Suzi Ozel Grup
Katılma Tarihi: 28 mart 2006 Yer: United States Gönderilenler: 150
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Birilerinin "özgürlükler" adına savunmakta oldukları kara çarşafın tarihi kökleri ve toplumsal anlamı
Yusuf Küpeli
Kadınları kefen gibi örten kara çarşafın İslamiyet ile doğrudan bağı olmadığı gibi, hele hele özgürlüklerle uzaktan yakından bağı yoktur. Tam tersine bu, kadınlardan başlayarak tüm toplumu köleleştirmenin ilk büyük adımıdır. Günümüz Türkiye'sinde, kara çarşafın "özgürlüklerin" sembolü olduğunu iddia etmeye kalkanlar, öncelikle nüfusun yarısını köleleştirerek ülkeyi binlerce yıl geriye götürüp tamamen teslim almak isteyen emperyalist güçlerin ajanlarıdırlar, hiçbir değer yargısı olmayan din tüccarı satılık kişiliklerdir, karakter bozukluğu olan tipik psikopatlardır. Bu katagorilerin dışında safca sözkonusu oyuna gelenler varsa eğer, onlarda kör cahillerdir... Kara çarşaf, İsa'dan önce yaklaşık 1500'lü yıllarda tarih sahnesinde gözüken ve yine İ. Ö. 1000- 800'lü yıllarda büyük militarist bir güç olan acımasız Asuri İmparatorluğu'nun yasalarında vardı ve bu dehşet verici yasalar İ. Ö. 1925 yılında tahta oturmuş ünlü Babil kıralı Hammurapi'nin el- kol kesmeyi içeren yasalarından dahi geriydiler. Evli kadınlar için çarşafı zorunlu kılan Asur yasaları, bölgede kadın- erkek ve diğer toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde bir geriye dönüşü simgelemekteydiler...
Carl Grimberg (1875- 1941), 1906- 09 yıllarında Göteborg Üniversitesi'nde doçentlik yapmış çok değerli bir tarih öğretmeni, yazar ve yayıncıdır. Alabildiğine ağır bir emeği gerektiren araştırma ürünü değişik eserlerinin yanında Grimberg, ilk cildi 1926 yılında tamamlanıp ertesi yıl basılan kültür ağırlıklı 14 ciltlik bir dünya tarihinin de büyük bölümünün yazarı ve eserin tümünün redaktörüdür. Kıt zaman içinde değişik kaynaklara giderek bu metni uzatmamak için, sadece Carl Grimberg'nin "Världshistoria- Folkens Liv och Kultur" (Dünya Tarihi- Halkın Yaşamı ve Kültürü) adlı 14 ciltlik yapıtının 1'nci cildindeki Asuri İmparatorluğu'nun yasaları ile ilgili bölümleri burada özetleyerek, kara çarşafın geçmişi hakkında bilgi vermeye çalışacağım. Ve şüphesiz herkesin rahatca anlayabileceği gibi Grimberg, İsa'dan bin yıl önceki sözkonusu toplumsal kültürü anlatırken, ne İslamiyet'i ve ne de günümüzde Türkiye'de yaşanmakta olan çılgınlıkla karışık büyük toplumsal ihaneti aklının köşesinden geçirmemiştir. Araştırmasını herhangi bir politik kaygu taşımadan sadece bilim aşkı ile özgürce yapmıştır.
Değişik tarihçilerin verdikleri bilgilere göre Babilliler gibi semitik bir halk olan Asuriler, batıdan, Suriye çöllerinden at sırtında bölgeye gelip yerleşmişler ve 1'nci Babil (aynızamanda başkentleri'nin adı = Babylon = Tanrının Kapısı) devletinin kültürel mirası üzerine alabildiğine pederşahi, acımasız insani ilişkileri içeren tüccar ve militarist bir imparatorluk, medeniyet kurmuşlardır. Yine farklı tarihçilerin verilerine göre, Asur ordusunun İsa'dan bin yıl önce kullanmış olduğu silahlar Ortaçağ Avrupası ordularının silahlarından geri değildir.
Bunların adları, Asur adlı en büyük "yaratıcı"larından ve ilk başkentlerinin adından gelmektedir- daha ileri dönemde başkentleri, günümüz Musul'unun 100 km kadar doğusunda Dicle kıyısında olan tarihi Nineve kenti olmuştur. Güney Kafkasya'ya, Anadolu'ya, İran'a dek tüm bölgeyi kolonileştirmiş olan Asuri İmparatorluğu, nedeni tam anlaşılamamakla birlikte acımasız bir iççatışmanın ürünü olduğu sanılan bir zaaf sonucu, en güçlü olduğu dönemde kuzeyden Medler'in ve güneyden de intikamcı Babilliler'in (Kaldeliler) birleşik saldırıları ile İ. Ö. 612 yılında tarih sahnesinden silinmiştir. Medler ve Kaldeliler (eski Babilliler) Nineve'yi üç aylık bir kuşatmanın ardından elegeçirip, az görülür bir intikam duygusuyla baştan aşağı yakmışlar, taş üstünde taş bırakmamışlardır.
Yaklaşık 2500 yıl sonra Nineve'nin küllerin arasından dönemin en büyük devlet kitaplığına ait 20 bin tablet bulunacaktır... Sözkonusu tabletler birçok bilinmeyen gerçekle birlikte Asurluların çevresindeki toplumların tarihlerinin anlaşılmasına da yardımcı olacaklardır. Bunlar, bazı pederşahi baskıcı kültürlerin Arap ve İslam toplumlarına nereden geldiğini de açık edeceklerdir... Örneğin, Ermeni toplumunun sahip çıktığı Ararat (Ağrı) adı, Asuri anallerinde (güncelerinde) bulunmuştur ve bu Asurilerin oraya verdikleri kendi dillerinden bir addır. Diğer yandandan İrani toplulukların, Med ve Perslerin tarihleri ile ilgili ilk bilgilerede yine Asuri anallerinde rastlanmaktadır. Ve konumuz açısından en önemlisi, birçoğu ortak olan Babil ve Asuri tanrıları, İslamiyet'in semitik "Alah"ı gibi hem "yaratan" ve hem de "yıkan"dır; "iyiliği" ve "kötülüğü", tüm "gücü" kendi ellerinde toplamışlardır. Halbuki Hint- Avrupai ve bağlantılı Hint- İrani mitolojilerin "yaratıcı" güçleri sadece iyiliği temsilederken, karşılarında ise yine sadece "kötülüğü", "yıkıcılığı" temsileden şeytani bir "güç" veya "güçler" vardır.
Özet olarak Carl Grimberg'nin anlattıklarına göre, Hamurrapi'nin yasalarının yazılı olduğu taş 1901 yılında eski Pers kenti Susa'da bulunmuştur. Bu taş, dünyanın tanınan en eski yasa kitabı olarak kabuledilmekte imiş.
Örneğin, Hammurapi yasalarına göre bir yargıcın rüşvet alarak yanlış bir karar verdiği kanıtlanabilirse, sözkonusu yargıç aldığının 12 mislini ödemek zorunda olduğu gibi, birdaha da yargıçlık yapamamakta imiş. Toplumsal suçla orantılı olmayan çok ağır cezalar içerdiği anlaşılan bu yasalara göre, yalancı tanıklar öldürülebilmekte, bazı durumlarda hırsızların elleri kesilebilmekte; veya diğer durumlarda hırsız çalınanın değerinin 30 mislini geri ödemek zorunda kalmakta; eve hırsızlığa giren öldürülüp içeriye girdiği yere gömülebilmektedir vs..
Evlilik konusunda ise aynı yasalar, geçmişe göre, bazı kil tabletlerden elde edilen önceki Sümer toplumuna ait kurallara göre bir ilerlemeyi temsiletmekte imişler. Hammurapi'den önce kadınlar, -günümüzde de başlık parası ile biraz yumuşatılmış bir örneğini görülmekte olduğumuz gibi- alınıp satılabilirler, anne veya babanın izni ile tecavüze uğrayabilirlermiş. Hammurapi yasalarında ise bazı haklara sahibolabilmişler. Sümer yasalarına göre bir kadın eşine, "sen benim erkeğim değilsin", diye bağıracak olursa, bağlanıp nehre atılabiliyor veya kent surunun kulesinden aşağıya itilebiliyormuş. Babil yasaları ise erkeğin çok evliliğine izin vermekte imiş ve şüphesiz bu işte kadının doğurganlığı en önemli rolü oynamaktaymış.
Hammurapi'den önce ayrılma olayı, herkese açık biryerde erkeğin kadına, "sen artık benim karım değilsin" demesi ve biraz birşeyler ödemesi ile kolayca gerçekleşiyormuş. (Yanılmıyorsam erkeğin üç kez "boş ol" demesiyle aynı sorunu çözen şeriat yaslarının nerelerden geldiği sanırım şimdi daha iyi anlaşılmaktadır ve şüphesiz bu işi hukukçular çok daha iyi bilirler...) Kaza ile aynı sözü kadın erkeğe söyleyecek olursa, bağlanıp nehre atılıyormuş. Hammurapi yasaları ise bu durumu kadının yararına biraz yumuşatmışlar, kadına süreci tamir fırsatı tanıdıkları gibi, boşanmada ödenenin miktarınıda yükseltmişler vs.. Ve şüphesiz tüm bunların günümüzden yaklaşık dört bin yıl önceki pederşahi, alabildiğine baskıcı katı erkek toplumlarına özgü gerçekler olduğunu tekrar anımsamakta yarar vardır.
Zalim Asuri yasaları ise, yukarıda özetlenen bazı gerçekleri bile aratacak nitelikteler... İ. Ö. 1900'lü yıllara ait Hammurapi yasalarının yanında İ. Ö. 1300'lü yıllara özgü Asuri yasaları, bir ilerlemeyi değil, tam tersine gerilemeyi, kötüleşmeyi temsiletmekte imişler. Korkunç Asuri yasalarına göre, kulak, burun, parmaklar kesilmekte, surat bütünüyle bozulmakta, göz çıkartılmakta ve erkekler hadım edilmektedirler.
Asuri evlilik yasası Yahudi toplumununkine benzemekte imiş ve her ikisindede ölen erkek kardeşin dul karısı ile evlenme zorunluluğu varmış. Eğer en yakın erkek akraba henüz çocuksa, 10 yaşına dek bekleniyor ve 10 yaşını doldurunca dul kadın ile evlendiriliyormuş. Boşanma ise Babil toplumuna göre çok daha kolaymış ve erkek eşini elleri bomboş rahatca atabiliyormuş. Ve bu yasaların en korkunçlarından birine göre, eğer evin kadını kocasına ait olanı bir köleye veya hizmetçi kadına verirse, alanın burnu ve kulağı kesiliyor ve mal sahibine iade ediliyormuş. Böyle bir durumda evin erkeği de karısının kulağını kesme hakkına sahipmiş. Eğer adam karısının kulağını kesmesse, hediyeyi almış olanlarında kulak ve burunları kurtuluyormuş.
Eğer evli bir kadın başkasının evinden hırsızlık yaparken yakalanırsa ve kocası bunu ödeyebilirse, tek kulağını kestirerek kurtulabiliyormuş. Yok eğer ödeyemezse, diğeri kadının burnunu kesiyormuş. Eğer bir kadın erkeğe el kaldırırsa, hem para cezası ödüyor ve hemde yirmi kez kırbaçlanıyormuş. Kadın elkaldırdığı adamın bir hayasını sakatlamışsa, parmaklarından biri; iki hayasını birden sakatlamşsa, iki göğsü kesiliyormuş. "Göze göz, dişe diş" prensibi bu yasaların temelini oluşturmakta imiş. Ve şüphesiz asıl "suçlu" ve zor durumda olanların ise kadınlar olduğu açıkça gözükmekte.
Eğer bir adam karısını başka erkekle yakalarsa, her ikisini de öldürme hakkına sahipmiş. Eğer bundan vazgeçerse, burunlarını kesebiliyormuş. Karısını affedecek olursa, suçortağını da affetmek zorunda imiş vs.. Eğer biri kanıt gösteremeden bir kadının kocasını aldattığını veya erkeğin doğal olmayan cinsel ilişkiler kurduğunu (eşeklerle vs. olmalı) söylerse, 50 kırbaç ve bir ay kıralın hesabına kürek cezasına çarptırılıyormuş vs..
Ve günümüz Türkiyesi'nde asıl yakıcı toplumsal sorunları geriye iterek, toplumu en az dört bin yıl geriye götürecek "özgürlük" talebi ile bağlantılı en önemli olay ise şu... Asuri toplumunda evli kadınlar dışarıya çıkarken örtünmek, çarşaf giymek zorunda imişler. Bu onların üzerinde bir erkeğin hakkı olduğunun, bir erkeğe ait olduklarının kanıtı oluyormuş- örtünme olayı günümüzde de tamamen aynı anlamı taşımaktadır. Eğer bir orospu/ fahişe, evli kadın gibi örtünür ve durumu anlaşılırsa, hem 50 kırbaç cezasına çarptırılıyor ve hem de kafası asvaltlanıyormuş- ham petrolün ozamanda kullanım alanı var ve günümüzde bu kafada olanların ellerinde güç olsa, "orospu" saydıkları kişilikli dürüst kadınlara aynı işi yaparlar. Eğer bu duruma tanık olupta haber vermeyen olduğu anlaşılırsa, ihbarcılıktan kaçınan kişi çırılçıplak soyulup 50 kez kırbaçlanıyor, delinen kulaklarından bir ip geçirilip geri geri sürüklenerek bir aylık kürek cezasını çekeceği yere yollanıyormuş- CIA'nın "Yeşil Kuşak" politikasını Türkiye'de yaşama geçiren General Evren rejiminin ihbarcılığı nasıl teşvik etmiş olduğu hala hafızalardadır. (Orospular, aşk ve aynızamanda savaş tanrıçası olan, daha başka fonksiyonlarıda bulunan, çok ağır cezalar veren Tanrıça İshtar/ İştar'ın tapınağında çalışmaktaydılar.)
Evet, bunlar İslamiyet'in doğuşundan yaklaşık 1600- 1900 yıl ve günümüzden 3- 4 bin yıl önceki gerçekler... Diğer yandan, haksızlığa karşı bir halk ayaklanması ile doğmuş olan Abbasi İmparatorluğu'nun ve ayrıca Endülüs Emevi Devleti'nin İslamiyet anlayışlarında böyle katı, hoşgörüsüz kurallar kesinlikle yoktur. Asuri İmparatorluğu'nda olana benzer bir hoşgörüsüzlük, Hariciliği resmi doktrin haline getirmiş olan yedinci Abbasi Halifesi Al- Mamun'un (786- 833) rasyonalismine karşı taşralı bir gericilik/ reaksiyon olarak Ahmad ibn Hambal (780- 855) öncülüğünde doğmuş olan Hambelilik'te görülebilir. Hambeli öğretisinin 1200'lü yılların sonu ile 1300'lü yılların başında doğan daha da gerici türevi Ibn Taymiya öğretisinde de böyle bir hoşgörüsüzlüğe rastlanabilir. Ve bu sonuncusunun daha da gerici bir türevi olarak 1800'lü yılların başında Suudi Arabistan'da şekillenen ve adını kurucusu Abdul- Vahab'dan alan Vahabilik'te (kendi adlandırmaları ile Muvahhidun/ Birlikçi/ Tekçi öğreti) bu ölçüde bir hoşgörüsüzlüğe rastlanabilir. Ve malesef Türkiye, CIA beslemesi, en büyük eroin kaçakçısı, köktendinci, "bukalemun" lakaplı Afgan savaş lordu Hekmetyar'ın dizinin dibinde rahatça fotoğraf çektirmiş olan Tayyip Erdoğan'ın eliyle ve asıl olarak bu kişinin gerisindeki güçler tarafından "örtünme özgürlüğü" gürültüsü ile 3- 4 bin yıl önceki katı bir hoşgörüsüzlüğe doğru itilmektedir.
Kadınları kapatmakla başlayan böyle çağdışı pederşahi toplumlara özgü bir hoşgörüsüzlüğün, baskıcılığın, toplumda birseri zincirleme etkileri olacağı ve bu sürecin sonuçta ülkeyi -hiçbir toplumsal hak arama olanağının olmadığı- Suudi Arabistan rejimi gibi kaskatı bir diktatörlüğe sürükleyeceği gün gibi açıktır. Toplumun tüm nefes borularını tıkayan bu tip katı diktatörlüklerin korkunç kanlı çatışmaların, derin politik istikrarsızlıkların kaynakları oldukları ise asırlardır, en azından faşist rejimlerin deneylerinden bilinmektedir... Bir kez, toplumun yarısı ahmaklığa, tutsaklığa ve büyük ölçüde üretim sürecinin dışına itilmiş olurken, kişilikleri baskı altına alınmış kadınların elinde yepyeni hastalıklı bir nesil yetişecektir... Böyle bir toplum ileriye sıçrama yapma, kendisini bir üst düzeyde yeniden üretebilme yeteneğini toptan yitirirken, ya dağılıp yokolacak, ya da kanlı çatışmalarla gecikerek yolunu bulabilecektir. Dünyanın en zengin petrol yataklarına sahibolmasına karşın Suudi Arabistan'ın sürüklenmekte olduğu kaos ortamı gözler önündedir ve geleceğini de yakında görceğiz. Asuri toplumuda, tüm askeri gücüne karşın toplumsal yapısında sahibolduğu derin hoşgörüsüzlüklerle beslenen iç çatışmalar sonucu düşmanları karşısında tarihte birdaha toparlanamamak üzere yıkılıp yokolmuştur.
Peki, Türkiye'nin böyle "İslami" görünümlü karanlık bir diktatörlüğe sürüklenmesinden kimler kazanç sağlayabilir? Bundan kazanç sağlayacak olan, yeni enerji biçimlerine dayanan teknolojilere geçilinceye dek birsüre daha Ortadoğu'nun, Kafkaslar'ın ve Orta Asya'nın başta petrol ve doğal gaz olmak üzere kaynaklarını sömürmek zorunda olan ABD'dir. ABD için demokratik ülkeleri denetim altına almak zordur ama, İslami, ünüformalı, her ne şekilde olursa olsun bir diktatör tarafından sürü gibi güdülen toplumları denetlemek çok daha ucuz ve kolaydır. Sürünün başı konumundaki kişi veya kişiler satınalınınca, sürüyü gütmek sorun olmaktan çıkar. Türkiye'deki son iki askeri darbe ve özellikle 12 Eylül darbesi bu gerçeğin en somut kanıtlarıdırlar. Aynı işi artık darbelerle tekrarlamak daha zordur ama, kadınlardan başlayarak tüm toplumu iğdiş edip sürüleştirerek bir "İslamcı" şef aracılığıyla ucuza kullanabilmek olanaklıdır. ABD kadar ortağı İsrail'in de bu oyuna gerkesinimi vardır ve Tayyip Erdoğan'ın İsrail'e yönelik son sözleri ve İsrail'in yanıtları, aklıbaşında kimsenin yutmayacağı bir tiyatrodan başka birşey değildir... Bu bir kayıkçı döğüşü, çift taraflı bir takiyedir ve Türkiye Birinci Dünya Savaşı öncesinden çok daha tehlikeli biçimde karanlık bir serüvene doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır...
Diğer yandan "örtünme özgürlüğü" ve "bu devleti temsil etmeme" tiyatrosu ile, aç insanların tüm demokratik ve ekonomik talepleri biryana itilmekte, haklı istemleri bastırılmaya çalışılmaktadır... Batı'nın asıl emperyalist şefleri herşeyin farkındadırlar, farkında olmanın ötesinde bu süreci yönlendirmektedirler. Zaten bu nedenle, Tayyip Erdoğan'a güç aşılayabilmek için, hiçbir normu, özellikle ekonomik kriterleri uymuyan Türkiye'yi AB'ye alacaklarmış numarası yaparak oyalamakta, zaman kazanmaktadırlar. Kazanılan zaman içinde Tayyip Erdoğan ve çetesinin tüm ipleri ele alabileceğini ummaktadırlar. Bu oyuna gelinmemelidir. Yurdunu -bir parça da olsa- seven tüm politik partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, "örtünme özgürlü" adlı ahlaksızca yalanın gerisinde gerçekleştirilen operasyona dur diyebilmek için bir asgari müşterekte birleşebilmelidirler. Yoksa çok geç olacaktır ve her gecikme ödenecek beleli yükseltecektir.
Malesef 14 milyon insanın aç sayılabileceği, tüm çalışanların gelirlerinden şikayete başladıkları, ve anlaşılan gelişen toplumsal çılgınlıkla birlikte "sevgili" ve "sayın" sözcüklerinin alabildiğine popüler olduğu Türkiye'de, artık manavdan hıyar ve patlıcan alınırken dahi, "lütfen iki sayın sevgili hıyar ile dört kadife donlu çok çok sayın sevgili patlıcan verirmisiniz?," demek adet haline geldiği için olmalı, konuşma tarzı ve tüm havası Bend Deresi'nin bıçkınlarını çağrıştırıyor olsada, elinde minaresi ile "özgürlükler" adına "çarşaf özgürlüğü"nü savunan kişiye de "sayın başbakan" denilmektedir. Ve bu tip sayınların ülkeyi, halkı satmasını durdurmanın zamanı gelmiştir, geçmektedir.
yusuf@comhem.se
|