dan başka veliler edinmemelerini, O’na şerikler koşmamalarını
gerektirir. (25/Furkan, 18). Zira Allah’ı bırakıp da, bir faydası da, zararı da
dokunmayacak olan putlara tapınmak, onları Allah katında şefaatçiler olur
zannetmek, Allah’ın hiç bilmediği bir şeyi O’na öğretmek anlamına gelir.
(10/Yunus, 18). Oysa Allah böyle bir kusurdan münezzehtir. İnsanların kendileri
gibi etten kemikten yaratılmış ermiş, evliya, din büyüğü, aziz adı altındaki
kimseleri Allah katında sözü geçer, şefaat edebilir ‘büyük zatlar’ olarak kabul
etmeleri, Allah’a şirk koşmak demektir. Halbuki Allah çocuk edinmediği gibi,
şefaatçi de edinmemiştir. Böyle bir iddia, Allah’a büyük bir iftira olur. Allah
böyle ortak koşmalardan yücedir, münezzehtir ve beridir. (10/Yunus, 18; benzer
bir ayet: 34/Sebe, 41). Mü’minler cennette de Allah’ı tesbih/tenzih ederler,
hayır duaları selamdır ve sözlerini alemlerin Rabbi Allah’a hamd ederek
bitirirler. (10/Yunus, 10).
Tesbih kavramını belki de en iyi
anlatan Kur’an sözü şudur: "Allah onların ortak koştuklarından
münezzehtir" (sübhanellahi amma yuşrikûn). Bu söz birbirinden küçük farklılıklarla
birçok ayette tekrar edilmektedir. (6/En’am, 100; 9/Tevbe, 31; 16/Nahl, 1;
17/İsra, 43; 23/Mü’minun, 91; 28/Kasas, 68; 30/Rum, 40; 37/Saffat, 159, 180;
43/Zuhruf, 82; 52/Tur, 43; 59/Haşr, 23 v.b.). "Allah onların
yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir" (Sübhanellahi amma yesıfûn)
(21/Enbiya, 22); "Allah onların ortak koşmalarından yücedir" (ve
tealâ amma yuşrikûn) (39/Zümer, 67) gibi ayetler, Allah’ı hakkıyla tenzih
edemeyen müşriklerin şirkine atıf yapmakta ve şirke karşı bizi uyarmaktadır.
Müşriklerin yaptığı, Allah’a
beyinsizce ortaklar koşmak O’nu hakkıyla takdir edememektir. (39/Zümer, 67).
İşte Allah’ı, gerçek sıfatlarıyla anmak, O’nu, olduğu gibi, gerçek şekilde,
sıfatlarını yok saymadan veya inkar etmeden, hatta Allah’ı cisim gibi düşünmekten
(tecsim) veya yaratılmışlara benzetmekten (teşbih) kaçınmak, hulûl ve ittihad
gibi sapık fikirlerden Allah’ı tenzih etmek gerçek tesbihtir. Bu sıfatların
hiçbiri O’na yakıştırılamaz. Suyun su olmadığını, mesela taş olduğunu iddia
etmek ne kadar haksız, gerçeğe aykırı bir iddia ise, Allah’ı şeriklerle anmak
da en az o kadar gerçeğe aykırı bir anmadır ve tam bir zulümdür. Mü’minlerin
akidesi şudur: "Alemlerin Rabbi Allah münezzehtir (sübhandır)"
(27/Neml, 8). Her şeyin melekutünü (mülkiyetini) elinde bulunduran Allah
elbette her türlü eksiklikten, acizlikten, zayıflıktan münezzehtir. (36/Yasin,
83). Yerin bitirdiği bütün çiftleri, insanın kendi nefsinde ve insanların
bilmedikleri şeyleri yaratan (36/Yasin, 36); bineceğimiz gemileri ve hayvanları
var eden, onları bizim hizmetimize amade kılan (43/Zuhruf, 12-13) Allah nasıl
tenzih edilmez ki!
Allah, bütün kemal sıfatların
sahibidir. Bütün güzel isimler O’nundur. (59/Haşr, 24). Belki de ‘şeylerin’
Allah’ı tesbih etmesi (59/Haşr, 24), her bir isminin tecellisi kabilindendir. Müşrikler Allah’ın çocuk edindiğini ileri sürüyorlar. Allah’a cinleri ortak
koşuyorlar, oğullar ve kızlar isnad ediyorlar. (6/En’am, 100; 10/Yunus, 68;
16/Nahl, 57; 37/Saffat, 158; 21/Enbiya, 26). Hristiyanlar İsa’yı, Yahudiler
Üzeyir’i Allah’ın dışında rabler kabul ediyorlar. (9/31). Halbuki diyor Kur’an,
yerlerde ve göklerde bulunanların hepsi zaten Allah’ındır, her şey O’na boyun
eğmiştir, böyleyken O, neden bir çocuğa ihtiyaç duysun? (2/Bakara, 116;
10/Yunus, 68). Çocuk ihtiyacı duymak, canlılık zaafları olan varlıklara
özgüdür. Allah ise aşkındır; "bir çocuğu olmaktan münezzehtir"
(4/Nisa, 171). İşte bu, Allah’ı tesbih etmektir. İsa (a.s) kavminin kendisini
ve annesini ilah edinmeleri nedeniyle Allah’ın kendisine soracağı haber verilen
soruya, Allah’ı tenzih ederek ve hakkı olmayan bir sözü söylemenin kendisine
yakışmayacağını belirterek cevap vermiştir. (5/Maide, 116).
Musa Peygamber ise, Allah’ı görmek
istemiş, fakat görememişti. Baygınlıktan sonra ayılınca, "Seni tenzih
ederim, sana tevbe ettim ve ben mü’minlerin ilkiyim" diyerek tevbe
etmişti. (7/A’raf, 143).
‘Subhân’ kelimesi mastar olmasına
rağmen, Kur’an’da kullanıldığı yerlerde, "Allah sübhandır"
(münezzehtir) anlamını ifade etmektedir. (12/Yusuf, 108; 17/İsra, 1, 93, 108).
‘Sübhanenallah’ sözü, Allah’ı kötü sıfatlardan teberri etmeyi, kötü sıfatları
O’na yakıştırmamayı, O’nu tenzih etmeyi ifade eder. Ancak bazen de taaccüb (şaşkınlık) ifade etmek için
‘sübhanellah’ denebilir. Mesela, İsra suresinin 93. ayetinde böyle anlam
vardır. Müşriklerin Peygamber (a.s)dan istedikleri olağanüstü talepleri
karşısında Rasulullah, "Sübhanellah" sözünden sonra, "ben beşer
bir elçiden başka bir şey miyim ki?!" diyerek taaccüp etmiştir. (17/İsra,
93).
Günümüzde her kavramın ve her
konunun allak bullak olduğu gibi tesbih kavramı da bundan payına düşeni
almıştır. Ne yazık ki, tesbih kelimesini ağzında en fazla terennüm edenler,
Allah’ı en çok tesbih değil, en fazla teşrik edenler olabilmektedir.
Biçimsel/görsel olarak tesbih dualarını dilinden düşürmeyen, hatta tesbih
namazları kılan pek çok kimse, içinde bulunduğu şirk bataklığından haberdar
olmadığı için, Allah’a koştuğu şeriklerden hiç birini terk etmeyenler
olabilmektedir. Dolayısıyla, insanlar dinlerini Kur’an’dan öğrenmedikçe gerçek
manada tesbih ediciler olmayacaklardır.
http://www.iktibas.info/dergi/2004/ekim/kavram.htm
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|