Yazanlarda |
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Forum üyemiz hanif87'in yayınlanmasını rica etmesi üzerine...
(Namaz Temel İbadet mi?) Arapçılık ve Arapça Dua-Namaz Aldatması
ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞI
ARAPLAR
Arapları ifade için Kuran’da a’rabî (Arap) veya arab sözcüklerinin çoğulu olan ‘a’rab’ kelimesi kullanılmaktadır.
Kur’an,
Arapları ifadede başka bir sözcük kullanmamakta ve Arapları çok olumsuz
sıfatlarla anmaktadır. Sonraki Arap dilcileri, Kuran’ın bu tavrını
etkisiz kılmak için olacak, a’rab ve a’rabi sözcükleriyle tanıtılan Arapların bâdiye Arapları, yani Arapların köylü tipleri olduğu yolunda bir söylenti geliştirmişlerdir.
Allah, kötülüğü köylülüğe bağlamaktan münezzehtir.
Doğrusu şu ki, Kuran’ın Araplarla ilgili söylemlerinin yarattığı
sıkıntıya bir tepki olarak geliştirdiği anlaşılan bu yaklaşım kaş
yaparken göz çıkarmıştır. Ne yazık ki bu tavır, Arap dili sözlüklerinin
bir çoğunda yer almaktadır. (Örnek olarak bkz. İbn Manzur; Lisanu’l Arab, arb maddesi)
Sonraki dönemlerin bu söylemi esas alınırsa, “Kuran’da, şehirli Araplar hangi sözcükle ifade edilmiştir?” sorusu sorulu ve tabiî cevapsız kalır.
İşin gerçeğini, Kuran dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb söylemiştir: Ona göre, Kuran’da kullanılan a’rab sözcüğü Arap ırk ve insanını tümden ifade eden sözcüktür. Şöyle diyor:
“Arab, İbrahim’in oğlu İsmail’in zürriyetinin adıdır. A’rab kelimesi de, esasında bu arab kelimesinin çoğuludur.”
(Râgıb, el-Müfredat, arb. Maddesi)
Bunu
kaydeden, Râgın, a’rab sözcüğünün daha sonraki zamanlarda bâdiye
Araplarını ifadede kullanıldığını söylemektedir ki, bizim biraz önce
değindiğimiz gayretin bir sonucudur. Kur’an, Arap ırkını veya Arap
toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmadığına göre, a’rab
sözcüğü Arap ırkına mensup insanların tümünü ifade edecektir. Öteki
iddiaların bilimsel, tarihsel bir tutarlılığı olamaz.
Kuran’da a’rab
kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün,
iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak
kullanılmaktadır. Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:
1. Tevbe 90:
Bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde
oturdukları, bazılarının da bir takım özürler ileri sürerek izin alıp
sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor.
“Bedevîlerin
özür bahane edenleri kendilerine izin verilmesi için geldiler; Allah'a
ve resulüne yalan söyleyenler oturdular. Onların küfre sapanlarına
korkunç bir azap erişecektir.”
2. Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah’ın indirdiğini tanımama bakımından en şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor:
“Bedevîler;
küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın resulüne
indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah
Alîm'dir, Hakîm'dir.”
3.Tevbe 98: Bağışta
bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman sahiplerinin başına
belalar gelmesini istemekle suçlanarak en büyük belaların onların
başına geleceğini bildiriyor:
“Bedevîlerden
öylesi vardır ki, infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve
sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların
başına olsun! Allah çok iyi işitir, çok iyi bilir.”
4.Tevbe 101: İkiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor:
“Çevrenizdeki
Bedevîlerden münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice
alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz onları. İki
kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler.
5. Tevbe 120: Tanrı’nın Elçisi’ni bir başına bırakmaları kınanıyor:
“Medine
halkına ve çevrelerindeki Bedevîlere, Allah resulünden geri kalmaları
ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü
Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık,
kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı
herhangi bir başarı kazanmaları durumunda kendileri için, barışa
yönelik iyi bir amel mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel düşünüp güzel
davrananların ödülünü yitirmez.”
6. Fetih 11-12: İki
yüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla
suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar:
“Bedevilerden,
geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: "Bizleri, mallarımız ve
ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile." Onlar,
kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: "Allah size bir
zarar dilerse, yahut bir yarar murat ederse, O'nun sizin için
dilediğine kim engel olabilir?" Doğrusu şu ki, Allah, sizin
yaptıklarınızdan haberdardır.”
“Siz
sanmıştınız ki, resul de müminler de ailelerine bir daha asla
dönmeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya
saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz.”
7. Fetih 16: Yakın
bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu
karşılamada korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halince
perişan olacakları ihtar ediliyor:
“Bedevilerden,
geri bırakılmış olanlara de ki: "Siz yakında çok zorlu savaş veren bir
kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut
onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ödül
verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz, Allah
sizi acıklı bir azapla cezalandırır."
8. Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor:
“Bedeviler:
"İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman'
olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve
resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey
eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."”
ARAP GURURUNUN İSLAMDIŞILIĞI
Arap ırkının üstün ırk olduğuna inanmak, Arap için her şeyin üstündedir. Kendisi dışındakilere ‘acem’ yani ‘ötekiler-yabancılar’ der ve onları ‘köleler veya âzatlı köleler’ anlamındaki ‘mevâli’ sıfatıyla
anar. Bir mevalinin hiçbir meziyeti onu, herhangi bir Arapla eşit
duruma getiremez. Düşünülsün ki, İslam din bilimlerinin tümünde kaynak,
İslam ahlak ve irfanında prototip kişi-lerden biri sayılan ve Hz.
Peygamber’in hanımlarından süt emmek gibi bir üstünlükle anılan Hasan
el-Basrî (ölm. 110/728) başta olmak üzere o devrin bilgin ve düşünür
tüm mevalisi horlanmış, Arap kızlarıyla evlenmelerine müsaade
edilmemiştir.
Fıkıh
kaynaklarına kadar sokulmuş bulunan şu insanlık dışı tespiti de
anımsayalım: Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre,
Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmi’ sayılır. Yani böyle birisi
birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmidir. Yani okuma yazma
bilmeyen biridir.
Arapların ve Arapça’nın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki
bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet
edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mademki Hz.
Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu
ırk da en yüce ırktır.
Kur’an,
herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz
konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi
yapılamaz, Üstünlük, niyet ve gayret iledir.
Kuran’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Allah,
en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında
adil bir biçimde paylaştırmıştır. Eğer bir ırktan nebi (peygamber)
gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir
veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.
Vahyin ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mal etmeye olanak tanımaz.
Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi
hiçbir önem taşımaz. Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde
edilen), bir kurum değildir ki madde ölçüleri ile değer veya mertebe
kazansın. Peygamberlik, Allah’ın verdiği bir imkan ve bir unvandır. Allah bunu verirken ırkın, kanın olanaklarını öne çıkarmamıştır.
Dine
saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne
basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia
etmiştir.
Arapları
sevmeyi bir din emri haline getirmek Kuran’dan hareketle mümkün
olmadığına göre “Allah ile aldatma pazarının” başka bir çare bulması
gerekiyordu. Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu ‘hadis uydurma yolu’na gitmiştir.
Allah’ın
Elçisi sıfatını taşıyan bir benliğin bu sözleri söylemesini akıl ve
idrak mümkün görmez. İslam’a ve Hz. Muhammed’ isnat edilmiş
uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:
“Ümmetimden
ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen
Araplardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip
beni görmek arzusu taşıyanlara şefaat edeceğim.”
Görüldüğü
gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat
edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.
Kuran, Araplarla ilgili olarak uydurulan bu sözlerin tam tersini söylemektedir.
ALLAH İLE ALDATMANIN ‘ARAPÇA’CILIK AYAĞI
Allah
ile aldatmanın bu ayağı Arap dilini kutsal ilan etmek için dini
kullanma şeklinde yürütülen bir zülümdür. Arap dili ‘Allah’ın dili’
ilan edilip onsuz ibadet yapılamayacağı dayatması dinleştirilmiştir.
Üstelik dinde dokunulmaz kılınan birçok fakîhin aksini söylemesine
rağmen. Yani Arapça’yı kutsallaştırma yoluyla yürütülen Arap kültür emperyalizmi, önünde hiçbir engele yaşama hakkı tanımamıştır.
Engizisyon,
papazlarından alınma bu zülüm, kendisini ‘bütün insanlığın, bütün
zamanların dini’ olarak tanıtan İslam’ı sadece Arapların dini haline
getiren vahim zulümlerden biridir ve Allah ile aldatanlar tarafından
asırlarca din diye yutturulmuştur. Bu zulümden en büyük zararı gören
kitle ise Türk halkı olmuştur.
Tarihin
en büyük insanlık suçlarından biri olan bu zülüm, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti’nin sekiz bakanlık bütçesi kadar parayla beslenen Diyanet İşleri
tarafından hala yaşatılmaktadır. Bu din ve akıldışı dayatmayı aşmak
için bu satırların yazarı tarafından verilen mücadele Türk halkının
belleklerinde hala canlı olsa gerektir. Bu mücadelede en büyük kahrı
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan çektik. Daha ibret verici olanı, aynı Diyanet, bu tavrını birkaç yıl sürdükten sonra Tarabya’da
topladığı bir şurasında, Kuran’ı Türkçe okuyarak da namaz
kılınabileceğini hükme bağladı. (Herkesin kendi diliyle ibadet
etmesinin İslam’a uygun olduğu konusunda, bkz. Öztürk; Ana Dilde İbadet Meselesi)
Şimdi gelelim işin esasına;
Kuran-ı
Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun
diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği
mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün
kılmaktır. (İbrahim,4) Yine Kuran’a göre; istisnasız tüm toplumlara bir peygamber gönderilmiştir.
Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda ötekine göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal
olan, Allah’ın gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir. Dil, bu
gerçekleri iletmenin bir aracıdır. Bu anlamda tüm diller Allah’ın
ayetleri cümlesindendir ve hepsi eşittir. (Rûm,22)
Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla beraber birlikte (dedesi Hz.İbrahim Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab müsta’rebe’
derler.) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak
Arapça konuşan insanlara iletti. Bu yüzden, biraz önce gördüğümüz
Kuransal gerçeğe uygun olarak Arapça vahiy aldı ve muhataplarına Arapça
hitap etti.
Kuran’ın açıkça bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’in aldığı Kuran vahyinin Arapça indirilişinin hikmetleri şunlardır:
1.Taakkul, yani gelen vahiyleri okuyanların bunları anlayıp taşıdıkları mesaj üzerine akıllarını işletmeleri, (Yusuf,2: Zühruf,3 )
2.İnzâr,
yani gelen vahiylerle okuyanların uyarılmaları, başkalarını uyarmaları.
Eğer Kuran, toplumunun dili olan Arapça dışında bir dille gelseydi, onu
anlamayacaklar ve bu uyarı işlevi askıda kalacaktı. Bu kez muhataplar,
bilmedikleri bir dille vahiy gelişini kınayacaklar, çeşitli
savsaklamaların gerekçesi yapacaklardı. (Şuara, 195; Ahkaf,12; Fussılet,44 )
3.Tedebbür, yani okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi.
Bu tedebbür kavramı Kuran’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle ki, Kuran’a göre, Kuran okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür yoksa Kuran okumaktan söz etmek mümkün değildir.(!!) Tedebbür
için, okunan metin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça
bilmeyen bir Müslüman’ın tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kuran’ı
anladığı dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kuran, tedebbür
ilkesinin, Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını
istemektedir. Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak
yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır. (Maun, 4-5)
O
halde, namazlarında Kuran’dan bazı bölümler veya ayetler okuyacak
kişilerin, bunların anladıkları dilde okumaları Kuran’ın açık emridir.
Hz.Peygamber’in
vefatından kısa bir süre sonra İslam dışı bir krallık sistemiyle
yönetimi ele alan Arap Emevî hanedanı, önlerindeki en büyük engel Hz. Ali
ve evladını öldürüp ortadan kaldırdıktan sonra, Arap olmayan
Müslümanları sindirme ve bastırma hareketine girişti. Arap olmayan
Müslümanlara ‘mevali’ yani köleler kitlesi diye Emevi
krallığı, tüm İslam bilgi ve düşünce mirasını Araplaştıracak, Arapların
ve Arapça’nın üstünlüğünü dinleştirecek büyük bir operasyona girdi.
Arapça okuma-yazma bilmeyen tüm insanları ‘ümmi’ kabul
edecek kadar zalimleşen bu anlayış, Allah ile aldatan tezgahın Arapça
takımı tarafından fıkıh kitaplarında hala yaşatılmaktadır.
Bu
akıl ve din dışı savların geçerli kılınması için yüzlerce hadis
uyduruldu. Bu uydurma hadislerle, Emevi hanedanlığının yönetimini ve
Arap ırkının üstünlüğünü kutsallaştırıp kökleştirecek hemen her şey
yapıldı. Bugünkü İslam bilgi mirasının, özellikle fıkıh ve
kelam (İslam teolojisi) kaynaklarının hemen her sayfası bu yozlaştırma
ve Araplaştırmanın ürünleriyle doludur. Ve Kuran’ı değil de bu
ürünleri din olarak kutsal tutmak isteyen zihniyetler, akıl almaz
oyunlar sergileyerek insanımızı aldatmakta ve sömürmektedir.
Osmanlı
imparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutması rağmen, bu
kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında
olmadan Arap esaretine girmiştir. Osmanlı kendine adeta bir self-emperyalizm uygulanmıştır. Kendilerine
kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak
suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu
köleliğin yaşatılması için hep yozlaştıran din kullanıldı. Böylece
ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden.
Bu durum, dini ve kutsal duyguların sömürülerine araç yapmak isteyen
zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kuran’ın büyük halk
kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.
Arapça
bilmeyenlerin Kuran’a el süremez hale gelmesi, sömürücülerin din
üzerinde kurdukları baskıyı kutsallaştırmış ve Müslüman kitleyi onlara
teslim olmaya mecbur ve mahkum etmiştir. Din onların elinde,
istediklerini istedikleri kalıba dökmek, istediklerini almak,
istediklerini engellemek için kutsal-dokunulmaz bir araç olmuştur.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?
Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?
Allah
ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili
kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile
vermişlerdir.
Eğer
dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumunu,
ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca
kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil
duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, kültürü dinin verileriyle
karışır, dinleşir. Dilin kutsallaşması halinde mesaj kaçınılmaz bir
biçimde kenara itilir.
Dini,
Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili
kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli
örneği engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
Engizisyon
papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile
çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri
telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı.
İncil’in
ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye ruhban sınıfına
başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne
dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve tasallutuna mahkum ettiler.
Allah ile aldatan zihniyet, dilin değil mesajın kutsal olduğunu asla söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dahice kurulmuştur: Ya haracı ödesinler, yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler.
Haracı ödemeyen, hurûç
(karşı çıkış, baş kaldırış)la suçlanır. Hurûç yine sistemli bir biçimde
‘Allah’a dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır. Faturanın ağırlığını
düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı vermesin diye başını
böyle bir derde sokar!?
Dilin kutsallaştırması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır:
1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar,
2. Sadece sözcükleri telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar.
Böylesi kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e
gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil
mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de
yüzlerine kapanır. Buna izin vermezler.
Müslüman coğrafyasındaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir.
İslam’da namaz ibadeti
vardır ve namazda belli bir miktar Kuran okumak şart tutulmuştur. Bu
şartın yerine getirilmesi ise okunan Kuran parçalarının Arapça olması
şeklinde ikinci bir şarta bağlanmıştır.
Çeviri yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, Atatürk’ün söylediği gibi, ‘anlamı yok demektir.’ (ki
Kuran’ın çevirisini yapılmasını isteyen Atatürk’tür. Bunu Elmalılı
Hamdi Yazır yapmıştır.) Atatürk’ün bu tezi, İmamı Azam’ın bu konudaki
teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Azam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an esasında bir manadır.
O mana tarih boyunca tüm peygamberlere değişik dillerde gelmiştir.
Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz vahyettiğini söylemekle eş
anlamlıdır.
Çeviri yapılamasa veya yapılmasa tüm kitleler mesajı okuyup anlayamaz. Böyle olunca da Ali İmran 19’da değinilen “Kuran’la hem seni dinleyenleri hem de onun ulaştığı herkesi uyar!” emri anlamsızlaşır.
Tanrısal
kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle
okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına
açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir.
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA
Allah
ile aldatanların vücut verdikleri en büyük yıkımlardan biri, Kuran’ın
getirdiği temel ibadetin ikinci, üçüncü sıraya atılması veya tamamen
dışlanmasıdır. Bu dışlamada, yine Arapçacılık ve Arapçılık ile namazın istismarına bağlı tezgahlar ve çıkarlar etken olmuştur.
Temel
ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da
namaz Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi. Namaz kılacak kadar
Kur’an ezberleyen milyonlarca Müslüman, asırlar boyunca bununla
yetinmiş ve Kuran’ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla
ulaşamamıştır.
Arap
olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve sürelerin anlamlarını
bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. Oysaki bu ayet ve surelerin
anlamlarını bilmek bile yetmez.
Kuran’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır.
Allah’ın “Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli. Bu
bir yorum veya tevil değildir, Kuran’ın açık beyanıdır. İsteyen her
insan, Kur’an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur’an okumaya
ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. Daha
açık söyleyelim:
Bir kere Kuran’ın vahyedilen ilk kelimesi Kuran’ın ilk emridir ve şudur: “Oku!”. İkincisi, “Kuran’ı düşüne düşüne dikkatle oku!” emri,
iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Süresi’nin 4.ayetinde
verilmiştir. Aynı emir, aynı surenin 20.ayetinde bir kez daha
tekrarlandıktan sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir. (Geniş bilgi için bizim Kuran’ın Temel Buyrukları adlı eserimize bakılabilir.)
Ankebut
Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki, ‘Zikrullah’ namaz kılmaktan
üstündür. Zikir, Kuran’ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir.
Zikrullah tabiri, tarikat sulandırmaların iddia ettiği gibi, “Allah,
Allah” sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir.
O uygulamalar, bütün samimiyet şartları var sayılırsa, en iyi ihtimalle
zikrin en son mertebesi olabilir.
Allah’ı
zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kuran okumak olacaktır. Nitekim,
19.yüzyılın büyük sufi düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm.1845),
tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına
rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah’ın tertibi
olan Kuran’ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikirlerle zaman
yitirmemeleri emretmiştir.
Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kuran’a sadakatin bir ifadesi olarak duyuralım: Namaz
kılmak ne ise Kuran okumak da odur, hatta Kuran okumak namazdan, namaz
kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz
kılmamak neyse Kuran okumamak da odur, hatta Kuran okumamak daha
yıkıcıdır.
Sadece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir.
Bu
Kuransal gerçek asırlardır insanlardan bilerek veya bilmeyerek
saklanmıştır. Kuran’ın; geceleri Kuran’la meşgul olmak anlamında
kullanıldığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kuran’ın söylediğinin tam tersi yapılmıştır.
Kuran
okumayı cami içine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı adeta dışlamak da
Allah ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır.
Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. Kuran okumayı camide
bulunma şartına bağlayan ortak bir şuuraltı geliştirilmiştir.
Kuran okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin despot valisi ‘zalim’ ünvanlı Haccac
(ölm.95/714) başlatmıştır. O, sabah namazından sonra okunmak üzere
camilere özel mushaflar koydurdu. Böylece Kuran okumanın camiye
hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. (Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I’tısam, 1/172) Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını anlayabiliyorlardı. Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.
Kuran okumayı merasime bağlamak da aldatmaların ve Kuran’ın okunmasını zorlaştırmanın uzantılarından biri ve belki en kötüsüdür.
Kuran, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi. Bu olumsuz müdahalenin yarattığı din dışı merasimleri merak edenler bizim, İslam Nasıl Yozlaştırıldı adlı kitabımızın Kur’an maddesine bakabilirler.
Kur’an okumanın ruhu bu merasimler değil, derin derin düşünmek demek olan tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile insanlık suçudur. Allah ile aldatanlar bu suçu asırlardır işliyorlar..
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Allah İle Aldatmak” kitabı sf.152-167
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Araplar: Asabiyet ve Kadercilik (I) / Ahmet Baydar
Birkaç Soru Hz. Musa, esir bir topluma peygamberlikte bulunur. Mısır'da köle olarak dört yüz otuz yıl kalan İsrailoğulları'na özgürlük için rehberlik eder. Bağımsızlığa kavuşan toplumun liderliğini, bir ay gibi kısa bir süre, kardeşi Harun'a emanet edip dağa çıkar. Döndüğünde yeniden puta tapmaya başladıklarını görür. Çünkü onların kendisine döndükleri şey, dağdaki Musa'dan da, yanı başlarındaki Harun'dan da daha yakındır. Döndükleri şey içlerindeki esarettir. Acaba, Hz. Muhammed'i izleyenlerden de, onun irtihalinden sonra bile olsa, eski inançlarına dönenler olmuş mudur? Hz. İsa, ikiyüzlü dindarlığa karşı peygamberlikte bulunur. Muhataplarından oniki inanmış seçer. Onlarla yakından ilgilenir. Onları eğitir ve havarilerim der. Havariler, hemen her gün onunla beraber olur ve hizmetinde bulunurlar. Ancak oniki havariden birisi, daha Peygamber aralarında iken, otuz gümüş karşılığında onu ihbar ederek ihanet eder. Acaba, üst üste gelen Hendek yenilgisi, Hayber mağlubiyeti ve Mekke hezimeti yaşayanlardan Hz. Muhammed'e teslim olmak zorunda kalan Yarımada yerlilerinden hiç kimse de mi ona ihanet etmemiştir? Tevrat, muhatabı olan İsrâiloğulları'nı bidayette mukaddes kavim olarak tanıtmış olduğu(1), hâlde daha sonra kötü davranışları sebebiyle onları şiddetler azarlar. İsim vererek; İsrailoğulları'nı dönek, Yahuda'yı da hain olarak niteler. (2) Acaba Kur'ân'ın ilk muhatabı olan Arapların kötüleri yok muydu? Varsa onlara hangi isimle seslenmeyi tercih etmişti? İncil, inkarcı muhataplarına; "Ey dik kafalılar! Yürekleri ve kulakları sünnet edilmemiş olanlar! Siz, tıpkı atalarınıza benziyorsunuz. Her zaman Mukaddes Ruh'a karşı direniyorsunuz. Atalarınız peygamberlerin hangisine zulmetmediler ki?" diye seslenir. Acaba Kur'ân'ın muhataplarında putperest atalarına benzeyenler yok muydu? Varsa, onları nasıl nitelemişti? "A'râb, küfür ve nifakça daha ilerdedir." Kur'ân, Tevbe Suresi. Giriş Düzenli siyasi birlik oluşturamamış toplumlar, soy birliği şuuruna bağlı törelerle ayakta dururlar. Törelere duydukları ihtiyaç da mahrumiyetleri nispetinde artar. Bu nedenle, imkânların insan gücüne bağlı olduğu eski dünyada her türlü gelenek, âdet, töre ve tören hayatiyet arz eder. O kadar ki yeme-içme ve giyim-kuşam adabındaki kişisel davranışlardan, düğün-dernek ve savaş-barış ortamlarındaki toplumsal eylemlere kadar her şeyi, faydası zararı tartışılamayan âdet ve töreler belirler. Eğer eski dünyada ve çölde yaşayan bir aile, törelerini yitirmişse, önce kabilesinin sosyal desteğini, ardından da geleceğini yitirmiş sayılır. Bu nedenle, töreler, eski toplumlarda, muhafaza edilmesi gereken kutsal yasalar kabul edilir. Doğal olarak onlarda değişim de yavaş işler. Kendisini değişime kapatmış bir topluma göre, farklılık; ayrılık, isyan ve inkârla aynı anlama gelir. Farklı olan, yadırganan (münker) dır. Yadırganan da reddedilmesi (inkar) gerekendir. Öyleyse türü ve dozajı ne olursa olsun hiçbir muhalefetten de söz edilmemelidir Bu nedenle törelerine düşkün olan ırkçı ve asabiyetçi bir iklimde özgürlük ağacı yetişmez. Kabilecilik, muhalif davranışlara izin vermez. Her yeniyi sapma görür. Aşiret, kilim motiflerinden günlük giysilere kadar her farka müdahale eder. Âdâbı muaşereti din edinir. Töreden çıkanı kabileden de çıkarır. İşte ataları tanrılaştıran da bu ruhtur. Âdet, gelenek, töre ve törenlerin kutsallığı da buradan sudur eder. Eski dünyanın, babadan oğla geçen hânedan geleneğini besleyen de budur. İnsanları atalarıyla tefâhür etmeye hırslandıran ve çocuklarının güçleri üzerinde onları böbürlenmeye sevk eden de aynı ruhtur. Nesep ilminin mevcudiyeti, soy ağaçlarının ezberlenmesi ve klasik eserlerin çoğunun şecere beyanı ile başlaması da hep kabileci geleneği korumak içindir. Irkçılık, kabilecilik, akrabacılık, ulusalcılık ve hemşericilik gibi her türlü asabiyetçi damarın, tarihin çeşitli dönemlerinde, korkunç katliamlara sebep olduğu, pek çok dindar toplumlarda bile türlü mutaassıplıklara ve hatta din kardeşliğini tehdit eden savaşlara sebep olduğu görülür. Bazı mutaassıp toplumların, Peygamberliği kendi soylarına inhisar etme çabaları gizli bir asabiyet belirtisidir. Kendilerini peygamber soyuna yamama gayretinde olmak da aynı cins taassuptur. Bazı inkarcıların, peygamberlerin kendi soylarından seçilmemiş olmasını, inkarlarına gerekçe saymaları da böyledir. Hz. Musa'nın mesajının, zamanla Yahudilik gibi ulusal bir din haline getirilmiş olmasını da, Matta gibi dini bir metnin şecere beyanıyla başlamasını da hep bu asabiyet gerçekliği ile izah etmek mümkündür. Dört halifenin "şûrâ-seçim" uygulamasından sonra, Emevîlerin zürriyeti esas alan saltanata dönüşlerini, İslam Tarihinde asabiyet lehine ilk ciddi kırılma noktası olarak görmek gerekir. Artık Caferîlerin ve benzeri bazı dinî-siyasî örgütlenmelerin, kendilerini muayyen bir aileye isnat etmelerini, asabiyetçi arayışın bir alternatifi olarak görmek gerektiğini izaha hâcet yoktur. Ezeli Bir Zıtlaşma Geçmişte, asabiyetin önemli temsilcilerinden birisi kuşkusuz Araplardır.(3) Onbeş asır önce Kur'ân-ı Kerim, onları; çocuklarının (benîn) siyasi güçleri üzerinde, atalarının (âbâ) adet ve törelerini kutsayan, mezardakilere varıncaya kadar soylarıyla övünen, kabile hamiyeti nedeniyle zıtlaşmalar içinde, ateşten bir çukur kenarında yaşayan putperest kabileler olarak niteler.(4) Arap Edebiyatına yakından baktığımızda, onların asabiyet üzerine geliştirdikleri pek çok sözcük, deyim, şiir ve özdeyişle karşılaşırız. Bunların en üstünde ise kuşkusuz iki önemli sözcük yer alır; Arîbe(5) ve Mütearribe.(6) Arîbe, asıl Araplar olarak bilinir. Onlar, Kuzeyde kendilerini Amâlika'ya, Güneyde ise Kahtân'a nispet ederler. Mütearribe ise, başka toplumlardan Yarımada'ya gelip de Araplaşmış olanlardır. Bunlara alem olanlar da kendilerini Adnan'a nispet ederler. Kahtân'ın zürriyeti, Yarımada'nın her yerine dağılmış ve ekseriyeti oluşturmuşlardır. Kur'ân'ın nüzulü döneminde Arîbe deyince tek akla gelen de bunlardır. Adnan'ın zürriyetinin merkezi ise Mekke site devletidir. Kahtâniler ile Adnâniler arasında ezeli bir zıtlaşma süregeldiği bilinir. Çok kadim temelleri bulunan bu zıtlaşmanın, dinî, siyasî ve ticarî bazı sebepleri olduğunu tahmin etmek zor olmaz. En önemli zıtlaşma mevzuu ise her hâlde din olmalıdır. Nitekim Kahtânîlerin hayat tarzında putperestlik adetleri hakimdir. Adnânîlerin geleneklerinde ise nebevi örfler ağır basar. Bu hususta ilk bilinenler ise, Adnân'ın atası olan Hz. İsmâil'e ve hatta onun da atası olan Hz. İbrahim'e kadar iner. İbrahim (a.s.), kadim Ur ve Harran kentleri yörelerinde, daha sonra da Şam, Mısır ve Hicaz bölgelerinde peygamberlikte bulunur. Onun dini tebliğine, Şam ve Hicaz bölgesinde, putperest Arîbe karşı durur. Ondan sonra da peygamberlik sancağı, İsrailoğulları'nın elindedir. Tarih, uzun süren İsrailoğulları-Arîbe mücadelesine tanık olur.(7) Meşhur olaylardan birisi ise, Süleyman-Belkıs mücadelesidir. Hz. Süleyman, İsrâil'in soyundan, Allah'a davet eden bir peygamberdir. Belkıs ise Yemen halkının kraliçesidir. Onlar da Güneşe tapmaktadırlar.(8) Güneyde din sancağı Adnanilerin elindedir. Ataları olan Hz. İsmail Mekke'ye yerleşmiş, orada Arîbe, Kahtani, Cürhümi bir kadınla evlenmiş, evladı da zamanla Arapça konuşmuş ve Araplaşmıştır. Yani zamanla Arîbe-Mütearribe karşıtlığı şeklinde su yüzüne çıkmış olan zıtlaşmanın temelinde, putperestlik ve din çatışması vardır. Bu nedenle Mekke, hep dini geleneğin merkezi olarak bilinir. Kâbe'yi himaye etmek, onlar için, bir anlamda dini ayakta tutmaktır.(9) Arîbe-Mütearribe zıtlaşması, kimi zaman Kahtaniler- Adnaniler şeklinde, kimi zaman da Yemenliler- Mekkeliler şeklinde su yüzüne çıkmış olsa da, meselenin özünde daima putperestlik ve peygamberlik, putlar ve Kâbe bulunur. Kâbe'ye karşı, Yemenliler'in ellerinde Ye'ûk ve Nesr gibi meşhur putlar vardır. En önemlisi ise, Cüreş eyaletindeki Yeğus putudur. İsmailoğulları'ndan bile ona tapanlar olduğu bilinir. Nitekim bazılarının ismi Abdü Yeğus'tur. Kahtâniler, çeşitli zamanlarda Kâbe'ye hakim olur. Bir süre ellerinde tuttuktan sonra harabe hâlinde terk ederler. Kâbe, siyasi ve ticari mücadeleler esnasında defalarca yıkılır ve onarılır. Hatta Yemenli bir yönetici olan Hassan, onu kendi ülkesine nakletmek ister. Bu nedenle Mekke site devletinin lideri olan Kureyş, Hassan'la savaşır ve onu yener. Böylece Kâbe'nin yönetimi yeniden Adnânîlerin eline geçer. Daha sonra Kureyş yönetiminde zafiyetler görülmüş olsa da, Kussay'dan sonra Kâbe yeniden ve son olarak eski yöneticilerine kavuşur. Yörenin tarihinde milat kabul edilen olay ise altıncı asırda vuku bulur. Bu dönemde Yemen hâkimi olan Ebrehe, başkent San'a'da büyük bir katedral yaptırır. Adnânilerden birisi gidip orayı pisletir. Ebrehe, bunun intikamını almak için Kâbe'yi yıkmaya niyet eder. Böylece halkın rağbetini de yaptırdığı yeni mabede yönlendirecektir. Büyük bir filin rehberlik ettiği orduyla yola çıkar. Ancak ordusunda baş gösteren beklenmeyen bir durumdan dolayı buna muvaffak olamaz.(10) Hz. Muhammed de işte o yıl, Adnan kabilesinin Kureyş oymağına mensup bir ailede dünyaya gelir.(11) Kureyş İçinde İhtilaf Fil yılı, Adnaniler için bir anlamda milattır. Savaşılmadan kazandıkları bu zafer üzerine Kureyşoğulları'nın yüzleri güler. Allah'ın bu şerefli zafer için kendilerini seçmesinden dolayı, diğer Araplar arasında en üstün olmakla övünmeye başlarlar. Bundan sonra, Kureyş, ekonomik durumunu düzeltecektir. Diğer kabilelere ait putların birer simgesini Kâbe'ye kor. Ziyaretçiler için de kast sistemine benzeyen yeni bir düzenleme yapar. Ziyaret adabını yeniden tanzim eder. Kendilerine öncelik ve rüçhaniyet veren yeni kurallar vazeder. Ziyaretçilerin yiyeceklerini ve özel tavaf elbiselerini kendileri satar. Yeni elbise temin demeyenleri ise çıplak tavaf etmek zorunda bırakır.(12) Kureyş'e imtiyazlar getiren bu yeni kurallar, eski şöhretlerini kendilerine iade eder. Onları büyük bir ekonomik güce ulaştırır. Kâbe'nin ünü üzerine kurulmuş bulunan Ukaz panayırı da bu güce güç katar. Bütün bu gelirleri kontrol eden son siyasi otorite ise Kurey'şin Mahzumiler oymağıdır. Kâbe'nin ziyaretçilerine yemek ve su hizmeti verenler ise Hâşimiler oymağıdır. Haşimilerin lideri Ebu Talip'tir. Hz. Muhammed de onun kardeşinin oğludur. Kırk yaşında Peygamberliğe başlamasıyla, bu oymağın çoğu, ya bizzat onun davetine katılır ya da destek verir. Hz. Muhammed'in peygamberliğe başlamasıyla, Kureyş'in geleneksel kabile asabiyeti ciddi bir şekilde çatlar. Yarımada'nın derin asabiyet geleneği ise tamamen başka bir mahiyet kazanır. Putperestler İttifakı Miladın altıyüzon yılının Ramazan ayından itibaren, sadece Kureyş içinde değil, Yaramadanın tamamında, özellikle asabiyet konusunda, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Haşimiler, Peygamberin putların her türlü kutsallığını yok sayan tebliğine destek verir. Kabile korumasından mahrum bulunan birçok aile de onlara katılır. Siyasi ve ekonomik gücün ellerinden gitmesinden endişelenen iktidardaki Mahzumiler bu gelişmelerden kaygılanmaya başlar. Yönetim, ekonomik hayatı ciddi ölçüde etkileyecek olan yeni tebliğe destek vermez. Aksine, hakaret, boykot, yıldırma ve eziyet politikalarıyla hareketi engellemeye çalışır. Kabile himayesinden mahrum bulunan yeni Müslümanlara, her türlü eziyet ve işkenceyi reva görür. Gün geçtikçe yollar iyice netleşir. Kureyş içinde zaten mevcut bulunan iktidar-muhalefet çekişmesi, kısa zamanda putperestlik ve tevhid zıtlaşmasına dönüşür. Devlet başkanı Ebu'l-Hakem, putperestlik zemininde ideolojik ittifaklar aramaya başlar. Tevhidi seçen herkesin, bütün kabileler katında sığınma (eman) hfakkını yitirmiş olduğunu ilan eder. Bunun üzerine, Muhammed (a.s.) de, devlet başkanı Ebu'l-Hakem'i, inkarcıların atası (Ebu Cehil) olarak ilan eder. İşte Hz. Muhammed, tebliği süresince, putperestler ittifakını ve onun üzerinde gelişen bu adaveti hep göz önünde bulundurur. İlk on yılda, kabile korumasından mahrum olan ashabına reva görülen işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca onları, daha yakın olan Yesrib'e, Yemen'e, Necran'a ve Şam'a göndermez, ama Arap olmayan Habeşistan'a gönderir. Kureyş resmen bölünür. Bu bölünme, asabiyet üzerine kurulmuş bir dünyada, sıradan bir olay değildir. Nitekim devlet başkanı, bu hicreti önemli gelişmelerin habercisi olarak algılar ve muhacirlerin geri dönmesini sağlamak için Habeşistan'a iki defa heyet gönderir. Habeş kralı muhacirleri geri vermeyince, Putperestlerin yıldırma, eziyet ve işkenceleri, geride kalanlara, artarak devam eder. Hz. Peygamber'in arayışları müspet sonuç vermez. On yıl süren baskılar sonunda Müslümanlar için hayat tamamen çekilemez hâle gelir. Gözler Kuzey'e, Yesrib kentine çevrilir. Uhuvvet İlanı Aslında Yesrib'de de hâkim unsur, Yemenli, Arîbe ve Kahtânîlerdir. Ancak orada Evs ve Hazrec kabileleri arasında yüz yirmi yıldır süregelen bir düşmanlık vardır. Son beş yıldır da bu iki kabile fiili savaş hâlindedir. Neticede nüfusça daha büyük olan Hazrec, Yahudilerle ittifak oluşturan Evs kabilesine mağlup düşer. İşte büyük değişim de bundan sonra başlar. Mağlup olan Hazrec kabilesinden, Es'ad b. Zürâre adında birisi Mekke'ye gelir. Hz. Muhammed'le görüşür ve İslam'ı seçer. Daha sonra Hz. Peygamber'in Yesriblilerle akdettiği üç Akabe sözleşmesinin üçüne de katılır. Yesrib'de bir mescit inşa eder ve orada ilk Müslümanlara rehberlik etmeye başlar. Yesrib'deki gelişmelerden sonra, Mekke site devleti başkanı Ebu Cehil'in endişesi son sınıra varır. Danışma meclisini toplar ve hareketin liderini öldürme kararı alır. İşte bu kararın hemen ardından büyük hicret gerçekleşir. Hz. Peygamber'in Yesrib'e gelişine ve İslam'ın önünün açılmasına vesile olan Es'ad b. Zürâre, Hazrec kabilesinin Neccâr oymağındandır. Neccâr oymağı ise Hz. Peygamber'in dayıları sayılmaktadır. Bu nedenle oymak içinde yeni bir heyecan ve değişim rüzgarları esmeye başlar. Hz. Peygamber'i geçici bir süre ikamet etmesi için bile olsa evinde misafir eden Ebû Eyyûb da Neccâr oymağındandır. Daha sonra Hz. Peygamber'e bir ev ve bir mescit yapılması için iki kardeş arsalarını bağışlar. Onlar da Neccâr oymağındandır. En önemlisi de her hâlde Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik (uhuvvet) ilan edilmesidir. Bunun için tercih edilen evin sahibi olan Ebu Talha da Neccâr oymağındandır. Kardeşlik ilanından tam iki ay sonradır. Yeni hayata zorlanan kentte, kızıl salgını neşet eder. Neccar oymağı reisi Es’ad hastalanır ve vefat eder. Riyaseti üstlenecek oğlu bulunmadığı için, oymak, Hz. Peygamber'i kendilerine lider edinir. Hz. Peygamberin umudu ise ilan edilen yeni kardeşliktedir. Çünkü bu, ırk, asabiyet, kabile, oymak, aşiret her türlü övünç kaynağını ve ahit, eman ve hilf gibi kana dayalı değerler üretme devrini bitiren bir kardeşliktir. Akrabalık sevgisini, din ekseninde sevgi akrabalığına dönüştüren(13) bir kardeşliktir. Ceset kardeşliği değil, ruh kardeşliğidir. İnananların, ev-bark, bağ-bahçe, yiyecek-giyecek, katır-deve, neleri varsa her şeylerini paylaşma kardeşliğidir. Meselenin aslı ise şudur: Hz. Muhammed, Mekke'den geldikten sonra Yesrib'e, "Medine" denmiştir. O zaman bu geliş, sıradan bir geliş değildir. "Karye"yi "Medine" ye (kelimelerin üzerinde duracağız) dönüştüren bir geliştir. Adnan, Kureyş, Ümeyye ve Haşim gibi isimlere sığınmaktan feragat ediştir. Gelenler de yolcu ve kaçkın değil muhacirdir. Bu bir hicrettir. Zaten Yesribliler de Kahtân, Evs ve Hazrec gibi isimlere sığınmaktan feragat etmişler ve muhacirlere yardım üzerinde birleşmişler ve kendilerine Ensâr denmiştir. Yani iki taraf da yeni kimlikler almışlardır; "Mühacir" ve "Ensar". İşte kardeşlik de Arap kimliği ile değil, bu iki kimlikle gerçekleşmiştir. Vahiy ve Asabiyet Kur'ân, ilk seslendiği toplumun atalarının uyarılmadıklarını bildirir.(14) Kurey'şin ataları olan İbrahim ve İsmail'in peygamber olduklarını gözönüne alan bazı yorumcular, Kur'ân'daki "ataları uyarılmamış" ifadesini; Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmedi şeklinde anlarlar. Bu yorumu yeterli görmeyenler ise, ayetteki olumsuzluğu kaldırarak "ataları uyarılmış" şeklinde anlamlandırırlar. Hatta tefsirlere bakılırsa "atalarının uyarıldığı şeyle" şeklinde anlam verenler olduğu da görülür. Yukarıdaki garip ve zorlama yorumlar, Arîbe ve Mütearribe zıtlaşmasının önemini ihmal etmekten, dolayısıyla Hz. Muhammed ile Arîbe'nin atalarını aynılaştırmaktan doğmakta, bu durumda da, ilahi uyarının asıl hedefinde, taşkınlıklara sebep olan asabiyet ilkeleri bulunduğu, maalesef dikkat nazarından kaçırılmış olmaktadır. Oysa Adnaniler kendilerini peygamberlerin yoluna nispet ederler. Asıl Araplar ise kendilerini, Kahtân'a nispet ederler. Bunlar da kendi dillerinde bir mesajla uyarılmamışlardır. Kur'ân'ın söylediği de budur. Kavmiyetçilik, putperest Arap geleneğinin en önemli umdesidir. Bunu da "Zalim olsun mazlum olsun, kendi kabilenden olana yardım etmen gerekir"(15) ilkesi ayakta tutar. Ata sözlerine giren ve şairlerin dillerinden düşmeyen bu ilkeye göre, haklı olup olmamakta esas; hak, hukuk, adalet ve kanundan yana değil, aynı kabileden yana olmaktır. Kur'ân-ı Kerim, onların ardına düştükleri bu derin asabiyet düşkünlüğünü, ateşten bir çukur olarak niteler. Buna karşı, aklı işletmeyi ve Allah'a iman etmeyi teklif eder. Asabiyet yerine, din kardeşliği tesis eder. "Mazlum olsun zalim olsun yardım etmek gerekir" ilkesini iptal eder. Zıtlaşan kardeşlerin arasının "ıslah" edilmesini, eğer biri diğerine saldırırsa, "sulh" emrine dönünceye kadar saldıranla savaşılmasını emreder.(16) Kitabın ilkelerinden yeni bir mensubiyet, yeni bir aile, yeni bir kardeşlik, yeni bir millet ve yeni bir sıla-i rahim oluşturur. Onlara ata olarak da İbrahim'i seçer.(17) İbrahim ise Arap değildir.(18) Asabiyeti Aşma Simgesi Vahyin öğrettiği yeni ata İbrahim'dir. Yeni kardeşlik iman kardeşliğidir. Yeni millet de İbrahim milletidir: "İbrahim milletine uyun!"(19) Millet içtimai bir kavramdır. Millet ile vurgulanan, dini hayatla meydana gelen değişimin toplumsallığıdır. Bu yeni milletin aidiyet bağı ise kan değil, "haniflik"tir.(20) Hanîf, yanlışta gördüğü toplumun yönünde gitmeyendir. Kendisini bir topluma değil, doğru bildiğine ait kılandır. Haniflik, bir tarafıyla ferdi, diğer tarafıyla da içtimai bir kavramdır. Ferdin asabiyet bağlarını imha silgisidir. “Hanîf olarak İbrahim milletinden olalım!”(21) Kur’ân, Hz. İbrahim'in kavim asabiyetini silen hanifliğinden söz eder. Zalim devlet başkanına ve hatta putperest babasına bile sırt çevirmesini örnek olarak verir. Dîn, millet ve hanîf kavramlarını bir arada ve hem de İbrahim bağlamında kullanarak bu vurguyu daha da kuvvetlendirir: “… sağlam dine, İbrahim milletine, hanîf olarak…"(22) Asabiyet bağlamında Yarımada'da işi zorlaştıran şey de Hz. İbrahim'dir. Çünkü o soy olarak Arap değildir. Arapça da konuşmamıştır. Yani Arîbe de Mütearribe de değildir. En önemlisi ise, hanîf olduğu için her hangi bir kabile ve ulustan da sayılmaz. Bu nedenle Kur'ân onu kendi başına bir ümmet olarak niteler: "İbrahim başlı başına bir ümmetti, tek bir hanîf olarak."(23) Şimdi yeniden düşünelim. Hz. İbrâhim Arîbeden değilse, Mütearribe'den de değilse, onun milletinden olmaya çağıran Hz. Muhammed'in durumu nasıl olur? Zaten Arîbe'den değildir. Açıkça söylememiz gerekir ki Hz. Muhammed'in konuştuğu dil Arapça olsa bile, millet olmada ata olarak İbrahim'e işaret ettiği için asabiyet davası güden Mütearribe'den de sayılmamalıdır. Nitekim o, ilkelerini Arap asabiyetinin vazettiği bir hayata karşı büyük bir inkılap gerçekleştirmiştir. Değişimin Renkleri Arabistan tarihinde su yüzüne çıkan; Arîbe ve Mütearribe, Kahtaniler ve Adnaniler ya da Yemenliler ve Mekkeliler, Emeviler ve Haşimiler şeklindeki zıtlaşmaların hepsi de ırk temeli üzerinde anlam bulan sözcüklerdir. Vahiy ise, insanları ırklarına ve kabilelerine göre değerlendirmez. Bizzat kendilerine bakar. Kur'ân, muhataplarını asabi duygulardan uzak olan; uyarıya hazır, uyarıya kapalı ve mutedil olanlar diye sınıflandırır. Davranışları da bu üç ruh haline münasip olarak; iman, İslam, ihsan, iktisad, fısk, inkar, nifak, şirk ve zulüm gibi asabiyetten azade sözcüklerle adlandırır. Fertleri ise, müminler, Müslümanlar, öncüler (sâbikûn), ilkler (evvelun), muhacirler (muhacirun), yardımcılar (ensar), sağ ashabı, sol ashabı, zalim, kafir, fasık ve müşrik gibi yine asabiyet değerlerinden uzak yeni kelimelerle niteler. Ancak fetihlerden sonra bu üslup biraz değişir. Çünkü muhataplar değişmektedir. Asabiyetten kopamayan tutarsız ve tutucu karakterler belirmiştir. Vahiy de onları niteleyen "Münafık, Yahud ve Nasara" gibi kelimeler seçer. Fetihler arttıkça, ikiyüzlülüğü ve inadı niteleyen bu kelimelerin türü de sayısı da artar. Eğer Tarihi süreç göz önüne alınırsa, kardeşlik ilanından sonra, bu sözcüklerin müspet değer taşıyanlarının "İbrahim milleti" çevresinde, menfi olanlarının "müşrikler" çevresinde, tereddüt ve inat ifade edenlerin ise "A'râb" kelimesi çevresinde kümelendiği anlaşılır. Önce Yarımadanın tarihini, sonra da dünyanın gidişatını değiştiren "uhuvvet" olayı ise, İbrahim milleti çevresinde kümelenen iman değeri üzerine kurulur; Kur'ân "sadece müminler kardeştir" der. Yani bu kardeşlik; Kahtâniliği, Adnânîlği, Evsiliği, Hazreciliği, Mekkeliliği, Yesripliliği ve A'râbiliği dışarıda bırakır. Kardeşlik "Mühacirler" ile "Ensar" arasında gerçekleşir. İşte Kur'ân'ın "öncüler" dedikleri bunlardır. Öncüler ve Onlara Uyanlar Kur'ân, inanç ve davranış açısından insanları üç sınıfa ayırmasına paralel olarak ilk muhataplarını da; muhacir-ensâr, onların ardından gelenler ve münafıklar şeklinde üçe ayırır.(24) Başka bir pasajda ise onları; Mühacir ve Ensar'dan öncüler, onlara uyanlar ve münafıklar şeklinde niteler.(25) Kur'ân'ın bu tasnif üslubunu yakından tanımak ve sosyal yasalardaki ilahi sünneti daha iyi kavramak için bu üç grubun Tarihteki izlerini iyi sürmek gerekir. Bazı isimleri putlaştırmadan, diğer bazı isimleri de nefret odağı hâline getirmeden, sadece meselenin tavzihi için gereklidir bu. "Sabikun" öncü olanlardır. Onlar aslında peygamberlikten önce kendilerini hidayete hazırlamış kimselerdir. Sorumluluk bilinçleri vardır. Vahyin diliyle "mütteki"dirler. Kitap onlara sadece rehberlik eder. Onların Kitaba uymaları ise nur üstüne nur gibi olur. Yukarıda hayat hikayesine işaret ettiğimiz Es'ad b. Zürare, bu öncülere iyi bir örnektir. Ensar'dandır ve öncülerdendir. Muhacirden olan öncülere örnek ise Ebu Yakzan'dır. O, peygamberlikten önce Yemen'den Mekke'ye gelmiş olan Yasir'in oğludur. Annesi Sümeyye'nin Türk olduğu bilinir. Daha tebliğin başladığı ilk günlerde, aile olarak Peygamber'e iman ettiklerinde o kırk üç yaşındadır. Kabile korumasından mahrum oldukları için, putperestlerin işkencelerine maruz kalırlar. Vahyin bir pasajında bu ailenin cefakârlığına işaret edilir.(26) Ebeveyni aynı günde, ardından da kardeşi işkenceden öldürülür. Kendisi ise bir kabilenin himayesine girmek zorunda kalır.(27) Ama bu yetmez. Habeşistan'a hicret etmek zorunda bırakılır. Sonra da Medine'ye hicret eder. Mescit yapımında gayretle çalışır. Belki de inşaat becerisinden dolayı, adı "Ammâr" diye şöhret bulur.(28) Tarihi kaynakların ittifakla bildirdiğine göre; Hz. Peygamber'in bulunduğu bütün gazvelere katılır. Bu öncülere sonradan tabi olanların bir örneği ise Ebu Hureyra'dır. Başka bir örneği de Ebu Musa'dır. İkisi de, Yemenlidir. İkisi de, Hicretin yedinci yılında, altmış aile arasında, deniz yoluyla Medine'ye gelirler. Hz. Peygamber'in Hayber'de olduğunu öğrenince oraya gider ve İslamlıklarını bildirirler. Ebu Hureyra orada savaşmadan ganimet alma konusunda Ebân ile tartışır. Bunun üzerine ganimetten mahrum bırakılır. Ebu Musa'ya ise savaşmadığı hâlde ganimet verilir. Ebu Hureyra, yirmi yedi yaşında ve bekâr olduğu için geceleri mescitte kalır, gündüzleri ise Büsra adında bir hanımın yanında karın tokluğuna çalışır. Münafıkları örneklemek ise elbette imkânsızdır. Çünkü nifak içsel ve kalbi bir durumdur. Bu da bilinemez. Ancak Kur'ân bu münafıklar zümresinden, zahiri ve içtimai delaleti bulunan bir kelime ile daha söz eder; "teslim olanlar". "Teslim Olanlar" "Teslim olanlar", Yarımadada, fetihlerden ve özellikle de Mekke'nin fethinden sonra Peygambere teslim olmak zorunda kalanları niteleyen bir deyimdir. Aslında Kur'ân, İslam'a gelmeyi ifade etmek içinde aynı sözcüğü kullanır. Biri Peygambere, diğeri ise Allah'a teslim olmak anlamındadır. Hangisinin, hangi anlamda kullanılmış olduğunu, tarihsel alt yapı üzerine konan söz akışından anlamak asla zor olmayacaktır. Peygamber'e teslim olanların yaptıkları şey; Müslümanların gittikçe büyüyen askeri ve siyasi gücü karşısında; bir nevi siyasi sığınmadır. Kendilerine ganimetlerden pay verilmesi de bu talebi kamçılamıştır. Onlar "iman ettik" diye övündüklerinde, Allah, onların gerçekte iman etmediklerini, sadece teslim olduklarını ihbar etmiştir.(29) Acaba Ebu Süfyan, bu "teslim olanlar" için uygun bir misal olur mu? Bu sorunun cevabında isabet edebilmek için Ebu Süfyan'ın tarihteki rolünü bilmek gerekir. Ebu Cehil nefretiyle yarıştırmak için değil. Ebu Talip ailesine muhabbeti artırmak için de değil. "Üsve-i hasene" yi bulmak için. Sünni kaynaklar Abbâsiler tarafından kaleme alındığı, bu nedenle Tarihi kayıtlarda bazı Emeviler için insaf ölçülerinin aşılmış olduğunu düşünenler olabilir. İfrat yoluyla zulme sebep olmayı, bu satırların sahibi de zulüm sayar. Bu nedenle, sadece Sünni kaynaklara bakalım. Hatta, Endülüs Emevileri kayıtlarınca da doğrulananlara bakalım. Şunları ortak tespitler olarak bulacağız: Mahzumiler, Bedir'de yenilir. Bu yenilgi, iktidarı da kaybetmelerine sebep olur. Onların ardından iktidara Emeviler gelir. Kabile lideri ise Ebu Süfyan'dır. Yeni devlet başkanı, altmış beş yaşındadır. Bedir'de öldürülen oğlunun intikamını alıncaya kadar, hanımına yaklaşmayacağına ve saçını sakalını kestirmeyeceğine yemin eder. Bedir'in intikamını almak için hazırlıklara başlar. Mekke dışındaki Arap kabilelerinden de yardım alarak 3000 kişilik askerî bir kuvvet hazırlar. Uhud mevkiinde yapılan savaşı, net bir zaferle olmasa da kazanır. Medine'nin yeni siyasi yapısından huzurları kaçmış bulunan Yahudiler, bu zafere sevinirler. Ondan, "İbrâhim milleti"ni tamamen yok etmesi ricasında bulunur, maddi destek sözü verirler. Ebu Süfyan, önce iktidardan düşen Mahzumoğullarını arkasına alır. Ardından Mekke, Necd ve Thame ile ittifak kurar. Yarımada'nın tamamından oluşturduğu oniki bin kişilik putperest ittifaka öncülük eder. İbrahim milletini evlerinde sıkıştırmak için yola çıkar. Ancak üç tarafı zaten bahçe duvarları ve çitlerle çevrili olan kentin girişine kazılmış olan 4-5 m. derinliğinde ve 9-10 m. genişliğinde bir hendekle karşılaşır. Muvaffak olamaz ve döner. Hicretin sekizinci yılında, İslam ordusu Mekke'yi fethe çıktığında, ordu daha yolda iken "teslim" olur. Daha sonra, Huneyn gazvesine katılır.(30) Savaş sonunda kalpleri İslam'a ısındırılacak olan (müellefetü'l-kulûb) zümresinden(31) sayılır ve ganimetten kendisine de oğlu Muâviye'ye de yüzer deve verilir.(32) İşte Ebu Süfyan'ın üzerinde ittifak edilen hikayesi budur. Aslında onun teslimiyetinin ne anlama geldiği, o günden bugüne hep konuşulur. "Teslim olanlar" a örnek verilmesinde de bir sorun görülmeyebilir. Ancak buradan daha başka ve daha önemli bir soru doğar: Kur'ân, tam yirmi yıldır hiç kullanmadığı bir sözcüğü, fetihlerden sonra (ki bu yıllar aynı zamanda teslim olanlar yılıdır) tam on defa kullanır; "el-A'râb"… Fetihten sonra sadece teslim oldukları hâlde "iman ettik" diyenleri de "el-A'râb" diye anar.(33) Soru şudur, "A'râb" ne demektir? A'râb Bedeviler mi? Klasik dönem dil bilginleri, Arab (ألعرب) kelimesinin, çoğulu bulunmayan tür ismi olduğunda, A'râb'ın (ألأعراب) ise tekili olmayan bir çoğul ismi olduğunda ittifak ederler. Bununla da yetinmez, "Nebat"-"Enbât" gibi, birini diğerinin çoğulu görmemek gerektiği hususunda uyarırlar.(34) Gördüğümüz kadarıyla bütün Müfessirler de bu iddiayı sürdürür. Bunun tek bir istisnasını dahi bulmak imkânsız gibidir. Hatta bir kısmı, bu iki sözcük arasında fark bulunduğunu ispat etme gayretiyle sayfalarca açıklamada bulunur. Ünlü müfessir F. Râzî de, bu iki kelimenin anlam farkı üzerinde durur. Delillerini sıralarken daha ilk maddede şöyle der: "Birçok açıdan bu iki sözcüğün farklı olduğu anlaşılır. Birincisi; Peygamber (a.s.) Arap'ı sevmek imandandır demiş, ama Allah ayette A'râbı kötülemiştir."(35) Acaba Merhum Râzî, ezeli ve ebedi tek Allah'a iman etmeyi, onun elçisine karşı savaşan Arap sevgisine bağlama ihtiyacı duymasaydı; yine de Kur'ân'da kötülenenlerin bedeviler olduğunda ısrar eder miydi? Acaba kökleri aynı olan bu iki sözcüğü birbirinden ayırmak, herkesçe malum olsaydı, sayfalarca izah etme ihtiyacı duyar mıydı? Elbette hayır. Ne var ki; belli bir zaman ve mekanla mukayyet olmayan imanın tahakkukunu nübüvvete, nübüvveti Haşimiliğe, Haşim'i Mütearribe'ye bağlayan, sonra da Mütearribe'yi Arîbe ile eşitleyen zihnin böyle düşünmesi doğal bir sonuçtur. Fakat gerçek başkadır. A'râb Araplardır Bir defa şu tespiti hemen zikretmemizde yara var. Kur'ân'ın nazil olduğu atmosferde, Arab'ın kentliler, A'râb'ın da (ألأعراب) bedeviler anlamına geldiği şeklinde kesin bir ayırım bilinmemektedir.(36) Bu tespit bize önemli bir ip ucu verir. A'râb'ın anlamını tayin etmemiz için elbette yeterli sayılmaz. Ancak bedeviler anlamına gelip gelmediğine, mutlaka Kur'ân'ın içinden veya sonraki literatürden bir delil aramamız gerektiğini gösterir. Kur'ân, doğal olarak bu kelimenin anlamı üzerinde durmaz. Sonraki eserler ise söz birliği ile yukarıda işaret ettiğimiz iddiayı sürdürürler. Aslında bu iddiaları zorlayan kullanımlar izlememiz de mümkündür. Mesela, "Arab"ın zıddı olarak "acem" kelimesi kullanılır. "Acem"in çoğulu ise "E'âcim"dir. Hicretin dördüncü asrının başlarında, "el-e'âcim" kelimesi, "el-A'râb" ın mukabili olarak kullanılmıştır.(37) Daha sonraki dönemlerde hadis olarak bilinen, "Ümmetim ihtilaf ettiğinde, siz "A'râb"ın dinine sarılın"(38) ibaresindeki "A'râb" da böyledir. Kur'ân'da hep negatif bağlamlarda anılan bu sözcüğün, bu metinde müspet bir akışta kullanılmış olması da ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Diğer yandan kayda değer önemli bir husus da, bu iki sözcük üzerine bir tartışmanın su yüzüne çıkmış olduğunun bilinmesidir. Bazı düşünürler, daha İslam'ın ilk dönemlerinde, bu iki sözcük arasındaki farkı anlayamamakla suçlanmışlardır.(39) Suçlanan kimseler ise "Şu'ubiyye" diye adlandırılır. Bu Şuubiyye'nin tanımı da, Arapların diğer toplumlara karşı daha faziletli olmadığını iddia eden kimseler olarak yapılır.(40) Bunun Türkçe'si şudur: Arapların diğer toplumlardan daha üstün olmadığına inananlar, Kur'ân'da kınanan A'râb'ın Araplar demek söyledikleri için, ileride ırkçı (şuubiyye) anlamına kullanılacak olan bir isnatla suçlanıyorlar. Bu noktada son olarak zikredilmesi gereken önemli bir husus ise, bu iki kelimenin lâfzî yapısıdır. "A'râb" (ألأعراب) sözcüğünün kök bilimsel olarak bedevilikle hiçbir alakası bilinmemektedir. Kelimenin kökü, Arap kelimesinin köküyle aynıdır. Bu da "Açıklamak" ve "Bozulmak" anlamları veren A-R-B köküdür. Nitekim "el-İ'râb", söz dizimindeki karışıklığı gidermektir.(41) Zaten "Arab"ın zıddı da "Acem"dir ki o da, sözü anlamayan yabancı kimse demektir. "A'râb"ın kalıp olarak da; "Ensâb" ve "Ekvâm" gibi çoğul vezninde bir kelime oluşu, onun "Arab" kelimesinin çoğulu olduğunu düşündürmektedir. Nitekim, Enbât Nebat'ın, Ekrâd Kürd'ün, Etrâk da Türk'ün çoğuludur. Bu konuda, Dil bilginlerinin ve müfessirlerin ezberini bozacak bir açıklama ise şöyledir: "Sözün özü A'râb'ın çoğul olduğudur. Kelimenin, "Kufl" ve "ekfâl", "füls" ve "eflâs", "himl" ve "ehmâl", "cemel" ve "ecmâl" örneklerinde olduğu gibi tekili de vardır." Daha sonra şöyle devam eder: "Keşke bilseydim! "A'râb" Araplar demek olduktan sonra, "A'râbî"nin Araplara mensup, Arabî'nin de Arap'a mensup demek olduğuna ne manidir?"(42) Müellif, aslında Yemen asıllıdır ve Arîbe'dendir. Yani Şuubiyye'den gösterilemez. Nitekim bu metnin sonrasında Araplar'a toz kondurmamakta, zayıfına kuvvetlisine bakmadan Arapları öven bazı hadisler zikretmektedir. Doğrusu bu, "Arapları öven bu kadar hadis bulunduktan sonra, A'râb sözcüğünü "Bedeviler" anlamına zorlamaya gerek yok" demeye gelir. Her şeye rağmen müellif burada, güçlü bir tahlille sadece doğru olana işaret etmektedir. "Ar'âb" hakkında yapılmış bu detaylı teknik tahlil üzerine bir şey söylemeyi artık zait görüyoruz. Bedeviler de Araptır Bedeviler, hayvanları için bitki ve su peşinde koşan göçebe insanlardır. Her kabilenin göçebeleri de neticede o kabilenin üyesidir. Nitekim Arap bedeviler, kendilerini nazik, terbiyeli, cömert, asil ve necip Araplar olarak nitelerler. Kendilerini insani kemalin zirvesinde görür ve mürüvvetleriyle övünürler. Bedevilik denince, her ne kadar sertlik ve kabalık akla gelirse de, ilahi konularda negatif tavırlara simge olmamıştır. Bedeviler, kimi zaman başını deve idrarı ile yıkamak zorunda kalsa da, bu durum hiçbir zaman onları Allah'a ortak koşmaya sürüklemez. Aksine tabiat, insanın ilahi sorumluluk taşıyan karakterini koruyucu ve takviye edicidir. Okuyucusunun dikkat nazarlarını daima tabiata çeken Kur'ân üslubu da bunları teyit eder. Öte yandan, bir kabilenin yerleşik hayatı seçmiş olanları da, bedevi olanları da, eğitimsiz ve kaba olanları da, bilge ve medeni olanları da vardır. Yemâme'de oturan savaşçı Hanif oğullarının bedevileri de kentlileri de vardır. Cahiliye Şairi Antere, bedevi olarak hayat süren Gatafan oğullarındandır. Şair Lebid de bedevi Kilab oğullarındandır. Kur'ân'da ifade edildiğine göre, Hz. Yusuf'un babası da çölde yaşayan birisidir(43) ve o bir peygamberdir. Kısaca, A'râb kelimesi, toplumun aidiyetiyle, bedevilik ise tabii imkanlarıyla ilgili durumları anlamlandırır. Bu nedenle "bedeviler", "A'râb"ı kapsamadığı hâlde, "A'râb"ın, "bedeviler"i de kapsadığını düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşımımızın, Dil bilginlerinin ittifakına rağmen olduğunun farkındayız. Tefsirlerdeki "bedeviler" yaklaşımın tam bir tercüme olmadığını, aksine yarım bir yorum olduğunu söylemek anlamına geleceğini de biliyoruz. Aslında söylemek istediğimiz ise bunlar değildir. "A'râb" ile "bedeviler"i eşitleyen yorumların başında, ciddi siyasi yönlendirmeler bulunabileceğini düşünmek gerektiğidir. Sünni olsun, Şii olsun bunca Müfessirin, bu ihtimali göz ardı etmiş olduklarını düşünmek zor olsa da gereklidir. Kur'ân'daki A'râb Çünkü "A'râb" sözcüğü, Kur'ân'da; küfür ve nifakça önde olan, hudut tanımayan, inkarcı, cimri, yalancı, münafık, rahatına düşkün, peygamberle birlikte mücadeleye gitmekten geri duran ve mazeret uyduran kimseleri niteler. Kelimenin kullanıldığı hiçbir ayet, bedevileri çağrıştırabilecek anlayışsızlık ve kültürsüzlük gibi bir şey hissettirmez. Yani "A'râb" sözcüğünün "bedeviler" anlamına geldiğini, Kur'ân'ın sırf kendi üslubundan çıkarmak imkânsız gibidir. Zaten kimse de böyle bir yola tevessül etmemiştir. Biz de aynı kanaatteyiz. Dahası bu kelimenin bedevi anlamına gelemeyeceğinin izlerini Kur'ân'da da bulmanın mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu izleyiş için gerekli olan tek şey, ilgili ayetlerin asabiyet buzdağı üzerinde okunmasıdır. Daha ilk bakışta "El-A'râb" sözcüğünün Kur'ân'daki mukabilinin Yesrib kentini niteleyen "el-Medine" olduğu görülür. Genelde bunun zıddının "bedevi" olduğu "öğretildiği" için de sorun görülmez. Oysa kadim İbrani ve Arami dillerinde "medine", bir yönetime bağlı bulunan, mahkeme yeri anlamında bir nitelemedir.(44) Arapçanın bu dillere yakınlığı göz önüne alınırsa, kelimenin yargılanma, yönetilme ve siyaset anlamı veren "dyn" kökünden alınmış olduğu anlaşılır. Dil bilginleri buna işaret eder.(45) Yani medenî-bedevî karşıtlığı daha sonraki bir kullanımdır. Nitekim Kur'ân, eski bir yerleşim birimi olan Yesrib'e, yönetimine nispetle "Medine" demiştir.(46) "el-Bedv"e mukabil olarak da "el-Karyet" sözcüğünü kullanmıştır.(47) Yani "Bedevî"nin asıl zıddı "Kuravî" dir.(48) Bu durumda; Rasulüllah'ın yönetimine (Medinetü'r-Rasule) bağlı bulunan Muhacir ve Ensar'ın mukabilinin "bedeviler" değil de, kentin yeni yönetimini üstlenmemiş kimseler demek olacağı, bunun da Kur'ân'da "A'râb" diye nitelendiği anlaşılır. Zaten Yesrib'i niteleyen el-Medine kelimeleri, Kur'ân'da, (el-A'râb'ın mukabili olarak) aynı dönemde ve onun gibi on kez kullanılmıştır. Kısaca; "Her kim hicret etmişse (Mühacir olmuşsa) veya onlara yardıma katılmışsa (Ensar'dan olmuşsa) onun sahabiden sayılma konusunda şerefi tamamlanmıştır. Ama kimin de önceki durumu devam etmişse, önceki ismi de devam etmiştir. Onlar da "A'râb"dır.(49) Diğer yandan, bir ayette A'râb'ın (yani fiilen Nebevi yönetime katılmamış bulunanların) arasındaki nifak tabiatlıların, Medineliler (yani fiilen Nebevi yönetime katılmış olanlar) arasında da bulunduğu ifade edilir.(50) Başka bir yerde ise, Medine ehli ile çevresindeki A'râb aynı cümleden zikredilir.(51) Demek ki A'râb için müspet ve menfi görülen bazı şeyler, Medenilerden bazıları için de söz konusudur. Bu da A'râb'ın özelliklerinin, şehirde yaşamamakla ilgili olmadığı anlamına gelir. Başka bir ayette temas edilen küfür ve nifak gibi: "A'râb (ألأعراب), küfürce ve nifakça daha şiddetlidir."(52) Şimdi o gün için düşünelim, insanı, küfür ve nifakça daha kötü yapan şey kentlilik mi, bedevilik mi olabilir? Küfür ve nifak, Hz. Peygamber zamanında daha çok kentlinin mi, göçebenin mi nitelikleri olmuştur? Bu konuda seçim yapmak imkansız gibidir. Ne var ki kırda ikamet, yalnız başına küfür ve nifaka sebep olsaydı, vahyin, tek alternatif olarak şehir hayatını tavsiye etmesi gerekirdi. Oysa Kur'ân, muhataplarına, kentte yaşamalarını teklif etmemiştir. Aslında bu imkansızdır da. Dahası kırsal hayatı yermemiştir de. Ama küfür ve nifaka götüren ırkçılığın, kabileciliğin ve ataların negatif değerlerinin hayat tarzında belirleyici olmasını yermiştir. Bunlar da kent ve çölde ortak hususlardır. Kur'ân, muhataplarına, atalar yolu ile Allah yolu seçeneklerini sunmuştur. Bu da, "Araplık akrabalığı"nda kalmak ya da "iman akrabalığı"nda olmak anlamına gelir: "A'râb (ألأعراب) dan kimi var ki; Allah'a ve ahiret gününe inanır, vergisini Allah nezdinde "akrabalıklar"a ve elçinin dualarına vesile sayar. Aslında onlar kendileri için "akrabalıklar"dır."(53) Bu ayette, "A'râb" ın niteliği, İslamlaşma yolunda yaptıkları harcamayı angarya sayıp saymama noktasında açığa çıkar. Bu anlama göre, onlar kentli olsun, köylü olsun, akrabalık bağlarına tutunarak Allah'a yaklaşmaktan uzak kalan, dolaysıyla da İslamlıkta geciken kimselerdir. Bu ayetten hemen sonra, onlara mukabil olarak, Müslümanlıkta öncü (Sâbikûn) olanların dile getirilmiş olması da bunun delilidir. Bunların mukabili de Medine yönetimine katılmayan, mecbur kalınca da teslim olan Araplardır. A'râb, Teslim Olanlardır Hucurât Suresinde, "Ey insanlar" diye başlayan hitaptan sonra erkek ve kadından yaratılmış olmak, ardından da "şu'ûb" ve "kabâil" den bahsedilir. Hemen sonra da "A'râb" zikredilir. Daha sonra da bunların gerçekten iman etmedikleri ama teslim oldukları dile getirilir. "Şu'ûb", Türk gibi bir soyun, bilinen ilk ismine nispetle adıdır. "Kabâil" de onun altında bulunan kimliklerdir. Şimdi, "A'râb" ın, bedeviliği mi yoksa asabiyeti mi daha çağrıştırıcı olduğunu bu sentaks üzerinde düşünmek gerekir. Kur'ân, Hendek savaşında, Medine etrafında Müslümanları imha etmek için kümelenen müttefik putperest kabilelerden "Ahzâb" diye söz eder. Aynı ayette onlara "A'râb" da der.(54) Sanki bu ayette, onları bir araya getiren siyasi sebeplerden dolayı "el-ahzâb", onları birleştiren negatif değerler cihetiyle de "el-A'râb" denmiştir. Ahzâb'ın lideri ise Ebû Süfyan'dır. O da kesinlikle bir bedevî değildir, Mekkelidir. Kureyşlidir. Ardındaki birlikler de, Necidliler, Gatafanoğulları, Esedoğulları, Süleymoğulları, Kinaneoğulları ve Sakifoğullarıdır. Aralarında bedeviler varsa onlar da bunlara bağlıdır. Eğer bunların hepsi bedevi ise o zaman Araplar kimlerdir? Kur'ân bir pasajda, Tebuk Seferi hazırlıkları esnasında Medine'de nifak çıkaranlardan da "A'râb" diye söz eder.(55) Onlar da bedevi değillerdir. "Teslim" olmasına rağmen, İslam düşmanlığı bir türlü bitmeyen Abdullah b. Ubey'dir. O da Hazrec kabilesi reisidir ve sözde "Medeni"dir. Hicretin dokuzuncu yılıdır. Hıristiyan Araplar, Rumların desteğini alarak Medine'ye saldırmayı planlar. Hz. Peygamber, onlara karşı büyük bir kuvvet hazırlar.(56) Ancak Mekke'nin Fethinden sonra "teslim" olanlardan imanı zayıf olanlar, münafıklar ve bazı isteksizler çeşitli bahanelerle sefere katılmak istemez; mazeret bildirir ya da ağır davranırlar. İşte bunun üzerine Tevbe suresindeki çeşitli pasajlar nazil olur. Tam altı defa tekrar edilen "A'râb" kelimesi ile kınananlar bu zayıf karakterlilerdir. Bu seferin Araplara karşı hazırlandığını da unutmamak gerekir. Kur'ânın bütün bu anlatım ve niteleme üslubunu, dönemin asabiyet aysbergi üzerine koyduğumuzda; "A'râb" kelimesinin, Peygamber'e teslim olmakla birlikte, henüz Allah'a teslim olamadığı, iman marifetine yükselemediği, asabiyet bağından azade olamadığı, hanif millet şuuruna eremediği için, kendi soydaşlarına karşı savaşmak istemeyen nifak karakterli Araplar yerine kullanılmış olduğunu anlarız. Biz, bütün insanların aynı asıldan çoğaldıklarını, kimsenin başka birisinin ameliyle üstünlük elde edemeyeceğini söyleyen Allah'ın, hiçbir zaman, müspet veya menfi bir değer atfetmeden, hiçbir ırkı övmüş ya da kötülemiş olamayacağını biliyoruz. Ancak biz, su ve bitki peşinde koşan göçebeleri, salt gezgin bir hayat sürdükleri için, hiçbir olumsuzluk isnat etmeden kınamayacağını da biliyoruz. Bu nedenle, Kur'ân'daki bütün kullanımlarında sözcüğün başında bulunan belirleme takısını da (ال) göz önünde bulundurarak kelimenin nitelemesinin güncel toplu duruma has olduğunu, bütün "el-A'râb" kelimelerinin, dine davet karşısında asabiyete sarılan medeni-bedevi bütün "şu Araplar" demek olduğunu düşünüyoruz. Kısaca: "el-A'râb", bidayette kan bağına, soy birliğine, ataların adet ve törelerine itimat ederek sonuna kadar direnen, sonra "İbrahim milleti"e karşı imha planları uygulayan, daha sonra da teslim olmaya mecbur kalanlardır. A'râb, tarihsel konum itibariyle aynı vezinde olan "Ashâb"ın zıddıdır. Mühâcirlere karşı davranışlarında "Ensâr"dan olmayanlardandır. Nitekim Kur'ân bu son kelimeyi de "A'râb" ile aynı pasajlarda kullanmıştır.(57) Doğrusu, Hz. Peygamber'in ashabı olma şerefine yükselememiş olan kimseleri, asabiyet olgusundan ve "Arap kardeşliği"nden başka birleştiren bir şey de yoktur. Hucurât Suresinde; insan, ulus, kabile, "A'râb" ve teslim olmak sıralamasını yapan ayetten anlaşılan da budur: "Ey insanlar! Biz bir erkekle bir dişiden yarattık sizi. Sizi uluslara ve kabilelere ayırdık ki birbirinizle iyilikleşesiniz. Allah nezdinde en asiliniz, en sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır. Araplar dediler: “İman ettik!” De: “İman etmediniz! Ama teslim olduk deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmedi; eğer Allah’a ve Elçisine itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez.” Allah, bağışlayandır, merhametlidir!" Arapların Peygamber'e İsyanları Hicretin 10. yılı, peygamberliğin ise 23. yılıdır. Yarımadanın asabiyet direnci kırılır. Her tarafta İslam'a koşulur. Putperest Yemen dahi tamamen yönetime katılır. Yeni Müslüman olan bir Fârisi San'a kentine vali olarak atanır. Mancınık gibi savaş silahlarının imal edildiği, meşhur Yağus putunun bulunduğu Necran eyaletinin başkenti Cüreş de İslami yönetime katılır. Buraya da vali olarak Ebu Süfyan gönderilir. Aslen Yemenli olan Ebu Musa da, Yemen'e elçi ve zekat memuru olarak gönderilir.(58) Ebu Hüreyra, Bahreyn'dedir. Ammâr Medine'dedir. Geçmiş unutmayan Yemenli Kahtâniler'in isyan haberleri gelir. Esved el-Ansi'nin liderliğinde irtidat ederek isyan etmişlerdir. O bir Arap milliyetçisidir. İsyankarlar, dört ay içinde Yemen'in tamamına hâkim olurlar. San'a valisini de öldürürler. Rasulüllah, gücü yeten herkesi seferber olmaya davet eder. Sonunda Esved öldürülür. Yemenli kabileler, yeniden İslami yönetime katılır. Bundan beş gün sonra da Allah'ın elçisi (s.a.) ahirete irtihal eder. Hz. Ebu Bekir devlet başkanı seçilir. Bu kez de Yemame'de Hanifeoğulları isyan çıkarır.(59) Hareketin lideri Müseylime'dir. İslam ordusu, bu isyan karşısında iki defa takviye edilecek kadar zorlanır. Ammâr, bu savaşa katılır. Dağılmak üzere olan orduyu toparlama telaşında iken kulağının birisini kaybeder. Ebu Hureyra, henüz Bahreyn'dedir. Ebu Musa'nın, hâlen Yemen'de olduğu tahmin edilir.(60) Ebu Süfyan, eskiden valilik yaptığı Necran bölgesine zekat amili olarak atanır. Fırtına Öncesi Sessizlik Hz. Ömer'in devlet başkanlığı döneminde; Ammâr, Kûfe valiliğine atanır. Ebu Hureyra, Bahreyn'e vali olarak atanır. Ancak kısa bir süre sonra azledilip rüşvetten sorgulanır. Ebu Musa, Küfe ve Basra valiliklerinde bulunur. Ebu Süfyan, Taif ve Yermuk muhasaralarında gözlerini kaybettiği için, bu tarihten sonra onun yerini şehzade gibi büyüttüğü oğlu Muaviye alır. Muaviye önce Ürdün, sonra da Dimaşk'a vali tayin edilir. Hz. Osman'ın devlet başkanlığı dönemidir. Ammar, Hz. Osman'ın asabiyeti çağrıştıran kayırmacı icraatlarını eleştirdiği için valilikten azledilir. Halife ile arasındaki sürtüşme gittikçe derinleşir. Sıra Medine'den de sürgün edilmeye geldiğinde Hz. Ali devreye girerek sorunu giderir. Ebu Hüreyra, Hz. Osman'ın korumalığını yapar. Halifenin baldızı olan ve daha önce yanında çalıştığı Büsra ile evlenmiş, maddi durumunu düzeltmiş, birçok köleler edinmiştir. Ebu Musa, Basra ve Kûfe valiliğine devam eder. Muâviye ise, Dimaşk valiliğinden, Şam bölgesi genel valiliğine getirilir. Elinde, Bizans sınırını bekleyen güçlü bir ordu vardır. Nüfus çokluğu ve savaşçılığı ile şöhret bulmuş Kelboğulları kabilesinden bir kadınla evlenir, Yezid de bu evlilikten doğar. Hz. Osman'ı da bu kabileden Naile adında bir kadınla evlendirir. Böylece hem Vali hem de Halife güçlü Kelboğulları ile akraba olur. Arap Dayanışması Başlıyor Hz. Osman, bir suikast sonucu öldürülür. Ensar ve Muhacir zaman kaybetmeden, Hz. Ali'ye biat eder. Ancak Küfe ve Basra vilayetleri ile Şam eyaleti bu biata destek vermez, hatta isyan ederler. Küfe'nin sakinleri arasında Eş'aroğulları vardır. Bu savaşçı kabile, daha önce Kâbe'yi yıkmaya yeltenen Ebrehe'nin ordusuna destek vermiştir. Sonra, Hz. Peygamber'in sağlığında ilk irtidat hareketini başlatan Esved el-Ansi'ye destek vermiştir. Ardından da Ebu Bekir döneminde tekrar irtidat ederek yine isyan etmişlerdir. Eş'ar kabilesi, bu olaylar nedeniyle el-Ehâbis (kötüler) diye şöhret bulmuştur. Ebu Musa, bu kabiledendir ve Küfe valisidir. Hz. Ali, aralarında yeni valinin de bulunduğu bir heyeti Küfe'ye gönderir. Ancak Vali konağından ayrılmaz. Sonra askeri kuvvetle azledilir. Ardından da tarafsızım diye uzlete çekilir. Uzlet için tercih ettiği yer, muhalif bölgelerden birisi olan Şam'dır. Basra'nın kontrolünü ise Hz. Aişe ele geçirmiştir. Şehit halifenin oğlu da yanındadır. Ali ile Ayşe arasında beklenmeyen bir savaş başlar. Eşraftan çok kimse hayatını kaybeder. Çatışmaların şiddetli anında, Ali'nin ordusunda bulunan Ammâr, hasmı olmasına rağmen Hz. Aişe’ye siper olur ve onun selametle evine ulaşmasını sağlar. Ali, bundan sonra Sıffin mevkiine yönelir. Şam valisinin güçlü hazırlığı ile karşılaşır. Vali Muâviye, şehit edilen halifenin yakını olarak kanını dava etmektedir.(61) Arkasında destekçi olan üç büyük güç vardır. Birisi Ehabis diye nitelenen Eş'aroğulları'dır. Diğeri Efcerân'ın öteki yarısı olan Mahzumoğulları'dır. Üçüncüsü ise evlilikten dolayı akraba edindiği Kelboğulları'dır. Ali ile Muaviye arasında, aralıklarla üç ay süren bir savaş başlar. Ammâr, doksanüç yaşında, yaya birliklerinin kumandanlığını yapmakta iken bu savaşta öldürülür. Bu olaylardaki kâtil ve maktullerin imanları üzerinde, bir taraf lehine vurgunculuk yapmak asla hakşinaslık olmayacaktır. Çünkü biz tarafların, birbirlerine olan kinlerinin, gerçekte dinlerinden neşet etmiş olduğunu bilmiyoruz. Zahirde cereyan eden ise siyasi mülahazalardır. Taraflar da böyle algılamıştır. Özellikle Cemel savaşına taraf olsun, bîtaraf olsun, zayıf-kuvvetli bütün haberlerin satır araları, bu mülahazamızı doğrulamaktadır. Sıffin olayında Ammâr’ın şehit oluşuyla ilgili meşhur bir haber de bu türdendir. Habere göre, Ammâr öldürüldüğünde iki taraf da şaşkındır. Birisi ileri çıkar ve Hz. Peygamber’in daha önce bir vesile ile söylemiş olduğu bir sözü hatırlatır: “Vah Ammâr! Seni asi bir grup öldürür!”(62) Hz. Peygamberin böyle bir şey deyip demediği, tam olarak ne demiş olduğu ayrı bir husustur.(63) Ancak Peygamber'in bir vesile ile söylemiş olduğu söz, bu şekilde kullanılmış olabilir. Bu ikaz üzerine de zaten dağılmak üzere olan Muâviye cephesinde büyük bir karışıklık başlar. Süvari birlikleri çekilir. Bunun üzerine Muâviye, Ammâr’ın başucunda duranlara seslenir: “Ammâr’ı biz öldürmedik! Onu savaşa getirenler öldürdü!” Öldürmek büyük günahtır. Oysa öldüren de ölen de mümin bilinmektedir. Bundan sonra tartışmalar başlar. Acaba büyük günah, imanı yok eder mi? Onu savaşa getirenler mi öldürmüştü yoksa ona karşı savaşanlar mı? Onu gerçekte öldüren, muhalefet midir yoksa kendisine savaş açanlarla savaşan iktidar mıdır? Ya da her ikisi midir? Ammâr’ın özgür iradesinin bu sonuçta hiçbir dahli yok mudur? Yoksa Ammâr’ın oraya gelmesi de, orada öldürülmesi de alnına yazılmış bir kader midir? Gelişen bu siyasi olaylarda ümmetin her ferdi, çok büyük bir sınavdan geçmiştir. Bu sınav, Kur'ân'ın zaman, mekan ve hadiselerden soyutlanmış olan noktasız ve harekesiz hattına muhatap olacak sonrakiler için de, uzun süre gerçek bir sınav olarak düşünce tarihindeki yerini alacak; önce kader konusunda, daha sonra da pek çok itikadi konuda, düşüncelerin farklılaşmasına ve Kelam mekteplerinin doğmasına sebep olacaktır. Ammâr'ın kaderi ise, şahıslara olan kinlerini dinlerinin önüne geçirmeyecek olan Kur'ân okurları için bir örnek olarak ortada durmaktadır. "Ammâr'ın Kaderi" ile devam edecek NOTLAR 1) Eski Ahit, Çıkış, 19/5-6. 2) Eski Ahit, Yerem¬ya, 3/1-22. Mısırdan çıkıştan yıllarca sonra, Samuel Peygamber'e; "Onları Mısır'dan çıkardığım günden bu yana, beni bırakıp başka ilahlara kulluk ettiler" şeklinde vahyedildiği bildirilir. Eski Ahit, 1. Sameul 8/8. 3) Onların bilinen ilk anayurtları, Arabistan Yarımadasıdır. Şam bölgesinde; Tarih boyunca, Nabatîler, (M.Ö. 4.yy, günümüzde Ürdün topraklarında, başkenti Petra. Kayalara oyulmuş evler günümüze kadar ulaşabilmiştir. Kendilerine has özel bir yazıları vardı.) Palmiralılar, (Tedmür Krallığı; Nebatîlerden sonra kurulmuştur) Gassaniler (Ma’rib seddinin yıkılmasından sonra kuzeye göçmüş olan Yemen Araplarıdır.) ve Lahmîler (Hire Krallığı. Bunlar da Ma’rib seddinin yıkılmasından sonra kuzeye göçen Yemen kökenlilerdir.) devlet kurmuşlardır. Yemen bölgesinde ise; Mainliler, (M.Ö. 2400-M.Ö. 700.) Sebeliler (M.Ö. 700-M.Ö. 115. Sebeliler, ünlü Ma’rib Seddini inşa etmişlerdir.) ve Himyerîlerin (M.Ö. 115-M.S.525. Kendilerine has özel bir yazıları vardı.) devlet kurduğu görülür. Tarih, bir de Hicaz ile Yemen arasında Kinde Krallığından söz eder. 4) Bkz. Tekâsür Suresi, Hucurât Suresi, Âl-i İmrân 3/103. Feth 48/26. 5) Âribe ve Arbâ' da derler. 6) Müsta'ribe de derler. 7) Tevrat bu iki taraf arasındaki ezeli düşmanlığa sık sık temas eder. Mesela, Tekvin 14/1-12. 8) Bu olaya Kur'ân'da da Neml Suresinde temas edilir. 9) İşte bu sebeple Kur'ân, Kureyş suresinde onlara; "Bu evin sahibine ibadet edin" diye seslenir. Bu ifade de zımni bir uyarı da vardır. Çünkü sözün mefhumunda, "Bu eve ve evin içindekilere değil, sahibine ibadet edin" anlamı vardır. 10) Kur'ân-ı Kerim, Fîl Suresinde bu olaya temas eder. 11) İslam tarihçileri, Hz. Peygamber'in hayatını anlatmaya, onun nesebini Hz. İbrahim'e kadar ulaştırarak başlar. Sonra da Kahtaniler ile Adnaniler arasındaki olaylarla devam ederler. Tarihçilerin böyle yapmakla amaçları, ezeli Arîbe-Mütearribe zıtlaşmasını hatırlatmak olmasa da, okuyucuların dikkatleri, ister istemez bu noktaya çekilmiş olur. İlk siyer müelliflerinden olan İbn İshak'ın eserindeki şecere sıralaması da şöyledir: Hz. Muhammed, Abdullah, Abdulmuttalib (Şeybe), Hâşim (Amr), Abdü'l-Menâf (Muğîre), Kussay, Kilâb, Mürre, Kâ'b, Lüeyy, Gâlib, Fihr (Kureyş), Mâlik, Nadr, Kinâne, Hüzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nezzar, Ma'd, Adnan, Edeb, Mikvam, Nahur, Teyruh, Ya'rib, Yeşcüb, Nabil, İsmail, İbrahim. 12) Bkz. T. D. V. İslam Ansiklopedisi "Hums" maddesi. 13) Kur'ân'da buna işaret eden anlam için bkz. Taberi, Tefsir, Şûrâ 42/23'ün tefsiri. 14) Yâsin 36/6. 15) Bu husustaki ata sözü ve Cahiliye şiirleri için bkz. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Asabiyet Md. 16) Bakara 2/200. Tevbe 9/103. Hucurât 49/9. 17) Tevrat'a göre Hz. İbrâhim Keldaniler'in "Ur" kentinde doğmuş ve peygamberliğe de orada başlamıştır. Keldaniler ise Asurlular ve Süryanilerle aynı kavimdendir. 18) Kendisi Arap olmadığı gibi, adı da Arapça değildir. İsmail de öyledir. Adnani kabileler arasında bu isimlere rastlanmamaktadır. Sahabe arasında da bu isimler mevcut değildir. Ancak Hz. Peygamber'in erken vefat eden bir oğluna İbrahim adını verdiği bilinmektedir. 19) Âl-i İmrân 3/95. Ayrıca bkz. Nisâ 4/125. Hacc 22/78. Bakara 2/130. 20) Bkz. Kur'ân, Ra'd 13/21-25. Muhammed 47/22. Hacc 22/78. Âl-i İmrân 3/103. Hucurât 49/10. 21) Bakara 2/135. Nahl 16/123. 22) En'âm 6/161. 23) Nahl 16/20. 24) Haşr 59/9-13. 25) Tevbe 9/100-101. 26) Nahl 16/106. 27) Ebu Huzeyfe el-Kinânî el-Kureşî'nin. 28) Ammâr kelimesi "mimar" ile aynı köktendir. 29) Hucrât 49/13-14. 30) Tarihçi, İbn Hişam, Ebu Süfyan'ın bu savaşta Müslüman öncü birliklerin bozguna uğramasına sevindiğini nakleder. 31) Başka bir ifadeyle dinde sebat etmesi arzu edilen yeni mühtedilerden. Bkz. Tevbe 9/60. 32) Kendilerine fazla ganimet verilen müellefetü'l-kulûbun şunlar olduğu bilinir: Ebû Süfyan, Akra' İbn Habis, Uyeyne ibn Hısn, Huveytıb İbn Abdu'I-Uzzâ, Sehl bin Amr, Haris ibn Hişâm, Süheyl ibn Amr, Ebu's-Senâbil, Hakîm ibn Hizam, Mâlik ibn Avf, Safvân İbn Ümeyye, Abdurrahmân ibn Yerbû', Cedd ibn Xays, Amr İbn Birdâs. Atâ ibn el-Hâris. 33) Hucurât 49/14. 34) El-Cevherî, es-Sıhâh Fi'l-Lügat, A-R-B maddesi. 35) Bkz. Razi, Tefsir, Tevbe 9/97. ayetin tefsiri. İşaret edilen Hadis; "Arap'ı sevmek imandandır. Unlara öfke ise nifaktır." Bkz. Dârekutnî, Efrâd. 36) M. Fayda, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Bedevi maddesi. 37) Bkz. Taberî (vefatı 310), Tehzîbu'l-Âsâr. 38) Bkz. Süyûtî, Cemu'l-Cevâmi'. 39) Ezherî, Tevbe Suresinin 97. ayetindeki A'râb kelimesini tevil ederek Araplar alyehinde bulunuyorlar der. Bkz. İbn Manzur, Lisan. 40) Zemahşerî, Esâs. Bu kavramların tartışıldığı dönemde, Şu'ubiyye'ye örnek olarak da Dırâr ve Câhız gibi düşünürler verilir. Bunlar ise Mutezili olarak bilinen, siyasi olaylarda duruş sahibi kimselerdir. Dırâr, Hz. Ali ile Aişe arasında cereyan eden Cemel Vak'ası hakkında, her iki gruba duyduğu yakın¬lıktan dolayı herhangi bir kanaat belirt¬memiş, ama Ali ile Muâviye arasındaki mü¬cadelede Muâviye'yi hatalı bulduğu için imametini kabul etmemiş¬tir. Câhız ise meşhur bir ediptir. 41) Bkz. F. Râzî, Tefsîr, Fâtiha Suresinin tefsiri. 42) İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân. 43) (جاء بكم من البدو) Bkz. Yusuf 12/100. 44) Nebi Bozkurt, D. V. İ. Ansiklopedisi, Medine mad. 45) Kelimenin kökündeki ihtilaf ve işaret ettiğimiz anlam için bkz. Es-Semîn El-Halebî, Ed-Dürrü'l-Mesûn, Suretu'l-A'râf. 46) Ahzâb Suresi 33/13,20. 47) Nitekim Hz. Yusuf'un götürüldüğü yer "el-Karye" (Yusuf 12/82), ama babasının ikamet ettiği yer "el-Bedv" dir. (Yusuf 12/100) 48) İnsanların sürekli ikamet edeceği yerler bulunmayan toprağa "badiyet" denir. Bunun mukabilleri ise "hâdırat" (Halil, Kitabu'l-Ayn.) ve "karyet" gibi sözcüklerdir. (el-Bedv ve el-Kurâ'nın karşılıklı kullanımı için bkz. Zemahşeri, Esasü'l-Belağa, m-d-r kökü.) 49) İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân. 50) Tevbe 9/101. 51) Tevbe 9/120. 52) Tevbe 9/97. 53) Tevbe 9/99. 54) Ahzâb 33/20. Bu ayetteki "bâdûn" sözcüğünün "yolcu" anlamı için bkz. "el-bâd" Hacc 22/25. 55) Tevbe 9/70-90. 56) Hazırlanan ordunun otuz bin kişi olduğu nakledilir. 57) Tevbe 9/100, 117. 58) Muaz başkanlığında ve onunla birlikte gönderilir. 59) Yemame'de oturan savaşçı Hanife oğulları aslında Adnani idiler. Ancak bölgede eski Kinde devleti mensupları vardı. Kinde devleti de Yemen hakimiyetinde idi. 60) Oysa başkanı olan Muaz, Hz. Peygamberin vefatından sonra dönmüştür. 61) İkisi de Ümeyyeoğulları'ndandır. 62) Veya "Vah Sümmeyye'nin oğlu!" Buhârî ve Müslim Hadisi. Buhari'nin rivayetinde "Onu asi bir grup öldürür" ibaresi mevcut değildir. Bu ibare Ebu Bekr el-Berkani ve el-İsmaili'nin rivayetinde mevcuttur. 63) İlk mescidin imarı Âmmâr'a isnat edilir. (İbn İshak) O, mescidin veya Hendek'in imarında yorulup Hz. peygambere ağır yük yüklüyorlar anlamında, "Bunlar beni öldürüyor" diyerek durumunu arz edince, O da başındaki toprağı elleriyle temizleyerek, "Bunlar, senin kardeşlerin, seni ancak asiler öldürür" demiş olabilir. (Bkz. Er-Ravd, Beyhekî, Delail.)
http://www.fikritakip.com/news.asp?pg=1&yazi=2882
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vakit'in vicdanı, "Dindarların Günahı"
METİN SEVER-SABAH
Sokağa çıkıp sorsanız bu ülkede herkes vicdanlı, herkes ahlaklıdır. Bu
adeta, milli bir vasıftır! Ne hikmetse, her Türkün asker doğması gibi, her Türk ahlaklı doğar. Sanırsın
ki, bu mubarek hasletler bize daha doğarken şırınga ediliyor!
Düşünsenize, doktor doğumhanede hemşireye sesleniyor: "Kızım hemen bana
bir doz ahlak, bir doz da vicdan hazırla!" Sonra basıyor iğneyi bebişin
poposuna. Böyle bir şey olur mu? Olamaz. Ama her nedense vicdanlı ve
ahlaklı olduğumuz konusunda bir ön kabulümüz var. Belki de, dindar ve
muhafazakâr bir toplum olduğumuz için. Ama buna rağmen nasıl oluyorsa
ortalık reklamdaki gibi: "Yiyos, içiyos, geziyos, adios"tan geçilmiyor.
'Vicdan', eski Türk filmlerinde başına olmadık şeyler gelen kızın ismi
olarak kaldı. Çünkü daha önceki bir yazımda da fikrimi söylemiştim: Dindarlık, ahlaklı ve vicdanlı olmak için yeterli değil. Öyle olsaydı, bu toplum pamuk şekeri gibi olurdu. Tam tersi, tambura teli gibi.
İNSANIN KANI DONUYOR Türkan Saylan'ın evinin aranmasından sonra Vakit gazetesinin
birinci sayfasında yer alan haber, bu yargımda ne kadar haklı olduğumu
ne yazık ki bir kez daha gösterdi. Hatırlayın lütfen. Başıörtülü bir
Türkan Saylan fotoğrafı altında mealen şöyle diyordu: "Yıllarca türbana
karşı mücadele etti ama işte Allah cezasını verdi, hasta olunca başını
örtmek zorunda kaldı." Çünkü Saylan, saçları kanser tedavisi nedeniyle
döküldüğü için başını örtüyor. İnsan ruhu nasıl bu kadar
çoraklaşabilir. İnsanın kanı donuyor. Türkan Saylan'ı
sevmeyebilirsiniz. Saylan'ın suçlu olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.
Ama bir insanın ölümcül hastalığından böyle bir ideolojik fayda
çıkarmaya çalışmak, nasıl bir insanlık halidir. Bu nasıl bir vicdan
tutulmasıdır? Manevi disiplinler 'incinme ve incitme' düşüncesini vaaz eder oysa. Kur'an, 'Nereye dönerseniz dönün orada Allah'ın yüzü var,' buyurur. Peki Vakit'in
aynaya düşen bu sureti kimi mutlu edebilir? Bu nasıl bir kalbi
körleşmedir? Biline ki, kimse 'düşmanına' benzeyerek daha iyi bir dünya
kuramaz.
DİNDARLARIN GÜNAHI Siyasi çıkarların öne
çıktığı her yerde, her kesimde vicdani körleşme başlıyor. Bu söylediğim
'Laikçiler' için de, dindarlar için de geçerli. Aktüel dergisindeki yazılarından tanıdığımız Kemal Sayar'ın yeni bir kitabı çıktı: Her Şeyin Anlamı Var. Kitabın,
"Dindarların Günahı" isimli bir bölümü var ki, tam benim yukarıda
anlatmak istediklerimin altını çiziyor. Sizinle paylaşmak istedim. "Türkiye'de
dindarlıklarını siyasi bir duruşla ifade eden insanların yaygın bir
yanlışı var. Kabile ahlakına fazlasıyla bel bağlamaları. Kabile ahlakı,
basit bir 'biz ve onlar' ikiliğinden beslenir. 'Kol kırılır yen içinde
kalır' ethosu, kabile müntesiplerini soru sormaktan ve kendi
bünyelerindeki çürümeyi sorgulamaktan alıkoyar. Kabileyi diri tutan,
biz ve onlar arasındaki gerilimdir. Bu gerilim sayesinde kabile
kendisini sürekli teyit eder, Onlar'ın tehdidini kendi yekvücutluğu
için delil gösterir..." Sayar, tespitten sonra çözümü öneriyor:
"Reaksiyonerliği geride bırakan, dışarıda bırakmayı değil, içermeyi ve
içinde yaşadığı toplumla ve dünyayla daha fazla hemhal olmayı önceleyen
yeni bir dilin inşa edilmesi gerek..." Evet, artık yeni bir dile ihtiyacımız var. Vakit gazetesinin
Türkan Saylan'a yaptığını reddeden; Ergenekon soruşturmasının 12.
dalgasını "hukuk ayaklar altına alınıyor" diye eleştirip; DTP'ye
yönelik operasyonlarda bu hassasiyetin zerresini göstermeyenleri
reddeden; Danıştay cinayetini gazetesinde, "Türbanı kaşımak, laik
Cumhuriyet'e yönelik cinayetleri körüklüyor" diye sürmanşetten verip;
mahkemenin Danıştay davası ile Ergenekon davasını birleştirme kararını
minicik gören anlayışı reddeden bir dile ihtiyacımız var. Her şeyi
nalıncı keseri gibi kendisine yontmayan, vicdanını siyasete kurban
etmeyen yeni bir dilin inşasına ihtiyacımız var.
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
|
|