Allah’ın
 (c.c.) varlığı ve yokluğu konusu,  içerisinde bulunduğumuz çağda ortaya
 çıkmış yeni bir tartışmadır. İnsanlık daha  önceki çağlarda Allah’ın 
(c.c.) varlığı konusunda hiç bir kuşkuya kapılmamıştır.
 
             
 İnsan Allah’ın (c.c.) varlığı  konusunda nasıl herhangi bir kuşkuya 
düşebilir ki?.. Bunu aklı başında olan bir  insanın anlaması gerçekten 
çok zordur. Nedense bu konuda başkalarının da benden  farklı 
düşüneceklerini sanmıyorum. Çünkü öncelikle insanın kendi varlığı;  
vücudu, her bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır.
 
Farz
 edelim ki, bir gün insanlar çeşitli  gezegenlere de yolculuk yapmaya 
başladılar. Tıpkı bir şehre gider gibi uzayın  çeşitli gezegenlerine 
toplu geziler düzenlemektedirler. İşte böyle bir gezinti  sırasında yeni
 keşfedilen bir gezegende bir insan heykeline rastlanır. Bu  heykelin 
bütün dış organları tıpkı canlı bir insanınki gibidir. Ama tüm  
aramalara ve araştırmalara rağmen bu gezegende o heykeli yapacak canlı 
bir  varlığa tesadüf edilmez. Bu durumda buna tanık olan insanlar, 
heykelin varlığı  ve yaratıcısı konusunda ne düşüneceklerdir? İçlerinden
 bir filozof kalkıp da  ilgili heykelin oluşumunu gezegendeki ısı 
değişimi, rüzgar, akar su gibi doğa  güçlerinin bir kaya bloğunu 
biçimlendirmesiyle izah etmeye kalkarsa yada tek bir  atomun diğer atom 
ve elementlerle türlü koşullarda ve çeşitli uygun tesadüflerin  
birleşmesiyle ve kaynaşmasıyla meydana geldiğini iddia ederse buna 
elbette  herkes gülecektir. Bir doğa gücü olan ısı değişimi, rüzgar ve 
akar su gibi  öğeler gerçi kaya bloğunu parçalayabilirler. Çeşitli 
biçimlere sokabilirler. Kum  ve toprağa da dönüştürebilirler. Ama bu 
doğa güçleri, ona bir insan heykeli  görünümü veremez. Bunun gibi tek 
bir atomun diğer atom ve elementlerle tesadüfen  birleşmesi ve 
kaynaşması ile böyle güzel bir sanat eserinin meydana  gelebileceğine de
 kimse ihtimal vermez. Herkes bilir ki, bunu ancak hayal kuran,  
tasarlayan, ölçüp biçebilen, bu konuda eğitim almış, eli maharetli bir  
heykeltıraş yapabilir. Gerçek budur. İlgili heykelin kendiliğinden 
meydana  geldiğini düşünmek büyük bir saflıktır, aldanıştır.  Basit bir 
heykel için durum  böyle iken içerisinde yaşadığımız dünyada en mükemmel
 tarzda yaratılmış, vücudu,  organları yaşam için en ideal tarzda 
biçimlendirilmiş bir insanın varlığını ve  yaratılışını nasıl tek 
hücreli bir canlıyla ve onun doğa güçleri ve tesadüfler  ile 
evrimleşmesiyle izah edebiliriz? Kaya bloğundan yapılmış basit bir 
heykel  parçasına bile bir heykeltıraş aranırken capcanlı; ruh, nefis ve
 irade sahibi  bir insan için bir yaratıcı düşünülmemesi ondan daha 
büyük bir saflık,  aldanışlık olmaz mı?
 
              Bu 
gerçekliğe karşın bir kısım  insanlar, düşünürler çağımızda Ateizm’i bir
 inanç biçimi olarak görmekteler. Ben  nedense hiçbir Ateist’in mutlak 
anlamda yaşamının tüm anlarında Ateizm’i  savunmasını olanaksız 
görmekteyim. Bir Ateist arkadaşlarına Allah’ın (c.c.)  olmadığını iddia 
edebilir, bu konuda onlarla tartışabilir de. Yalnız başı derde  
girdiğinde veya kötü anlarında ilk anımsayacağı Allah (Celle Celâluhu) 
olur;  kalbinde O’ndan yardım umar. İnternette rastladığım şu kısa öykü 
bu durumu çok  güzel bir şekilde örneklemesi bakımdan ilginçtir:
 
“Henüz
 yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin  meşhur kaplıcasına 
gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım  kıvrım 
yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç 
 aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine 
kurulduk. Bir  süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle 
sergilendiği dağ  yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton 
nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl,  capcanlı çamların arasında 
arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır  tırmanıyorduk. Allah'tan 
ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı  yerleri iki 
arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hatta bazı virajlarda, kamyonet  
tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. 
Nihayet  zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze 
çıkmıştı. Biraz sonra  da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu 
manzaranın ve dolayısıyla da  yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, 
temiz dağ serinliğini doyasıya  ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme 
enteresan bir şey ilişti. Hayret  içindeydim, bir daha baktım, bir daha,
 bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi  alamadım:
 - Aman Allah’ım, çama bakınız! Sipsivri bir  kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok!
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan  yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
 - Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle  ağaçlar...
 -
 Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine  bakınız! Koskocaman bir kayanın 
zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim  çam ağacını yaratmış...
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun  kudretiyle ne ilişkisi var?
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o  en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?
- Hiç kimse evlat... Niçin illa da biri yaratmış  olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir.
- Ama Allah, o çamı orada yaratıp  yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?
-Mesela
 şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam  tohumu ile uçarken, tam bu 
kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen  tohum da kayanın 
bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar.  Sonra da
 kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir.
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün  bunları yapıp yaratan yok mu?
- Yok tabii... Yaratıcı diye bir şeye inanmak,  bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben  size bu konuda birçok misal söyleyebilirim.
Bu
 şekilde devam eden konuşmamız hemen  münakaşaya döndü ve tabii 
seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi  yükseltiyordum. 
Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya  
katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu 
yaşlıca  adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkar etmiyordu. Ama bir an 
önce de münakaşayı  bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı. Bu sırada 
araba yavaş yavaş hızlanmaya  başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda
 ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine  kadar tekerleklerden fırlayıp 
giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an  sessizlikle herkes birbirine
 bakışırken, şoför başını uzatıp:
-Fren patladı! dedi.
Sağ 
yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir  bayırdı. Bu yokuşun sonunda 
Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları  görünüyordu. Sol 
taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç  saniyelik 
şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı.  Kimisi
 şehadet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye  
bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını 
söyleyen  yaşlı zat da, adeta kendinden geçmiş:
 -Allah’ım!.. deyip duruyordu.
Ama
 bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün  şaşkınlığımız ve 
hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra  kenara 
yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?
- Hani fren patlamıştı?
- Ödümüz patladı!
- Şaka mıydı yoksa?..
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim  biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-E,
 sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye?  Biraz önce yoktur dedin, 
sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla  “Allah!..” diye 
bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?
Sonra da bize dönerek:
-Kusura
 bakmayın, fren miren patlamadı. Ben  münakaşanızı duyunca, şu adama bir
 ders vermek istedim, diyerek tekrar  direksiyona geçti.
Araba 
yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin  sesleri vardı. Herkes susmuş; 
yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere  dalmıştı... Kaplıcaya 
gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
-Oğlum, 
senden özür dilerim; bunca yıldır  inanmadığımı sandığım Allah'a meğer 
ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu  öğrenmeme sebep oldun. 
Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın  farkına 
varacak imkanı sağladın, dedi.”
 
İnsanın Allah’ın (c.c.) 
varlığını inkar  edememesinin nedeni manevi yapısından kaynaklanır. 
Nefis yaratılışında toprakla  ilişkili olduğu ve toprak da yoktan 
yaratıldığı için Allah’ın (c.c.) varlığını  inkar edebilir. Çünkü nefis 
küfür üzere bulunur. Nefsin hidayete ulaşması, kolay  kolay 
gerçekleşmez. Allah’ı (c.c.) el-Hakîm güzel ismi ile tanıyıp kabul 
etmesi  ile gerçekleşir. Bu durum da nefsi uzman bir insanın (insan-ı 
kamil) kontrolünde  uzun bir eğitim ve ıslah sürecinden geçirmekle 
mümkün olur. Nefis genellikle  kendi dışında başka bir ilaha boyun eğmek
 istemez. Allah’a (c.c.) kul olmaktansa  pek çok ilaha kul olmayı 
yeğler. Ama insan sadece nefisten meydana  gelmemektedir. İnsanın 
Allah’tan (c.c.) bir ilahi soluk olan ruh yönü de  bulunmaktadır. Ruhun 
Allah’ı (c.c.) inkar etmesine olanak yoktur. Onun için bir  Ateist her 
ne kadar diliyle, Allah (c.c.) yoktur, diye iddiada bulunsa da  içinden 
bir şeyler de bu sözüne karşı çıkacak ve ona katılmayacaktır. İşte cılız
  da olsa böyle bir itiraz sesi ruha aittir. Her insanın ruhunda 
Allah’ın (c.c.)  varlığı ve birliğine dair bir hatıranın saklandığı 
Kuran-ı Kerim’de  işlenmektedir. Gerçi hiç kimse geçmişinde, yani Allah 
(c.c.) katında  yaratılmadan önce bir ruh iken böyle bir sahne 
yaşadığını anımsamamaktadır. Ama  demek ki bu anlatılan şey bizim 
ruhumuzda bilinçdışı olarak veya kromozomlardaki  bilgiler cinsinden 
kaydedilmiştir. Belki de Ateist’in Allah’ı (c.c.) inkar  ettiğinde 
içinde ona itiraz eden cılız ses de bundan kaynaklanmaktadır:  
“Rabb’inin Adem oğullarından söz aldığını da düşünün: Rabb’in onların  
bellerinden zürriyetlerini almış ve onların Kendi hakkındaki 
şahitliklerini  isteyerek ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ buyurunca 
onlar da ‘Elbette!’ diye  kabul etmişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan 
haberimiz yoktu.’ veya ‘Ne yapalım,  daha önce babalarımız Allah’a şirk 
koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir  nesil idik, şimdi o batılı
 başlatanlar nedeniyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi  bahaneler ileri 
sürmeyesiniz diye Allah bu sözü sizden aldı (A’raf suresi, ayet  
172-173).”
 
Çağımızda Ateizm’in ilahi dinler 
açısından büyük  bir tehlike oluşturduğunu sanmıyorum. Çünkü böyle bilim
 ve mantık dışı bir  düşünceye çok az kişi inanıyor, üstelik onların da 
bu inançlarında içten  olmadıklarını düşünüyorum. Benim önemli gördüğüm 
sorun, Müslümanların büyük bir  kısmının Allah’a (c.c.) iman etmekle, 
özellikle O’nu yaratıcı olarak kabul  etmekle dinsel sorumluluklardan 
kurtulduklarını düşünmeleridir. Allah’ın (c.c.)  yasaklarına ve 
ibadetlere gereken önemi vermemeleridir. Yani Allah’a (c.c.)  Teist veya
 Deist türü bir inançla iman etmeyi yeterli görmeleridir.
 
Kuşkusuz
 farz ibadetler dışındakiler (yani  nafileler) gizli yapılır. Bunlar 
adeta kişi ile Allah (c.c.) arasında bir  sırdır. Ama farz ibadetleri 
yapmamak Allah’ın (c.c.) emrine karşı gelmek  olduğundan büyük 
günahlardandır. Bunlar da genellikle toplu halde ve topluluk  içinde 
icra edilirler. Bu son derece açık ve tartışmasız dini bir bilgidir ve  
bunu herkes de bilmektedir. Hadis-i şeriflerde cemaatle kılınan namazın 
bireysel  olarak kılınanına göre 25 (bir diğer rivayette 27) derece daha
 faziletli olduğu  belirtilir. Ayrıca pek çok hadisi-i şerif cemaate 
devam etmeyi ısrarla emreder.  Durum bu olmasına rağmen çoğu camilere 
vakit namazı için devam edenler,  mahallelerindeki yetişkin erkek 
nüfusuna göre yüzde bir bile değildir.  Müslümanların önemli bir 
kısmının nefislerine ve şeytana uyarak, ayrıca Allah’ın  (c.c.) bütün 
günahları affetmesi ihtimaline güvenerek bile bile ibadetleri  
yapmamakla ve yasakları çiğnemekle O’nun emirlerine karşı gelmesi, pek 
doğru bir  şey ve onaylanacak bir davranış olarak görünmemektedir. Böyle
 bir tavır ve yaşam  biçimi insanda dolaylı bir biçimde de olsa Allah’ın
 (c.c.) pek çok sıfatını ve  güzel ismini yadsımak anlamına geldiği 
izlenimi uyandırmaktadır. Ama ben iyi  niyetimle yine de bunu bir gaflet
 durumu ile açıklıyorum. Ateistlerin “Allah  (c.c.) yoktur.” biçimindeki
 sözlerinden ziyade Müslümanların ibadetlere gereken  önemi vermemeleri 
ve açıkça haramları işlemeleri daha düşündürücü ve kaygı  vericidir.
 
             
 Zihinde oluşan salt yaratıcı Allah  (c.c.) kavramı ile kimse Allah’ın 
(c.c.) kutsal kitaplarında önemle belirttiği  (kabir azabı, cehennem 
gibi) kötü akıbetlerden kurtulamaz. Allah’a (c.c.)  inanmak öncelikle 
bütün günahlara tövbe etmekle ve ibadet hayatıyla kendisini  belli eder.
 Kimin ibadet hayatı zenginse o diğer Müslümanlara göre Allah’a  (c.c.) 
daha çok yakındır. Onun Allah (c.c.) inancı daha güçlüdür. Özellikle  
namaz kılmak bunun en açık belirtisidir. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) bir
 hadis-i  şerifinde buyurduğu üzere “Namaz dinin direğidir.”
 Eskiden çadırlar ve  evler direklerle kurulurdu. Direk olmadan bir 
yapının ayakta duramayacağı  düşünülürdü. Buna göre peygamberimiz 
(s.a.s) din binasının da ancak namazla  kurulmakta ve ayakta durmakta 
oluşuna dikkatlerimizi çekmiştir.
 
              Lise 
yıllarında iken Allah’ın (c.c.)  varlığını inkar eden bir arkadaşım 
vardı. Kendisi artık başına bir bela  geldiğinde ve kötü anlarında da 
Allah’tan (c.c.) yardım istemediğini söylüyordu.  Bir Ateist ile ilk 
olarak o zaman karşılaşmıştım. Bu benim için korkunç bir  düşünce idi. 
Çünkü dindar bir aileden geliyordum. Aramızdaki arkadaşlık ve  komşuluk 
ilişkisinden nedense onun bu tavrının içerisinde bulunduğu psikolojik  
koşullardan kaynaklandığını seziyordum.
 
              
Anne-babasıyla ilişkisinin ne kadar  sorunlu olduğuna bütün mahalle 
arkadaşlarım gibi ben de her gün tanık oluyordum.  Bilimsel ve mantıksal
 bir bakış açısı ve tavır; yukarıda başka bir gezegene  yolculuk 
örneğinde sunduğum gibi, öncelikle insanın kendi varlığı, vücudu, her  
bir organı mükemmel bir yaratıcıyı gerekli kılmaktadır. Arkadaşım işte 
böyle  ortada olan bir gerçekle her gün mücadele ediyordu. Kuşkusuz 
bunun için büyük  bir enerji harcıyordu. Oysa insan doğası tembeldir. 
Öyle gereksiz yere, boşu  boşuna enerji harcamaz. Ortada bir mücadele, 
bilimle ve mantıkla bir çatışma  varsa, demek ki bir şeye karşı bir 
psikolojik savunma mekanizması kurulmuştur.  Bu yüzden Allah’ı (c.c.) 
inkar etmek bir bilimsel ve mantıksal tavır değildir,  psikolojik bir 
savunma mekanizmasıdır. Arkadaşım Allah’ın (c.c.) varlığını inkar  
etmekle ve O’ndan bir yardım ummamakla doğasıyla çatışıyordu. Bu gayet 
açıktı.  Kimsenin de durduk yerde enerjisini böyle boşu boşuna 
harcayamayacağına göre  onun bu yolla gerçekleştirdiği bazı psikolojik 
doyumları vardı. Sorun bunları  tespit etmekteydi.
 
             
 Tabii o zamanlar psikoloji ve  psikanaliz üzerine bugünkü kadar bilgi 
sahibi değildim. Ama olayları bugün sahip  olduğum psikoloji ve 
psikanaliz bilgi ve deneyimlerin gözlüğü ile  değerlendirecek o zamana 
ait epey belge hafızamda bulunmaktadır.
 
              
Öncelikle, bu görüşlerini sınıf  ortamında ve arkadaşları çevresinde 
söyleyerek bizden daha çok özgür ve bağımsız  olduğunu ifade ediyordu. 
Bizden üstün oluğunu dolaylı bir biçimde vurgulamış  oluyordu. Arkadaşım
 böyle bir tavırla bize adeta “Ağzı süt kokan çocuklar!”  diyerek 
hakaret ediyor, üstünlük duygusuna doyum sağlıyordu. Bu vurgu ile karşı 
 cins karşısında bir hayranlık uyandırmayı amaçladığını düşünmememiz 
için ortada  bir neden yoktur. Bu da ona büyük bir psikolojik doyum 
sağlıyor olsa gerekti.  Öyle yakışıklı; güçlü, kuvvetli birisi olmadığı 
gibi zengin bir ailenin çocuğu  da değildi. İçerisinde bulunduğu bu 
koşullarla karşı cinsin ilgisini çekemezdi.  Aksine bunlar karşı cins 
için itici şeylerdi. Her genç kız haklı olarak  yakışıklı; güçlü ve 
zengin bir erkek arkadaşın hayalini kurar.
 
              
Sonra, arkadaşım Ateist olduğunu  söyleyerek o yaşlardaki her genç gibi 
ebeveynlerden farklı bir kişilikte,  özellikle özgür ve bağımsız bir 
durumda olduğunu ifade ederek üstünlük duygusuna  başka bir açıdan da 
doyum sağlıyordu. Aslında arkadaşım her gençte olan  ebeveynle, toplumla
 ve onların değerleriyle çatışma içerisindeydi. Onun anne ve  babasıyla 
ilişkisinin kötü olduğunu belirtmiştim. Kuşkusuz her gencin o oranda  ve
 yoğunlukta olmasa da böyle bir çatışmayı yaşamasını bekleriz. Bu gayet 
doğal  bir durumdur. İnsan gelişmesinde bir psikolojik evredir. Ama o, 
bu çatışmayı  dinsel alana da taşıyordu, Allah’ın (c.c.) varlığını inkar
 ediyordu, O’ndan  herhangi bir yardım ummak istemiyordu.
 
             
  Daha sonra başka Ateistleri de  tanıma imkanım oldu. Nedense Ateistler
 hakkındaki yargım hiç değişmedi. Bu sefer  bu yaşı ilerlemiş 
Ateistlerin çatışma alanları toplumsal gerçekler ile Allah’ın  (c.c.) 
emir ve yasakları idi. Kimisi yaşamda umduğu zenginlik ve refaha  
kavuşamadığı için varlıklı insanların malına ve paralarına ortak olmanın
 tek  yolunun Allah’ı (c.c.) inkar etmek olduğunu düşünüyordu. Kimisi 
Allah’ın (c.c.)  emirlerini yapmamanın ve yasaklarından kaçınmamanın 
verdiği ruhsal sıkıntıyı  üzerinden atmak için Allah’ın (c.c.) varlığını
 yok sayıyordu.
 
              Ateizm olgusu A. Adler’in 
Bireysel  Psikoloji ekolüyle daha iyi incelenebilir kanısındayım. 
Bilindiği üzere A. Adler  bireyin hayat içerisindeki tüm faaliyetlerini 
ve çatışmalarını aşağılık  kompleksinin seçilen bir hayat tarzıyla 
üstünlük kompleksi biçiminde telafi  edilmesiyle izah eder. Gerçekten bu
 yaşa değin gözlemlerimden artık o kadar net  bir biçimde kavradım ki, 
Ateizm’in dayandığı psikolojik mekanizmanın temelinde  üstünlük 
kompleksinin olduğunda hiç kuşkum kalmadı. İlgili kişiler yaşamlarında  
aşağılık kompleksi duydukları çeşitli olayları, olguları düşünmemek, 
daha  doğrusu dikkati bunların üzerinden çekmek amacıyla Ateist olurlar.
 Psikolojik  amaçları toplumun, bireylerin kendisini ezebilecekleri bazı
 zaafları ve  kusurları gözlerden saklı tutmaktır. Dikkatleri Ateizm 
gibi soyut bir kavramda  toplayarak ne kadar değişik, renkli, zeki, 
kültürlü ve entellektüel birileri  olduklarına vurgu yapmak isterler. 
Lise arkadaşımın tek derdi de buydu. Ateist  olduğunu söyleyerek dolaylı
 bir yolla genç kızlara kur yapıyordu, ayrıca biz  arkadaşlarına da 
hakaret ederek üstünlük duygusuna doyum bulmaya çalışıyordu.  Daha sonra
 tanıdığım Ateistler de başkalarına karşı, o lise öğrencisi gibi toy  ve
 acemi olmasa da, aynı anlama gelen farklı bir tavır ve tutum 
takınmışlardı.
 
              İnanç, gerek bireyin gerekse  
toplumun en önem verdiği, dokunulmaz ve saygın bir alandır. Bir Ateist 
bu konuda  toplumun genelinden farklı olmakla sıradan insanların 
hayalinde bile göremediği  bir entellektüel düzeye ulaştığını sanır. Ona
 göre diğer insanlar  anne-babalarından devraldıkları inancı 
sorgulayacak cesarete ve düşünsel düzeye  sahip değillerdir. Güya insan 
Ateizm ile kendi varoluşunu kendisi  gerçekleştirmiş olur. Bu da 
Nietszche’nin tabiri ile “üst insan”ın kimlik  özelliğidir. Halbuki bir 
insan anne-babasından devraldığı Müslümanlık dinini  sorgulayarak 
onlardan daha dindar bir çizgi belirleyebilir. Varoluşunu  
gerçekleştirmesi adına daha doğal ve anlamlı bir çizgiyi sürdürebilir. 
Nedense  anne-babaya, dine, toplumsal değerlere  karşı çıkmak, aykırı 
düşmek daha dikkati  çektiği ve nefsi okşadığı için insanlar bu tür 
yollara kayabilmekte, bunların  etkisi altına girebilmektedirler. Oysa 
bir insanın İslam dini ile barışık olması  onu kendisinin ve evrenin 
yaratılış amacına götürecek, sadece kendi varoluşunu  değil her şeyin 
varlık amacını kucaklayan bir bütünlüğe ve evrenselliğe  ulaştıracaktır.
 
Kuşkusuz
 çağımızın pek çok sanat dallarına ve  düşünsel eserlerine sinmiş olan 
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) felsefe akımının  da Ateizm’in 
yaygınlaşmasında payı çok büyüktür. İlgili felsefe ekolünde dindar  
filozoflar da bulunmakla birlikte Ateizm’i bir yeni inanç sistemi olarak
 sunan  ve bunun havarisi kesilenler daha çoğunluktadır. Kendini özgürce
 var etmek adına  bu filozoflar dine saldırmayı da bir maharet 
bilmişlerdir. Kuşkusuz insanın  anne-babasından, toplumdan devraldığı 
inancı sorgulaması dinimizin de bir  emridir. Ama bu filozofların 
yaptığı şey sorgulamaktan ziyade isyandır. Anlamak  yerine önyargılı bir
 biçimde reddetmektir. Varoluş olarak da kutsadıkları  özgürlük,  
birtakım bencilce zevklerin tatmininden ve kimseye bir yararı olmayan  
düşüncelerden başka bir şey değildir. Dahası, gözlere ve gönüllere en 
çok hitap  eden, insanların en çok ilgi ve beğenisini çeken insanın her 
eyleminden sorumlu  olması, insanı eylemlerinin var etmesi gibi parlak 
düşünceleri de lafta  kalmaktadır.  Aslında bu düşünceler kutsal 
kitaplardan aşırılmıştır. Yeni hiçbir  tarafları yoktur. İlahi 
kitapların hepsi, özellikle Kuran-ı Kerim insana zaten  bu düşünceleri 
aşılamaya çalışır.
 
Kuran-ı Kerim insanı her ameliyle 
(eylemiyle)  öyle bir sorumlu tutar ki, bu sorumluluk süreci, dünya 
yaşamını, ölümü, kabri,  ölümden sonraki ebedi hayatı da içine alır. 
Mahşer gününde bu ameller defter  olarak insanlara takdim edilecektir. 
Oysa varoluşçu filozoflar bu sorumluk  anlayışını sosyal ve hukuk 
yaşamlarına bile aktaramazlar. İşlediği bir suçu  savcıya başvurup 
itiraf eden bir varoluşçu filozofa hiç rastlanmamıştır. Oysa  pek çok 
sahabe bizzat peygamberimize (s.a.s.) gelerek suçlarını itiraf edip  
cezalarını çekmişlerdir. Bunlar içerisinde zina gibi dini açıdan ağır 
bir suçu  işleyip  recm (taşlanarak öldürülme) cezasını alanlar da 
olmuşlardır. Tabii  onların terk derdi, yaptıkları günahların (kötü 
eylemlerin) sorumluğunu duyup  bundan temizlenmekti. Ahirette Allah’ın 
(c.c.) karşısına ak pak olarak çıkmaktı.
 
İnsanın iyilik 
yapması doğasından gelmez. İnsan  iyilik yapmak için kendisini aşmak 
zorundadır. Çünkü insan doğası (nefsi) cimri,  bencil yaratılmıştır. 
Onun için her iyiliğimizin altında bir çıkar vardır.  Bencil, cimri 
doğamızı (nefsimizi) aşıp da iyiliğe (ruhumuzun eğilimine) ulaşmak  
büyük bir mücadeleyi gerektirir. Bu açıdan her insanın hizmet ve mal 
üreterek iş  hayatında toplum yaşamına  yardımcı olması, katkıda 
bulunması  bir iyiliktir.  Bilindiği üzere dinimizde ibadetlerini yapan 
bir insanın çalışma yaşamı da bir  ibadet hükmünde değerlendirilir. 
Tabii iyiliklerin en ideali Allah (c.c.) rızası  için iş yapmaktır. Bu, 
dünyevi bir çıkar gözetmeksizin Allah (c.c.) yolunda  nefsin cimri ve 
bencil doğası ile büyük bir mücadele yapılması demektir. İşte  gerçek 
varoluş, varoluşçuluk budur. Bunun dışında insanın dünyevi çıkarların  
üzerine çıkmasını beklemek o insanı aptal yerine koymakla eşanlamlıdır.
 
             
 Ateizm’in bilimsel temelini  Darwin’in “evrim kuramı” oluşturur. 
İnsanın maymundan geldiği düşüncesi  Ateistler için inançlarının iman 
esasıdır. Oysa Darwin’in kuramlarını doğrulayan  bir bulguya hiçbir 
zaman rastlanmamıştır. Türler arasında keskin çizgi, her ele  geçen 
fosilde tespit edildiği gibi maymunla insan arası bir varlık ne 
günümüzde  ne de tarihte söz konusu olmamıştır.
 
 Ateistlerin
 Darwin’in evrim kuramına dört elle  sarılmalarının elbette bir kısım 
nedenleri olabilir: Bunlardan biri de hayvanın  insandan daha özgür ve 
bağımsız oluşudur. Bir Ateist kendisinin maymundan  türediğini iddia 
ediyorsa bununla bir maymun kadar çirkin olduğunu anlatmak  istemiyordur
 elbette. Doğadaki maymunun özgür ve bağımsız yaşamına imrendiğini  
vurgulamayı, toplumun, özellikle dinin onun yaşamına koyduğu emir ve 
yasaklarla  bunları elinden almak istediğini yada kısıtladığını 
belirtmeyi amaçlamış  olabilir. Tabii tüm Ateistleri böyle 
değerlendirecek ölçüde elimizde bir çalışma  ve anket mevcut değildir. 
Çevremde tanıdığım bir kaç Ateist’ten hareketle böyle  bir yargıya 
ulaştığımı özellikle belirteyim.
 
Ateistler Allah’ın (c.c.)
 varlığını inkar ederek  Allah’ın (c.c.) kimi sıfatlarını doğaya, doğa 
yasalarına ve olaylarına  yansıtırlar. Örneğin evrenin ezeli ve ebedi 
olduğuna inanırlar. Bu yönüyle  Ateizm materyalist bir dünya görüşüne 
sahiptir. Yaratılışı, olay ve olguları,  kavramları maddesel bir 
yaklaşımla, determinist (neden sonuç ilişkisi ile) bir  görüşle  
açıklar. Doğaya, doğa yasalarına ve olaylarına atfettiği ilahi  
sıfatlarla bunların yaratıcı olduğunu düşünürler: Onlara göre,
 içerisinde  insan da olmak üzere tüm canlılar doğanın, doğa yasalarının
 ve olaylarının  sonucu tesadüfen ortaya çıkmışlardır. Allah (c.c.) diye
 bir yaratıcı güç yoktur.  Her şey önce tek bir hücrenin meydana 
gelmesiyle başlamıştır. Doğadaki tüm canlı  varlıklar bu tek hücrenin 
evrimleşmesiyle meydana gelmiştir. İnsan bu evrim  zincirinin son 
halkasıdır. Onun için mükemmeldir. Düşünür ve hayal kurar.  Allah’ı 
(c.c.) -haşa- insan zihni yaratmıştır.
 
Oysa bilim, 
maddeden bu tek hücrenin meydana  gelmesini  onaylamamıştır. Onca 
yapılan deneyler bunun imkansızlığını  kanıtlamıştır. Yaşam, Allah’ın 
(c.c.) el-Hayy güzel isminin tecellisi ile  meydana gelmiştir. Fosil 
bilimin de kanıtladığı gibi her canlı tür de müstakil  olarak 
yaratılmıştır. Yani tek hücrenin evrimleşmesi ile diğer canlı türlerinin
  meydana geldiği iddiası da bilimsel değildir.
 
Materyalizm
 ile eski kavimlerde ve bugün ancak  yerlilerde görülen Putperestlik 
dini arasında bir ilgi bulunmaktadır. Çünkü  temelde her iki inanç 
sistemi de maddeye aşkın bir anlam, bir kutsallık  yüklemektedirler. 
Yalnız, putun kutsanması ve Allah (c.c.) ile insan arasında  ilişki 
kurması olarak tanımlanabilecek Putperestlik dini, materyalizmden biraz 
 daha insaflı görünmektedir. Çünkü Kuran-ı Kerim’deki onlarca ayet-i 
kerimeden de  biliyoruz ki Putperest Araplar,  Allah’ın (c.c.) varlığını
 inkar etmiyorlardı.  Putlara da kendilerini Allah’a (c.c.) 
yaklaştırsınlar diye tapıyorlardı. Oysa  materyalizmde Allah (c.c.) 
inkar edilmekle kalmıyor, O’nun sıfatları ve güzel  isimleri maddeye 
yansıtılmaktadır. Yine Putperestler sadece birkaç nesneyi  
kutsallaştırırken materyalistler her maddeye, evrenin her atomuna kutsal
 bir  anlam kazandırmaya çalışmaktadırlar.
 
Her  ne kadar 
Ateistler bilimsel olmak için  determinist bir görüşe bağlı olmaya özen 
gösterseler de dayandıkları bilimsel  kuramların (Örneğin evrim kuramı; 
yaratılışın, canlı varlıkların akıl ve  mantığın aciz kaldığı, herkesi 
şaşırtan ve hayran bırakan özelliklerinin,  güzelliklerinin, mükemmel  
oluşlarının  tesadüfe bağlanması…  gibi.) birer  varsayım bile 
sayılamayacak denli gerçeklikten, mantıktan uzak oluşu, onların  ciddiye
 alınmamalarına neden olmuştur.
 
Ateistler, insanların 
Allah’a (c.c.) ve dine  gereksinim duymalarının nedeninin doğayı, doğa 
yasalarını, olaylarını  anlayamamanın verdiği acziyet ve korku duyguları
 olduğunu düşünürler. İnsanlık  tarihini genellikle ilkel devir, dinsel 
devir ve bilim devri olarak üçe  ayırırlar. Bilim devrinde dinin gerekli
 olmadığını savunurlar. Bir zamanlar  dinsel olarak açıklanan kimi 
kavram, olay ve olguların şimdi bilimsel birer  anlamları olduğunu 
düşünürler. Bu yönüyle Ateizm’in manevi yönünü pozitivizm  tamamlar. 
Ateistler pozitivist felsefenin bu düşüncelerinin arkasında bilime  
dayandıklarını sanırlar. Bilimsel bir düşünceye sahip olduklarını 
savunurlar.  Oysa ortada olan bilim değil bilim üzerine yapılan bir 
felsefedir. Bu bilim  üzerine yapılan felsefe ise bilimsel hiçbir temele
 dayanmamaktadır.
 
İnsanlık tarihi boyunca çeşitli 
dönemlerde  bireysel olarak Allah’ın (c.c.) yokluğunu dile getiren 
kişiler olsa da bunun  sistemli düşünceler bütünü olarak dile getirilişi
 on sekizinci yüzyılda olmuş ve  Ateizm felsefe sözlüğüne ancak on 
dokuzuncu yüzyılda girmiştir. Ondan önce dünya  düşünce tarihinde bazı 
kişilerin (örneğin Ömer Hayyam gibi) Ateist olduğu ileri  sürülse de 
bunların inançlarının tam olarak bilinemeyeceğini de iddia edebiliriz  
ve  daha ziyade Deist bir inanca sahip olduklarını  düşünebiliriz. 
Peygamberler  Ateist toplumlara değil, -ki yeryüzünde böyle bir toplumun
 tarih boyunca  olmadığını belirtmeye gerek yoktur sanırım- genellikle 
Putperestlere (Allah’a  [c.c.] şirk koşanlara) gönderilmiştir.
 
Çağımızda
 materyalist dünya görüşü, toplumsal  yaşamda ilahi dinlerin emir ve 
yasaklarına saygı gösterilmemesi, insanların  dünyanın gelip geçici 
zevklerine olan aşırı talepleri gençliğin büyük bir  kısmını inanç ve 
maneviyat buhranına sürüklemiştir. Artık gençlerin önemli bir  kısmı, 
İslam dinini zamanı ve uygulaması geçmiş bir yaşam tarzı olarak  
görmektedirler. Yaşamlarının Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları ile  
sınırlanmasına itiraz etmektedirler. Bağımsız ve özgür yaşam adına 
sigara içme,  alkol ve uyuşturucu madde kullanımı gibi birtakım kötü 
alışkanlıklara  yönelmektedirler, iç dünyalarındaki din ve maneviyat 
boşluğunu bu maddelerin  verdiği geçici keyiflerle dindirmeye 
çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bir Müslüman’ın  Ateist olması o kadar kolay 
bir biçimde gerçekleşmemektedir. Gençler, önce Teist,  sonra Deist bir 
yaklaşımla dini yaşamlarından uzaklaştırıyorlar, artık dinden  tamamen 
soyutlandıkları zaman Ateist olduklarını söyleyebilmektedirler. Dinden  
uzaklaşma bu noktada da kalmamaktadır. Tüm dünyada olduğu gibi son 
yıllarda  ülkemizde de  kendilerini Satanist olarak tanıtan gençler, 
Allah (c.c.) yerine  Şeytan’a tapmakta ve buna kedi ve çeşitli 
varlıkları kurban kesmektedirler.  Hatta bu vahşet genç kızları Şeytan’a
 kurban etmeğe kadar ulaşmaktadır.
 
Agnostizm (Bilinemezcilik), Allah’ın (c.c.)  varlığı ve yokluğunun kanıtlanamayacağını iddia eden bir felsefi görüştür.  Agnostizm’e göre,
 insan duyu organları ile elde ettiği bilgilerle düşünür.  Allah (c.c.) 
duyu organları yolu ile algılanamadığına göre O’nun üzerinde  düşünmek, 
varlığını yokluğunu kanıtlamak boşuna bir uğraştır.  Bu yüzden bu konu  
hiçbir zaman bilinemez. Agnostizm, genellikle Ateizm ile aynı kefeye 
konur.  Aslında Allah’ın (c.c.) varlığının, yokluğunun bilinemeyeceğini 
iddia etmek ile  Allah’ın (c.c.) yokluğuna inanmak arasında bir basamak 
fark bulunmaktadır. Yani  Agnostizm, Ateizm’i meşrulaştırmak için bir 
gerekçe olarak düşünülebilir. Bu  gerekçe güya bilimsel bir temele 
dayanmaktadır. Oysa tüm olgular duyu  organlarımıza hitap etmez. Örneğin
 havadaki oksijeni, karbondioksiti duyu  organlarımızla algılayamayız, 
ama bilimsel olarak varlıklarını ispat edebiliriz.  Yine maddenin en 
küçük yapı taşı olan atom bu konuda hemen akla gelen örnektir.  Atomu 
hiçbir duyu organıyla algılayamadığımız gibi gelişmiş hiçbir teknolojik 
 alet de bize bunda yardımcı olamamaktadır. Atomun varlığı için birtakım
  mantıksal çıkarımlarda bulunuruz. Bilim çoğu bilgilerini bu yolla elde
 eder.  Bunun gibi yaratılmış olan her şey de mantığın ilkeleri ile 
Allah’ın (c.c.)  varlığı ve birliğine, sıfatlarına ve güzel isimlerine 
tercümanlık yapmaktadır.
 
Ben Ateizm’i hep bir gençlik buhranı olarak  gördüm. Bu yargım da her yeni Ateist’i tanıdığımda daha da pekişti.
 
             
 Ateizm’in bilimsel ve mantıksal bir  düşünce biçimi olmadığını, bir 
psikolojik savunma mekanizması olduğunu bir kez  daha vurgulamak 
istiyorum.