oncebilgigerek Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 17 eylul 2006 Gönderilenler: 78
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hz.
Peygamberin ortaya koyduğu hayat biçimi; ve bu hayat biçimini uygulamada
karşımıza çıkan zorluklar. Ve, bu zorluklar yüzünden yaşadığımız açmazlar,
ikilemler, çelişkiler? Metin Karabaşoğlu yazısında bu tabloyu irdeliyor.
KAÇ SENE OLDU BİLMİYORUM, AMA herhalde yedi-sekiz sene kadar öncesiydi. Bir
dost meclisinin son faslında bir gönül dostum bize ya bir radyodan yahut bir
kasetten kaydettiği bir şiiri dinletmişti. Şiiri okuyanın Allah vergisi sesi
etkileyiciydi, hoştu. Şiir de hayli dokunaklıydı doğrusu.
Şiiri
okuyan kişiyi, aynı zamanda şiirin yazarı olarak bildim seneler boyu. Yıllar
geçip internet denilen hayra da şerre de son derece müsait keşfi kullanır hale
gelip bu şiirle tekrar be tekrar karşılaşınca da kanaatim değişmedi.
Internet üzerinden bana gelen mektuplar arasında, bu şiiri arkadaş çevresine
yaymaya çalışan samimi insanların mektupları da vardı. Ayrıca, İslâm adına
hazırlanmış elliye yakın sitede bu şiirin ya Türkçe yahut İngilizce olarak
mü'minlerin dikkatine ve rikkatine sunulduğunu görecektim. Ne ki, kimi
yazarının isminin bilinmediğini söylüyor, kimi şiiri ilk kez kendisinden
işittiğim kişinin adını zikrediyor, kimi başka bir isim veriyordu.
Bunca rivayet arasında, şiirin yazarı kimdir, nerelidir, çözebilmiş değildim.
Ama bu şiirin özellikle internet kanalıyla elden ele, dilden dile dolaştığını
yakinen biliyordum.
Bir meraktan yola çıkıyordu bütün şiir. "Merak Ediyorum" başlığını
taşıyordu zaten: "I Wonder." Ve daha ilk dizelerde, merakının konusu
rahatlıkla anlaşılıyordu: "Eğer bir gün Peygamber ziyaretinize
gelse/Yalnızca birkaç günlüğüne/Aniden çalsa kapınızı/Merak ediyorum neler
yapacağınızı."
Şiir işte bu dizelerle başlıyor; ve devamla, Peygamber bize gelse neler
yapacağımıza dair tahminler geliyordu: Neler yapardık sahi? Hemencecik kapıya
mı koşardık? Yoksa, hayatımızın bir parçası haline gelmiş eşyaları alelacele
oraya buraya saklamaya çalışır da, bu yüzden biraz gecikerek mi açardık
kapımızı?
Peygamber aleyhisselam evimizde iken hep yediğimiz şeyleri yer, her zaman
konuştuğumuz şeyleri konuşur, hep görüştüğümüz kişilerle görüşür, ve her zaman
gezdiğimiz yerlerde yine gezer miydik? Peygamber evimizde olduğu sürece, gerçek
yüzümüzün bir şekilde açığa çıkacağı korkusuyla sürekli diken üstünde mi
dururduk yoksa? Ve birkaç gün sonra Peygamber evimizi terkettiğinde, üzülür
müydük? Yoksa, "Oh be, kurtulduk; vaziyeti de kurtardık!" rahatlığı
mı dolardı iç dünyamıza?
Şiirin yazarı, bunu merak ettiğini söylüyordu işte. Ama gerçekte pek de merak
ettiği söylenemezdi. Zira, Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi
bir hali vardı. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir 'merak'
imgesi etrafında 'olan'la 'olmamız gereken' arasında yüzleştirme yaşamamızı
sağlamaktı. Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına
çıkacak yüzümüzün olmadığını ihsas etmekteydi.
İlk kez duyduğumda, kendimi kendisiyle tamamen hemfikir bulduğum bir şiirdi bu.
Yaşadığım hayatın Peygamberin yaşadığı hayata tastamam uyduğunu, yaşadığım
mekânın da Peygamberin yaşadığı mekân olduğunu söyleyemezdim. Arkadaşım,
dostum, tanıdığım olan kişilerin çoğu için de yapamazdım bunu. Resûlullah'ın
hayatında olan birçok şey bizim hayatımızda yoktu; bunu biliyordum. Evlerimizde
Resûlullah'ın evinde olmayan birçok şeyin olduğunu da biliyordum. Bu halimizle
Peygamber bize gelse yaşayacağım duygunun ancak ve ancak utanç olacağı, yüzümün
renginin atacağını, Peygamber aleyhisselam evde olduğu müddetçe evimin bana dar
geleceğini tahmin edebiliyordum.
Yakın çevremden duyduğum sözler ve tahliller de bu kanaatimi destekler
mahiyetteydi.
'Olan' halimin 'olması gereken'in uzağında olduğunu biliyor olduğum için benim
böyle düşünmem normaldi. Beni endişeye sevkeden asıl husus ise, 'olması
gereken'e benden çok daha yakın olan insanlardan da benzeri yakınmalar
gelmesiydi. Takvalarına imrendiğim kimi insanlar dahi, "Peygamber bize
gelse" diye başlayan karamsar enstantaneler sıralıyorlardı. İçlerinden
öyleleri vardı ki, bırakın girip de sonra birşeyler söylemeyi, Hz. Peygamber
şöyle kapıdan içeri baktığı an evimize girmeyip geri döner diyorlardı.
Takvalarına imrendiğim ve evlerinin Peygamberin evine bir derece benzediğini
düşündüğüm insanlar böyle düşünüyorsa benim hisseme neler düşmezdi ki? Onlar
böylesine karamsar iken, ben Peygamberin evimizi ziyarete geleceğini hayal
edebilir miydim? Geldi ve girdi diyelim, ondan bir yığın azar işitmeyeceğimi
umabilir miydim?
Kaldı ki, Peygamber bize gelmeden Peygamber adına bir yığın azar işitiyordum
zaten. Birileri, Peygamber adına, beni-seni-onu-bizi-sizi-onları zaten azarlıyorlardı.
"Peygamber bize gelse" yaşayacağım yüzleşmenin hüznü beni zaten
sarsıyorken, "Peygamber size gelse" kalıbında konuşan birileri,
sarsmaktan öte, iç dünyamda yıkımlar yaşatıyorlardı bana.
Meselâ, kimileri evimizdeki eşyaları 'put' diye tarif ederek azarlıyordu bizi.
Tamam, bunların Hz. Peygamberin evinde olmadığını biliyordum, ama Peygamberin
böyle şeyleri 'put' diye tarif ettiğini de duymuş değildim. Gelin görün ki,
kimine göre, evlerimiz puthaneden farklı değildi. Kâbe'deki putları deviren Peygamber,
evimize gelse, Kâbe'de yaptığını evlerimizde de yapmaya girişirdi muhakkak.
Neydi şu koltuklar; nereden çıkmıştı şu masa, sandalye, halı falan filan?
Resûlullah'ın evinde var mıydı bunlar? Yoktu.
O halde, bunları evine sokmak demek, Peygamberin sünnetine karşı bidat çıkarmak
demekti. Resûlullah ise "Bütün bidatlar dalâlettir" demiş, dalâletin
sonucunun ise ateş olacağını müjdelemişti.
Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade, doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu
görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık, cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz
sakat demekti. Resûlullah'ın sakal bıraktığı ve sakalın fıtrattan olduğunu
söylediği ortada iken sakalsız dolaşmak ona karşı bir isyan ve itiraz alâmeti
değil miydi?
Bu çıkarımdan son derece emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen
kitaplara dahi rastlamıştım. Sonuçta, sırf sakalı olmadığı için, hatta sakalı
filan kişinin sakalıyla aynı boyda olmadığı için imanından şüpheye düşen
insanlar da görmüştü gözlerim.
Aynı gözler, tesettürü 'çarşaf 'a kilitleyen kitaplar ve kişiler de görmüştü.
Binbir mihnetin ve eziyetin ortasında tesettürüyle okumuş olan, tesettürüyle
okuma uğruna sene kaybını göze alan eşim ve emsalleri, kimilerine göre,
'mesture' bile sayılmazlardı aslında.
Kimisi 'sünnete uygun tesettür'ü çarşaf ve peçeye indirgeyerek söylüyordu bunu;
kimileri ise, başörtüsünü belli renklerle sınırladığı için.
Örnekler
böylece uzayıp gidiyor, sonuçta, 'bana göre' kaydı düşülmeden yapılmış 'sünnete
uygun yaşama' tariflerinin etki alanına maruz evlerde müthiş açmazlar
gerçekleşiyordu. Gördüklerim, duyduklarım ve de yaşadıklarım, "Peygamber
bize gelse" diye başlayan, hele hele "Peygamber size gelse" diye
devam eden yorumlar eşliğinde vukua gelen zincirleme arızaları fısıldıyordu
kulağıma.
Meselâ, "Peygamber bize gelse azar işitmeyeceğim bir evim olsun"
arayışı içinde evlerini Hz. Peygamberin kesinlikle rahatsız olacağı bir kavga
ortamına dönüştürenlerin varlığını duyuyordum. 'Sünnete uygun yaşama' tarifine
'bana göre' kaydı düşülmediği için eşiyle ve çocuklarıyla 'sünnet adına'
çatışan ve hatta çocuklarını 'sünnet muhalifi' bir hale getiren insanlar
biliyordum. 'Sünnete uygun tesettür'ün ancak çarşafla mümkün olduğu
düşüncesiyle bir müddet öyle yaşadıktan sonra tesettürü büsbütün bırakan
insanlar biliyordum.
Dün sünnetlerde zorladığı insanların bugün farzları yapamaz hale gelmesine
seyirci kalmaya mahkum mürşidlerden de haberdardım. Kendisini her gün teheccüde
zorladığı 'veya birilerince buna zorlandığı' bir dönemin ardından farz
namazları dahi bırakan insanlardan da haberim vardı.
Hem, bakıma muhtaç çocuğu yüzünden tesbihatı yahut Kurân okuması aksadığı için
çocuğuna kahırla bakan anneler olduğunu duymuştum. Böylelerinden aldığı derse
binaen 'sünnete uygun' yaşamak adına çocuksuzluğu düşünen evlilik adayları olduğunu
da. Uyamadığı bazı sünnetlerden dolayı kendisini Peygambere isyan halinde
bilen, kendisine bu derece kahırla yaklaştığı için de Allah'ın ona nasip ettiği
güzel düşünceleri başkalarıyla paylaşmaktan çekinen, zira kendisi isyan halinde
iken başkalarına onlari tebliğ etmenin ikiyüzlülük ve hatta nifak alâmeti
olduğunu düşünen insanlardan da haberdardım.
Ve bütün bunlar, sünnete karşı apaçık savaş açmış olan kesimlerin ve onların
nabzına uygun şerbet hazırlayan 'her devrin alimi' kişiliklerin yapmak istedikleri
şeyin yanlışlığına bedel, samimiyetle ve dosdoğru bir niyetle sünnete sarılan
kesimler arasında da bir algılama ve uygulama sorununun varlığını
hissettiriyordu bana. Sonuçlar doğru çıkmıyorsa, yanlış giden birşeyler
olmalıydı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı da, bu yanlışlık neydi ve neredeydi
peki?
90'lı yılların ortasında ve tam da bu sorularla boğuştuğum hengâmede kader-i
ilâhî önüme iki imkân çıkaracak; ve bu iki imkân, hayatımın sonraki zamanları
için ciddi açılımlar temin ederken, böylesi sorulara da cevap bulmamı
sağlayacaktı.
Bu imkânların ilki, o güne kadarki ihtiyacım ve istidadım nisbetinde anladığım
Risale'den 'celâl+cemal=kemal' formülünü, yani celâl-cemal dengesini
keşfetmemdi.
Ki, o tarihten sonra yazdığım yazıların bir kısmı, "Yüksek fikir
alçalışları" misali, doğrudan bu konu etrafında gelişmişti. Başkaca
yazılarımda ise, bu denkleme bir şekilde atıflar yapılmaktaydı. Celâl-cemal
dengesinin keşfi muazzam bir açılımdı benim için. Bu keşif, hayata daha bir
bütüncül ve daha bir kuşatıcı bakmamı sağlamıştı.
Yine bu keşif sayesinde, kemale ulaşmanın, mükemmeli bulmanın yolunu bulmuş
sayılırdım. Kemal hali, uçlarda olmak değil, kıvamında olmaktı. Uçlarda olmak
insanın zirveyi bulduğu anlamına gelmezdi; bilakis, iki ucu bir yakaya gelebilen
insan zirvede idi.
Meselâ, ne kolaylaştırayım derken zorlaştıranların yolculuğu kemale doğru idi,
ne de kolaylaştırmayıp zorlaştıranların. Aslolan, yozlaştırmadan kolaylaştırmak
ve yozlaşmasın derken zorlaştırmamak idi.
Bu kemal formülünün, bu celâl-cemal denkleminin hayatın değişik alanlarına
uzanan bir dizi veçhesi vardı. Amel-iman dengesi, azimet-ruhsat dengesi,
korku-ümit dengesi, uyarma-müjdeleme dengesi, hikmet-rahmet dengesi, ilim-hilim
dengesi.. bunlar arasındaydı. İşte, bir kere ana formülü bulunca, o güne kadar
hayatımda ve zihnimde bölük pörçük duran, hatta hepsini doğru yerine
oturtamadığım için aslında bir türlü yerine oturmayan bir dizi ölçü asıl yerini
bulmuştu artık. Hayat binamın temel taşları bu formülle yerine oturmuştu.
Hayatımın denge ve kemal eksenine yöneldiği bu zaman zarfında, hasbelkader,
yoğun bir hadis ve siyer okumasına da başlamıştım. Zamanın ve olayların idaresi
Kudret Elinde olan Rabb-i Rahîm, Hz. Peygamberin hayatına dair Türkçedeki en
geniş hacimli kitabın redaksiyonu gibi bir işi çıkarmıştı karşıma. Bir yıl boyu
koskoca sekiz cildi üç defa okuyacak; bu arada Resûlullahın hayatında uçlardan
azâde bir zirve halinin en mükemmel örneğini bulacaktım. Bu vesileyle
öğrendiğim bir diğer şey, o güne kadar Peygamber ve sünnet adına yüzyüze
geldiğim bazı yaklaşımların gerçekte sünnetle ne derece örtüştüğünü sorgulamam
gerektiğiydi.
Nitekim, Hz. Peygamberi hayata, kâinata ve fıtrata muhatabiyeti cihetiyle
tanımaya adanmış 'Peygamberin Bir Günü' başlıklı çalışmam için otuz küsür cilt
hadisi taradığımda, bu sorgulama had safhaya erişecekti.
Bu okumalarımın bana gösterdiği en yalın gerçek, gündelik hayatta yüzyüze
geldiğim bir dizi yaklaşımın sünnetin geniş yolunu dar bir patikaya
dönüştürdüğü gerçeğiydi. Bu patikadan gidemiyor olmamız, sünnetin dışında
olduğumuz anlamına gelmiyordu; zira sünnet yolu o patika değildi. Hadis
külliyatları ile günümüze taşınan sünnet yolu, her fıtrattan insanın içinde
kendine uygun bir şerit bulabileceği bir çeşitlilik arzetmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), "En faziletli amel nedir?" diye
sorulduğunda, soran kişinin ihtiyacına ve istidadına göre farklı farklı cevap
vermişti. Genç bir sahabiye "Allah yolunda cihad" cevabını verirken,
anne-babasıyla sorunu olan bir başkasına "Ana-babaya iyilik etmendir"
demişti. Yaşlı bir hanıma verdiği cevapta ise, en kısa namaz tesbihatı
zikredilmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), ümmet için nümune-i imtisal olan Ehl-i Beytinin
en mümtaz siması olarak kızı Fâtıma'nın renkli ve nakışlı bir perde edinmesi
üzerine kızının evinden içeri girmemişti ama böylesi perdeleri olan başka
evlere girmişti. Hatta, kızına da "O perdeyi filanlara gönder" diye
tenbihlemişti. "O perde senin putun. Yak, yırt onu!" gibi sözler ise
asla çıkmamıştı onun mübarek ağzından.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), hanımı Aişe'nin duvara astığı aslan resimli
örtüyü kaldırtmış, bu tavırdaki nebevî kasdı çok iyi anlayan Hz. Aişe'nin
kumaşı bir-iki parçaya ayırıp minder yapmasına ise ses çıkarmamıştı, bilakis
evinde otururken bu minderleri kullanmıştı.
O kudsî nebi(a.s.m.), kendisine itaat üzere biat edenlerin itaat sözlerine
"gücümüzün yettiği nisbette" kaydını düşmüştü defaatle. Ki, onun bu
tavrı, ashabına, "Allah Resûlü bize karşı bizden daha şefkatli!"
dedirtecekti.
Risale müellifinin sünnet yolunu tarif ederken "minhâc", yani
"geniş yol" tabirini kullanmasındaki inceliği, o şefkatli nebînin
hayatından böylesi kesitlerin farkına vardığımda, nihayet anlamış
sayılabilirdim artık. Hayır, Hz. Peygamber ancak çok az kişinin geçebileceği
dar bir geçit hazırlamış değildi; o, ardına düşenleri patikadan geçiren bir
kılavuz da değildi.
O, ardına düşen her istidadın kendine münasip bir şerit bulabileceği geniş bir
cadde hazırlayan "rahmeten lil-âlemîn"(a.s.m.) idi.
Bir kısmını bizzat yaşadığım, bir kısmının yaşandığını gözlemlediğim açmazların
ardında ise, bu geniş yolu, genişliği ve kuşatıcılığı ile yerli yerinde
kavramayınca gerçekleşen seçmeci ve daraltıcı bir "sünnet
eklektisizmi" vardı.
Bu okumalar vesilesiyle farkettiğim bir diğer yaklaşım hatası, Hz. Peygamberin
şahsiyetine dairdi. Bizim kafamızda öyle bir Peygamber tarifi vardı ki, bu
tariften "rahmet peygamberi" mânâsının çıkması asla mümkün değildi.
Evlerimize geldiğinde bizi delici bakışlarla süzecek olan, daha evimizin kapısı
kendisine açılır açılmaz evi tarassuda başlayacak olan, evimizde olduğumuz
sürece yapıp ettiğimize, yiyip içtiğimize, gelene gidene karışacak olan, hatta
evlerimizi puthaneye benzetecek olan,
hatta evimizde olan kimi şeyleri alıp atacak olan bir peygamber! Huzurunda sürekli
falso yapmama telaşı yaşadığımız, bir yanlışımızı görür görmez lâfı
yapıştıracak olan bir peygamber! Bizi kendisiyle yargılayacak olan, kendisinin
yapıyor olup da bizim yapamıyor olduğumuz her bir şey için bize lâf söyleyecek
olan bir peygamber!
Gerek ilgili şiire, gerek kendimizin kurduğu "Peygamber bize gelecek
olsa" diye başlayan cümlelerimize sinen peygamber tarifi işte buydu.
Oysa, bütün bunlar, hakkında okuduğum otuz küsür cilt kitaptan çıkan Peygamber
portresine ne kadar da uzaktı! Hayır, o, kapıyı çaldığında bizi böylesine
huzursuz edecek biri asla olamazdı. Hâşâ, ne eli sopalı biriydi o, ne de dili
bıçak gibi keskin biri.
Bilakis, "elinden ve dilinden emin olunan" insanların en mükemmel
örneğiydi. Hem, onun gözleri girdiği evlerin dört tarafını tecessüs niyeti ve
tenkid sâikasıyla kolaçan da etmezdi; bilakis, hadis kitapları onun elçisi
olduğu Kur'ân'ın "Tecessüs etmeyin" emrini nasıl tatbik ettiğine dair
muazzam örnekler içermekteydi.
"Peygamber bize gelse" diye başlayan tasvirler ile hadisleri
vesilesiyle hayalen ziyaretine gittiğim Peygamber arasındaki fark ilgili
arayışım ve araştırmalarım sırasında beni en ziyade sarsan ve en ziyade inciten
tablo buydu! Nasıl olmuş, neler olmuştu da, bir devenin, hatta bir karıncanın
dahi incinmesinden rahatsız olan bir peygamber, hâşâ, elinde fırça her kusurlu
gördüğü kişiyi karalayacak birine dönüşmüştü zihinlerimizde? Neler olmuştu da
rahmet peygamberini gazap peygamberi gibi görür olmuş, onunla gelen rahmet
tablosunu kasvet tablosuna döndürmüştük?
Halbuki, üzerine fazla yük vurulan bir devenin gözyaşlarını mübarek elleriyle
silen o değil miydi? Devenin sahibine ona karşı daha şefkatli davranmasını
söyleyen de o değil miydi? Kendisine genç bir deve hediye edildiğinde Hz.
Aişe'ye "Allah refîktir, rıfkı [yumuşak huyluluğu] sever. Rıfk birşeyin
içine girdi mi o şeyi güzelleştirir" buyurarak bir terbiye ölçüsü veren
rahmet peygamberi(a.s.m.) mi bize kırıcı sözler söyleyecekti? "Mükâfatın
büyüklüğü, belânın büyüklüğüyle orantılıdır"
buyuran âdil nebî, şu ahirzamanın ağır yükü altındaki bizlerin kalbine acıtıcı
kamçılar vurur muydu gerçekten? Her nasılsa zihnimize kazınmış gazap peygamberi
portresine bedel gerçekte Resûl-i Ekrem'in nasıl bir rahmet peygamberi olduğunu
belgeleyen binlerce örnek vardı hadis ve siyer kitaplarında. Kaldı ki, en başta
Cenab-ı Hak, şahidi idi bunun. "Biz onu ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik" buyuran Rabb-i Rahîm, "mü'minlere çok düşkün, çok şefkatli
ve çok merhametli" diye de tarif ediyordu onu.
Gençlik dönemini on yıl onunla geçirmiş Enes b. Malik, bu şefkat ve merhametin
defaatle şahidi olmuştu. Kendisi gençlik haliyle hata yapsa, söylenen birşeyi
unutsa, oyuna dalsa, yanlış yapsa, kırıp dökse dahi, koskoca on yıl boyu bir
kez bile "Öf!" dememişti Hz. Peygamber(a.s.m.). Bir kerecik olsun
"Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?" diye hesaba çekmemişti.
Hz. Peygamberin evinde büyümüş olan ve kendisi mizaç itibarıyla celâl taşıyan
Hz. Ali ise, şöyle tarif edecekti Hz. Peygamberi:
"Daima güleryüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Esirgemesi, bağışlaması boldu.
Katı kalbli değildi. Kimseyle çekişmezdi. Kimseye bağırıp çağırmaz, kötü söz
söylemezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz
yumardı. Umanı umutsuzluğa düşürmezdi. Birşey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa
vurmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı.
Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimseye hakkında sevaplı ve
hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Hilim ve sabrı kendisinde toplamıştı. Hiçbir
şey kendisini kızdırmazdı."
Hz. Ali'nin bu sözleri, Resûlullah?la yaşanmış otuz küsür yılın şahitliğinde
söylemiş olduğu sözlerdi. Hz. Peygamberle on yıl evlilik hayatı yaşamış olan
Hz. Aişe ise, onun için, şöyle diyecekti:
"İnsanlarin en güzel ahlâklısı idi.
Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve
pazarlarda bağırıp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Fakat, affeder ve
bağışlardı. İnsanların en naziği, en iyi huylusu ve en güleryüzlüsü idi. Allah
yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el
kaldırmış değildi."
O, böyle bir peygamberdi işte. Rahmet peygamberiydi. Şimdi, bu hal üzere olan
Peygamberin gelip bizi yerden yere vuracağını, hakkımızda kaba sözler
sarfedeceğini nasıl düşünebiliyorduk peki?
Sanırım, sahabiler hakkında geliştirdiğimiz yaklaşımdaki zaaflardan ötürü. Öyle
bir sahabi tablosu çiziyorduk ki, bu tarife göre, onlar insan değil de melek
idiler âdeta.
Her biri doğuştan mükemmel, hepsi doğuştan koruma altında idi sanki. Hiçbiri
hiçbir zaman hiçbir yerde sürçmemiş olmalıydı. Eh, etrafında böylesine düzgün
insanlar olunca, Peygamber niye bağırıp çağırsın, niye kaba söz söylesin, neden
öfkelensindi ki?
Halbuki, vâka böyle değildi. Evet, bütün dünya Allah'a ve Resûlüne savaş açmış
iken onun yanında saf tutma gibi, islâm yolunun saff-ı evvel'i olma gibi
muazzam bir kalite sergilemişti sahabiler. Ama bu, onların asla sürçmedikleri,
doğuştan kusursuz oldukları gibi bir anlama da gelmiyordu. Kaldı ki, hiç
sürçmemis olsalar, sık sık sürçebilen bizlerin çıkış yolunu bulmasını
sağlayacak birer örnek olabilirler miydi?
Sahabiler içinde, Cahiliye zamanında da Ebu Bekir misali Cahiliyeye kapılmadan
kalabilenleri vardı, ama onlar sayıca azdı. Çokları, Cahiliye içinden, çok
derin uçurumlardan çıkıp gelerek islâm'ı bulmuşlardı. İslâm'dan önce Ömer ile
İslâm'dan sonra Ömer, bunun en muazzam örneğiydi. Kızını diri diri gömen Ömer,
Mekke?nin en çok içki içen insanları arasındaki Ömer, öfkelendiği zaman
kimsenin gözünün yaşına bakmayan Ömer, İslâm'la şereflendiğinde tastamam
değişmişti.
Bir Ömer, bir Hamza içkinin merkezinde olduğu bir hayatın içinden çıkıp İslâm'a
gelmeleriyle, bugün bu illetle mâlul olan insanlara çok şey söylüyorlardı
elbet. Onlara, onların da İslâm'a gelmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu, hatta
İslâm ile çok çok yükselmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu söylüyor; böylece, bu
halde olanları "Battı balık yan gider"
ümitsizliğine düşüren şeytanın tuzağını bozuyorlardı. Öte yandan, kendisi bugün
bu halde olmayan bizlere, bir sarhoşun ruhunda bir Ömer, bir çalıp çırpıcının
ruhunda bir Ebu Zer, hayatı şu an için giyinip kuşanmaktan ibaret duran bir
gencin ruhunda bir Mus'ab tohumu arama dersi de veriyorlardı.
Sahabileri doğuştan kusursuz gördüğümüzde ise, hem Resûlullah'ın eliyle gerçekleşen
mucizevî dönüşümün büyüklüğü nazarımızdan gizleniyor, hem de bugün
Resûlullah'ın getirdiği nurun aydınlığında böylesi dönüşümler yaşanmasını
sağlayacak dersler çıkarma imkânımız yitip gidiyordu.
Üstelik, bizim düştüğümüz çukurların yanlarında küçük kaldığı uçurumlardan
Resûl-i Ekrem'in kılavuzluğuyla çıkıp yükselen sahabilerin bir kısmı, İslâm
dairesine girdikten sonra da sürçmeler ve hatta geçici düşüşler
yaşamışlardı.Onların yaşadığı bu düşüşler karşısında Resûlullah'ın bize
öğrettiği en birinci ders, amel üzerinden imana dair yargıda bulunmama
dersiydi.
Bedir ashabından olduğu halde Mekke'nin fethi öncesinde Mekke'nin fethine dair
gizli bilgileri Mekkedeki ailesini koruma endişesiyle Kureyş'e ulaştırmaya
yeltendiğinde Hâtib b. Ebi Beltea için Hz. Ömer "münafık" demişti de,
Resûlullah bu yaklaşıma net bir biçimde müdahale etmişti. İçkiyi yasaklayan
Kur'ân âyeti indikten sonra defalarca sarhoş vaziyette yakalanan, ve yaptığı
şakalardan dolayı eskiden beri Medine'de Hımâr ünvanıyla anılan Suveybit için
birisi "Allahım! şu adama lânet et.
Kaç defa içki yüzünden getirildi de, bir türlü ıslah olmuyor" deyip beddua
etmişti de, Peygamber aleyhisselam "Ona lânet etmeyin" demiş ve
eklemişti: "Allah'a yemin ederek söylüyorum; bu adam hakkında bildiğim birşey
varsa, o da Allah ve Resûlünü seviyor olmasıdır."
O, Uhud'da Osman dahil birçok sahabinin, Hudeybiye'de Ömer dahil birçok
sahabinin yaşadığı sürçme karşısında asla ve asla kırıcı, kınayıcı ve dışlayıcı
olmuş değildi. Uhud'da onun direktifi hilafına yapılan işler, amcası Hamza ve
sancaktarı Mus'ab dahil birçok güzide sahabinin şehadetine, kendisinin ise
yüzünün yaralanıp dişinin şehit olmasına sebep olduğu halde, bizatihî Cenab-ı
Hakkın Kur'ân'ıyla buyurduğu üzere, Allah katından gelen bir rahmetle onlara
kötü bir söz etmiş değildi Peygamber.
Yine de yumuşak davranmıştı. Ki, Kur'ân'ın belirttiği üzere, o suçluluk
psikolojisi içinde kendilerine sert davransaydı, hepsi tastamam dağılıp
giderlerdi. Ama o öyle davranmazdı. O rahmet peygamberiydi. O düşenlerin
dostuydu; düşenleri düşüren şeytanın değil. Kaba sözle, dışlamakla onların
şeytanlarına yardım etmez; bilakis, yumuşak sözle, affedip bağışlamakla
kalblerine yardım eder ve şeytanların oyununu bozardı. Onun içinde bulunduğu
ortamda kasvet değil, rahmet vardı.
Öfke değil, mağfiret vardı.
Zaten, çokları, sırf onun bu haleti ve hasleti sayesinde Müslüman olmuşlardı.
Kendisini öldürme kasdıyla ucu zehire bulanmış bir kılıçla mescidine gelen
Umeyr b. Vehb'i Mescid-i Nebevî'den çıkmadan Müslüman yapan sır bu değil miydi?
Huneyn'de onu öldürme hesapları yapan Seybe b. Osman, Resûlullah'ın mütebessim
yüzünü gördüğünde, hele o mübarek ellerini göğsüne koyduğunda mutlak bir dönüş
yaşamamışmıydı?
Medine'nin Yahudi alimlerinden Zeyd b. Sa'ne'nin islâm'ı seçişinin ardındaki
nebevî sır neyin nesiydi? Müşrik oldukları bir halde bir vadide alay etme
kasdıyla ezan okuyup gülüsen Kureyşli gençler, Peygamber hiç öfkelenmeden
onları yanına cağırdığında sohbet-i nebevînin iksiriyle yoğrulup birkaç saati
geçmeden islâm'ı seçmemişler miydi?
Bu bakımdan, "Resûlullah bize gelse" diye başlayan karamsar ve
karanlık analizlerde gözümüzden kaçan bir başka nokta, Peygamberin sohbetiydi.
Bedevîleri medenî, ahlâksızları güzel ahlâk timsali, müşrikleri tevhid eri
kılan bir iksir vardı onun sohbetinde.
O halde, Peygamber bize gelse neler yapacağımızı merak edenlerin şunu da merak
etmesi gerekirdi: Peygamber bize gelse, biz aynı kalır mıydık?
Sünnete uygun yaşama başlığı altında geliştirip "Peygamber bize
gelse" kalıbında sunduğumuz kimi yaklaşımlarda var olan bir başka zaaf
ise, dengenin korunamayışı idi. Denge ifrat ve tefritten azâdelik idi; her iki
uç da, her iki yöndeki aşırılık da dengesizlik sebebiydi. Kudsî nebî(a.s.m.)
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın" derken, dengeye çağırıyordu bizi. Ve,
kolaylaştırmayıp zorlaştıranlar da, kolaylaştırayım derken yozlaştıranlar da
dengenin uzağinda idi.
Burada manidar olan, şeytanın ikili taktiğiydi. Laubaliliğe açık olanı
yozlaştırma ucuna çeken şeytan, imanı ve teslimiyet sahibi mü'minleri ise
zorlaştırma yönüne sevketmekteydi. Bu oyunu eskiden beri oynamış; meselâ
Yahudileri Musa'yla gelen emaneti yozlaştırma yönünde çelmelerken,
Hırıstiyanları İsa'yla geleni zorlaştırma tuzağına çekmişti.
Resûl-i Ekrem'in(a.s.m.) hayatında ise "Hayru'l-umûru evsatuhâ"
sözünde ifadesini bulan bir denge hali vardı. O, mü'minleri yalnızca Yahudilere
benzememe yönünde uyarmış değildi. Hırıstiyanlara benzememe yönünde de
uyarmıştı. "Kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız" demişti
Hz. Peygamber. "Zira bir kavim kendisini zora attı. Allah da zorluklarını
arttırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların bakiyesidir."
Onun ümmetine tavsiyesi, ne Yahudiler gibi yozlaştırma, ne Hırıstiyanlar gibi
zorlaştırma idi: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın. Ağır ağır
hedefe varabilirsiniz."
Bu bakımdan, ölçüyü iyi bilme ve çıtayı doğru noktaya koyma durumunda idik.
Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm "Yâ Rasûlallah! Farz namazlarımı
kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helali helal bilip haramı da haram tanısam ve
bunlara hiçbir ilave(hayır ve ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim?"
diye soran Numan b. Nevfel'e "Evet!" buyurmuştu.
Bu ve benzeri hadislerden selef-i sâlihînin çıkardığı ölçü, "Farzları
yapan, büyük günahlardan sakınan kurtulur" şeklindeydi. Durum bu iken, ne
farzların yanında çok sünnetleri de işlediği halde, uygulayamadığı sünnetlerden
dolayı ne kendisini, ne başkalarını helâk olmuş bilemezdi insan. Böylesi bir
hal, en başta, Resûl-i Ekrem'i incitirdi.
Aslolan, "Sünnet-i seniyyenin her bir nev'ine tamamen ittiba etmek,
ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyyet,
bilkasd tarafdarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir"
çizgisinde durabilmekti. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır" gibi,
"Kişi sevdiğiyle beraberdir" gibi hadisler, bu çizgiyi çizen
seleflerin kaydettiği isabetin deliliydi.
"Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar yaklaşımların gözden
kaçırdığı bir büyük nokta ise, ahir zaman gerçeğiydi. Doğrusu, ahir zaman
mü'minine ahir zaman hadisleri ışığında bakmak değil miydi? Bir keresinde
"Kardeşlerimi özledim" demişti Peygamber. Bunun üzerine sahabileri
"Yâ Rasûlallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sormuşlardı
da, "Sizler benim arkadaşlarımsınız" demişti. 'kardeşlerim' derken,
ahir zamanın o ağır imtihanı içinde islâm üzere kalan mü'minleri kasdettiğini
söylemişti.
Bu zamanın zorluğuna dikkat çekip bu zor zamanda yaşayan müminlere şeytanın
kuracağı tuzağı bozma bâbında, ashâbına "Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki
emredilenin onda birini terkeden helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki,
emredilenin onda birini yapan kurtulacak" da demişti. Ahir zaman öyle bir
zamandı ki,
o günler avuçta ateş tutmak gibi idi. "O günlerde, sizin kadar amel
yapabilen kimseye elli kişinin ecri verilecektir."Koyduğu bütün bu
ölçüler, sergilediği bütün bu haller, verdiği bütün bu dersler ile onu gerçek
haliyle tanıdıktan sonra, Peygamber size gelse ne yapardınız sahi? O şiirde
tasvir edilen halleri mi yaşardınız gene? Ondan ağır sözler, sert hareketler
göreceğiniz korkusunu duyar ve ya gelmemesini veyahut bir an önce gitmesini mi
arzulardınız?Tam aksine, "Yâ Rasûlallah! Senin yokluğunda, biz böyleyiz
iste! Lütfen ayrılma hiç yanımızdan" mı derdiniz yoksa?
Bana kalırsa, yapacağınız iş, sonuncusu olurdu. Onu size kadar ulaşan
sözleriyle bir rahmet peygamberi olarak tanıyabilmiş iseniz, bütün eksiğiniz ve
gediğinizle kendisine koşar, kapınızı da kalbinizi de gönül huzuruyla o
gönüller tabibine açardınız.
Hanzale öyle yapmıştı çünkü o Peygamberi Hz. Ali'nin, Hz. Aişe'nin,
diğerlerinin tarif ettiği şekilde biliyordu. Öyle biliyordu; zira onu bilfiil
öyle görmüş ve öyle tanımıştı. Ebu Yesâr da öyle tanımıştı onu. "Ben bir
günah işledim" diye gidip halini açabilmesi bundandı.
Onu olduğu gibi, sahabilerinin tanıdığı gibi tanıyabilsek, sanırım yalnız ona
bakışımız değil, kendimize bakışımız da değişecek; ve, hayatlarımız da asıl o
zaman değişecek. Kasvetten rahmet, ümitsizlikten gayret, trajediden zafer,
dövünüp durmadan dönüşüm çıkmıyor çünkü.
O halde, hep ümit, hep ümit.
Ne de
olsa, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" diye biliyoruz ve onun için
"Ey sevgili, en sevgili!" diyebiliyoruz.
METİN KARABASOĞLU
|